psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

29 Ekim 2007 Pazartesi

Asklepios ve Olaylara Geniş Açıdan Bakabilmek...

Asklepios ve Olaylara Geniş Açıdan Bakabilmek...


Zeus'un oğlu olan ve güneş tanrısı olarak kabul edilen Apollon'un oğullarından biri olan Asklepios hekimlik tanrısı olarak bilinirmiş. İnsanlar son bir ümit ışığı olarak gördükleri Asklepios'a gelerek, acı içinde kıvranan, güçten düşen yakınlarını tedavi etmeleri için adeta yalvarmaya başlamışlar. Asklepios da bu kişileri tedavi ederek, onları sağlıklarına kavuşturmaya çalışıyormuş. Bu şekilde hem insanların mutlu olmasına yardım ediyor, hem de onların mutluluklarını görerek kendisi de yaptığı işten büyük bir zevk alarak kendisi de mutlu oluyormuş. Gel zaman git zaman, Asklepios'un mesleğindeki becerisi ve kendine güveni o denli artmış ki, hayatından ümit kesilen hatta daha da ileri giderek ölmüş kişileri bile canlandırmaya başlamış. Bu da doğal olarak, doğanın ve dolaylı olarak Zeus'un kurduğu düzenin bozulması anlamına gelmekteymiş. Yeraltının ve ölüler aleminin tanrısı olarak kabul edilen Hades hiç kimse ölmeyip, kendine gelenlerin arkası kesilince, kardeşi Zeus'la konuşarak, Zeus'un işleyen düzeni yeniden harekete geçirmesini istemiş. Zeus da emirlerine karşı gelen torunu Asklepios'u yıldırımları ile çarptırarak, Hades'in yer altı ülkesine göndermiş. O günden sonra hekimler adeta Asklepios'un mirasını devralarak, o dönemlerde Asklepion denen tedavi kurumlarını oluşturmuşlar. Bunların arasında en önemlilerinden biri Bergama ilçemiz sınırları içindedir.
İnsanlar kendi sınırlarını bilip, ona göre davranmalıdırlar. Eğer yapılan davranışlar, birilerinin iyiliği için bile olsa, başkalarının yaşantısını olumsuz etkiler, doğanın dengesini bozarsa uzun erimde herkesin hayatını tehlikeye sokabilir. Bu nedenle olaylara geniş bir bakış açısı içinde bakılmalı, davranışların sonuçları dikkatli bir şekilde hesap edilmelidir. Önemli olan kişilerin mutluluğu değil, toplumun mutluluğudur. Hekimler de bunu öncelikle toplumsal sağlığı gözeterek görevlerini yaparlar. Ancak toplumun sağlığı konusunda çaba sarfetmek, sadece hekimlerin değil tüm insanların görevidir.

Başarılı Kadınlar Theodora...

Başarılı Kadınlar Theodora...


Başarılı kadınlar-1-

En alttan en üste çıkışın öyküsü, Bizans İmparatoriçesi Theodora


Theodora yabani hayvan bakımı ile uğraşan Kıbrıslı bir babanın üç kızından biri olarak, dar gelirli bir ailenin çocuğudur. Babası küçük yaşta ölmüş ve annesi başka birisi ile evlenmiştir. Üvey baba işsizmiş ve çocuklar küçük yaşta para kazanmak zorunda bırakılmış. Anne önce kızlarını bayramlarda sokaklarda yalvartmaya çalışmış, sonra Theodora bir tiyatroda pandomim yaparak, soytarı rollerine çıkmaya başlamış. İlerleyen zaman içinde güzelliği dillerde dolaşmaya başlayan Theodora cinselliğini de kullanarak, alkış almaya başlamış. Mutlu bir yuva kurabilmek için gittiği İskenderiye'de uygunsuz davranışları nedeniyle, yoksul ve yüzüstü bırakılmış. Oradan döndüğünde kendini değiştirmek için çaba sarfetmiş ve kendine çekidüzen vermiş. Bu sırada imparator Justinianos bu güzel kızı görmüş ve ondan başka kimseyi gözü görmemiş. O dönemlerde yasalar üst düzey yetkililerin geçmişi uygunsuz kadınlarla evlenmelerini yasaklamaktaymış. Ancak Justinianos bir yasa çıkararak bu yasağı kaldırarak onunla evlenmiş. Evlenmeden önceki davranışlarına karşın, tahta geçer geçmez bir imparatoriçenin görev bilincine çabucak varmış. Kötü yollara düşen kadınlar için bir sarayı manastır haline getirip, sokaklardan toplattığı beş yüz kadının ücretsiz olarak burada hayatını doğru bir biçimde sürdürmesini sağlamış. Hastane ve dünü yapılara büyük parasal yardımlarda bulunmuş. Evliliğinden kısa bir süre sonra Istanbul'da M.S. 532 Ocak ayında "Nika" (yen) adında büyük isyan patlamış . hastaneler, arasında imparatorluk sarayı ve Ayasofya'nın da olduğu güzel yapılar alevler içinde kalmış. Justinianos kaçmayı düşünürken, Theodora gerçek büyüklüğünü göstermiş. "Başka hiçbir ümit kalmasa bile ben yine kaçmaktan nefret ederim.hepimiz doğuştan, ölüme mahkum bulunuyoruz. Ne var ki başlarında taç taşıyanlar, saygınlıklarını ve güçlülüklerini yitirdikten sonra yaşamamalıdır. Tek bir gün bile, kimsenin beni taçsız ve erguvansız ( imparatorluk makamı giysisinin rengi) olarak görmemesi için Tanrı'ya yalvarıyorum. Beni kraliçe adıyla selamlamanın sona erdiği gün yaşam ışığım sönmüş olmalıdır. İmparator! Kaçmaya karar verdiyseniz, hazineler sizindir.işte deniz, ite gemileriniz! Ama can kaygısının sizi sefalet içinde bir yaşama ve aşağılık koşullarda bir ölüme uğratmasından korkunuz. Ben tahtın şanlı bir mezar olduğuna inanıyorum". Onun bu sözleri Justinianos'a cesaret vermiş ve kendine bağlı askerler başarılı bir girişimle kalabalığı dağıtmış. İsyan bastırılmış ve Justinianos'un tahtı güvenceye alınmıştı. Bundan sonra da eşi imparator Justinianos'un yanında olan ve onu destekleyen imparatoriçe evliliğinin yirmi dördüncü yılında kanserden ölmüş. En soylu kadınlarla evlenebilecek olan imparator, eskiden uygunsuz bir hayatı olan ama evlendikten sonra namusu lekesiz olarak yaşayan bu kadının ardından kanlı gözyaşları dökmüş.

Her başarılı kişinin arkasında ona destek olan bir eş vardır. İşyerinizdeki başarınız ve günlük yaşamınızdaki mutluluğunuz mutlu bir aile hayatına bağlıdır. Çeşitli sebeplerle evliliğinizde sorunlar varsa, hatayı önce kendinizde arayın, daima kendinizi karşınızdakinin yerine koyun, hayatınızı tekdüzelikten kurtarmaya bakın, eşinizi onore etmeye çalışın ve herşeyden önemlisi çocuğunuza örnek davranışlar sergilemek için kendinizi geliştirin. Sorunlar gene de devam ediyorsa, evlilik terapileri için psikiyatrik destek almayı düşünün.

Her insan doğuşu itibariyle tertemizdir. Ancak yaşanan olumsuzluklar, çevresel etkenler ve yanlış yetiştirilme insanları hatalara sürükleyebilir. İnsanlara her zaman ikinci bir şans verilmelidir. İnsana yapılan yatırım en iyi yatırımdır. İnsanları harcamak çok kolay, ama kazanmak çok zordur. Sabır , fedakarlık ve cesaret gerektirir. Kişiler her yaşta bir şeyler öğrenebilirler ve kendilerini geliştirebilirler. Bireyler geçmişlerinde kötü yaşantıları olup, bunların etkileri nedeniyle sorunlar yaşamakta ise, bu sorunlar günümüzde psikiyatri bilim dalı kapsamındaki terapiler ve diğer tedaviler ile çözümlenebilmektedir. Eşinizin başarısı ve mutluluğu sizin başarınızdır. Mutluluk ve başarı ekip işidir. En güzel birliktelikler sizlerin olsun.

Gök ve Yer'in Mücadelesi...

Gök ve Yer'in Mücadelesi...


Eski Anadolu mitolojisine göre, evren yaratıldıktan sonra, Gaia ( yer) meydana gelmiş. Bundan da daha sonra Uranos (gök) oluşmuş. Ancak dünya o kadar büyükmüş ki, yaşayacak çok daha fazla varlığa ihtiyaç varmış. Bunun için, yer ve göğün kendilerinden sonra gelecek nesilleri oluşturmak için birleşip, çoğalmaları gerekiyormuş. Ancak Uranos, garip bir şekilde doğan çocuklarının gelecekte kendine kötülük yapacağından korkarak, onları doğuran Gaia’nın karnına (yani toprağın derinliklerine) geri itiyor ve onları yerin dibine gömüyormuş. Gaia bir süre sonra, buna dayanamaz hale gelmiş. Başlangıçtaki yalvarmaları daha sonra çaresizlik ve garip bir tepkisizliğe, bunu izleyerek içten içe bir nefrete, sonunda da ani bir öfkeye dönüşmüş. İçinden demiri çıkartmış, onu işleyip çelikten bir tırpan haline getirmiş. Gizli saklı doğurduğu çocuklarına niyetini açıklamış. Çocuklarından Kronos anneleri Gaia’ya yardım ederek, zalim Uranos’un hayatına son vermişler. Gelin görün ki, zalim Uranos’un oğlu olan Kronos da kendi çocuklarının kendisine zarar vereceğinden korkarak, kendi çocuklarını doğar doğmaz yermiş. Korkunun ecele faydası yok, tarih kendi kopyasını oluşturmuş ve Zeus da babası Kronos’u yoketmiş. Ancak Zeus hastalıklı korkulara sahip olmadığından, kaba kuvvet kullanmamış ve etrafındakilerle barışık bir hayat yaşamış.

Çoğunlukla her türlü kıskançlık ve şüphenin altında özgüven eksikliği yatar. Kişi kendisinde algıladığı bir eksiklik ya da olumsuzluk nedeniyle, etrafındakilere karşı öfke ve düşmanlık hisseder. Ancak bu düşmanlık hissinin temelsiz bir şekilde kendisinde varolduğunu kabul etmek, haksız ve tek yönlü bir algı şeklinde benimsenemeyeceğine göre, “onlar bana düşmanlık besliyor” şeklindeki gerçekçi olmayan, ama benlik tarafından kabul edilebilecek hale dönüştürülür. Psikiyatride savunma mekanizmaları arasında “yansıtma” (projeksiyon) olarak bilinen bu düşünüş şekli, paranoid kişilik bozuklukları ve sanrısal bozuklukların temelini oluşturur. Genel olarak çocuklarına, eşlerine, astlarına ve çevrelerine kaba kuvvetle davrananların mutlaka kendilerine yönelik yoğun bir güçsüzlük hisleri ve aşağılık kompleksleri vardır, kendileri ile barışık değillerdir. Ancak kalem kılıçtan; beyin bilekten üstündür.

Nesillerin gelişmesi , kendinden öncekilerden daha çok çaba göstermek ve gelişmelere açık olmaya bağlıdır. Eğer herşeyi ebeveynlerinizin doğruları ile kabul ederseniz, onların üzerine birşeyler koymazsanız , size verilen aklı yeterince kullanmamış, dolayısı ile görevinizi yapmamış olursunuz. Aklını kullanmayıp, sorgulamadan kabul edenler, aklını kullananlarca altedilir. Bu sondan korkanlar, fiziksel kuvvet kullanır, ancak bu da sonucu değiştirmez.

Kişiler eğer uzun bir süre yoğun baskı ve zulüm altında kalırlarsa, kendilerinden beklenmeyen davranışlar gösterebilirler. Bu davranışlar arasında olağan kişiliğinden farklı olarak çevreye ve kişilere zarar vermek de sayılabilir.

Akhilleus ve zayıf taraflarımız

Akhilleus ve zayıf taraflarımız


Truva Savaşı sırasında Anadolu halklarına karşı savaşmış olan Akhilleus, şu an Yunanistan topraklarında bulunan Tesalya bölgesinde, o zamanın en bilge kişilerinden olan ve pek çok güçlü kişinin öğretmeni olan Kheiron tarafından yetiştirilmişti. Kheiron Akhilleus’a her türlü silahlı ve silahsız mücadeleyi öğretmiş, bunun yanında kendi kendine her türlü olumsuz koşulda hayatını sürdürebilmesi için gerekli beceriyi kazandırmış. Mitolojiye göre Akhilleus bebekliğinde ölümsüz yapılmak için ölüler diyarındaki Styx ırmağına topuklarından başaşağı tutularak daldırılmıştır. Bunun sonucunda kendisine yapılabilecek herhangi bir saldırıdan hiçbir şekilde vücutsal zarar görmemesi hedeflenmiştir. Burada dikkat edilecek nokta, suya topuklarından tutularak daldırılması sonucu Akhilleus’un bu bölgesi bu ölümsüzleştirici su ile temas etmediğinden, topukları hariç zarar görmez olduğudur.

Annesi ve babası Akhilleus’u yaklaşmakta olan Truva savaşından korumak için, ona kız elbiseleri giydirerek, başka bir şehrin sarayına yollamış. Yollarken de “ya uzun, tekdüze ve heyecansız bir hayat ya da daha kısa ama dolu dolu bir hayat yaşayabileceğini” ifade etmişler. Çocuğunun acısını görmemek için de bu çareye baş vurmuşlar. Herşeye rağmen, Akalılardan Truva savaşının diğer üç savaşçısı olan Odysseus,Aias ve Nestor bu saraya gelerek, zekice bir oyunla Akhilleus’un kimliğini gözler önüne serebilmişler. Bu üç savaşçı oradaki kızlara güzel giysiler yanında birkaç tane de gösterişli silah götürmüş. Diğer kızlar elbiselere ilgi gösterirken, Akhilleus silahlara yönelerek, onlara dikkatini vermiş. Bu şekilde kendi kimliğini belli eden Akhilleus ailesinin çabalarına karşın, kendi istediği yönü seçmiş. Daha sonra diğer üç savaşçı aralarına Akhilleus’u da alarak, savaşa katılmışlar. Akalar yanında savaşarak, Truva’nın düşmesinde önemli roller üstlenen Akhilleus, Anadolu halkları adına çarpışan Hektor, Amazon kraliçesi Penthesileia, Kyknos, Etyopyalı kahraman Memnon’u öldürmüş. Truva savaşı sırasında öfkesine hakim olamadığından dolayı işlediği savaş suçları nedeniyle Olimpos’un tanrıları ondan desteklerini çekmişler. Savaş sırasında Truvalı Paris , Apollon’un da desteği ile attığı okla Akhilleus’u en zayıf yeri olan topuğundan vurmuş. Akhilleus buradan aldığı yara ile ölmüş.

Anneler ya da babalar çocuklarının istek ve hedeflerini önemsemeli, destek olmalıdırlar. Özellikle meslek seçimi konularında aile baskısı ileride gençlerin mutsuz olmalarına neden olabilir. Gençler eğer küçük yaşlardan itibaren demokratik bir şekilde kendi kararlarını uygulayamazlarsa, hem özgüvenleri kaybolur hem de geleceğin mutsuz ve ümitsiz insanları oluşur. Gelecekte kendi ailemizin, sosyokültürel değerlerimizin ve ülkemizin daha iyi duruma gelmesini istiyorsak, Türk çocuklarına ve gençlerine gereken ilgi ve desteği vermeliyiz.

Her insanın kuvvetli ya da zayıf olduğu özellikleri vardır. Aslında her insanın hedeflemesi gereken nokta bilgelik düzeyine erişmek olmalıdır. Bunu başarabilmek için kuvvetli olan özelliklerimizi etik açıdan uygun bir şekilde kullanmak yanında, zayıf olan taraflarımızı geliştirmek için çaba harcamak gerekir. Hiç kimsenin bir diğerini zayıf özellikleri için yıpratması (iş ve sorumluluklarını aksatmadığı sürece) uygun değildir. Kişinin kibirlilik içinde, kendisini kaf dağında görmesi, gelişmesinin durması anlamına, bu da çöküşün yakın olduğu anlamına gelir. Herkesin olduğu gibi sizin de zayıf yönleriniz vardır. Her zaman karşınızdakinin haklarına saygı duymalısınız, ahlağa uygun hareket etmelisiniz, savaşta bile olsanız düşmanınız sonuçta insandır, sizin gibi. Kendini her zaman haklı görüp, empati yapamayan, etrafını yeterince önemsemeyip,dikkate almayanlar günün birinde hayak kırıklığı yaşayabilirler.

Zeus Zamana Karşı Yarış...

Zeus-Zamana Karşı Yarış


Olimpos dağında oturan mitolojik tanrıların en önemlisi olan Zeus’un babası Kronos, annesi ise tanrıça Rea imiş.Kronos yeni doğmuş olan öz çocuklarını hemen vahşi bir şekilde parçalarmış. Zeus’un doğumuna dek bu böylece sürüp gitmiş. Doğal olarak anne Rea bebeğini dünyaya getirdiğine sevinemeden, bebeğini koruyamayacağı ve büyütemeyeceği için sıkıntı içine girermiş. Mutlu bir şekilde sonlanan her doğum onun için, çocuğunun ölüm anına şahitlik ettiği bir kayıp yaşantısı haline gelirmiş. Bir gün artık bu durumun değişeceği, doğuracağı çocuğun hayatta kalarak, Kronos’u ortadan kaldıracağı ve vahşetin son bulacağı acılı anne Rea’ya bildirilmiş. Rea da hamileliğini olabildiğince eşi Kronos’tan gizlemiş. Doğum anında da Olimpos’tan dünyaya indirilmiş. Bebek (yani Zeus) doğmuş, Rea onu perilere emanet ederek, bir mağarada gözlerden uzak ama sevgi içinde, doğal bir ortamda, güvenli bir mağarada büyütülmesini sağlamış. Zeus büyüyüp gelişince acılı annesi Rea’yı , Kronos’un elinden kurtarmış, Kronos hakettiği cezayı bulmuş. Zeus onun yerine geçmiş, artık adalet ve sevgi egemen olmaya başlamış. Bu seferde yer altında bulunan devler (titanlar) genç Zeus’a başkaldırmaya başlamış. Yer altında bulunan devler yerüstüne çıkmak için debelendikçe yer şiddetle sarsılır ve büyük depremler olurmuş.Zeus bu devleri yeraltından kurtararak, yeryüzüne çıkmalarını sağlamış. Ancak bu devler boyutlarının büyüklüğü nedeniyle kibirlilik yapmışlar ve Zeus’u yokederek onun yerine geçmek istemişler. Zeus ise destekleyici , sevimli bir ortam içinde yetiştiğinden, zorluklarla başedebilecek güç ve zekaya sahip olduğundan tüm devleri yenerek, dünyayı rahatlatmış.

Zeus’un babası olan Kronos asli zamanı temsil etmektedir. Zaman ne yazık ki, akıp gitmektedir. Hayat kısadır ve yapılabilecekler sınırlıdır. Bu süreye ne kadar çok olumlu şey sığdırılabilirse, o denli şanınız yürüyecektir. Yapacağınız her olumlu davranış, dolaylı olarak çevrenize pozitif enerji yaymanıza yolaçacaktır. Hayatınızın her döneminde üzerinize düşen sorumlulukları yerine getirir, karşılaştığınız olumsuzlukları yenmek için kendinizle yarışırsanız,zamanın hayatınızın kurdu olmasını önlemiş olursunuz. Yaşınız ilerleyip, geriye baktığınızda keyifle gülümseyebiliyorsanız, kendi Kronos’unuzu yenmişsiniz demektir.

Kronos’un yani zamanın sizin çocuklarınızı da yiyip, bitirmemesi için sizin de üzerinize düşenler var. Bunların başında çocuklarınızın yaşadığı ortamın sevecen, barış içinde olması gerekiyor. Siz etrafınızdakilerle dost olup, rahat, içten davranabiliyorsanız , bu nedenle açığınız olmadığından eminseniz, kendinizle barışıksanız,kimseden korkmuyor ve kendinize güveniyorsanız ve en önemlisi çocuklarınızla yeterince ilgilenip, bu özelliklerinizi onlara aktarabiliyorsanız , içiniz rahat olsun, onlar da sizin gibi Kronos’un zulmünden kurtulacaklardır. Hepinize Kronos ile mücadelenizde başarılar, zamana karşı olan yarışınızda olabildiğince yol alıp, bayrağı sizden sonrakilere mümkün olabilen en iyi durumda teslim edebilmeniz dileğiyle

Görmeyi Öğrenmek ve Tutkuların Esiri Olmamak...

Ikarus –Görmeyi öğrenmek ve tutkuların esiri olmak



Daidalos ilk tanrı heykellerini yapan heykeltraş imiş. Sadece heykeltraşlıkta değil, diğer becerilerde de ön sıralardaymış. Çeşitli marangoz aletlerini icat etmesi yanında , denizde sadece kürek kullanılırken, onun yelkenle denizlerde daha hızlı ilerlemesi şöhretine şöhret katmış. O sıralarda yeğeni Talos meslek öğrensin diye çırak olarak yanına verilmiş. Gel zaman git zaman Talos da en az dayısı Daidalos kadar mesleğinde ilerlemiş. Bir gün kırda dolaşırken bulduğu yılan çenesini marangozluk aleti olarak kullanmayı tasarlamış. Bu doğal aleti daha da geliştirerek, testereyi icat etmiş. Bu aletin keşfi, “boynuzun kulağı geçmesi” gibi onun dayısını bu sanatta geri bırakmasına yol açmış. Bu duruma tahammül edemeyen Daidalos, yeğenini Akropolden aşağıya atarak öldürmüş. Daidalos sürgün ile cezalandırılmış. Bunun üzerine Girit’e gönderilmiş.

Girit kralı Minos, Daidalos’un yaptığı enfes sanat eserlerinden etkilenmiş , onu himayesine almış. O dönemlerde üst yarısı öküz, alt yarısı insan şeklinde olan Minotauros adlı bir yaratık bu diyara gelmiş. Bu yaratık pek çok can ve mal zararına yol açmış. Ancak kimse bu yaratığı hapsedecek bir zindan yapamamış. Daidalos öyle bir labirent inşa etmiş ki, Minotauros bu labirentten çıkamamış. Bu yaratığa yem olarak, Theseus adlı bir delikanlı gönderilmiş. Bu gence kralın güzel kızı gönül vermiş. Bu yiğit delikanlı çıkışı bulabilmek üzere, elindeki iple birlikte bu yaratığın yanına giderek onu öldürmüş. Bunu öğrenen kral Minos çok öfkelenerek, Daidalos’u hapsettirmiş.

Daidalos’un Girit’te bulunduğu sıralarda bir çocuğu olmuş. Bu çocuğun adı “İkarus” imiş. Daidalos oğlu İkarus ile birlikte buradan tek çıkış çarelerinin havayolu olduğunu düşünmüş. Her ikisi için de kaz tüylerinden geniş kanatlar yapmış. Bu sırada oğlu İkarus’a “çok yükseklere çıkma, yoksa kanatlarındaki balmumu erir; çok alçaktan da uçma , denizin nemi kanatlarını ıslatarak bozar, sen beni izle” diye öğüt vermiş. Her ikisi de bir kuş gibi havalanmış. Giritliler şaşkınlık içinde arkalarından bakakalmışlar. İkarus uçmaktan öyle zevk almış ki, babasının öğütlerini unutmuş. Yükseldikçe yükselmiş, kendini herşeyin üzerine çıkarak, güneşi daha yakından görmek istemiş. Bu arada yavaş yavaş kanatlarındaki balmumu erimiş ve kanatları dağılmış. Bir kurşun gibi aşağıya düşerek, boğulmuş. Daidalos oğlunu kaybetmenin derin acısına karşın karaya çıkabilmiş. Ve bu acı olayın hatırası olan kanatları bir daha asla kullanmamış.

Ne kadar yetenekli olursanız olun, kendinizi rakipsiz görmeyin. Bu türden düşünce yapısı “el elden üstündür” atasözünde olduğu gibi yetenekli bir başkası ile karşılaştığınızda ,sizi kıskançlık, öfke ve kontrolsüzlüğe itebilir. Yetenek mantıkla birlikte olduğunda değerlidir. Bunun olmadığı durumlarda , başarısızlık kaçınılmazdır. Yetenekli olup, sabırlı olmayan, aklını duygularına kurban eden pek çok kişi yeteneklerini değerlendirememiştir. Duygularınızla hareket edip, tutkularınızı aklınız çerçevesinde değerlendirmediğiniz, bilge kişilerden ve daha deneyimli kişilerden yeterli ders almadığınızda hüsrana uğrayabilirsiniz. Her insan, yaşı ve sosyal statüsü ne olursa olsun başkalarından birşeyler öğrenebilir. Bunun için çevrenizdeki nesne, kişi ya da olaylara daha farklı bakmalısınız. Bakmayı değil, görmeyi ve öğrendiklerimizi daha geliştirerek uygulamayı hedeflemelisiniz. Kendinizi sürekli eğitmeye ve aşmaya çalışmalısınız. Her gün tekdüze bir şekilde yaşamayıp, hayatınızda ufak bile olsa değişiklikler yapınız. Bu şekilde çevrenizdeki farklılıkları hissedebilecek ve başkalarına göre daha canlı ve üretken olduğunuzu görebileceksiniz. Daha iyisi ve güzeli, için geleceğe ait düşler kurunuz. Aksi halde uçmak bizim için sadece bir düş olur, oysa insanlar düşlerini gerçekleştirecek beyin gücüne sahiptirler.

İnsanlar arasındaki sınır sorunu

İnsanlar arasındaki sınır sorunu ve sınırsızlığın sonuçları-Arakne ve Athena


Mitolojide Zeus’un kendi kafasının içinden doğurduğu zeka tanrıçası Athena , zeka ve bunun getirmiş olduğu beceriye sahip olanların koruyucusu imiş. Athena üstün zekası ile oluşturduğu el sanatlarında o denli ileri gitmiş ki, tanrıça Hera’nın gelinliğini tek başına yapmış. Dantel, nakış,örgü vb gibi kadın el sanatlarının piriymiş.

Lydia’da yaşayan Arakne adındaki güzel kız da, aynı Athena gibi çok güzel bir şekilde bu sanatlarla uğraşıyordu. O kadar ince ve şık bir şekilde oya ve gergef işlemekte imiş ki, peri kızları bile hayranlıkla onun yaptıklarını seyretmekteymişler. Bir gün peri kızları kendisine gelip, “o kadar güzel yapıyorsun ki, sana bu işi zeka tanrıçası Athena mı öğretti?” diye sormuşlar. Arakne de buna karşılık olarak “benimle kimse bu işte yarışamaz, Athena’yı bile bu sanatta geçerim” diye yanıt vermiş. Doğal olarak Athena bu duruma kızmış ama bir yandan da “bakalım bu ölümlü benimle gerçekten başedebilecek mi” diye düşünerek yaşlı bir kadın görünümüne bürünerek Arakne’nin yanına gelmiş. Athena Arakne’ye “sen bu işte çok iyi olabilirsin, ancak kendini büyük görme , elbette ki, senden iyileri mutlaka bulunmaktadır, en azından senin bilmediğin motifleri bilenler bulunur, hele hele bir tanrıça Athena mesela” demiş. Arakne gene mağrur bir şekilde “ben boş yere gurura kapılmıyorum ya da kendimi sebepsiz yere başkalarından üstün görmüyorum. Ancak gerçek ortada, kendine güveniyorsa Athena gelsin,yarışalım” diye karşılık vermiş. Bu meydan okuma karşısında Athena birden bire girdiği yaşlı kadın kılığından ,gerçek haline dönmüş. “İşte geldi, hodri meydan” demiş. Ellerine aldıkları gergefleri büyük bir hız ve incelikle işlemeye başlamışlar. Athena doğal olarak tanrı ve tanrıçaların mekanı Olimpos’tan ve tanrı ve tanrıçaların yaptığı büyük işlerden sahneler işlerken; Arakne tanrı ve tanrıçaların aşk sahnelerinden görüntüler işlemekteymiş. Athena ki, hakkında hiçbir şekilde aşk dedikodusu olmayan ve namus kavramının timsali ve koruyucusu olarak bilinmekte, işleriyle meşguliyeti nedeniyle evlenmemiş bir tanrıçaymış. Bir gün kendisini nehirde yıkanırken gören yaşlı bir adamı bile kör etmişken, bu tür sahnelerin resmedilmesine tahammül etmesi beklenemezdi. Sonunda her ikisi de gergef işlerini bitirmişler. Athena Arakne’nin yaptığı gergefi alıp, yırtmış. Arakne bu davranışa karşılık olarak , kendini öldürmek istemiş. Athena da “Madem sınırını bilmiyorsun ve ayrıca kendini bu işte bir numara görüyorsun, sen bundan sonra ömrünü ağ üzerinde desen işleyerek geçireceksin” diyerek onu örümceğe çevirmiş. O günden beri de örümcekler, bu durumun utancı ile hep kuytu köşelerde ve sessiz sedasız bir şekilde ağlarını örmüşler.

İnsanlar zekalarını, becerilerini, zenginliklerini ve görünümlerini başkaları ile kıyaslamamalıdır. Aslında hepimiz bir maraton koşmaktayız. Tek rakibimiz kendimizdir. Kendimizi başkaları ile kıyaslamak bize gereksiz bir gurur ve mutsuzluktan başka bir şey getirmez. Bu şekilde kendimizle ya da geçmişimizle aşırı şekilde övünmek gelişmemizi de önler. Önemli olan “şimdi ve burada” ilkesidir. Bu durum kişiler için olduğu kadar uluslar için de geçerlidir. Geçmişimizle tabii ki övünebiliriz ancak , gelecek için çalışmamak o günleri düşünüp üzülmekten başka bir işe yaramaz.

Aynı şekilde çocuklarımızı da başkalarının çocukları ile kıyaslamak, onların kendilerine olan güvenini sarsacaktır. Çocuklarımızı bizim yapamadıklarımızı yapmaları yönünde zorlayıp şartlandırmamalı, onları karşılayamayacakları hedeflere doğru itelememeliyiz. Her çocuğun kendine ait, kendi çapında bir becerisi vardır. Bunun aksi yönünde hareket etmeye zorlamak, onları depresyona itecektir. Çocuklarımız yarış atı olmamalı, sadece doğru, dürüst, gerçekçi kısaca adam olmalıdırlar.

Bir de tabii ki sınır sorunu vardır. Her insan belli şeyleri bilebilir. Bilmediğimiz konularda ahkam kesmek, bizi gülünç durumlara düşürmekten başka bir hedefe ulaştıramaz. Her insanın hassas olduğu konular vardır. İnsanların kendi güvenlik alanlarına müdahale edilmemelidir. Aşırı müdahaleci olmak iyi niyetli bile yapılsa zıt etki yapabilir.

Son söz olarak karşılaşılan olumsuz sonuçlar , kişileri hemen yıldırmamalı, çözümsüzlük ve intihar düşüncelerini çağrıştırmamalıdır. Bu tarz bir davranış yapısı gösterenler, düşünüş yapılarını daha farklı hale getirmek için yardım istemelidir. Her olumsuz olay insanlara bir şeyler öğretir, yapılan yanlışlar nedeniyle öğrenilenler, kolay kolay unutulmaz. Unutulmamalı ki, en iyi öğrenme yolu deneme yanılma yoludur. Hepinize zaman karşı kendi başınıza koştuğunuz, kendi sınırlarınızı bildiğiniz hayat maratonunda başarı ve mutluluk dileklerimle.

Evlilik dışı ilişkilerin sonuçları

Evlilik dışı ilişkilerin sonuçları- Ares ve Artemis


Savaş tanrısı olan Ares, aşk tanrısı olan Apollon’a aşık olmuş. Ancak gelin görün ki, Ares yakıp, yıkan, kan ve barut kokan , saldırgan bir tanrıymış. Buna karşın Afrodit denizdeki dalgaların bembeyaz köpüğünden oluşan aşk tanrıçası olup, insanların birbirlerine sevgi ile yaklaşması için üzerlerine aşk iksirini damlatan, çiçekleri ve ağaçları baharda rengarenk donatarak,doğayı canlandıran üretken bir tanrıçaymış.

Afrodit ateş tanrısı olan ve çok sanatkar, ancak topal ve çok fazla yakışıklı sayılmayacak bir görünüme sahip olan Hephaistos ile evliymiş. Her ikisinin de temsil ettikleri sanat ve aşk kol kola imiş. Ancak savaş tanrısı Ares sadece kendini düşünerek , bu oluşumu bozmak için harekete geçmiş. Ares türlü hediyeler, vaatler ve övgülerle güzel Afrodit’in kalbini çalmış. Hephaistos gece volkanların içindeki demir atelyesinde çalışırken Güzel Afrodit’in yanına geliyormuş. Ares güneşin sabah tüm olan biteni görüp, Hephaistos’a haber verememesi için, genç Alektryon’u güneşin doğuşunu kendisine haber versin diye gözcü olarak kapının dışında tutmaktaymış. Ancak bir gün Alektryon uyuyakalmış. Güneş Ares ve Afrodit’in birlikteliğini görmüş ve Hephaistos’a durumu bildirmiş. Alet yapımında çok hünerli olan sanatkar Hephaistos onları tuzağa düşürecek bir buluş yapmış. Görünmez bir ağ. Ares ve Afrodit yatağa girdiklerinde bu ağın için hapsolup, kımıldayamaz hale gelmişler. Hephaistos durumu Olimpostaki tanrılara bildirmiş. Tanrılar bu duruma kahkahalarla gülmüşler. Düştükleri bu durum nedeniyle rezil olan Ares dağlara, Afrodit Kıbrıs adasına kaçmış. Alektryon ise horoza dönüştürülmüş ve artık o günden beri güneşin doğuşunu haber vermeye başlamış.

Bu mitolojik öyküde yer alan herkesin az ya da çok suçu bulunmaktadır. Hephaistos eşini ihmal etmiştir. Sadece eve daha çok parasal katkı sağlamak için, eş ve çocuğu ile yeterli sürede vakit geçirmeyenler bunun sonuçlarına uzun erimde katlanırlar. Eşleri depresyona girer, çocukları ise başkalarını örnek alıp, olumsuz kişilikler haline gelebilir. Küçük yaşlarda atılması gereken ebeveyn-çocuk ilişkisi temeli atılamaz. Birbirine yabancı , uzak nesiller oluşur.

Ares tanrı olmanın getirdiği büyüklüğün hakkını verememiştir. Kendi kişisel zevkleri uğruna diğer benzerleri karşısında madara olmuştur. Zaten varlığının başlangıcından beri insanlar arasında saldırganlık ve savaşı körükleyen Ares sonunda yaptıklarının karşılığını görmüştür. Ne olursanız olun, eğer yaptıklarınız gerekli olumlu sonuçları vermezse, yerinizi koruyamazsınız. Kısa süreli mutluluklar için geçmişteki başarılı günlerinizi feda etmemelisiniz.

Afrodit dünyanın ilk güzellik kraliçesi olmasına karşın, bu güzelliğini yeterli derecede ahlak ve bağlılık ile süsleyememiş, sonunda o da Ares gibi başkaları karşısında rezil olmuştur. Sadece güzellik mutluluk ve başarı açısından yeterli değildir, zeka ve incelik ile de süslenmelidir.

Alektryon ise başkalarının çıkarlarına alet olmuş, ancak onu da göreve yeterince önem veremediği için eline yüzüne bulaştırmıştır. Her işin ilerisini görerek o işe başlamak gerekir, bitiremeyeceğiniz işlere ya da kendinize uygun olmayan işlere başlamak, horoza dönüşmeyi getirecektir. Yanlış hesap Bağdat’tan dönermiş.

Son söz olarak , ince bir nokta dikkatinizi çekti mi bilemiyorum ama, Afrodit bu olaydan sonra Kıbrıs’a kaçmıştı. Kıbrısta denizdeki dalgalardan doğmuş. Bakın, yıllardır çözmeye çalıştığımız Kıbrıs sorunu aslında çok eskilerden bugüne sorunlu kişilerin adada yaşaması ile ilgili bir şey. Gelelim işin komik tarafına, Afrodit acaba gidip Hephaistos’tan özür dilese ve Hephaistos da onu affetse ve birlikte o adayı bir sanat ve güzellik adasına çevirseler, Hephaistos Afroditi ihmal etmeyip, onunla daha çok manevi olarak ilgilense, Afrodit de onunla mutlu olup, savaşçı Ares’i unutsa , Biz Yunanlılarla tekrar dost olabilsek, sonuçta ares bile silahlandırmasa, artan parayı Hephaistos’un sanatkar ve kültürlü öğrencilerine harcasak ve avrupa Birliği’ne biz de tam üye olsak, ne güzel olurdu değil mi. Sağlıcakla kalın.

Hermes ve Apolon İnsanların Kardeşliği...

İnsanların kardeşliği ve affedicilik- Hermes ve Apollon:

Rüzgar tanrısı olan Hermes, baştanrı Zeus ve bir yağmur perisi olan Maia’nın oğlu olarak dünyaya gelmiş. Hermes ayağına giydiği sandaletlerdeki kanatlar nedeniyle hızlı hareket etmesi yüzünden, aynı zamanda tanrıların habercisi olarak görevlendirilmiş. Dağların doruklarından, vadiler ve derin kanyonlara doğru uçup, havayı hızlı hareket ettirmesi ile ıslık sesleri; kendi etrafında hızla dönmesi ile hortum; kızdığında kasırga ve tayfunlar oluşturup, yüksek sesler çıkarabilmesi nedeniyle müzisyenlerin de tanrısı kabul edilirmiş. Arada sırada da elindeki liri ile hoş melodilerle etrafına neşe yayarmış. Bir mağarada dünyaya gelen Hermes, beşiğinde daha bebeklikten kurtulmadan doğayla dost olarak yaşıyormuş. Bir gün çok acıkmış ve gene Zeus’un oğlu olan Apollon’un (Truva savaşında Anadolu halklarının koruyucusu olan güneş, ışık,şiir ve güzel sanatlar tanrısı) sürülerinden, çobanı da tehdit ederek, karnını doyurmak için bir miktar besili hayvan çalmış. Ancak güneşin ilk ışıkları bu durumu Apollon’a bildirmiş. Apollon bu duruma doğal olarak çok öfkelenmiş. Fakat ufak kardeş Hermes hemen beşiğine girerek, böyle bir şey yapamayacak kadar küçük olduğunu söyleyerek durumu inkar etmiş. Bunun üzerine Apollon Hermes’i kaptığı gibi babaları Zeus’un yanına getirmiş. Zeus beşiğinde kundaklanmış olarak yatan, kurnaz Hermes’in savunmasını ve inkarını duyunca kahkahalarla gülmüş. Her şeyden haberi olduğu için minik hırsıza ağabeyinden özür dilemesini, bundan sonra herkesin hakkına saygı duymasını, ahlak kurallarına uymasını söyleyerek, iki kardeşi barıştırmış. Hermes sakladığı sürüyü Apollon’a geri vermiş. Apollon’a kendini affettirmek için liri ile neşeli parçalar çalarak, özür dilemiş. Apollon bu güzel çalgıdan çok hoşlanmış. Hermes de liri ağabeyi Apollon’a hediye etmiş. Apollon da bu güzel davranışa karşılık olarak, kamçı ve çoban sopasını Hermes’e hediye ederek, ona sürülerin ve çobanların koruyuculuğu ve tanrılığını vermiş.

O günden sonra Apollon daha önce yanından eksik etmediği ok ve yayına liri de eklemiş ve müzikle iç içe olup, insanlara neşe saçmış. Hermes de koruyuculuğundaki besili , sağlıklı hayvanların bollaşmasını, çobanların da neşeli ve dinç olmasını sağlamış. Hermes Apollon’u saymış, Apollon da Hermes’i sevmiş. Birbirlerinin yanında olmuşlar.

Doğaldır ki insanlar çocukluklarında bir takım yalancılıklar, ufak hatalar yapabilirler. Çocuklar hangi davranışın doğru, hangisinin yanlış olduğunu ve bu davranışların nasıl sonuçlar verebileceğini bilemezler. Demokrasinin eğitimi çocuklukta başlamalıdır. Bu durumlarda çocuklara karşı öğretici , açıklayıcı ve onların anlayabileceği şekilde cezalandırmadan yaklaşmak, olumsuz davranışları düzeltecek, başkalarının hakkına saygı gösterecektir. Aksi halde çocuk yaptıklarını kendine kızılabileceği düşüncesi ile saklar ya da yalana alışır. Bunun için tabii ki ebeveynin de yalan söylememesi, sahtekarlık yapmaması, kurallara uyup, saydam olması gereklidir.

Bir diğer önemli nokta ise barış içinde yaşamaktır. Öfkeyi kontrol etmek öğrenilmelidir. Öfke ile kalkan zararla oturur; keskin sirke küpüne zarar verir. Savaş kolaydır , ancak barışı korumak zordur. İnsanlar ve uluslar birbirlerine, geçmişteki olanlar nedeniyle kin tutmamalı, birbirlerini affetmelidirler. Hiçbir şey tek taraflı olmaz. O yüzden kendinizi karşınızdaki yerine koyup, üçüncü göz ve üçüncü kulak ile olayları değerlendirmelisiniz. Büyük büyüklüğünü; küçük küçüklüğünü bilmelidir. Asal rol büyüktedir. Barışma davranışını büyükler küçüklerinden beklememeli, barışı onlar masaya getirmelidir. Affetmek büyüklükten gelir. İyi komşuluk ilişkileri, maddi ve manevi zenginleşmeyi getirir. Tüm insanlar birbirinin kardeşidir ve tabii ki tüm uluslar da kardeş olmalıdır, hem komşuları ile hem de komşularının komşuları ile. Barış ve sevginin aranızdan eksik olmaması dileklerimle.

Karşılık beklemeden yapılan iyilik

Karşılık beklemeden yapılan iyilikler- Philemon ve Baucis’in öyküsü

Günlerden bir gün Zeus, oğlu Hermes ile kılık değiştirip, Olimpostan aşağı inerek, ülkemiz topraklarında yer alan eski Frigya bölgesinde( Ege bölgemizin iç kısımları,Güney Marmara ile İç Anadolu Bölgemizin batısı arasında kalan eski yerleşim alanı) dolaşmaya çıkmışlar. Amaçları insanları sınamak, birbirlerine karşı yaklaşımlarını ve sahip oldukları zenginlikleri nasıl değerlendirdiklerini daha yakından görmekmiş. Bu iki yolcuya kimse gereken ilgiyi göstermemiş, güleryüzle davranmamış, misafir olarak kabul etmemiş, selam bile vermemişler. Sadece yaşlı Philemon ve karısı Baucis kıt kanaat geçinmelerine karşın onları evlerine davet ederek, dostça karşılamışlar. Kim olduklarını bilmeden, bu değerli misafirlerin önlerine sıcak çorbalarını getirmişler, sofralarını paylaşmışlar. İki misafir zengin komşularının soğuk ve umursamaz davranışlarına karşın, parasal açıdan yoksul, ancak sevgice varsıl bu iki güzel insanın içten ve şirin davranışları karşısında çok etkilenmişler. Zeus ve Hermes “ bizler ölümsüzlerdeniz, siz ölümlülerin arasına girerek sizleri sınavdan geçirmek istemiştik. Bu sınavı sadece siz kazandınız. Diğerleri ise bencillikleri, taşkalplilikleri ve saygısızlıkları nedeniyle bu sınavı kaybettiler. Tabii ki sapla samanı ayıracağız. Biz şimdi gidiyoruz , siz ikiniz de bizim ardımızdan gelin” demişler. İki yaşlı insan bu sözler karşısında şaşkına dönmelerine rağmen, bu iki yabancıyı izleyerek, düşe kalka dağ yolundan yukarıya çıkmaya başlamışlar. Bir parça soluklanmak için durdukları anda,büyük bir gürültü ile yerlerinden sıçramışlar. Sesin geldiği yöne baktıklarında daha önce evlerinin bulunduğu toprakların su altında kaldığını, evlerin yıkıldığını, insanların ne olduğunu anlayamadan boğulduğunu üzüntü içinde görmüşler. Bir süre sonra baraka şeklindeki kendi evlerinin, mükemmel bir yapı haline geldiğini görmüşler. Zeus bu yardımsever insanlara dileklerini sormuş. Onlar da doğup büyüdükleri topraklardan uzaklaşmak istemediklerini, bu kutsal yapının koruyuculuğundan başka bir şey istemediklerini ifade etmişler. Zeus da bu dileklerini kabul etmiş. Aradan geçen yıllar boyunca birbirine sevgi ile davranmaya devam eden bu iki insan doğal olarak daha da yaşlanmış. Philemon gençliklerinden bu yana yaşadıkları tatlı anılardan bahsederken, karısı Baucis’in yüzü, elleri ve tüm vücudunun değişerek, saçlarından yaprakların, parmaklarından dalların, ayaklarından da köklerin çıktığını görerek hayrete düşmüş. Aynı görüntüyü Baucis de sevgiyle bağlandığı kocası Philemon da görmüş. Birbirlerine gülümseyerek, veda etmişler aynı anda , birbirlerinden ayrı kalmadan tam bir ağaca dönüşmüşler. Baucis sıcak kış günlerinde içimizi ısıtan ıhlamura; Philemon ise gölgesinde sıcaktan korunduğumuz meşe ağacına dönüşmüş. Ve insanlara faydalı olmaya devam etmişler.

Sevgili dostlar, atalar “iyilik yap, denize at, balık bilmezse, halik bilir” demişler. Aslına bakacak olursanız insanlar zayıf yaratıklardır. Hepimiz bir başkasına çeşitli nedenlerle gereksinim duyarız. Her din insanlara yardımlaşmayı ve sevgiyle yaklaşmayı öğütlemiştir. Başkalarına yardım ederek kendinizle gurur duyabilir , onların gözlerindeki sevgi ışıltılarını kendi gözlerinize de kopyalayarak, dünyaya daha farklı bakmaya başlayabilirsiniz. Bu şekilde çevrenize yaydığınız pozitif enerji ile hem daha çok sevilecek, hem de negatif enerji yükünden uzaklaştığınız için daha genç kalacak ve sağlıklı olacaksınız.

Empati kişinin kendisini başkaları yerine koyabilmesi, onların neler hissettiklerini anlayabilmesi ve ona uygun bir şekilde davranabilmesidir. Kişilik bozuklukları durumunda empati sorunu yaşanmaktadır. Kişiler ne olursa olsun, kendilerinin haklı olduklarını düşünür ve karşılarındakini suçlu ya da hatalı bulurlar. Bu nedenlerle çevrelerindekileri incitir ya da hoşgörü ile yaklaşamazlar. Çevrelerindeki maddi ve manevi her şey, sadece kendileri içindir. Bu davranışlar aile içinde öğrenilerek, nesilden nesile aşılanır. Arkadaşlar arasında benzer şekilde yerleşerek, ortak bir bakış açısı halini alır. Sonuçta toplum kirlenir, çürümeye başlar. Çocuklarınızın ve torunlarınızın daha sorunsuz yaşaması, mutlu ve onurlu olması için herkes kendini düzeltsin, yarın artık bugündür. Hepimizin empatimizi günden güne geliştirerek , daha sempatik bir toplum haline gelebilmemiz dileklerimle, sevgiyle kalın

Paris-Helena aşkı

Paris-Helena aşkı ve Truva Savaşı:


Paris-Helena aşkı ve Truva Savaşı:

Geçen hafta sizlere mitolojide ilk güzellik yarışmasını ve Paris’in Afroditi güzellik kraliçesi seçişini anlatmıştık. Bu hafta da kahramanımız Paris. Paris aslında Truva kralı Priamos’un oğluymuş. Ancak Truva kraliçesi bir gece rüyasında ateş doğurduğunu ve bu ateşin tüm Truva kentini yakıp yıktığını görmüş. Bunun üzerine bu rüya sonrasında kraliçenin doğurduğu bebek, İda Dağı (Kazdağı)’na bırakılmış. Burada bir süre kendisini bulan bir ayı tarafından emzirilmiş. Çoban olarak büyüyen Paris, Afrodit’i en güzel kadın olarak seçmiş. Bunun üzerine Afrodit de Paris’i , bir başka güzel Helena’ya yöneltmiş. Ancak Paris Helena’yı tanımamaktayken ve şimdiye dek hiç görmemiş iken onu aramaya başlamış. Bu günkü Çanakkale’den yola çıkarak, Yunanistan’da bulunan Spartalıların sitesine doğru gitmiş. Helena o sitenin kralı Menelaos ile evliymiş. Paris Spartalıların sarayında Helena ile ilk karşılaşmasında onun güzelliği karşısında adeta büyülenmiş. Nereden geldiğini, Afrodit’in kendisine teşekkür kabilinden kendisine Helena’dan bahsedip, Afrodit’in onların kalplerini birleştirdiğini söylediğini anlatmış. Bu durumda kendisinin de bu amaçla buraya gelerek, isterse onu da götürebileceğini söylemiş. Helena da aşk tanrıçasının dediği ve istediğini yapacağını söylemiş. İki aşık Yunanistan’dan kaçıp Anadolu topraklarına girmişler. Sparta şehrinin kralı Menelaos ve onun kardeşi Agamemnon da bunun öcünü almak için Truvalılara savaş açmış. Çok büyük bir donanma ve Agamemnon’un komutasında ilerleyen Spartalılar Truva’ya çıkarma harekatına başlamış. Savaşın ilk yılında Spartalılar Anadolu şehirlerini yakıp yıkarak talan etmişler. Tapınaklarda rahibe olanlar bile köle haline getirilmiş. Anadolu’nun ve Truvalıların koruyucusu tanrısı Apollon imiş. Kendisine ait tapınaklardaki rahibelere yapılan bu çirkin davranışa çok öfkelenerek, Spartalılar üzerinde tüm hiddetini göstermiş. Bu savaş aslında Anadolu’nun Yunanistan ile olan ilk savaşıydı. Bu savaşa Anadolu’daki pek çok halk savaşçı yollamıştı.

Tüm Lidya kentleri ( Ege bölgemizdeki antik şehirlerden başlayarak, Akdeniz bölgemizin antik şehirlerini de kapsayan bir alandaki kentlerden) gelenler yanında Karadeniz bölgemizde Samsun civarlarında yaşayan kadınların hakim olduğu bir kavim olan Amazonlara dek tüm Anadolu halkları bu hücuma karşı tek yürek olarak savaşmaktaymış. Onların da savaşta gösterdikleri üstün başarılara rağmen karşılarındaki kuvvetleri durduramamaları diğer Anadolu kavimlerini de hayal kırıklığına düşürmüştü. Bu arada hiç beklenmeyen bir dost eli Anadolu kuvvetlerinin yardımına yetişti. Habeş krallığı. Habeş kralı Memnon ve askerleri Truvalıların yanında savaşmışlar. Ancak Spartalıların kahramanlarından Akhilleus Habeş kralını öldürünce , Habeş ordusu dağılmış. Daha sonra da bu Spartalı büyük asker de topuğundan aldığı bir darbe ile kan kaybından ölmüş. Bu ölümü Paris’in ölümü izlemiş. Her iki tarafın orduları ve halkı çok acı çekmiş. Bu sırada Spartalılar hile ile Truvaya sahip olmaya karar vermişler. Dev bir tahta at yapıp, içine askerler koyup, onları orada bırakmak ve sanki geri çekiliyor izlenimi vererek gemilere geri dönmek. Plan aynen işlemiş. Bu atın tanrılardan gönderilen bir hediye olduğu söylenmiş. Her ne kadar Truvalı din adamı Laaaaaokoon buna inanılmaması gerektiğini söylemişse de gerekli desteği bulamamış. Gecenin ilerleyen saatlerinde Truvalılar zaferi kutlarken, Spartalı askerler tahta attan inerek Truvalıları kılıçtan geçirmişler. Truva şehri yakılmış ve küllerle kaplanmış. Bu arada tapınaklarda Truvalı kadınlara yapılan tecavüzler Spartalıların koruyucu tanrısı olan Athena’yı bile çok kızdırmış ve dönüş yolunda müthiş bir fırtına bazı gemileri batırmış. Tüm bu savaşların sonunda Güzel Helena tekrar eski kocası Menelaos’un yanına getirilmiş.

Sevgili dostlar bazen küçük bir olay tahmin edilemeyecek çok daha büyük olaylara yol açabilir. Bir şehri yok edebilecek çığ bir ses ya da bir taşın yuvarlanması ile başlayabilir. O yüzden aklın duyguların önüne geçmesi gereklidir. Akıllı kimselerden, deneyimli kişilerden faydalanılmalıdır. Freud’a göre insanda doğuşta var olan saldırganlık ve cinsel dürtüler hayatımızı yönlendirmektedir. Cinsel dürtü daha üretken, yapıcı ve yaşamaya yönelikken; saldırganlık dürtüleri karşıdakine zarar vermeye , yıkmaya yöneliktir. Eğer saldırganlık dürtülerinize hakim olamazsanız öfkeniz önce çevrenizdekileri , sonra da sizi yakar. Cinsellik dürtüsü ise hayatınızın ilerleyen dönemlerinde başka alanlarda üreticiliğe ( sanatta, sporda, yaşam tarzı ve günlük ilişkilerde) daha uygar, canlı ve sevecen bir kişilik yapısına kavuşmamızı sağlar. Dürtü kontrolünün bozulması kişisel kuraldışı savaşlara sebep olur. Bu durum travma sonrası stres bozukluğu, bazı kişilik bozuklukları ( antisosyal, sınırda kişilik, paranoid kişilik bozuklukları gibi), dissosiyatif kimlik bozukluğu, iki uçlu bozuklukta mani dönemlerinde ve bazı psikozlarda ( şizofreni, sanrısal bozukluk gibi) görülebilir. Tedavi ilaç tedavisi ve psikoterapi ile yapılabilir. Hepinize agresif dürtülerinizi yenebildiğiniz savaşsız, libidinal dürtülerinizin sanata ve üretkenliğe döndüğü barış dolu bir dünya dilerim.

Panik nöbetleri ve "Pan"

Panik nöbetleri ve "Pan"


Pan küçük ve büyük baş hayvanların, bunları güden çobanların , doğal hayatın ve kırların mitolojik tanrısı olarak kabul edilirmiş. Ayakları keçi ayağı şeklinde, keçi kuyruklu , keçi sakallı ve boynuzlu bir görünümde imiş. Pan flütü ile keyifli melodiler seslendirirmiş. Bu güzel müzikleri duyan tüm peri kızları neşe içinde kırlarda dans eder, bu güzel müziğe onlar da insanı kendilerine hayran bırakan sesleri ile eşlik ederek bulundukları yeri şenlendirir, oradan geçenler de kendilerinden geçerek hülyalara dalarlarmış. Çok neşeli ve hareketli bir ruh hali içindeyken, bazen birden kötü niyetli bir hale bürünerek, bir yerde tek başına kalanları uğultu ve hışırtılar çıkartarak korkuturmuş. Aniden düşen bir taş, kayaların arasında beliren bir gölge, otlar ve çalılar arasında görülen bir kıpırtı Pan’ın varlğı olarak düşünülürmüş. Bu durumda aniden,sebepsiz yere hayvanlar hatta insanlar bir "panik" havasında adeta kalpleri yerinden çıkacak derecede çarpıntı, nefes darlığı, başlarından aşağı sıcak su dökülmüş bir şekilde,kızararak, ter içinde, bayılma, çıldırma ve ölüm korkuları ile dehşet içinde kaçmak isterlermiş. İşte adını bu mitolojik tanrıdan alan panik bozukluğu da aniden kişileri bir anda ölüm korkuları, beraberindeki vücutsal belirtiler ve kalabalık, büyük, çıkışın bulunamayacağı alanlardan kaçınmaya, tek başına kalamamaya, kişinin sık sık o anda ölebileceği , aklını kaybedebileceği, felç ya da kalp krizi geçirebileceği gibi düşüncelerle hastanelerin acil servislerine başvurmalarına yol açmaktadır.

Eğer siz de bu şekilde belirtiler yaşıyor iseniz ve bu belirtiler hayatınızı kısıtlayarak, günlük işlevselliğinizi olumsuz yönde etkiliyorsa bir psikiyatristle görüşün. Pan’ın getirdiği korku ve sıkıntılarınız kaybolsun, Pan’ın değil ama Georghe Zamfir’in güzel pan flütünden

Neşeli melodiler gününüzü şenlendirsin.

Erdem ve parasal zenginlik

Erdem ve parasal zenginlik



Zeus'un oğlu Plutos sadece akıllı, erdemli, kibar, namuslu insanlarla dost olmayı, bunun dışındakilere yakınlık göstermeyerek, onları perişan, zayıf, sefil durumlara düşürmeyi planlamış. Zeus ise oğlunun bu davranışı ile, bir grubun kollanıp diğerlerinin dışlanması sonucu,insanlar arasında haksızlık ve eşitsizlik olacağını düşünmüş. Zeus'a göre herkes eşit şartlarda hayat maratonuna başlamalıymış. Bunun sağlanması için Zeus'a göre yapılması gereken şey oğlunun tüm insanları eşit görmesiymiş. Ve yapılacak şey, acı da olsa yapılmış. Plutos'un gözleri kör edilmiş. Bu durum sonrasında Plutos, çevresindekilere ahlaklı, erdemli, bilgili ve namuslu olup olmadıklarını bilemeden, olanaklarını, maddi ve manevi kaynaklarını ayrım gözetemeden insanların önüne sermiş. Ancak namus, erdem, ahlak kavramları kendileri için daha az şey ifade edenler, yalan dolan, iki yüzlülük ve riyakarlık ile Plutos'u aldatarak, bu zenginliklere kavuşmuşlar. Bir takım ayak oyunları, şiddet içeren davranışlar ve siyasi entrikalar ile bu imkanlardan doğru insanlara göre daha çok yararlanmışlar. Bu yetmezmiş gibi, bu kaynakların büyük bölümünden kendileri yararlandıktan sonra, arta kalanları da yakın çevrelerindekilere, eş, dost, partili benzer düşünce içindekilere dağıtmışlar. Ve ayrıca bu düzenbaz kişiler hassas köşe noktaları tutarak, namuslu insanların hak ettikleri noktalara gelebilmelerini önlemişler. Bu nedenle eski Yunan mitolojisine göre erdemli, namuslu,ahlaklı insanlar, yetenekleri, bilgileri ve kültürel birikimleri ne olursa olsun, zor koşullar içinde yaşamaya adeta mahkum olmuş. O yüzden mitolojide bu insanlara yardım etmeye çalışan bir sürü tanrı gerekmiş.

İkinci cumhurbaşkanımız İsmet İnönü bu konuda 'bir ülkedeki namuslular, o ülkedeki namussuzlar kadar cesur olmadıkça , o ülkede bir gelişme sağlanamaz’ demiştir. Kısacası kurallara, hukuka uymaya, çevreye saygılı olmaya, namuslu ve uygar olmaya, çalışkan ve üretici olmaya önce kendimizden başlayıp, bu erdemleri sonra ailemize ve yakın çevremize yaymalıyız. En iyi yatırım insana yapılan yatırımdır. Geleceği olan çocuklar, gençler desteklenmelidir. Her şeyi mitolojideki Plutos’un şans eseri nadiren iyilere rastlaması olasılığına bırakmayın. Maddi ya da manevi desteklerinizi kimsesiz ve yoksul kimselerden esirgemeyin. Herkes kapısının önünü temiz tutarsa , sokaklar tertemiz olur demişler. Önce kendi yanlışlarımızı sonra çevremizdeki yanlışları değiştirelim. Ondan bundan yakınmakla elimize bir şey geçmiyor. Yarın artık bugündür.

Ve sonra yerinde duranlara hep birlikte seslenelim ‘ beyler, hanımefendiler ilerleyelim.

Ares ve Şiddet

Ares ve Şiddet

Ares mitolojiye göre Zeus ve Hera'nın oğluymuş. Hera sık sık kocası Zeus ile kavga eder ve Olimposta tüm tanrıların huzurunu kaçırırmış. Heranın oğlu olan Ares de annesinin çoğu olumsuz özelliğinden nasibini almış, hatta bu olumsuz özelliklerden çok daha fazlasına sahip olmuştu. İnsanlar ve diğer mitolojik tanrılar arasında iş görüp, Olimposa döndüğünde şiddetli geçimsizlikler yaşadığı karısı Hera ile her gece tartışan Zeus bir süre sonra kendini eğlenceye vererek Olimposa uğramaz olmuş. Eğlence içinde serseri bir hayata sürüklenerek çocuğundan uzak kalmış ve oğluna iyi örnek olamamış. Babanın yokluğunda ve annesinin öfke ve hırçınlık nöbetleri içinde büyüyen Ares, gündüzleri yoğun bir şekilde çalışan ve geceleri eğlence alemlerinden çıkmayan Zeus’tan uzak kaldığından, anne ve babanın olumlu yönlerini kendine örnek alamayıp, anne ve baba sevgisini tadamamış. Baba anneyi kötülüyormuş, anne de babayı. Ares sürekli olarak kavga ve karşılıklı beddualar içinde büyümüş. Bu nedenle iyi ilişkiler içinde olan insanlar arasına kıskançlık, haset ve kin sokarak onların da kendisi gibi mutsuz olmasını sağlamaya çalışırmış. Sadece zevk için insanları birbirlerine saldırtırmış. Milletler arasında savaşlar çıkmasına yol açarmış. Onun geçtiği yerlerde kahkahanın yerini kan ve gözyaşı alır, nice ateş ve barut kokulu günler yaşanırmış. İyi anlaşan kumru gibi çiftler birbirlerine düşman olurmuş. Ares'in bu tür olaylarda iki yardımcısı varmış. Bunlar Phobos ( dehşet ) ve Daimos ( korku) adında olup, karşılarına gelen kişileri korkutarak, ölmekten beter hale getirirlermiş. Ares'i ne Zeus, ne diğer tanrılar ne de insanlar severmiş.

Ares'in ezeli düşmanı Athena olup, kadın görünümünde bir zeka tanrısı imiş. Bu zeka tanrıçası doğruluk, insani değerler, vatanperverlik ve yüksek idealler uğrunda savaşanların koruyucusu imiş. O donemde mazlum ulusların koruyuculuğu ve doğruluğun savunuculuğu Athena tarafından üstlenilirken, anarşi, sömürü ve vahşet Ares'e ithaf edilmiştir. Gördüğünüz gibi iyi ve kötünün çarpışması çok eski eserlerde kendini göstermektedir.

Bu mitolojik öykünün belki de en önemli yönü , aşırı şekilde çalışıp evini ihmal eden Zeus ile kıskanç, kaprisli ve saldırgan olan tanrıça Hera' nın doğurduğu Aresin benzeri şekilde olumsuz özelliklerle donatılmış olmalarıdır. "Armut dibine düşer’’ atasözü bu durumu çok iyi açıklamaktadır. Siz siz olun ev idaresini, eve para getirmek şeklinde algılamayın. Çocuğunuzla geçireceğiniz mutlu ve güzel saatler, ona bırakacağınız yatlar, katlar ve milyarlardan çok daha anlamlı ve değerlidir, en azından ardımızdan ‘ne iyi bir evlat yetiştirmiş’ denmesi için. Bu arada yanımıza Ares’i de almayalım, onu evimize daha da büyük düşünürsek ülkemize sokmayalım. Atamızın yurtta sulh cihanda sulh sözünü evimiz ve ülke sınırlarımızda uygulayalım

Alkol ve Şarap Tanrısı...Alkolizm

Alkol ve şarap tanrısı Dionysos ve alkolün farklı etkileri



Dionysos mitolojiye göre Zeus'un , Semele adlı bir prensesle evlenmesinden doğmuştur. Bahar gelirken en narin çiçeklerden dev ağaçlara dek tüm bitkilerin canlanıp, meyve verip, çiçek açmasını sağlayan özsularının tanrısı olarak görev yapmaktaymış.

Günlerden bir gün Dionysos bir mağara kenarından üzümler toplamış ve onları ezerek altından yapılma bir kap içine sularını çıkarmış.

O mağarada mayalanıp, şarap haline gelen bu sıvıdan içenler rahatlayıp, sorunlardan uzaklaştıklarını, neşelenip, gevşediklerini ,cesaretlerinin ve özgüvenlerinin o anlarda arttığını hissetmişler. Dionysos bu olay sonrası şarap tanrısı olarak tanınmaya başlamış.

Mitolojiye göre Dionysos sevdiği insanları alkolle rahatlatıp, güzel konuşmalar yaptırtırken; sevmediği kişileri bu sıvının etkisi ile kavgacılık, dengesiz ve densiz hareketler, şiddet, kıskançlık, hüzün, başkaları karşısında rezil olma kendine ve çevresine zarar verme davranışları ile cezalandırıyormuş. Sonuçta kişilerin hakaretler etmesine ya da hakaret niteliği taşımayan söz ve davranışları hakaret olarak algılamalarına yol açmakta, diğer insanlar yanında beceriksizce hareket edip, sızmalarına, kusup,yolda düşmelerine ve bunu izleyerek komik duruma düşmelerine, namuslarını kaybetmelerine, onursuzca davranışlar yapıp, gururlarının ayaklar altına alınmasına ve hatta cinayet ve intihar gibi durumlara sebep olmaktaymış.

İşte alkolizm bu şekilde yuvaları dağıtmakta, iflaslara neden olmakta, trafik kazaları , kıskançlık ve öfke ile cinayetlere zemin hazırlamaktadır. Kişinin çevresi ile ilişkileri etkilenmekte , depresyon ve intihar tabloya eklenmektedir. Ölüm bunlar sonrası gerçekleşmezse siroz hastanın karaciğerini mahvederek son noktayı koymaktadır.Alkol bu nedenle su içer gibi kullanıldığında Dionysos'un laneti etkisini göstermektedir. Her ne kadar Orhan Veli Kanık “rakı şişesinde balık olsam “demişse de şişede durduğu gibi de durmuyor, değil mi?

Mitolojide Hades ve Hayatın Değeri...

Hades ve Hayatın Değeri

Babaları Kronos’un yok edilmesinden sonra üç oğul yani Zeus,Poseidon ve Hades kalan mirası anlayış içinde paylaşmış. Zeus’a uçsuz bucaksız gökyüzü, Poseidon’a engin denizler, Hades’e ise tüm toprakaltı miras olarak kalmış. Toprakaltı karanlığı dolayısı ile ölümü ve kederi simgeler. Hades, insanları kendi diyarına götürebilmek için görülmemek zorunda olduğunu hissettiğinden , ona bu görülmezlik özelliğini sağlayacak bir miğfer giyermiş. Ölüler ülkesinin tanrısı doğal olarak insanlar tarafından sevilmez ve kendisinden korkulurmuş. Cehennemdeki muhteşem bir sarayda tanrıçalardan ve ölümlü kadınlardan uzakta tek başına yaşarmış. Kendine eş olarak yeryüzünden cebren ve hile ile getirdiği güzel kadınlar bile ışıksız ve hareketsiz olan bu ortamda dalından koparılmış bir çiçek gibi günden güne solarak ölürlermiş. Hades de sevgiye muhtaç, ancak çaresiz bir şekilde o zenginliğe rağmen mutsuz bir hayat sürermiş. Buraya girmeye çabalayanlar için giriş çok kolay, ama çıkış olanaksızmış. Kapıda bekleyen Kerberos adlı köpek buraya girmeye niyetlenen insanlara kuyruğunu sallayıp, olanca şirinliğini takınarak, ayaklarına sürünür, önlerinde yuvarlanır onları içeri sokmaya çalışırmış. Ancak içeri giren insanlar karar değiştirdiklerinde , acımasız bir canavara dönüşürmüş. İçeri girildiğinde, insanlar eski hallerinden farklı olarak adeta bir jöle gibi naylonumsu bir inceliğe ve saydamlığa bürünür, solgun ve inisiyatiflerini kullanamaz bir duruma gelirlermiş.

Burası birbirinden korkunç ortamlara sahip bir yermiş. İlk olarak çok büyük bir gürültü ile tepelerden aşağıya şelaleler oluşturarak akan, insanları bir kayadan diğerine hızla çarpan, anaforlarla diplere çekildikleri, zaman zaman soğuktan dondukları buzlu sular; insanı bir anda yakan sıcaklıktaki göller ve su ve akışı yavaşladığı zaman bastıklarında içine göçtükleri bataklılar içeren ,çok derin ve genel olarak yüksek debili acılar nehri Akheron ile karşılaşırlarmış. Bu nehirde gelen kişileri karşıya geçiren bir kayıkçı bulunurmuş. Ancak bu kayıkçı bu işi yapmak için çok az para istermiş. Eğer gelenlerin parası yoksa bu kişileri kayığına almaz ve çeşitli zulumlere başvururmuş. Bu nedenle o dönemlerde mezara az miktarda para koymak adetmiş. Eğer kişi intihar etmişse ya da gömülmemişse bu kayığa binemezmiş.Burada birbirinden vahşi yaratıkların insanın kanını donduracak sesleri duyulurmuş. Burada daha eski dönemlerden beri cezasını çekmekte olan başka mitolojik kökenli canlılar da bulunurmuş. Bunlar arasında Artemis’i küçümseyen dev göğsünü sürekli olarak didikleyen bir akbabanın verdiği acı ile feryat ederek, zincirlere bağlı olarak yaşayan Tityos ; tanrılardan duyduğu sırları başkalarına yetiştiren, hile ve fesatlık içinde yaşayıp, oğlunu pişirip tanrılara yedirmeye kalkan, susuzluk ve açlığa mahkum olarak yaşayan Tantalos; kendini tanrı gibi hisseden krallar ; yabancılara kötü davranıp onlara zarar vermenin cezasını devasa bir kayayı bir tepenin zirvesine dek yuvarlayarak itip, sonra o kayanın tekrar aşağıya yuvarlanması ile tekrar aynı şeye baştan başlayan Sisyphus ve kocalarını öldürmek suçundan, dibi olmayan bir kabı, sonu gelmez bir şekilde hababam suyla doldurmakla cezalandırılan Danaos’un kızları bulunmaktaymışlar.Bu kısmın dışında iyi niyetli, yardımsever, çalışkan,dürüst insanların gittiği bir de cennet varmış ki, burada insanlar tanrılar gibi yaşarlarmış.

Görüldüğü gibi hayat son derece değerlidir. Kıymetini bilmek gerekir. Kazanılan para sadece doğru bir şekilde kazanılıp, gerekli yerlere harcanırsa, faydalı şeylere harcanırsa değerini bulur. En iyi yatırım insana yapılan yatırımdır. Eski kral Midas’ı bile altınları kurtaramamıştır.Eğer sizi minnetle anan insanlar bıraktıysanız ardınızda ve sizi sağlığınızda yalnız bırakmıyor, destek oluyorlarsa o zaman doğru yapmışsınızdır. O durumda gerçekte onların kalplerinde yaşamaktasınızdır. Ölmemişsinizdir. Ne zaman ki isminiz anılmaz olur, işte o zaman ölürsünüz. Hepinize daha sevdiklerinize yönelik, paylaşımcı , hayatınızın değerini bildiğiniz , hayatınızdaki olumlu şeyleri görebildiğiniz mutlu günler dilerim

Mitolojik Öykülerden Tarihte İlk Güzellik Yarışması ve Yaşadığımız Sınavlar...

Tarihteki ilk güzellik yarışması ve yaşadığımız sınavlar

Tanrılar bir gün Olimpos dağında bir ziyafet sofrasındalarmış. Ares’in arkadaşı olan Eris ( Nifak) uzlaşmama, sorun çıkarmanın timsaliymiş. Herkesin gülüp eğlenmesini fırsat bilerek, dikkatlerin dağıldığı bir anda, göz önünde bulunmayan Eris , ortalığa nifak tohumlarını saçmak için planını yürürlüğe koymaya karar vermiş. Bir elma alarak, üzerine “en güzel tanrıçaya” şeklinde bir yazı yazarak ortaya atmış. Tabii ki sonuç felaket. Birbirinden güzel üç kadın bu payeye sahip olmak istemiş ve bunu belirlemek için tarafsız bir hakeme gereksinim duyulmuş. Zeus bu durumda karısı Hera , kızı Athena ve denizdeki bembeyaz dalgalardan doğmuş olan Afrodit arasında kalmış. Yani tipik bir aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık vakasıymış durum. Bu nazik durum karşısında Zeus akıllıca hamleyle ateş topunu başkasına atmış. “Gidin, Ida dağında ( Edremit körfezinde bulunan Kazdağları) yaşayıp, sürülerini otlatan çoban Paris’in yanına. O bu soruna bir çözüm bulacaktır.” Çoban Paris Truva kralı Priamos’un oğluymuş (dikkatinizi çekerim kralın oğlu yani prens çobanlık yaparak sorumluluk üstlenmeye hayatın neresinden başlıyor) . Paris çok zorlanarak da olsa kararını vermiş. İlk güzellik yarışmasının birincisini Afrodit olarak ilan ederek, elmayı ona vermiş. Diğer birbirinden güzel iki rakip bu duruma hiç haset etmemiş. Birbirlerine saygı ve sevgi ile sarılıp, Afrodit’i kutlamışlar. Afrodit’in gülümseyen sevgi dolu bir bakışı ile sadece Olimpos’taki tanrılar değil, insanlar ve hatta tüm doğa bile sıcaklık ve neşe hissetmiş, çiçekler açmış, insanlar onun gülümsemesini sevip, taklit ederek birbirleriyle selamlaşmışlar. Hayata tebessüm ederek bakmanın kendilerini nasıl mutlu kıldığını ve rahatlattığını, bu sayede başarılı, kendileri ile barışık , aranılan kişiler olabildiklerini görmüşler. Her insan farklı bir yönü ile güzeldir. Bunu keşfedebilen kişiler mutlu hisseder.

İnsanlarla sıcak , dostane ilişkiler kurabilmenin ilk yolu kibir, haset, bencillik duygularından uzaklaşabilmektir. Birbirimizin haklarına saygı duyarak, sınırlarımızı bilerek, kendimizi karşımızdakilerin yerine koyarak , sevecen davranmak ve bunu en azından tebessüm ederek göstermek ana koşuldur. Böylece pozitif enerji yayarız çevremize. Ve böylece daha mutlu bir toplum oluruz.

Katıldığımız her sınav ya da seçim, aslında bizi daha iyi ve daha olgun yapar. Her sınava başkaları ile yarışmak için değil, kendimizin en iyisini sergilemek ve gösterdiğimiz gelişmeyi fark etmek için girmeliyiz, aksi halde diğerleri hep çarpıştığımız düşmanlar haline gelir. Daima birileri bir şeylerde bizden daha iyi olacaktır, daha az iyiler olduğu gibi. Ancak sonuçta her sınav bize bir şeyler öğretir. Bir sınavı kazanamayan aynı konudaki ya da farklı bir konudaki başka bir sınavı kazanabilir. Her sınavdan sonra , bizden daha iyi olan kişilerin neden daha iyi olduklarını öğreniriz. O sınavlara hazırlanırken çektiğimiz sıkıntılar sonrası gelen başarılar sonucu o konudaki yeterliliğimizi anlar, özgüvenimizi geliştiririz. Aslında hayatımızın her aşamasında çeşitli sınavlardan geçeriz, okulda, iş hayatımızda, sosyal ilişkilerde, evlilik hayatımız , çocuklarımıza verebildiklerimizle. İleri yaşa geldiğimizde geriye bakınca “evet, doğru yaşadım, doğru insanlar yetiştirdim, eserler bırakabildim, iyi ki yaşamışım” diyebiliyorsak, kullandığımız “keşke” sözcüğü çok fazla değilse, geçmiş yıllar için pişmanlık duymuyorsak sınavı kazanmışız demektir. O durumda yarışma amacına ulaşmıştır. Yarışmayı tamamlamışızdır, zor bir maratonu bitirmeyi başarmak gibi. Çoğunuzun bildiği bir sözü hatırlatayım “doğduğunda sen ağlıyordun , herkes gülümseyerek sana bakıyordu, öyle bir hayat yaşa ki sen öldüğünde herkes ağlasın ve sen onlara ve geçmişe gülümseyerek bak.

Mitolojik Hikayelerden Zeus ve Europa...

Hiç bir şey göründüğü gibi değildir-Europa ile Zeus’un kavuşması:

Günümüzde olduğu gibi, o zamanlarda da bütün kadınlar güzel,duygusal ve hassasmış. Hepsi bir yana, bunlardan bambaşka sevimlilikte bir Europa adlı kız varmış. Ancak bu sevimliliğinin çevresindekileri etkileyip, boş yere ümit vermemesi için erkeklerle arasına kabul edilebilir ölçüde mesafe koyarak kendi dostları arasında mutlu bir şekilde yaşarmış. Zeus bu sevimli kıza gönlünü kaptırmış. Gelin görün ki, mitolojik bir tanrı da olsa Europa’nın yanına yaklaşması ile, Europa onun yanından uzaklaşırmış. Fakat mitolojide çareler tükenmez. Zeus keskin zekasını konuşturarak, kendini herkesin seveceği uysal bir boğa şekline sokmuş. Doğruca Europa’nın yaşadığı yemyeşil kırlara gitmiş. Europa ve birbirinden sevimli kız arkadaşlarının yanına yumuşakbaşlı bir şekilde yaklaşmış. Boğa görünümündeki Zeus Europa’nın yanına gelince durmuş ve ona adeta beni sev diye bakmış. Boğa şeklindeki Zeus adeta bir kedi gibi davranarak, kuyruğunu neşe ile sallayıp, yere çökmüş. Europa da arkadaşlarına “ haydi gelin, bu tatlı hayvanın sırtına binerek kırlarda gezelim, o kadar uysal ki, sanki bir kuzu gibi , üstüne üstlük hepimizi sırtına alabilecek kadar da güçlü” diyerek eğilmiş olan hayvanın sırtına binmiş. Arkadaşlarının yanına gelmesini beklerken, az önceki o yumuşak boğa bir anda yerinden fırlayarak, müthiş bir hızla koşmaya başlamış. Arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında, bir anda Europa korku ve hayret içinde boğanın sırtında ne yapacağını şaşırmış, adeta dili tutulmuş. Kımıldayamaz halde, ne bir şey söyleyebilmiş ne de ağlayabilmiş. İşin ilginç yanı boğa, karanın bittiği yerde deniz üzerinde de koşmaya başlamış. Bir süre sonra boğa görünümündeki Zeus ve güzel Europa tekrar bir adadan karaya çıkmışlar. O zaman Zeus gerçek görünümüne bürünmüş. Europa’ya sevgisini açıklamış. Birlikte güzel günler yaşamışlar. Akıllı ve güzel çocuklar dünyaya getirmişler.

Başlangıçta bize soğuk gelen, ilginç gelmeyen nesneler, kişiler ve olaylar eğer onlara farklı bir gözle bakarsanız güzel ve zevkli hale gelebilir. Bu şekilde hayatımızı daha mutlu bir hale getirebiliriz. Tam tersi bazen de olayların içine sonunu düşünmeden dalarız. Bize çok uygun ve karlı görünür. Oysa bazen gerçekler göründüğünden farklıdır, gerçeklikten uzak , romantik, ayakları yere basmayan duygusal ya da maddi yatırımlar pahalıya malolabilir. O yüzden önyargı ile hareket etmek ne denli uygunsuzsa, aşırı beklentili olmak ve sınırsız davranışlar da o derece zarar verici olabilir. Yani görünüşe aldanmamak gerekir. Bu nedenle hiçbir durum ya da kişi hali ya da tavrı nedeniyle küçümsenmemelidir.

Bir de tabii ki, Zeus gibi eğer bir hedefe kilitlenmişseniz o işi başarırsınız. Karar verip başlamak, o işi yapmanın yarısıdır. Belli bir süre bir işi yaptıktan sonra motivasyonunuz azalabilir. Motivasyonunuzu yenileyip,kuvvetlendirmek için sık sık geleceğe yönelik hayaller kurmalısınız. Kısa, orta ve uzun vadeli planlar yapmalısınız. Tekdüzeliği kıracak farklılıklar oluşturmalısınız kendinizde ve çevrenizde. Tabii gene Zeus gibi ne yaparsanız yapın aktif olacaksınız, oyuncu olmaya çalışacaksınız olabildiğince, seyirci değil. Direksiyon sizde olacak. Ne yaparsanız yapın sorumlusu siz olacaksınız. Kurda sormuşlar boynun niye kalın diye, kendi işimi kendim görürüm demiş. Siz de hayatınızın dümencisi olun ve kendinizi olayların akışına bırakmayın ki, hayatı onurla yaşayın.

Son söz olarak Europa’sına yani Avrupa’ya Zeus aklını kullanarak kavuşuyor. Zeus kendisi ile barışık, çalışıyor, üretiyor, kendine güveniyor. Biz de önce kendimizin daha insancıl, mutlu ve adaletli bir toplum olmamız için kendimize çekidüzen vererek, kendimizden başlayarak daha sağduyulu, ince, kendimizi başkalarının yerine koyabilir , kendimize, çevremizdekilere, yasalara ve doğaya saygılı davranırsak, daha çok üretirsek Zeus haline gelebiliriz. Sadece kendimizin daha iyi ve üretken bir toplum olmamız bizi doğrudan Avrupa’ya sokacaktır.. Tanzimat fermanından beri peşinde koştuğumuz sevgiliye.

Mitolojik Hikayelerden Prometheus...

Prometheus ve ateşin insanlığa kazandırılması

Prometheus ve kardeşi Epimetheus mitolojide titanlar olarak adlandırılan insan ya da mitolojideki tanrılardan olmayan yaratıklarmış.

Prometheus balçığı kullanarak insanı meydana getirmiş. Ancak ilk dünyaya ayak basan insan o denli zayıf, güçsüz ve çaresizmiş ki her şeyden korkuyor, doğadaki tüm yırtıcı hayvanlara yem olmaktan kurtulamıyormuş. Ayrıca ne bulursa meyve, sebze, bitki kökleri ve çiğ et şeklinde lezzetsiz dahi olsa yemek zorunda kalıyormuş. Kışları karanlık mağaralarda titreye titreye yaşamaya çalışıyormuş. Başlangıçta Prometheus eserinin bu şekilde güçsüz olacağını, heba olacağını düşünememiş olduğundan hemen duruma müdahale etmiş. İnsanlar akıllarını kullanmalılarmış, tıpkı kendisi gibi. Ancak bunun için kendisinin, ne pahasına olursa olsun son bir yardımının gerekli olacağını düşünmüş. Ateşi ve dolayısı ile uygarlığı insanlığa kazandırarak ...

Prometheus bir volkanın içinde yaşayan ateşi kullanarak madenleri eritip, oluşturan becerikli tanrı Hephaistos’un yanına gelmiş. Onun sahip olduğu ateşten bir kıvılcım alarak, ateşi insanlara ulaştırmış. Ancak bu olaydan sonra insanlar tanrıları dikkate almamaya, tapınmamaya, saygısızlık etmeye, kibirli olmaya başlamışlar. Bunun üzerine Zeus kendisinden habersiz olarak ateşi çalıp, insanlara veren ve onların dünyaya , diğer canlılara ve tanrılara saygısız olup, dünyayı yaşanmaz hale getiren bu canlıların mimarı Prometheus’a çok kızmış. Kafkas dağlarının tepesinde yalçın kayalıklara zincirler ile bağlatmış. Kışın ve gecenin soğuğu bir yandan, yazın sıcağı bir yandan Prometheus burada bağlı olarak kalırken, bunlara ek olarak her gün bir kartal gelerek Prometheus’ un ciğerini didik didik ederek yiyormuş. Zeus kendisinin reva gördüğü bu işkenceye daha fazla dayanamayıp, Prometheus’u affederek, Olimposa ölümsüzler arasına almış.

Tarihin her döneminde birileri kendilerinden sonrakiler için kendilerini feda etmişlerdir. Sadece kendilerinden sonrakileri de değil, kendi eserleri için de kendilerini korkmadan ileri sürmüşler , haklarını savunmuşlardır. Nitekim Namık Kemal bir dizesinde ....Usanmaz kendini insan bilen halka hizmetten demiştir. Atatürk Çanakkale Savaşları sırasında düşman kuvvetleri karşısında çok zayıf oldukları bir mevkide askerlerine ...size ölmeyi emrediyorum demiştir. Kendimizden sonrakilerin, çocuklarımız ve torunlarımızın bizim yaşantımıza göre daha iyi bir şekilde yaşamaları ( bizim dedelerimizden daha iyi koşullarda yaşadığımız gibi), bizim çektiğimiz sıkıntıları çekmemeleri için biz de var gücümüzle çalışıp, birbirimize sevgiyle yaklaşarak onlara daha güzel ve barış içinde bir dünya bırakmalıyız. Bu dünyanın ve ülkemizin Prometheuslara ihtiyacı var.

O günden sonra insanlar daha iyi beslenerek, daha sıcak ortamlarda kalarak ve uygarlıklarını yükselterek bu günlere gelebilmişler.

Mitolojik Hikayelerden Kibirli Davranışlar...

Niobe ve kibirli davranışların sonuçları:

Niobe Lidya kralı Tantalos'un kızı imiş. Babası gibi aşırı gururlu ve kibirli bir karakteri olan prenses , altı kız altı erkek olmak üzere on iki çocuk sahibi olmakla övünürmüş ( tabii o zamanlar enflasyon falan yok, insan sayısı da az, bolluk içinde her yer, çocuk okutma ev alma derdi yok). Tabii ki her anne çocukları ile övünür ancak Niobe çevresindeki diğer anneleri de kendinden aşağı görürmüş, onların çocuklarını kendi çocuklarından daha az sayıda ( şimdiki genel tavrın aksine) ve çirkin diye küçümsermiş. Bu aşağılamadan Artemis ve Apollon'un annesi Leto da nasibini almış. Prenses Niobe « Benim on iki tane birbirinden akıllı ve birbirinden güzel çocuğum var. Benim ve soyumun geleceği garanti altında, birine bir şey olsa diğerleri varlığımızı sürdürür »diye düşünüyormuş. « Leto da kimmiş, onun sadece iki çocuğu var, onun dişiliği bu kadar diyormuş ( sevgili mankenlerimiz o dönemlerde yaşasalardı işsiz kalmışlardı demek ki). Leto bu sözlere çok üzülünce , durumu çocuklarına söylemiş. Apollon ve Artemis de bu durum karşısında Niobe'nin tüm çocuklarını oklarıyla öldürmüşler. Niobe onların cansız vücutları başında o denli üzülüp ağlamış ki, gözlerinden kanlı yaşlar dökülmüş. Artık daha fazla ağlayamayan, adeta buz kesilen Niobe , Zeus'a bu acıdan kurtulmak için kendisini taşa çevirmesi için yalvarmış. Zeus da onu kayaya çevirmiş. Manisa ilimiz sınırlarında bu boynu eğik kadın şekilli kayayı görebilirsiniz, ister inanın ister inanmayın bu kayanın bir tarafı yılın hangi mevsimi, günün hangi saati olursa olsun nemlidir, adeta sessizce akan gözyasları gibi.

İnsanlar sahip oldukları kültürel, manevi, sosyal değerleri, kişilik yapıları ile ön plana çıkmalıdırlar. Kibir insanı kemiren olumsuz özelliklerden biridir. Kırkpınar güreşlerinde pehlivanlara şöyle seslenilir ‘ alta düştüm diye yerinme, üste çıktım diye sevinme’. Hayatta her an her şey olabilir. Daima kafamızın üzerinde bir saç teline asılı duran kılıç olduğunu düşünmemiz gereklidir. ( Demokles’in kılıcı). Kimin ne zaman ne olacağı belli olmaz. Varsıllar ( maddi ve manevi olarak tüm yetileri, kendilerine ait olan şeyler yönünden) sahip olduklarıyla böbürlenerek, diğer insanları eksiklikleri ya da yoksullukları nedeniyle küçümsememeli, yoksullar ( maddi ve manevi tüm sahip olunan özellikler şeklindeki bir yoksulluk) da kendilerinden, gelecekten ve hayattan ümit kesmemelidir. Her insan kendi başına bir zenginliktir. Her insandan mutlaka öğrenebileceğimiz bir şeyler vardır ( örnek almak ya da almamak yoluyla). En büyük zenginlik, çevresine ışık saçıp bundan haz duyulan kültürel zenginliktir. Daha iyi bir toplum olmamız birbirimizi daha iyi anlamamıza, tanımamıza, sevgi ve anlayışla yaklaşmamıza bağlıdır.

Mitolojik Hikayelerden Narsizim...

Mitolojide narsisizm:

Eski Yunan mitolojisine göre, dünya üzerinde birçok tanrı bulunmaktaydı. Bunlar çeşitli doğa olaylarından ya da canlı-cansız varlıkların kontrolünden , davranışlarından sorumluydular. İnanışa göre bu tanrılar insan şeklindeydi ve insanlarla ilişki içine de girerlerdi.

Size narsisizm sözcüğünün köken aldığı narkissos'un mitolojik öyküsünü aktaracağız.

Kendine aşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte aşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür . Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda 'eko' dediğimiz yankılara dönüşür.

Olimpos dağında oturan tanrılar bu duruma çok kızarlar ve Narkissosu cezalandırmaya karar verirler. Gene günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce farkedemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine aşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, ayni Ekho gibi Narkissos ta günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür. İşte narsisistik kişilik bozukluğu olan kişiler de bu şekilde kendilerine aşık, hep önde olmak, en gözde olmak isteyen, başkalarının düşünce ya da isteklerine gereken ilgiyi gösteremeyen kişilerdir. Plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında, gereken ilgiyi göremediklerinde aynı Narkissos gibi erirler, çökerler.

Mitolojik Hikayelerden Kadını Yaradılışı...

Mitolojide Hypnos ve günümüzde hipnozun kullanımı:

Hypnos uyku tanrısı olarak tanınmıştır. Kardeşi ölüm tanrısı olan Thanatos’tur. Anneleri gece (nyx) dir. Uyku tanrısı çok eski dönemlerde Anadolu'da da yaşadıkları düşünülen Kimmerler’in ( beyazperdede ve çizgi romanlarda canlandırılan Conan'ın kavmi) yaşadıkları yerlerde ulu bir dağ eteğindeki büyük bir mağarada yaşarmış. Burası loş, gürültüden uzak, dinlendirici bir yermiş. Mağara çevresindeki bazı doğal bitkilerden yayılan gevşetici, rahatlatıcı ve uyku getirici kokular geceleri buradan tüm dünyaya yayılarak insanların uykusunu getirirmiş. İnsanlar da bu durumun sonucunda, günlük stres ve yorgunluklarının vücutları üzerindeki olumsuz etkisini gideren , vücut hücrelerini yenileyen , kendilerini güzel diyarlara götüren rüyalara dalarlarmış. Bu mağaranın içinden akan bir yer altı suyunun sesi de uyku tanrısını uyuturmuş. Mitolojiye göre tanrıça Hera Zeus ile Çanakkale ili sınırlarımızda yer alan Kazdağı ( mitolojideki İda dağı)nda aşk yapmak istemiş. Ancak Zeus Hera’ya karşı çok yakınlık göstermemiş. Tanrılar arasında en kıdemlisi olup, sürekli olarak çalışma temposu içinde olan Zeus ise Hera'yı pek dikkate almıyormuş. Bunun üzerine Hera Hypnos'tan yardım istemiş. Hera Hypnos’a rüşvet vererek ( rüşvetin ne olduğunu sormayın !) onu ikna etmiş. Hypnos Zeus'u uyutmuş ve uykulu iken de Hera Zeusu ikna etmiş. O gün gönülsüz olarak Hera'yla birlikte olan Zeus sonraları şiddetli geçimsizlik sonucu evini ihmal etmiş, mutluluğu evi dışında aramaya başlamış. Sıkça yaşadıkları tartışmalar çevrelerinin de huzurunu kaçırmış, Zeus başka kadınlarla zaman geçirmiş, Ares adlı ( savaş tanrısı) şiddet yanlısı bir çocukları olmuş ve dünya şiddetten, savaştan kurtulamamış.

Hera zoraki ve hile ile istediğini elde etmiş etmesine ama mutsuzluk peşini bırakmamış. Tanrıça da olsa mutsuzluk sonucu sinir krizleri geçirip, çevresinde sorunlar çıkararak yaşayıp, sevgiden nasibini alamamış, eşini hep başkaları ile paylaşmak zorunda kalmış. Zeus ise bu davranışlarının sonucunu savaşlar, rüşvetler, ihanetler içinde yüzen bir dünyanın sorumlusu olarak ödemiş. Sizin mutluluğunuzun başkalarının mutsuzluğu üzerine kurulmamış olmasına dikkat edin. Rüşvet , yalan dolan, hile hurda ile yapılan işler elbet bir gün sahibini açığa çıkartır. Yanlış hesap Bağdat’tan döner demişler. Rüşvet toplumu çürütür. Alınan çorba paraları bir gün çocuklarının ilaç parası haline gelir. Kıssadan hisse, sonuçta zorla güzellik olmaz, yaptığınız küçük gibi görünen hileler büyük sorunlara yol açabilir.

Hipnozun psikiyatride kullanımına gelince aslında her toplumda çok eski çağlardan beri bilinmektedir. Dinsel ayin ve törenlerde grup hipnozu seklinde şaman törenlerinden , kızılderili büyücülerinin törenlerine dek kullanılmıştır. Çizgi romanlarda (Mandrake) da hipnoz konu edilmiştir. Hipnoz ile kişinin bilinçaltında bulunup, kişiyi rahatsız eden pek çok sorun giderilebilmektedir. Kişi bu esnada yaptıklarının farkında olabilmekte ve isteği dışında bir şey yaptırılamamaktadır. Psikiyatride kullanım alanları dissosiyatif kimlik bozukluğu ( çoğul kişilik) , dissoyatif amneziler (büyük unutkanlıklar), fobiler , panik bozukluk, bazı beğenilmeyen alışkanlıkların (sigara, aşırı yemek yeme gibi) bırakılmasında kullanılmaktadır. Herkes hipnoz olamayabilir. Özellikle geçmişlerinde fiziksel, duygusal ya da cinsel travmaların olduğu kişilerde hipnoz kolay gerçekleşmektedir. Hipnoz modern tıbbi anlamda ilk kez Jean M. Charcot tarafından 1882 ‘de Fransız Bilimler Akademisinde yaptığı bilimsel bir sunum ile dünyaya tanıtılmıştır. Onun öğrencisi olan Pierre Janet ise, hipnoz ile çoğul kişilik vakalarının tedavisindeki başarısı ile psikiyatri dünyasına adını altın harflerle yazdırmıştır.

Hipnoz ve Kullanımı...

Mitolojide Hypnos ve günümüzde hipnozun kullanımı:

Hypnos uyku tanrısı olarak tanınmıştır. Kardeşi ölüm tanrısı olan Thanatos’tur. Anneleri gece (nyx) dir. Uyku tanrısı çok eski dönemlerde Anadolu'da da yaşadıkları düşünülen Kimmerler’in ( beyazperdede ve çizgi romanlarda canlandırılan Conan'ın kavmi) yaşadıkları yerlerde ulu bir dağ eteğindeki büyük bir mağarada yaşarmış. Burası loş, gürültüden uzak, dinlendirici bir yermiş. Mağara çevresindeki bazı doğal bitkilerden yayılan gevşetici, rahatlatıcı ve uyku getirici kokular geceleri buradan tüm dünyaya yayılarak insanların uykusunu getirirmiş. İnsanlar da bu durumun sonucunda, günlük stres ve yorgunluklarının vücutları üzerindeki olumsuz etkisini gideren , vücut hücrelerini yenileyen , kendilerini güzel diyarlara götüren rüyalara dalarlarmış. Bu mağaranın içinden akan bir yer altı suyunun sesi de uyku tanrısını uyuturmuş. Mitolojiye göre tanrıça Hera Zeus ile Çanakkale ili sınırlarımızda yer alan Kazdağı ( mitolojideki İda dağı)nda aşk yapmak istemiş. Ancak Zeus Hera’ya karşı çok yakınlık göstermemiş. Tanrılar arasında en kıdemlisi olup, sürekli olarak çalışma temposu içinde olan Zeus ise Hera'yı pek dikkate almıyormuş. Bunun üzerine Hera Hypnos'tan yardım istemiş. Hera Hypnos’a rüşvet vererek ( rüşvetin ne olduğunu sormayın !) onu ikna etmiş. Hypnos Zeus'u uyutmuş ve uykulu iken de Hera Zeusu ikna etmiş. O gün gönülsüz olarak Hera'yla birlikte olan Zeus sonraları şiddetli geçimsizlik sonucu evini ihmal etmiş, mutluluğu evi dışında aramaya başlamış. Sıkça yaşadıkları tartışmalar çevrelerinin de huzurunu kaçırmış, Zeus başka kadınlarla zaman geçirmiş, Ares adlı ( savaş tanrısı) şiddet yanlısı bir çocukları olmuş ve dünya şiddetten, savaştan kurtulamamış.

Hera zoraki ve hile ile istediğini elde etmiş etmesine ama mutsuzluk peşini bırakmamış. Tanrıça da olsa mutsuzluk sonucu sinir krizleri geçirip, çevresinde sorunlar çıkararak yaşayıp, sevgiden nasibini alamamış, eşini hep başkaları ile paylaşmak zorunda kalmış. Zeus ise bu davranışlarının sonucunu savaşlar, rüşvetler, ihanetler içinde yüzen bir dünyanın sorumlusu olarak ödemiş. Sizin mutluluğunuzun başkalarının mutsuzluğu üzerine kurulmamış olmasına dikkat edin. Rüşvet , yalan dolan, hile hurda ile yapılan işler elbet bir gün sahibini açığa çıkartır. Yanlış hesap Bağdat’tan döner demişler. Rüşvet toplumu çürütür. Alınan çorba paraları bir gün çocuklarının ilaç parası haline gelir. Kıssadan hisse, sonuçta zorla güzellik olmaz, yaptığınız küçük gibi görünen hileler büyük sorunlara yol açabilir.

Hipnozun psikiyatride kullanımına gelince aslında her toplumda çok eski çağlardan beri bilinmektedir. Dinsel ayin ve törenlerde grup hipnozu seklinde şaman törenlerinden , kızılderili büyücülerinin törenlerine dek kullanılmıştır. Çizgi romanlarda (Mandrake) da hipnoz konu edilmiştir. Hipnoz ile kişinin bilinçaltında bulunup, kişiyi rahatsız eden pek çok sorun giderilebilmektedir. Kişi bu esnada yaptıklarının farkında olabilmekte ve isteği dışında bir şey yaptırılamamaktadır. Psikiyatride kullanım alanları dissosiyatif kimlik bozukluğu ( çoğul kişilik) , dissoyatif amneziler (büyük unutkanlıklar), fobiler , panik bozukluk, bazı beğenilmeyen alışkanlıkların (sigara, aşırı yemek yeme gibi) bırakılmasında kullanılmaktadır. Herkes hipnoz olamayabilir. Özellikle geçmişlerinde fiziksel, duygusal ya da cinsel travmaların olduğu kişilerde hipnoz kolay gerçekleşmektedir. Hipnoz modern tıbbi anlamda ilk kez Jean M. Charcot tarafından 1882 ‘de Fransız Bilimler Akademisinde yaptığı bilimsel bir sunum ile dünyaya tanıtılmıştır. Onun öğrencisi olan Pierre Janet ise, hipnoz ile çoğul kişilik vakalarının tedavisindeki başarısı ile psikiyatri dünyasına adını altın harflerle yazdırmıştır.

Mitolojide Haksızlık...

Mitolojide haksızlık, hainlik ve terbiyesizliklere verilen cezalar:

Tantalos'a verilen ceza:

Tantalos şu anda Manisa , Muğla, İzmir illerimizle sınırlı olan eski Lidya ülkesinin kralı imiş. Aynı zamanda Zeus'un da , o bölgede yaşayan en güzel kızlardan Plouto'dan doğmuş oğullarından biri imiş. Zenginliğin verdiği bir şımarıklık ve Zeus'un oğlu olmasının getirdiği bir büyüklük ve çevresini alaya alma şeklinde davranışları varmış. Sürekli olarak entrikalar çeviriyor, tanrılardan duyduklarını insanlara aktararak düzeni bozuyor, Zeus ve tanrıların birlikte yemek yediği tanrılar sofrasından tanrısal içeceği çalıyor, adeta her türlü kötülüğün altından çıkıyormuş.Tantalos kantarın topuzunu o kadar kaçırmış ki , oğlunu öldürerek tanrılara onun etiyle yemekler yapmış. Bu vahşi davranışlara çok öfkelenen Zeus Tantalos'a çok ağır bir ceza vermiş. Tantalos cezasını çekmek üzere getirildiği bu yerde acıktığında başının hemen üzerinden sarkan çok güzel asma yaprakları arasındaki üzümlere uzandığında salkımlar bir anda onun ulaşamayacağı bir yüksekliğe çekiliyor; susadığında su içmek için eğildiğinde daha önce çenesine dek su içindeyken, su toprağın içine çekiliyormuş. Sonuçta yaşamak için her türlü olanağa sahipken, bu nimetlerden faydalanamadan , yaptıklarının cezasını çekiyormuş. Tantalos gibi sahip olduklarının kıymetini bilmeden , onursuzca yaşayanlar, kendilerinden beklenen olgun davranışları göstermeyenler, insanlar arasında sorunlara yol açan kişiler er geç cezalarını bulurlar.Kısa vadede bir şeyler kazansalar bile önce, sahip oldukları maddi birikimlerini kaybederler sonra onurlarını ve en sonunda hayatlarını . Kişilerde sadece kendileri zevkleri için başkalarının can ve mal güvenliklerini hiçe sayarak yasadışı davranışlarda bulunma, hayati tehlikeler içeren eylemlere fütursuzca atılma, çevresindekileri aldatma, trafikte suç işleme, uyuşturucu madde kullanıp satarak , insanları zehirleme, hırsızlık ve gasp suçlarına karışan kişiler psikiyatride antisosyal kişilik bozukluğu olarak tanınırlar. Bu kişiler daha çocukluk yaşlarından itibaren aile ve çevrelerinden fiziksel, duygusal ve bazen cinsel tacizler yaşamış, düzenli aile ilişkileri olmayan kişilerdir.Cezaevleri olağan mekanlarındandır. Erken yaşta yasadışı ya da tehlikeli işler nedeniyle hayatlarını kaybederler.

Su testisi su yolunda kırılır derler. Sahip olduklarımızın kıymetini bilelim, kendi eşimizin, işimizin, çocuklarımızın, ailemizin, vücudumuzun ve içinde yaşadığımız şehrimizin. Çocuk esirgeme kurumlarındaki çocukları daha bebekliklerinde ziyaret edelim , onlara az da olsa içimizde doğal olarak bulunan sevgimizden verelim, onların ileride sevgiden uzak kişiler olmasına engel olalım.Ruhumuzdan ve çevremizden Tantalosvari davranışları , kendimize hakim olarak ve kendimizi başkalarının yerine koyarak uzaklaştıralım, mutluluğumuza kendimiz de katkıda bulunalım.

Sisyphus'a verilen ceza:

Sisyphus o döneme dek yaşayan insanların en akıllısı olarak bilinirmiş. Kendisine danışmaya ve yardım istemeye gelen kişilere, pratik zekası ile enfes çözümler sunarmış. Bir gün ölüm tanrısı Thanatos Sisyphus'u yakalayıp, ölüler alemine götürmek istemiş. Ancak bu olayın tersi gerçekleşmiş ve yakalanan Thanatos olmuş. Ölüm tanrısı ortalıktan kaybolunca kimse ölmemeye başlamış.

Bu dünyanın tüm dengelerinin değişmesi demekmiş. Zeus olaya el koyarak Sisyphus'u yakalatmış. Ancak Sisyphus yeraltı tanrısı olan Hades'i de kandırarak, tekrar dünya üzerine dönmüş. Aradan gecen uzun yıllara rağmen söz verdiği gibi yeraltına dönmeyen Sisyphus'u tanrıların emir eri olarak bilinen Hermes, Hades'e teslim etmiş. Sisyphus ise doğanın dengesini bozmaktan cezaya çarptırılmış. Cezası yaklaşık kendi boyundaki bir kayayı bir tepeye çıkartmakmış. Ancak tam bu yüksekliğe çıkınca kaya tekrar aşağıya yuvarlanıyormuş. Bu olay sürekli olarak tekrarlanıyormuş. Sisyphus'un cezası deyimi bati dillerinde bitip tükenmek bilmeyen işler ve olaylarla ilgili olarak kullanılmaktadır. Mutluluklar başkalarının mutsuzluğu üzerine kurulmamalıdır. Doğanın denge , düzen ve temizliğinin başkasının ve bugünümüzün yararına olsa bile değiştirilip, tahrip edilmesi, ileriki yıllarda ve bizden sonraki nesillerin çok zor durumlar içine düşmesine yol açacaktır. Sisyphus'un kayasını ne biz, ne çocuklarımız, ne ülkemiz, ne de tüm insanoğlu çeksin, birbirimize, çevremize ve doğaya saygı duyalım, en azından bundan sonra.

Mitolojik Hikayelerden Mantık ve Sevgi Birlikteliği...

Mantık ve sevgi birlikteliği- Psyche ve Eros:

Öykümüz şu anda Aydın ilimiz sınırlarında bulunan Milet antik kenti krallığında geçmektedir. Milet kralının bir kızı o kadar güzeldir ki, Afrodit onu çok kıskanarak, yok etmek istemiş. Oğlu Eros'a « benim gibi bir tanrıça ile ölümlü bir kızın güzelliğini kıyaslıyorlar. Git ve o kızı bir canavarla evlendir, öyle zorluklar çekip, yıpransın ki bana rakip olamasın» demiş.

Eros annesinin yanından Olimpos'tan inerken Psyche'nin kalbine atacağı ok ile onu bu canavara aşık etme düşüncesindeymiş. Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış. Eros Psyche'ye aşık olmuş. Ancak Eros bir tanrı imiş ve tanrılara göre ( Zeus hariç) ölümlüler ile ilişki kurmamalıymış. Buna çare olarak Eros kimsenin bilmediği , ıssız bir yerdeki mükemmel bir şatoda aşığı ile buluşmaya başlamış. Kanatlı bir tanrı olduğundan , Psyche'nin fark etmemesi için geceleri karanlıkta buluşup , Psyche'nin onun vücudunu görmemesini sağlamaya çalışıyormuş. Ondan da kendisini görmemesini istiyormuş. Bu arada Psyche'nin kardeşleri aslında onun aşığının çok çirkin olduğu için böyle davrandığını ileri sürmüşler. Bunun üzerine Psyche, eline aldığı bir kandille gece yarısı uyumakta olan Eros'u görmeye çalışmış. Onun yakışıklılığından çok etkilenen Psyche onu öpmek üzere eğildiğinde kandildeki kızgın yağ Eros'un omzunu yakmış. Bir anda uyanan Eros kanatlanarak oradan uzaklaşmış.

Eros gidince aşk dolu günlerin bitişi ile Psyche’nin kendisi gibi şato da yıkılmış. Psyche dualar ve yakarmalar sonrasında Afrodit’in karşısına çıkıp, ondan kendisini Eros ile bir araya getirmesini istemiş. Afrodit ise ona karşı duyduğu kin nedeniyle ona kötü davranarak 'can sıkıntısı ve hüzün' duygularını ona bağlamış. Ayrılıkları çok uzun sürmüş. Ancak sonuçta her ikisinin de gayretleri ile kimine göre Afrodit’in yumuşaması, kimine göre ise Zeus’un yardımı ile bir araya gelerek, mutluluk, başarı ve incelik içinde yaşamışlar.

Bu mitolojik öyküden aslında birden çok sonuç çıkarılabilir. Bir tanesi el elden üstündür. Her şeyin mutlaka daha iyisi vardır. Kişilerin kendilerini devaynasında görmeleri kişilik sorunlarından ötürüdür. Bunu ancak aşağılık duyguları olan insanlar yapar ve bu durum tedavi edilmezse kişilerin başına olmadık işler açar ( kraliçenin çevresini küçümsemesi gibi). Bir ikinci ders alınması gereken nokta kişilerin kendi sınırlarını belirlemesidir. Eğer insanlarla aranızda belli bir takım sınırlar olmazsa o ilişkilerden zarar görebilir ve sorunlarla karşılaşabilirsiniz (izin verilmemesine rağmen Psyche’nin Eros’u görmek istemesi gibi). Bir de tabii unutmamak gerek, ailenizin evlendiğinizde ya da birlikteliklerinizde müdahale etmemelerini sağlamalısınız. Bir benzetme yapacak olursak kanserli hücrelerin temelinde var olan sorun, bu hücrelerin birbiri ile olan belirli sınırlarının dikkate alınmayıp, sanki hiç sınırları yokmuş gibi birbirlerine aşırı derecede yaslanıp, çoğalmalarıdır. O yüzden siz siz olun kendi yağınızla kavrulun, evinize müdahale ettirmeyin. Ne kendinizi, ne eşinizi ne de büyüklerinizi ezdirmeyin. Gelecek sizin geleceğinizdir. Geleceğinizi kendiniz inşa etmelisiniz. Herkesin yeri ayrıdır, annenin, eşin , çocukların vb. Sınırlarınız net olmalıdır.

En son olarak da yapacağınız her işte mantık ve duygunuz birlikte hareket etmelidir. Sadece mantığınızın sesi ya da sadece duygularınızın sesi ile hareket etmeniz sizi sorunlarla baş başa bırakacaktır. Bu durum kurulacak birliktelikler ve yapacağınız her iş için de geçerlidir.İkisinin birlikteliğinde sonuçlar olumlu olacaktır (Psyche ve Eros’un birlikteliği gibi).

Hepinize mantık ve duygularınızın bir arada olduğu, çevrenizle iyi ilişkiler içinde olduğunuz nice mutlu günler dilerim.

Mitolojik Hikayelerden Eudipus Fenomeni...

Eudipus fenomeni:

Thebai şehrinin kralı Laios'un çocuğu olmuyordu. Kral Apollon'a danışmaya gittiğinde, Apollon;un yanıtı ile sarsıldı. Bir oğlu olacak, ama bu çocuk ileride kendini öldürecek ve kraliçe ( annesi) ile evlenecek ve herkes mutsuz olacaktı.

Bir sure sonra kraliçe hamile kalarak, bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Kral bu çocuğu öldürtmek için emir vermiş. kraliçe ise cellada onu bizzat öldürmemesini , uzak ve tenha bir yere bırakılarak ölmesine razı etmiş. Bunun üzerine cellat ta bebeği ayağından ağaca asmış. Yoldan gecen çobanlar çocuğu kurtarmışlar.Başka bir şehrin kralının emrindeki çobanlar bebeği saraya getirmişler.Bu şehrin kraliçesinin de çocuğu olmadığından bu bebeği alıp, büyütmeye karar vermiş. Bebeğin ayağı asili kaldığı ipin etkisi ile incinip şiştiğinden Oidipus (ayağı şişmiş) adini koymuş. çocuk büyüyünce gerçek evlat olmadığı söylenmiş. Oidipusa Yunan mitolojisine göre tanrı Apollon ona babasını öldüreceğini söylemiş. Bu duruma engel olmak için ülkesinden kaçan Oidipus yolda giderken çıkan bir kavga sonucu, bilmeden öz babası olan kral Laisos'u oldurmuş. Bu donemde Oidipus yollardan gelip geceni bilmece sorarak,doğru yanıtı veremeyeni öldüren bir mitolojik yaratığı öldürerek doğduğu kente kral ilan edilmiş. Bu kentte gerçek annesi olduğunu bilmeyerek ana- oğul evlenmişler ve dört çocukları olmuş. Bu duruma çok öfkelenen tanrılar, bu kent üzerine felaketler yağdırmışlar. Müthiş bir kuraklık ve kıtlık oluşmuş. Kendine danışılan bir buyucu, sebebi yeni kralın öz babasını oldurup, annesiyle evlenmesine bağlamış. Gerçeği büyük bir keder içinde öğrenen Oidipus kendi gözlerini oymuş. Kenttekiler tarafından aşağılanıp, gözden düşen Oidipusa kendi çocukları da yüz cevirmiş. Bir zamanların kralı dilenci olarak hayatini sürdürürken , yanında sadece kızı Antigone kalmış. Bu durum ebeveyn-çocuk bağlılığı,sevgi ve birliğinin simgesi olmuş. Oidipus un kendini terk eden çocukları ise felaketler içinde sefil bir şekilde ölmüşler. Bu da anne- babanın sevgisini , hayır duasını kazanmanın önemini yansıtmaktadır.

Adini bu mitolojik öyküden alan Oidipus kompleksi Freud'a göre çocuklarda babayı kendine rakip olarak görerek, annenin gözdesi olma seklinde davranış tarzını belirtmek için kullanılmıştır.

Andromeda kompleksi-mitoloji

Andromeda kompleksi ve ne olursa olsun evlilik:

Andromeda bugünkü adı Etiyopya olan Afrika kıtasındaki bir ülkenin kralının kızı imiş. Andromeda'nın annesi kraliçe Kassiepeia peri kızlarını kıskandıracak güzellikte imiş. Ancak bu güzelliğinden dolayı o kadar gururlu ve kibirli imiş ki, kendini herkesten güzel bulup, başkalarını küçümsermiş. Denizkızları bu durumu deniz tanrısı Poseidon'a şikayet etmişler. Poseidon da kendi himayesindeki denizkızlarının küçümsenmesi karşısında çok öfkelenerek bu bölgeye denizde yaşayan bir canavar göndermiş. Bu yaratık denizdeki balıkların tümünü yiyerek, insanların gıdasını tükettiği gibi, denizdeki insanları da parçalayarak yiyormuş. Kral bu durumdan kurtulmanın tek çaresinin, öz kızı Andromeda'yı bu canavara yem olarak sunmak olduğunu öğrenmiş. Kral istemeye istemeye kızını denizdeki bir kayaya bağlayarak, onu yaratığa terk etmiş.

Bu esnada Zeus'un, güzel bir prenses olan Danae'den doğan oğlu Perseus kanatlı at (pegasos) üzerinde gezerken , yaratığın kızı yemek üzere olduğunu görmüş. Hemen duruma müdahale ederek ,yaratığı öldürmüş. Korku, hayal kırıklığı,ümitsizlik ve çaresizlik içindeki Andromeda'yı kayaya bağlandığı iplerden kurtarmış. Kızını tekrar karşısında gören kral da kızının bu prens ile evlenmesine izin vermiş. Bu esnada Andromeda ile evlenmek isteyen amcası düğüne engel olmak ve onları öldürmek için haydutlar yollamış. Ancak Perseus onları da zararsız hale getirmiş. Dillere destan bir düğünle evlenerek sevgi ve onurları ile yaşamış, barışı korumaya çalışmışlar.

Bu mitolojik öyküde yaşanan olay « Andromeda kompleksi» olarak bilinmektedir. Genç kızların özellikle zor koşullar altında yaşayanların ne olursa olsun bir beyaz atlı prens bekleyerek, kendilerini bu hayattan pembe hayallerindeki dünyaya evlenerek taşımaları konu edilmektedir. Yaşadığı koşullardan kaçmak için karşısına çıkan ilk erkeğin şatafatlı sözlerinden etkilenen bu kişiler bir anda kendilerini bağlayan sorumluluk ve aile bağlarından kurtulma ve hayatlarını çok daha mutlu geçirme hayalleri içindedir. Oysa ki, her zaman olaylar Andromeda'nin başından geçenler gibi mutlu sonla bitmez ve insanlar yağmurdan kaçarken doluya tutulurlar. Bu durumu yaşayan kişiler genellikle yoğun aile baskısı altında, aile içi sorunların aşırı olduğu ,çevre ile temasın kısıtlandığı, eğitim ve öğretimin engellendiği ortamlarda bulunmaktadır. Daha kişiliğin henüz gelişmediği, eğitim ve öğretimin tamamlanmadığı yaşlarda evlenmek, bireylerin daha sonra eskisinden daha sorunlu dönemler yaşamalarına yol açmakta, eğitimler yarım kalabilmekte, beklenen mesleki düzeylerinden daha düşük işlere talip olmaya yol açmaktadır. Sonuçta daha mutsuz insanlar, daha kolay işlerde, ne yazık ki daha başarısız olmaktadırlar. Ne olursa olsun, yeterince tanımadan, sadece duyguları dikkate alarak yapılan evlilikler, kişiyi depresyona, panik bozukluğu ve genelleşmiş anksiyete bozukluğu , somatizasyon bozukluğu, dissosiyatif bozukluklar ,evlilik sorunları ve intihara yol açabilmektedir. Bu yüzden ailelerin çocuklarını daha mutlu, barış içinde, kişiliklerini daha geliştirecek, daha sosyal ortamlarda yetiştirmeleri gerekmektedir.Onları kendi istekleri dışında hareket etmeye ( zengin ya da akraba ile evlendirmek, kendi güçleri üzerinde çalıştırılmaya zorlamak, dışarıya çıkarılmamak, karşı cins ile iletişimin engellenmesi gibi) zorlamamaları gerekir.Tabii gençlerde daha sağduyulu ve ileriye dönük hareket etmeyi öğrenmeli,ani ve öfke ile verilecek kararların sorunlara yol açabileceğini unutmamalıdırlar.Ne demişler öfke ile kalkan zararla oturur. Beyaz atlı prensi beklemek yerine , gerçek hayata uyan beklentiler içinde ama umutlu olmamız , başkalarından pasif olarak yardım eli beklemekten çok, kendimize güvenmemiz ve aktif bir şekilde çalışarak sonuçlarını beklememiz daha uygundur. Herkese aktif çaba ile dolu günler, başarılı seçimler, mutlu birliktelikler dileklerimle.

26 Ekim 2007 Cuma

ON BİN YILIN NEFESİ: ANADOLU RUHSALLIĞI

(Bilim ve Ütopya dergisinin Ekim'03 sayısında yayınlanmıştır:)

Cemal Dindar

Çocukluğum Tokat'ta geçti, ilkokulu orada ve okumam gereken başka okulları ise İstanbul'da bitirdim... Psikiyatri uzmanlığımı aldıktan sonra, Urfa'ya gittim. Bu kişisel bilgileri şu nedenle paylaşıyorum: lise yıllarında özellikle piyasadaki Freud kitaplarıyla başlayan, tıbbiyedeki formel eğitimle devam eden ve Bakırköy Akıl Hastanesi'ndeki uzmanlık eğitimimle de artık sağlamlaştığına inandığım mesleki bilgim ile Urfa'da içine daldığım pratik arasında ciddi 'sorunlar' vardı. Bu sorunlar üzerine düşünmek ise beni aynı yere akıp giden iki yola çıkardı. Birincisi; bu soru(n)lar, coğrafyanın sosyokültürel tarihi ile yakından ilgiliydi ve benim ilgim de hızla oraya yöneldi. İkincisi, bağışlansın, yine kişisel bir deneyim: Urfa ve çevresi ile ilgili sosyokültürel okuma ve gözlemlerimde sebat ettikçe, beni, hemen hep, Tokat'ın bir köyünde geçen çocukluğum karşıladı.

Giriş: kör nokta sendromu

Öncelikle şunu vurgulamalıyım: yeryüzünün her milibahrisinde ve nerede insan varsa orada, ortak paydalarımız ayrılıklarımızdan fazladır ve bu metinde sözü edilen özgünlükler, bu ortak paydayı eksiltmez, zenginleştirir. Karşı çıktığım, ne Batı'nın uygarlık birikimi, ne de bu ortak paydadır... Karşı çıktığım; Batılı bilim adamlarının, beyaz, erkek, 175cm boyunda ve 72 kg ağırlığındaki Batılı 'ortalama' insanla yaptıkları çalışmalardan elde edilen bilgilerin, tartışılmaz evrensel doğrularmış gibi, üstelik insanın ruhsallığına uygulanması, hastane koridorlarına taşınmasıdır. Bu, psikiyatrinin kör noktasıdır. Uygulayıcılar ise 'derya içre olup deryayı bilmeyen balıklardan da tuhaf' bir yere savrulmakta, başka toplumlardaki sayıltıları, kendi toplumlarında sayıklama biçiminde yaşamaktadırlar. Bu savrulmaya literatürde bir ad da bulunmaktadır: kör nokta sendromu!..

Bu incelemede, ruhsallığı, uygarlık perspektifinde ve tarihselliği ile tartışacağım. Sumer ile başlayan bu serüvende, Anadolu'daki özgünlüğün önemli bir temsilcisi olduğunu düşündüğüm Urfa'yı sıksık anacağım. Zira, Urfa sokaklarında, örneğin, surlar içindeki Sumer şehir devletinin anısı ile kan bağına dayalı Sami geleneğin aynı canlılıkla aktığı öykü, 'modern biçimler' kazanarak, yaşamaya devam ediyor ve orada arkaik'in güncelleşirken bir olanağa dönüşme çabası Anadolu ruhsallığının nice işaretlerini sergiliyor.

Urfa'daki olgusal gerçekliğin tüm Anadolu'ya genellenemeyeceği itirazı gelebilir. Urfa ya da Anadolu'daki herhangi bir şehrin, ötekinden farkının, burada değindiğim noktalarda, niteliksel değil, niceliksel olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Urfa bugün bir Ege şehrine göre, anacıl-ataerki gerilimi olarak kavramlaştırdığım durum için ataerkil yanı daha baskın bir şehirdir, lakin bu durum hem bir Ege şehrinde, hem de Urfa'da anacıl-ataerki geriliminin yokluğunu değil, şiddet farkını gösterir.

Bir kazıbilim öyküsüdür

Urfa merkezine 25 dakika uzaklıktaki Göbeklitepe'de Alman Profesör H. Hauptmann başkanlığında 1994'de başlayan kazılarda, dairesel bir salonun ortasında, yaklaşık 20 ton ağırlığında olduğu tahmin edilen taşlarla kurulmuş, karşılıklı birbirine bakan "T" şeklinde iki taş blok bulundu. Taşın tam ortasındaki yaban domuzu kabartması, "usta" işiydi. Benzer odalar kazı ilerledikçe ortaya çıktı. Çevredeki tüm yükseltiler kireçtaşı iken, buluntunun yer aldığı 300 metre çapındaki tepe toprak yığınıydı. Bu toprağın vadiden taşındığı ileri sürülmekteydi. Nasıl olduğu muamma! Başka sorular da vardı: Bu insanlar hangi üretim sürecini yaşıyorlardı? Çevrede herhangi bir çanak-çömlek işçiliğine rastlanmaması "avcı ve toplayıcı" olduklarını akla getiriyordu. Fakat karşı karşıya olduğumuz mimari "avcı ve toplayıcı" bir topluluğun sınırlarını aşıyordu. Bir mağara resmi ile değil, insan eliyle biçimlendirilmiş, tonlarca ağırlıkta taş bloklara yapılmış resimlerle yüz yüzeydik. Toplu halde ve çok sayıda, çakmaktaşından yapılmış aletler, balta ve bıçaklar bulunmuştu. Bu da alet yapım atölyelerini akla getiriyordu. Tüm bu öyküde bize en çarpıcı gelen iki bulgu vardı. Birincisi, kazı sırasında bulunan odun kömürü parçalarından karbon-14 yöntemiyle alınan tarih MÖ 9000'e işaret ediyordu ve bu tarih olasılıkla bu şaşırtıcı blokları dikenlerin değil, yıkanların, toprakla dolduranların yaşadığı dönemin tarihiydi. Yani neolitik çağla ilgili bilgilerimizin yeniden "inşasını" gerektirecek bulgularla ve belki de yeni bir uygarlıkla karşı karşıya idik. İkincisi, belki arkeolojik önemi çok sınırlı, bizim alanımız içinse çok kıymetli bir bulguydu; Göbeklitepe'nin zirvesinde "T" bloklar gibi taş yığma duvarlarla çevrelenmiş, 'başları kıbleye doğru uzatılmış' iki yatır hala ziyaret yeriydi. Uygarlığın maddi ipuçlarını yerin altında çıkartmaya çalışırken, yeryüzünde kutsallığın izleri apaçıktı. Belki de tepe, 11 bin yıllık öyküsünde hep kutsal bir alan olarak bilindi.

Bildiğimiz ilk büyük uygarlık girişimi, MÖ 4000'lere dayanan tarihiyle Mezopotamya'daki Sumerler'dir. Sumer, birçok şehir devletinin kültürel birliğiydi. MÖ 2300'lerde Sargon, kanla, kan bağına dayanan siyasal birliği, yani Akad İmparatorluğu'nu kurdu. Ancak birkaç kuşak yaşayabildi. Frankfort, Mısır'la Mezopotamya'yı karşılaştırırken önemli bir ayrımı şöyle dile getirir: "Uygarlığa varan değişiklikler, Mezopotamya'da da kısa sürede tüm kültürel etkinlik alanlarını içine aldı, ama Mısır'da olduğu gibi sonul bir biçime kavuşamadı". Mezopotamya'nın güneyinde filizlenen uygarlık, önce Samilerle, Akad-Babil-Asur çizgisi izlenirse görülecektir, kuzeye göç etti, çeşitli biçimler aldı, Troya'dan Eski Yunan'a taştı. Sumer'in, Farsi-Sami kökenli olduğu düşünülen toplulukların yarattığı ilk köy yerleşimlerinin üzerine gelip yerleşen, olasılıkla Kafkas-Hazar çizgisinden göç etmiş kavimlerin eseri olduğu giderek kesinleşmektedir. Tarihte bildiğimiz ilk Sami-Farsi-kuzeyli kavimlerin birliği, ilk uygarlığın harcı oldu ve tarihte insanoğlu ironik bir şekilde bu birliği bir daha denemedi.

Kan bağı ve yer bağı gerilimi

Sami halkların "kan bağı" geleneği, yerel sorunların kavim çatışmalarına, savaşlara, "kan davaları"na dönüşmesinde yüzyıllar boyunca hazırlanmış toprak oldu. Sumer şehirleri, kuzey kavimlerinin saldırılarıyla bir bir yıkılırken, şehir ahalisi şehrin surlarına gidip ağıtlar yaktı, ağladı. Ağıt geleneği belki de ilk, yıkılıp giden şehirler için yakılan şarkılarla başladı. Sumer'de her şehir, kendi Tanrısının koruması altındaydı. Bugün bile varlığını koruyan sıla kutsallığının temeli, güçlü bir şekilde atıldı ve kendine yurt arayan göçebenin uğrak yeri de olan Yakındoğu'da sıla kutsallığı, göçebe için, Mezopotamya uygarlık birikimiyle bütünleşmenin ana dinamiklerinden biri oldu. Örneğin, Abdalan Rumi, yani Anadolu dervişlerinin tekkeleri, Türkmenler'in yerleşim yerlerinin çekirdeğini oluşturdu. Mezopotamya'nın "yerli" Sami halkları, kan bağı'nın tutucu temsilcileri haline gelirken; İrani etkiden süzülüp gelmiş göçebenin Mezopotamya Uygarlığı'nın temel karakteristiklerinden biriyle, yer bağı ile bütünleşmesi, eşitsiz gelişmenin öğreticiliği ile yüklüdür.

Kutsal şehirler ise, mesela Kudüs, mesela "peygamberler şehri" Urfa, binlerce yıllık tarihin ve inanç geleneğinin kalıntılarıdır. İbraniler'in hâlâ Süleyman'ın yıkılmış mabedinin duvarına gidip ağlamaları, "ağlama duvarı" ise Yakındoğu'da yas ve ağıt geleneğinin ne denli güçlü olduğunun simgesidir. Urfa'da hâlâ ağlamak yerine "ağıt geldi" denmektedir. Yer bağı ile kan bağı arasındaki gerilim, her türlü merkezileşme girişiminin karşısında, ana huzursuzluk alanlarının biçimlenmesinde başat rolü oynadı. Mezopotamya'da hiçbir zaman "kral öldü, yaşasın yeni kral" diye bağırılmadı; merkezi otoritenin zayıfladığı her durum, bir ayaklanma ve isyana işaret fişeği oldu.

Mezopotamya sofuluğu

Bir yandan insanın insana, bir yandan doğanın insana yaptığı bunca zulmün, kötülüğün sonuçları ise hâlâ yaşanmaya devam ediyor. "Kaderi kararlanmış" insanın güçsüzlüğüne, zayıflığına inanç; kadere boyun eğmenin gerekliliği, bu dünyanın geçiciliği ve öteki dünyaya hazırlanmanın erek halini alması, her türlü zulmedici karşısında tevekkül; Tanrıya hizmetin bir gerekliliği olarak kurumsallaştırılmış ve kuralları kesinleştirilmiş bir iman pratiği... Sumer'de her şehrin bir Tanrısı vardı. Diğer şehirlerin Tanrıları da önemsenirdi, fakat hemşehriler için, kendi şehirlerinin Tanrısı baş Tanrı idi. Tek Tanrıya evrilen süreç, aynı zamanda kabileler, şehirler arasındaki çekişmelerin yaşandığı süreçti de... Bu süreçte, özellikle siyasal birlik arayışının ortaya çıkmasıyla, şehirler arasındaki çekişmenin bir yüzü de kendi şehrine ve onun Tanrısına koşulsuz, sorgulamasız bağımlılıktı. Frankfort, tarihin hemen her döneminde görülen "Mezopotamya sofuluğu"nun temelinde, insanın zayıflığına dair inançla, bu sorgusuz sualsiz bağımlılığın var olduğunu belirtiyor. Eklenecekler var: ölümün adaletine dair korkunç inançla, hayatın adil olamayacağına dair, insanın zayıflığına dair katı kabulün inşa ettiği zıtların birliği bu sofuluğun en önemli besini olmaya devam ediyor. Yine de bu birlik, hayatta olan, bu topraklarda yaşayan insanların ruhsallığında gerçekleşiyor, sanıldığının aksine huzur vaadetmiyor, ister istemez çatışmaya da dönüşebiliyor. En azından şu söylenebilir: kuralları katılaşmış bir iman pratiğinin kendisi gün geçtikçe, mesela şehirleşmeyle, işbölümündeki karmaşayla, toplumun talep ettikleriyle çatıştıkça kişinin ana kaygı kaynaklarından biri halini de alabiliyor.

Anadolu'da ruhsal rahatsızlıkların açıklamasında "cin çarpması"na inanç ve çare olarak da muskacılık, kutsal bilinen yerleri ziyaret, adak adama gelenekleri halen yaygındır. Bunun köklerinin de binlerce yıl öncesine dayandığını, tapınak geleneğinin, muska-mühür geleneğinin ise başlangıçta toplumsal farklılaşmaya bir yanıt olarak ortaya çıktığını artık biliyoruz. Göçerler sayesinde uzak yerleşim birimleri ile ticaret gelişmiş, özellikle lapis lazuli (lacivert taşı), obsiden (saydam lay taşı), yeşil malahit taşı, reçine, firuzeler, deniz kabukları alınmıştır. Bunların birer süs eşyasından çok daha yaşamsal önemleri vardı. Her birinin sihirli olduğuna, taşıyan kişilere mana verdiklerine inanılırdı. Nesnelerin üzerindeki bir balçık parçasına bu mühür basılıyor ve nesneye "tabu" konuluyor, yani mührün sahibi kişiliğinin bir parçasını o nesneye aktarıyor ve böylece mülkü olduğunu gösteriyordu. Balçık, nesnenin kişilik kazanmasında, kişiselleştirilmesinde aracılık ediyordu. Bunun tarihsel en yüksek soyutlaması ise, Tanrısal nefesle üflenmiş balçığın insana dönüşümü oldu.

Değerli taşların taşıyan için iki yönlü işlevi vardı. Birincisi muska işlevi idi: taşıyan kişiye manâ veriyordu, üzerlerinde sihirli işaretler ya da totem tasvirleri vardı. Bu taşların ikinci işlevi ise mühürdü. Mühür-muskaların üzerindeki şekillerin ortak simgelerin oluşumunda, dolayısıyla yazının gelişiminde önemli rolü olduğu düşünülmektedir. Bu rolün etki alanı geniş olmuştur. Öncelikle dilin oluşumunda etkin oldular. Sumer'den kalmış sözcük listeleri, bunlara birer "ilkel" sözlük de diyebiliriz, incelendiğinde görüldü ki, yalnızca adlar vardı ve fiil ve sıfatlar dışarıda bırakılmıştı. Yazı dilinin adlardan oluşmasının bir nedeni, başlıca totem isimlerini içeren bu mühürlerin, yazının oluşumuna öncelik etmesi olsa gerek. Bir diğer nedeni de Sumer mitolojisi idi; Tanrıların yaratma biçimi, birlik duygu büyüsünün bir doruğudur, yaratmak, adını anmaktır. Kramer'in Tarih Sümer'de Baţlar adlı kitabında yazdığı gibi, bu yaratma varsayımı bütün Yakındoğu'da bir inanç haline gelmiştir. Gösteren (sözcük) ile gösterilenin (nesne) aynı şey olduğu, özellikle "kelimelerin sesi"nin nesneye içkin bir özellik olduğu savı, ideolojik olarak birlik duygu büyüsünün belki de nihai çözümlemelerinden biridir. Daha önemlisi, bu nihai çözümleme, "Başlangıçta kelam vardı" tek Tanrılı dinlere açılan ana kapılardan biri olsa gerektir.

Kadercilik, muskacılık, hastalıkların nedeni olarak cin tutulması gibi günümüzde de yaygın inanış ve tutumların köklerinin, yaklaşık 5000 yıl önce atıldığını görmekteyiz. Bunlarla birlikte başka tutumlar ve etkiler de hâlâ yaşamaktadır, "mana"yı taşıyanlar, mührün sahipleri rahiplerdi. Yazının varlığı yetmiyordu. Öğrenilmesi ve öğretilmesi de gerekiyordu. İlk okullar tapınaklara bir ek olarak kuruldu. Manastırların, medreselerin, ayrıca yazının başlı başına belli bir zümreyi ayrıcalıklı kılmasıyla belki de "gizli derneklerin" ilk örnekleriydi bunlar. Yazı bir "sırdı". Sır olması nedeniyle de eski kitaplara insanlar uzun yüzyıllar boyunca, paradoksal bir şekilde, daha fazla güvendiler ve düşkün oldular. Bu uzun yüzyıllar boyunca, hekimler de dahil hemen tüm uzmanlar, gerçeği çözen sırların eski kitaplarda olduğuna inandılar.

Sonuç olarak ţu da vurgulanabilir: Hemen tüm halk efsanelerinde cinler, ejderhalar, ifritler tüm topluma yayılmaması gereken maddi ya da manevi birikimin bekçileridir. Toplumsal eşitsizliğin çoğunluğumuzun ruhsallığındaki izdüşümleridir. Biz "okumuşların" sözde aydınlanmış kafaları bu tür inançları "hurafe" olarak damgalamakta ne kadar erken davranırsa davransın, cinler bir tasarım olarak belki de ilk toplumsal farklılaşma ile ortaya çıktılar. Nasıl ki günümüz tıbbında, kan hücrelerini, mikropları, kromozomları ayrıntısıyla tarif eden uzmanlar varsa, Sumer'de, Babil'de, Asur'da cinleri aynı açıklıkla gören ve tarif eden "uzmanlar" vardı. Dünya'ya bakışları, birlik duygu büyüsü ile ve her şeyin canlıllığına inançla ve bakma biçimleri; esrime ve sihir ayinleri ile cinler bu "uzmanlar" için apaçık şeylerdi. Bir kültürde, olumlamadığımız, kendi referanslarımızla uyumsuz değerler, eylemler listesi bulabiliriz. Fakat bir kültür, sahip olduğu özelliklerin toplamından daha fazla bir şeydir. Bir davranışın anlamını, içinde gerçekleştiği kültürel süreçle ilgilenirsek, kültürel örüntüdeki yerini kuşatabilirsek kavrayabiliriz (Benedict, 1958). Tıpla insan bilimin ilk buluşma öykülerinden biri bu konuda yol göstericidir: 1856'da Neander Vadisi'nde bir mağarada "bizar" bir kafatası bulunuyor. Virchow ki, tıbbın siyasal bir alan da olduğunu açık yüreklilikle yazmış olmasına rağmen, kafatasını patoloji arayan bir anatomist olarak inceliyor ve "amatör" insan bilimcilerin sandığı gibi ilkel bir insana değil, hasta birine ait olduğu hükmüne varıyor. Otuz yıl sonra aynı hasta adama ait başka bir kafatasına, bu kez Belçika'da rastlanıyor. Kafataslarının bulunduğu katmanda soyu tükenmiş mamutlara, geyiklere ait kalıntılar da çıkıyor. Adamın yüz bin yıl önce yaşadığı, "hasta olmayıp farklı olduğu" anlaşılıyor (Kraus, 1996).

Anacıl-ataerki gerilimi

Ruhsallığımızda önemli izler bırakan bir başka gerilim de kanımca anacıl-ataerkillik çatışmasıyla ilgilidir. Sumer mitolojisini inceleyenler bilir: Tanrıça İnanna her şeye rağmen çoban Dumuzi ile çiftçi Enkimdu arasında seçim yapacak güçte. Daha sonraki Babil söylencelerinden farklı olarak kocası Dumuzi'yi, kendinin yokluğunda rahatça tahtında oturduğu için, cinlere teslim edip yeraltına gönderecek gücü de var. Sami gelenekte ise kadın kaderi kocasınca belirlenen bir güçsüzlük abidesi! Kadının konumuyla ilgili bu iki ayrı bakış, Anadolu'da kanımca uzun yüzyıllar boyunca yaşadı. Davranışlarımızı biçimlendiren önemli kaynaklardan biri de Anadolu'ya göçebe Türkmen boylarıyla akıp gelen ve ilk şoku Farsi etkiyle yaşayan anaerkil (belki anacıl demek daha doğru) özelliklerin, kanımca ikinci şoku halen yaşadığı Sami kültür ile olan gerilimidir. Bu gerilimin en iyi işaretlerini, Toros Dağları boyunca yükselen ve en lirik ifadesini Karacaoğlan'da bulan sevda türküleri ile Arap nüfusun yoğunlaştığı ve kültürünün baskın yaşandığı Urfa ve çevresindeki sevda türkülerini karşılaştırırsak görebiliriz. Harput-Urfa-Kerkük hattı boyunca çalınıp söylenen türkülerde, kadının dilinden sevdaya dair bir yakınmayı duymak bile mucizedir. Bu gerilimin çok yönlülüğünü, etkileşime giren her sosyokültürel örüntü üzerinde etkileri bulunduğunu özellikle vurgulamak gereklidir. Ailedeki birey sayısı, özellikle de erkek çocuk sayısı, ailenin konumunu çeşitli yönlerde etkiler. Öncelikle işgücünün aile içinden karşılanıyor olması ile ilgilidir bu. İkincisi, ailelerin diğer aileler karşısındaki konumlarının en kesin güvencesi erkek sayısıdır. Bu nedenlerle çok çocukluluğa eğilim olduğu gibi, çok eşliliğe de eğilim vardır. Böylece erkek çocuk sayısının artışı güvence altına alınır. Cinsiyet ayrımı daha eşlerin düğün gecesinde başlar; gelinin yatağı yapıldıktan sonra yatak üzerinde bir erkek çocuk yuvarlanır... Çocuğu olmayan eşlere hor bakılır, çevreden kişiler, özellikle de aile büyükleri öfkelendiklerinde, bir kavga durumunda neredeyse en büyük küfür, en yaralayıcı söz olarak bunlara "körocak" derler. Kızçocuğu olup, erkek çocuğu olmayan eşler de aynı sıfatla nitelenirler (Kapaklı, 1998). Erkek çocuğunun kız çocuğundan daha çok istenmesinin önemli bir nedeni de ataerkil aile düzenidir. "Baba ocağının tüttürülmesi" gerekçesi ile aile içinde erkek çocuğa önemli ayrıcalıklar tanınmıştır. Erkek çocuklar daha uzun süre anne sütüyle beslenmekte, evdeki kadınların ve kız çocuklarının en önemli görevi erkeklere en iyi hizmeti vermek olmaktadır (Akbıyık, 1998). Bu ayrımcılık öylesine belirgindir ki, bir kadın eğer kız çocuk doğurmuşsa yedi, erkek çocuk doğurmuşsa dokuz gün yatar. Hamilelik dönemi ile ilgili birçok inanışta da beklenen çocukla ilgili cinsiyet ayrımcılığının izleri belirgindir. Erkek çocuğu imleyen belirtiler hemen hep olumlu iken, kız çocuğu imleyen belirtiler bir negatifliğe, olumsuzluğa işaret eder: hamile kadın tatlı (yerel ağızla şirin) yemek isterse oğlan, ekşi isterse kız çocuğu olacaktır. Karnı yuvarlaksa erkek düzse kız, göbeği yukarı bakıyorsa erkek, aşağı bakıyorsa kız, sık sık uykusu geliyorsa kız çocuğu olacaktır. Yine doğacak çocuğun cinsiyetini önceden tahmin etmek için belli sınamalar da yapılır. Hamilenin başına ya da vücudunun başka bir yerine tuz konur. Eğer elini ilk olarak burnuna götürürse çocuk erkek, ağzına götürürse kız olacaktır. Bu son örnekte burun ve ağzın cinsel organların birer simgesi olduğu düşünülebilir. Yine benzer sembolleştirme dişilliğin makasla, erilliğin bıçakla ifade edilmesidir ve bu son örnek daha yaygındır. Hamile kadın odadan dışarı çıktığında bir minderin altına makas, diğerinin altına bıçak konulur. Tekrar içeri girdiğinde altında makas olan mindere oturursa kızı, bıçak olana oturursa oğlu olacağına inanılır. Urfa ve çevresinde bir söz vardır: "Yeni doğum yapmış kadının mezarı kırk gün açıktır". Hurafe olmaktan öte halen önemli bir gerçeği ifade eder bu söz. Doğum kadının yaşamında en riskli deneyimlerden biridir. Sıklıkla evde ve yerel ebelerce yaptırılmaktadır. Doğum sonrasında hemen hiç tıbbi destek alınmamaktadır. Üstelik daha önceden değindiğimiz sebeplerle kadının doğurganlığı aşırı derecede zorlanmakta, birçok kadın ergenlik döneminde evlendirilmekte, sıklıkla hamile kalmakta ve doğum yapmaktadır. Gerek albasması, gerekse alkarısı deneyimlerinin bu zorlayıcı sürecin ve kadının hayatına giren çocuğun varlığıyla ilgili ruhsal zorlanmaların dışavurumları olma olasılığı yüksektir.

Ţaman ve rahip

Şaman'ın dünyası ile, rahibin dünyası... Tarihin ruhsallıkla ilişkisine bir de buradan bakmak önemlidir. Tarihsel süreç, yazılı kısmıyla, daha çok rahibin dünyasına dairdir. Bu dünyanın kendini olgunlaştırdığı, giderek kemikleştirdiği, hemen tüm insan coğrafyasında ve iki ayrı kök-sosyokültürel genetikte baskınlaştığı bir süreçtir tarih. Avcılık, spor haline gelirken spor kulüplerinin sembolleri ki burada birini anmak yeterlidir, Beşiktaş yani kara kartallar, hemen hep hayvanlardan seçilir. Sürü, doğadan kovulur ve yapay yemlerle "üretme çiftlikleri"ne çoban Dumuzi'nin yeraltına kapatıldığı gibi kapatılır. Et, "mutlu azınlık"ın, deyim yerindeyse modern rahiplerin sofrasında israf edilir, çoğunluğun ulaşamadığı bir besin haline gelir. Yaban, evcilleştirildiği zaman insanla aynı dünyanın bir parçası olur. Totem, süs eşyasına dönüşürken, yıldızlara dair, onların hareketlerine dair yeni kuramlar, örneğin Kopernik ve Kepler'in çalışmaları modern bilimin "prototip"i olur ve nihayet Şaman, akıl hastanesinde tedavi altına alınır. Farklı kültürleri ve o kültürel örüntülere tabi insanları anlamada, toplumların sürücü veya tarımcı geçmişlerini, bir de özellikle bu iki ayrı tarzın özgül ilişkilerini gözden geçirmek gereklidir. Şaman ve rahip arasındaki fark, çiftçi ile avcı arasındaki farkın bir ifadesidir. Tarımcı toplumun döngüsel düzenliliği, daha da önemlisi bu düzenliliğin bereket için zorunluluğu; bunlarla birlikte, bireyin simgesi kabul edeceğimiz bir tohumun "çokluk" için toprağa atılması, bireyin topluluk içinde erimesi gerekliydi. Tüm erginleme ritleri, mitosların temaları bireyin toplumca törpülenmesi, bireyci eğilimlerin yok edilmesi, topluluğun yararı karşısında bireyin hiçleştirilmesi ile ilgilidir. Sumer mitolojisinde yaratılışla ilgili anlatımı, herhangi bir avcı toplumun mitolojisindeki anlatımla karşılaştırmak bile böyle olduğunu göstermeye yeterlidir. Sumer ortakduyusunda annesinden hiçbir günahsız çocuğun doğmayacağına inanılıyor. "Kaderi kararlanan... O bir insan", ilk insan ise tam bir zavallı olarak anlatılıyor. Avcı toplulukların yaratılış efsanelerinde, insanın yaratılışı ise kuşların, suların, ormanların gümbürtüsünde tam bir şenliktir. Tarımcı toplumlarda kişinin bir ömürlük macerasında, kendiliğindenliğe yer yoktur. Bilinmedik, gizil hiçbir deneyim bu ömre sızamaz. Sızsa da kabul edilemez. Deneyim bireyler arasında değil, kuşaklar arasında aktarılır. Ruhsal deneyimin bir "kendini bilmek" deneyimine dönüşmesi tarımcı toplumlarda çok sonraları ortaya çıkmıştır. Avcı topluluklarda ise, belki başlangıçta daha güçlü olmak üzere bireysel dürtüleri destekleyen birçok öğe görülür. Grubun yararı, toplulukça sindirilmiş bir kişide değil, ormana cesaretle dalan, ormanın korkusunu tanımış ve bunlara karşı içindeki gizilgüçleri keşfetmiş bireydedir. Baba, bu keşif için oğlunu ormanın ortasına bırakır. Yalnızlık, oruçla yoğunlaştırılır ve daha önceki kuşakların da geçtiği, fakat yalnız yol aldıkları, benzersiz bir kişisel deneyim gerçekleşir. Joseph Campbell'in İlkel Mitoloji'de vurguladığı gibi: "Avcı dünyasında grup, kendi yolunu kendi biçimiyle bulan bir insanı yüz geri edebilecek kadar büyük ve güçlü olmamıştır; egemen olan felsefe daha çok 'aslan kükremesi'dir." Sonraki sürücü toplumlarda, bu deneyimin ve gizilgücün somutlaştığı kişilik ise Şaman'dır. Giderek bu topluluklarda da grubun geleneği halini alan ve biçimselleşen ritler oluşmuştur, fakat hiçbir zaman tarımcı toplumdaki katılığa ulaşmamıştır. Kutsallık, tarımcı toplumlarda Tanrılar panteonunda ve onun yeryüzü temsilcilerindeyken, burada kişisel ruhlarda ifadesini bulur. Şaman'ın trans deneyiminde gözlendiği gibi geçişkendir, derinden bir şeyi, birini çıkartmayı ya da onla karşılaşmayı içerir. Bir nöbettir, beklenir, girilir, çıkılır... Tapınakta olacaklar ne denli bildik, olumlu, ayine katılanlar için ortak ve beklenilir ise, Şaman'ın gücünün seyri o denli bilinemez, varacağı sonun bedeli o denli riskli ve bireyseldir. Rahip ne denli saygın ise, Şaman ürkütücüdür; ait olduğu topluluğun bütün şarkı ve geleneklerini, efsanelerini başka her üyeden daha iyi bilir, aktarır. Gücü ve deneyimi büyük bir bölümüyle kişiseldir, topluluğa kapalıdır. Rahibin mührü vardır, muskası vardır, Ţaman'ın asası. Şaman imgesinde ağaç önemlidir, ilk avcının yurdu olan ormanı imler, orada oruç tutan ve aydınlanmayı bekleyen avcının yalnızlığının, birbaşınalığının anısıdır. Nasıl avcı ormanla gizli anlaşmasını bu yalnızlıkta yapmışsa, Şaman'ın da yüksek bir ağacın dalındaki yuvada piştiğine, bilgeleştiğine inanılır. Şaman-kuş benzetimi de yaygındır. Bu benzetimlerin kalıtları, yaşadığımız topraklarda hâlâ devam etmektedir. Alevilik'te turna, doğan; Yezidilik'te tavuskuşu bilinmektedir. Anadolu insanının derinliklerinde, asasıyla Anadolu'yu dolaşan dervişlerin sözleri yankılanır; nerede bir yatır varsa başında bir ağaç, dallarında dilek için bağlanmış iplikler bulunur... Her ne kadar birçok toplulukta birinin Şaman olabilmesi için soyunda Şaman geleneği olması gerekli olsa da, bu yeterli değildir. Şaman adayının sıklıkla büyük bir hastalıktan geçmesi gerekir. Bu, bugün psikiyatrinin büyük hastalık kategorilerinin çoğuna uyan bir zihinsel bunalımdır; asla ruhsal bir rahatsızlık olarak görülmemiş, topluluğun üyelerinden birinin seçilmişliğinin, bir Şaman'ın "gerçekleşmesi" sürecinin işareti olarak kabul edilmiştir. Kişinin "ruhsal enerji"sini soğuran bir nevroz olmaktan çok, kişinin zihinsel yetilerini bileyleyen, bir bütün olarak bireyi diğerlerinden daha güçlü hale getiren ve böylece ötekilerden ayıran, bir derinlik kazandıran süreç olarak görülmüştür. Bu süreç, bir başka mitosla da eklemlenmektedir: ölüm ve yeniden dirilme. Deneyimi yaşayan kişi artık yeni biridir...

Yıldızname'ye bakmak

İnsan ruhsallığını derin bir şekilde etkileyen buluşlardan biri de şuydu: Uzun gözlemler sonucunda yıldızların hareketleri ile tarımın gerekleri arasında ilişkiler olduğu bulundu. Güneş ve Ay'la birlikte, görülebilen beş gök cismi, Merkür, Venüs, Mars, Jupiter ve Satürn belirli bir düzen içinde hareket ediyorlardı. Astronomik gözlemler, tarımın yönlendirilmesinde o denli etkili ve başarılı oldu ki, Sumerliler, yaşamın geri kalan kısmında da bu başarının süreceği inancına kapıldılar. Böylece yıldızlara bakma ve kehanette bulunma, yaşamın hemen tüm alanında etkin bir yöntem halini aldı. Sumer evren anlayışında yıldızların, yedi kat göğün, yani makrokozmosun dışında, kozmik düzenin yeryüzündeki modeli olan ve insanla, yani mikrokozmosla makrokozmos arasında yer alan bir mezokozmos vardı; o da tapınak merkezli şehirdi. Şehir hayatının düzenlenmesinde yıldızların birbirlerine göre ve özellikle de Güneş ve Ay'a göre konumları belirleyici olurdu. Günümüzde burçlara inananların sayısı ile birlikte, hemen her gazetenin bir köşesinde, iklimsel hava tahminleriyle birlikte, bir çeşit "kişisel hava tahmini" olan burçların da yayımlanması göz önüne alındığında, bu yöntemin insanda nasıl kökten bir düşünüş formu oluşturduğu da anlaşılır. Şimdi bize, "fala inanmam, falsız da kalmam" ayarında bir uğraşı gibi gelse de Sumer şehirlerinde yıldızlar takviminin başarısı müthiş olmalı. Ulaşılan refah öylesine görkemliydi ki, Campell'ın belirttiğine göre çok sonraları cennete modellik eden Hindu-Budist dünya dağının adı Sumeru idi. Urfa'da lise öğrencileri ile yaptığımız bir araştırmada sorulardan biri, "Hayatta en değerli şey nedir?" sorusu idi. Açık uçlu olan bu soruya bir öğrencinin verdiği yanıt, bu hiyerarşik evren anlayışının hâlâ devam ettiğini göstermektedir. Eşittir, işaretleriyle birlikte aynen aktarıyorum: "Din=vatan=aile". İnsan binlerce yıl Tanrısını göklerde aramıştır. Tanrılar panteonunu gökyüzüyle yeryüzünün buluştuğu dağ doruklarına yerleştirmiştir. Nemrut Dağı'nı görmüş olanlar burada denilenleri anlamaktan öte hissedecekler de. Yukarı Mezopotamya'ya, diğer dağlara, bulutlara hakim bir noktada Tanrılar sizi beklemektedir. İlkel de hayatın kaynağını göklerde aramıştır. Bu arayış, kendi sınırları içinde hiç de "metafizik" bir düşünüşle başlamamıştır. O, bizim "yapay" çevrelerimizde yaşadıklarımızdan çok farklı bir şekilde, kendini doğaya ve göklere yabancı hissetmiyordu. Kendini yabancılaştırmamıştı. Hayatın kaynağını gökyüzünde, semavi alemde aramasının nedeni deneyimleriydi. Özellikle Ay, bu deneyimde önemli bir yer almıştı. Yakın zamana kadar Harran'da Sin (Ay) kültü yaşatılmaktaydı. Anadolu'da birçok yerde Ay hâlâ kutsallığını korumaktadır, "nur"dur.

Ay'a insanın ilk ayak izleri düşeli yıllar olmasına rağmen, çocukluğumda yaşlılar ürkmüş bir şekilde uyarırlardı: "Öyle deme, Ay nurdur." Yürünülen yerin başka bir yer olduğunu söylerlerdi. Başka uyarılar da vardı. Gündüz görünen Ay uğursuzluk alametidir ya da gece Ay varken, açık alanda işememek gibi...

Üniversiter anlamda dünyanın en eski okullarından ve Ortaçağ'da Batı'da kurulan üniversiteleri öncelemiş olan Harran Okulu, 7. ve 8. yüzyıllarda Eski Yunan felsefesinin temel metinlerinin Arapça'ya çevrildiği en önemli merkezdi. Bu çevirilerin de hızıyla, burada din, gökbilim, tıp, matematik ve felsefe çalışmaları yoğunlaştı. Farabi'nin de bir dönem eğitim gördüğü kaydedilen Harran Okulu'nu yönetenler arasında İslam'ı benimsememiş, eski dinlerine bağlı Sabiiler'in çoğunlukta olduğu da bildirilmektedir. Sabiiler yıldızlara dayalı bir inanç dizgesi geliştirmişlerdi ve İslamiyet'ten sonra da yüzyıllar boyu yaşayan bu dine göre, evrenin güçlü bir mimarı vardı, gözle görülmezdi ve bu yaratıcıya yaklaşmanın biricik yolu, cevherleri kutsal olan ruhları, aracı koymaktı. Bu ruhlardan her biri bir gezegene aitti ve gezegenler bu ruhlara beden görevi görüyorlardı. Hangi gezegene yaklaşılacaksa onun Tanrılık kürsüsüne oturduğu saati hesaplamalı, ona özel tütsüler yakmalı, karşısına çıkabilmek için özel dualar okumalı, bir dileğimiz varsa tılsımlı yazılarla dilekçe verilmeliydi. Yerel iyileştiriciler, birçoklarına ebeveyninden kalan ve Osmanlıca yazılmış, yaygın adı Yıldızname olan bir kitabı (ya da kitapları) bu işlemler için referans almaktadırlar. "Yıldızname'ye bakacağım" dendiğinde iki eyleme işaret edilir: kitaba ve gökyüzüne bakılacaktır. Bugün, bölgede yaşayan halkın ve yerel iyileştiricilerin hastalıkları açıklama ve tedavi etme biçimlerinin tarihsel gelişimini izlemek, yerel iyileştiricilerin ve halkın niye beden ile ruhsal olan, güncel ile kutsal olan arasına set çekmediklerinin ipuçlarını da vermektedir.

Kuşaklararası gerilim

Bu ipuçlarýný izledikçe Spiro'nun (1993) konuyla ilgili yargýsýnýn önemi de daha iyi anlaþýlmaktadýr: "Yalnýz 'self'in kavramsallaþtýrýlmasý deðil, self'in kendisinin de toplumlar arasýnda deðiþtiðini kabul edebiliriz". Ruhbilimdeki self kavramý, Türkçede, 'benlik' veya 'kendilik' ile karþýlanmaktadýr. Urfa'da hasta yakýnlarý, hastalarýný ziyaret ettiklerinde, veda cümlesi olarak þunu derler: "Sen siye iyi bak." Sen sana iyi bak!.. Kendiliðin, üstelik de, hastalýk durumunda, yani bireysel bütünlüðün örselenme olasýlýðýnda, dýþsallaþtýrýlmasý dikkat çekicidir.

Urfa dendiğinde akla Hz. İbrahim gelir. Arap ulusunun atası olan Hz. İsmail'in babasıdır. Urfa'da doğduğu sanılmaktadır. Urfa'nın gelenek, görenek ve inanç dizgesini dolaysız etkilemiştir ve bu etkiler hâlâ yaşamaktadır. Dergah ve Balıklıgöl Hz. İbrahim'in adı etrafında dönen birçok efsanenin yaşayan yazıtlarıdır... Urfa'da en sık anlatılan efsanelerden biri, Hz. İbrahim ile Nemrut efsanesidir:

Hükümdarlar arasında başına ilk defa taç giyen Nemrut'un, MÖ 2000 yıllarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Bir gece bir rüya görür ve bilicilerine yorumlatır. Biliciler, "Rüyanda gördüğün başının üstünde doğan, ayı ve güneşi gölgede bırakıp parlak ışıklarıyla yeryüzünü aydınlatan yıldız, bu sene içinde memleketinde doğacak bir çocuğa delalet eder ki, çocuk kavminin arasına karışıp nifak tohumları saçacak, kavmini senin dininden ayıracak, sana itaatsizliğe mecbur kılacak ve peşi sıra sürükleyecek... Şan, şeref, mevki, saltanat ve mülkünü helak edecek, tacını ve tahtını elinden alacak" derler. Bunu duyunca Nemrut bir emir çıkartarak gebe kadınları hapsettirir ve doğan erkek çocukları boğdurur. Azer'in karısı Zeliha ise gebeliğini kocasından bile gizli tutmaktadır. Urfa'nın merkezinde Dergah diye bilinen bir mağarada Hz. İbrahim'i doğurur. Hz. İbrahim orada parmağını emerek büyür. Daha sonra Zeliha kocasına durumu anlatır. Azer altından, gümüşten putlar yapmaktadır. Oğlu İbrahim'e putları sattırmak ister. Hz. İbrahim babasının kendisine vermiş olduğu putların boğazına ip takarak sokaklarda sürür ve onlara hakaret eder. Puthaneye girer ve putları kırar. Sonra da baltayı büyük putun boynuna asar. Sorulduğunda da; "balta kimdeyse o yapmıştır" der. "Bir put nasıl kırabilir ?" dediklerinde de, İbrahim, kendisinin de onlara anlatmak istediğinin bu olduğunu söyler. Nemrut, Hz. İbrahim'i ateşe attırır. Ateş su ve odunlar balık olur ve bugünkü Urfa'nın merkezindeki Balıklıgöl oluşur (Çetiner, 2000). Nemrut kötülüğü ile, kendine Tanrı olarak tapılmasını istemesiyle Tanrı'nın öfkesini üstüne çeker. Tanrı Nemrut'un ülkesine sivrisinekleri gönderir. Nemrut kapıları kapatır, kendini odasına atar ve kurtulur. Topal bir sivrisinek Tanrının huzuruna çıkarak "Yarabbi topallığım yüzünden bu göreve katılamadım, bana da bir görev ver" diye yakarır. Topal sivrisinek anahtar deliğinden geçer, Nemrut'un burnundan girerek beynine yerleşir. Nemrut dayanılmaz ağrılar nedeniyle keçeden bir tokmak yaptırır ve başına vurulmasını emreder. Yetmez, tahta tokmaklar yaptırır. "Ur ha, ur ha" diye bağırmaktadır. Böylece şehrin adı Urfa olarak kalır. Oysa aynı efsane Süryani Vakayinamesi'nde biraz değişik bir şekilde Nemrut için anlatılmaktadır: Urfa'ya egemen olan Ken'an bin Kuş'un karısı Sulha (Zeliha!), Nemrut'a gebe kalır. Ken'an bin Kuş bir rüya görür. Bilicilerine yorumlatır. Sulha'dan doğan çocuğun babasını öldürüp anasıyla evleneceğini söylerler. Çocuğun doğar doğmaz öldürülmesini emretse de Sulha Nemrut'u kaçırtıp bir çobana teslim eder. Doğarken burnuna yılan kaçtığı için yüzünün görünüşü korkunçtur ve sürüleri ürküttüğü için çoban çocuğu ırmağa atar. Adı Nemrut olan bir dişi kaplan çocuğu büyütür. Nemrut gençlik çağına geldiğinde rastlantıyla babasını öldürür, anasıyla evlenir ve ülkeye egemen olur. Efsaneye göre Nemrut'a Hewya'nın oğlu (yılanın oğlu), gençlik çağına kadar ırmak kenarında yaşadığı içinde ülkesine urhai (sulak yerde bulunan) denmiştir (Karlıklı, 1998).

Bu efsaneler, kutsal gölleriyle, balıklarıyla ve elbette nice Nemrutları ve İbrahimleriyle, küçük farklılıklarla Yakındoğu'da yaygındır. Günümüzde de şehirlerin ve insanların öyküsünde yankılanır.

Ken'an bin Kuş-Nemrut-İbrahim... Kuşaklar arasındaki gerilimin aktarımı ve Eski Yunan'dan öncesine ait şu Ödip söylencesi dikkat çekicidir. Aynı söylence elbette bozkırdan da seslenir: Mo-tun (Mete), kendini düşmana teslim eden babası Teoman'ı öldürür ve Hun kağanı olur. Efsane ile tarihin buluştuğu sisli alandan söz ettiğimiz çekincesiyle birlikte, söylencelerin, bugün bile sembolik gerçeklikleri vardır ve bu gerçeklik aşağıdaki tesbitlerle şaşırtıcı bir uygunluk içindedir: 1991'de yapılan bir araştırmaya göre her 5 erkekten birinin İbrahim/Halil/İbrahim Halil adını aldığı tesbit edilmiştir (TC Kültür Bakanlığı, 2000). Bu denli yaygın bir ad koyma, aynı zamanda etkin bir sosyokültürel değerlerle biçimlenmenin de göstergesidir ve kişilerin "gelişim öyküleri"nde dikkate değer kabul edilmelidir. Kendilik, belirgin bir şekilde toplumsal-kültürel bağlamlarıyla tarifine kavuşmakta, örneğin, gençlerde geleneksel geniş ailenin desteğinin çekildiğine dair imalar bile ruhsal zorlanmalara yol açabilmektedir. Kuşak çatışmasıyla yoğunlaşan ve ebeveynlerin sıklıkla çocukları arasında "kıyas" yapmalarıyla ve iyi evlat, kötü evlat nitelemeleriyle doruğuna ulaşan bu süreç, sonuçlardan birinin bu olması olasılığına rağmen daha çok benliğin bütünleşememesi, dağılması tehlikesi ile değil de, "ideal" ailenin dağılması olarak aktarılmaktadır. Gençlerdeki birçok depresif yakınmaların "kaybedilmiş" ya da beklentileri karşılanamadığı için kaybedilme tehlikesi olan aileye ve paradoksal bir şekilde de kişiye desteğini çekmiş kökensel geniş aileye duyulan öfkeyle yan yanalığı dikkat çekicidir. Urfa'da insanlar arası ilişkilerde en sık kullanılan ve "iyi dilek, şükran ve minnet" içeren deyimlerden biri, Urfa ağzıyla: "Babaya rahmet"tir. Bu öfkeyi anlamak için, rahmet okumanın daha çok "öteki dünya" ile ilgili olduğunu ve burada sözkonusu edilen babaların büyük bir çoğunluğunun ise henüz "hakkın rahmetine kavuşma"dığını unutmamak gereklidir.

Anadolu'da yaşayıp da!..

Anadolu'dan söz edildiğinde sıklıkla kullanılan klişeler vardır. Örneğin, kültürler mozaiği... Mozaik, adı üstünde zemin üzerinde dondurulmuş, katılaştırılmış bir biçemse, Anadolu bundan çok daha fazlasıdır. Pax Sumer hakkında bildiklerimiz yeni. Sumer'in bugünkü Anadolu'ya etkilerini dolaylı olarak biliyoruz. Sonrasında Hellen birikimini ekerek buralardan geçen İskender var. Anadolu'da bu seferler sırasında kurulmuş köklü şehirleri biliyoruz. Urfa, o zamanki adıyla Edessa da bunlardan biri... Sonra, Pax Roma!.. En az iki somut veriden söz edebiliriz: Anadolu'ya "Horasan'dan sökün edip kimi geyik, kimi şahin olarak Anadolu'ya gelen" Türkmen dervişlerine verilen ad Abdalan Rumi... Bir diğer örneğimiz de Urfa'dan. Şehre çok yakın Kırk Mağaralar'da yapılan kazılarda elinde liriyle bir Orfeus mozaiği bulundu. Roma'nın kendi gizem dinlerini buralara kadar taşıdığı anlaşılmaktadır. Bugün bile canlılığını koruyan iki olgunun; Urfa'da şehir yaşamında müziğin aldığı yerin ve sıra gecesi geleneğinin kökenleri, bir de tüm Anadolu'da hemen her şehirde yaşatılmış olan meslek loncalarının, Ahilik'in kökenleri, zaman içinde özellikle Orta Asya bozkır kültürü ve İrani etkilerle yaşadığı dönüşümlere dikkat etmek koşuluyla, bu gizem dinlerinin gizli kardeţlik örgütlerine değin götürülebilir.

Şimdi Pax'ı tartışılır bir Amerika çağıdır ve öykü devam etmekte...

Cumhuriyet'le birlikte Anadolu artık, dünyanın kültürel olarak en verimli toprakları arasındadır. Bununla birlikte, her birimizin ruhsallığında; tarihin gizli hazineleri de birer yay gibi gerilmektedir. Tarihte insani birikimi sıçratmış her türlü gerilim, Anadolu insanının ruhsallığında yaşamaktadır. Bu metin boyunca sıraladığımız işaret fişeklerini kısaca analım: toplumsal farklılaşmanın arketipleri, yer bağı ile kan bağı; rahip geleneği ile Şaman geleneği; anaerkillik, belki anacıl demek daha uygun ve ataerkillik, yerleşiklik ve göçerlik.... Üstelik, bu işaret fişekleri ruhbilimde kapatıldıkları kavramsal cenderenin sınırlarını da zorluyorlar ve yeni soyutlamalar için kapılar açıyorlar... Bitirmeden bunlardan birine kısaca değinelim:

Tarih Sumer'de Baţlar, Kramer'in bu eşsiz kitabına verdiği adın duyurduğu gibi, Sumerler, halen içinde değindiğimiz uygarlığın ürettiği kurumların ve elbette bu kurumlar ile birey veya grupların ilişkilerinin ilk örneklerinin oluşturucularıydı. Bu ilk örneklerin, davranış kiplerinin bugüne gelmesinde ve bugünkü biçime kavuşmasında "uygarlık travmaları"nın derin etkileri oldu. Şöyle de denilebilir: Frankfort'un Mezopotamya Uygarlığı'nın sonul biçimini tarif edememeye dair vurguladığı güçlüğün temelinde bizzat uygarlığın içselleştirdiği travmalar ve bunlara karşı geliştirdiği savunma düzenekleri, bir de tarihin bu ortak miras üzerinden değil de hemen hep etnik rol paylaşımı biçiminde yazılması vardır. Bir örnekle, uygarlığın temel öğelerinden biri olan yer bağı geleneği, Sargon saldırılarıyla ve Sami kan bağı ile örselenmişti. Fakat bu etki, yer bağı üzerinde biçimlenmiş uygarlığın kuzeye göçü boyunca hemen hiçbir zaman onu yok edebilecek bir güce ulaşamadı. Surların ardında güçlü hemşehrilik bağlarını besleyen şehir bugüne değin yaşayabilirliğini, "öldürmeyen her saldırı güçlendirir" ilkesini doğrularcasına yaşadı ve yaşattı. Yakındoğu'ya yolu düşmüş her kavim, bu mirası gördü, bu gerilimi yaşadı ve yaşattı.

Deleuze'ün Göçebe Düşüncesi'nden bir alıntı ile bitirelim: 'Bizim rejimlerimizde göçebelerin mutsuz olduklarını hepimiz biliyoruz: Onları yerleşikleştirmek zorunda kalıyoruz ve yaşam onlar için çekilmez hale geliyor. Nietzsche de bir pansiyondan diğerine taşınıp duran, kendi gölgesine indirgenmiş o göçebelerden biri gibi yaşamıştır. Ancak göçebe ille hareket eden insan değildir; yerleşik yolculuklar da vardır, yeğinlik içinde yolculuklar. Ayrıca tarihsel olarak da göçebeler göçmenler gibi oradan oraya giden insanlar değil, tam tersine hiçbir yere gitmeyen, düzgülerden kaçarken yerlerini koruyabilmek için göçebeleşmeye başlayanlardır...'

Sonsöz: Anadolu'da yaşayıp da, şu günlerde mutsuzluğuyla heyecanlanmayan namerttir!..

Urfa-İstanbul, mayıs'02

KAYNAKLAR:

1) Şengül Aydıngün, Bir kazı güncesi: Göbeklitepe, Skylife THY dergisi, Mart 2001, sayfa 86.

2) H. Frankfort, Uygarlığın Doğuşu, Çev. Alaeddin Şenel, V Yayınevi, Ankara, 1989

3) Benedict R. 1958, Kültür Örüntüleri, Çev. Mustafa Topal, Öteki Yayınevi, Ankara, 1999

4) Çetiner K., 2000, Kültürel Değerler ve Turizm: Şanlıurfa İnanç Turizminin Değerlendirilmesi, GAP Bölgesi'nde Kültür Varlıklarının Korunması, Yaşatılması ve Tanıtılması Kitabı, Kültür Bakanlığı,Ankara

5) Kapaklı K.(1998), Ninni'den Ağıt'a, Şanlıurfa Belediyesi Kültür Hizmetleri, Şanlıurfa

6) Karlıklı Ş.(1998), Bizim İller-II- Suyla Yeniden Doğan Kent Şanlıurfa, Creative Yayıncılık, İstanbul

7) Kraus R.F.(1996), Kişilik Bozuklukları Hakkında Kültürel Yorumlar-II, DSM-IV Bakış Açısıyla Kültür ve Psikiyatrik Tanı'dan(Ed.Mezzich J.E. ve Kleinman A., çev. Tüzer T.T.), Compos Mentis Yayınları, Ankara,1997

8) Spiro M.E.(1993), Is the Western Conception of the Self 'Peculiar' within the Context of the World Cultures?, Ethos, 21(2), 107-153

9) Taş M. ve Kılıç Ö.S.(2000),Şanlıurfa Kültüründe Dergah, Balıklıgöl ve Balıkların Kültürel Miras Olarak Yeri ve Önemi, GAP Bölgesi'nde Kültür Varlıklarının Korunması, Yaşatılması ve Tanıtılması Kitabı, Kültür Bakanlığı,Ankara

10) T.C. Başbakanlık GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı(1997), Sosyal Politika Hedefleri, Ankara

11) N Campbell J.(1995), İlkel Mitoloji/Tanrının maskeleri, Çev. Kudret Emiroğlu, İmge Kitabevi, Ankara

12) Childe G.(1993), Tarihte Neler Oldu, Çev. Mete Tunçay-Alâeddin Şenel, Alan Yayıncılık, İstanbul

13) Kramer S.(1990), Tarih Sumer'de Başlar, Çev. Muazzez İlmiye Çığ, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara

14) Akbıyık A. ve Kürkçüoğlu S(1990), Folklor(Halkbilim) ve Şanlıurfa, Şurhoy Yayınları, Şanlıurfa