psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Freud'un genel kuramları

PSİKANALİTİK YAKLAŞIM: BİLİNÇALTINDAN NOTLAR


Sigmund Freud





Bugün, hangi kitapçıya giderseniz gidin "Psikoloji" başlığı altındaki rafların en göze çarpıcı sıralarına onlarca kitabıyla Sigmund Freud'un yerleştiğini görüyorsunuz. Bu saptamaya paralel olarak, küçük çaplı bir test yaparak sokaktan geçen ilk 100 kişiye psikolojiye dair bildikleri birkaç ismi saymalarını istesek, Freud'un ilk sırada gelme olasılığı oldukça yüksek görünüyor. Her ne kadar bir tıp profesörü olsa da, psikoloji tarihine bu denli derin bir mühür basan bu figürün kuramlarını bir kez daha hatırlayalım istedik. Kendi deneyimledikleri ve hastalarının klinik incelemelerine dayanarak kişilik kuramı ve akıl hastalıkları üzerine yoğun çalışmalarda bulunan Freud, 4 ana unsurun altını çiziyordu: Bilinç seviyeleri, kişilik yapısı, kaygı ve psikolojik savunma mekanizmaları ve gelişimde psikoseksüel evreler.



Bilinç Seviyeleri ve Buzdağı Benzetmesi



Freud'un bilincin çeşitli katmanlarından bahsettiği kuramı "topografik zihin modeli" olarak da adlandırılıyor. Topografinin sözcük olarak yer betimi anlamına geldiğini göz önünde bulunduracak olursak buzdağı ve bilinç arasındaki benzeşimi kurmak çok da zor olmuyor. Çünkü Freud, bilinci bir buzdağına benzeterek farklı bilinç aşamalarını bu buzdağının suyun altında ve üstünde kalan kısımlarıyla, yerlerini su seviyesine göre betimleyerek bağdaştırıyor. Dolayısıyla su seviyesini bilinç eşiği olarak düşünürsek, bu eşiğin altında bilincin en büyük alanını oluşturan bilinçaltının yattığına inanıyor. Bilinç ve bilinçaltı arasında bulunan ön bilinç aşamasında ise o anda farkında olmadığımız ancak her an bilince taşıyabileceğimiz anılarımız ve dünya bilgileri yer alıyor.



Bilinç Aşaması (Buzdağının su yüzeyinden görünen kısmı): Bilincinde olduğumuz her türlü düşünce ve algılar bilinç aşamasını oluşturuyor. Bu düşünce ve algılar farkındalık eşiğinin üzerinde kaldıklarından kendilerini açıkça belli ediyorlar.



Ön Bilinç Aşaması (Buzdağında su seviyesinin hemen altı): O anda bilincinde olmasak da hemen bilince aşıyabileceğimiz anılar ve dünya bilgilerini kapsıyor. Bu aşama, bilinçle bilinçaltı arasında bir tür geçiş aşaması görevi üstleniyor.



Bilinçaltı (Buzdağının suyun altındaki geri kalan kısmı): Bilinçaltında farkında olmadığımız korkular, kabul göremez cinsel arzular, mantık dışı istekler, vahşet yönelimleri, utanç verici deneyimler, bencilce istekler ve ahlak dışı dürtüler bulunuyor. Buzdağı benzetmesinde, buzdağının en büyük alanını oluşturuyor. Freud, insanın doğası gereği şiddet ve cinselliğe yönelik utanç verici dürtüler barındırdığını iddia ederek, bilinçaltımızda bu fikir ve dürtülerin koğuşlandığını belirtiyor.




Buzdağı Benzetmesi

Freud bir tıpçı olarak duyusal eşikler hakkında geniş bilgi sahibi bir bilim insanıydı. Öyle ki, bilim ilerledikçe öne sürdüğü psikolojik kuramların biyolojik ve sinirsel araştırmalarla da destekleneceğine inanıyordu. Bilince dair öne sürdüğü bu topografik modelse insan aklını duyusal eşiklerle açıklamaya dayalıydı. Bahsettiği aşamaları irdeleyecek olursak her bir aşamadan birbirine geçiş için belirli bir bilinç eşiği gerektiğini görüyoruz. Yukarıdaki şemada her ne kadar çoğu korku ve dürtülerimizin farkına varamadığımıza parmak basılsa da, Freud'a göre bilinçaltındaki çoğu düşünce aslında bir zamanlar bilinç eşiğinin üstündeydi. Ancak kaygı seviyemizi arttırıp bizleri rahatsız ettiklerinden, bilinçaltının dehlizlerine bastırıldı ve davranışlarımızı biz farkında olmadan yönlendirmeye başladı. Bu nedenle ki çoğu akıl hastalıklarının temelinde bilinçaltına atılmış bu korku ve arzular yatıyor. Bu noktaysa bizleri psikalanalist terapinin amacına götürüyor. Freud'a göre psikolojik rahatsızlıkları tedavi etmenin en iyi yolu bilinçaltına bastırılmış ne varsa bilinç yüzeyine çıkarmaktı. Bu şekilde hasta çocukluğundaki travmatik deneyimleri hakkında bir iç görü kazanıp onları bastırma nedenlerini bulacak, bu keşifse hâlihazırda yaşadığı psikolojik sorunlarını ortadan kaldıracaktı. Daha açık bir deyişle, ilk 6 yaşta yaşanılan kötü deneyimler, bireyin geri kalan hayatına da olumsuz yansıyarak akıl hastalıklarına neden oluyordu. Tedavi olma süreciyse bu bastırılmışlıkların farkına varmaktan geçiyordu.

Kişilik Yapısı: İd, Ego ve Süper Ego

Freud, kişiliği oluşturan üç temel yapıdan söz ediyordu: İd, ego ve süper ego. Bu üç yapıyı arzu, mantık ve vicdan olarak da düşünebiliriz. Eğer ki kimi zamanlarda farklı bir kişiymişçesine hareket ettiğinizi düşünüyorsanız bu dalgalanmalar Freud'a göre farklı kişilik yapılarınızın savaşımından kaynaklanıyor olmalı.

İd, ilkel ve doğuştan getirdiğimiz dürtülerimizi kapsıyor. Bedensel ihtiyaçlarımızın, cinsel arzularımızın ve saldırgan tepkilerimizin idden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Freud'a göre idin arzu ve istekleri tamamen bilinç dışı ve "zevk prensibi"yle işlemekte. İdin temel güdülerimizi kapsadığını düşününce, zevk prensibiyle işlemesi doğal. Çünkü ilkel güdüler, arzulara bir an önce doyum arayıp bireyin davranışlarını bu yönde şekillendirebiliyorlar.Ancak ne yazık dünya tüm arzu ve dürtülerimizi o anda tatmin etmemize olanak sağlamıyor. Eğer haz tatmini odaklı yaşamaya devam edersek pek çok sorunla yüz yüze kalabiliyoruz. Yaşamın bu şartlarıyla başa edebilmekse ikinci kişilik yapımız olan egoya düşüyor.

Ego, idin tatmin edilebileceği elverişli şartlar oluşana kadar onu kontrol altında tutuyor. Öyleyse ego "gerçeklik prensibi"yle işliyor. Çevresel şartları değerlendirerek pek çok davranışın olası sonuçlarını tartıyor. Bu şekilde, uygun zamanı kollayarak bireyin anlık dürtüleri sonrasında acı çekmesini engellemiş oluyor. Egonun kimi işlevleri bilinçliyken kimileri bilinç dışı gerçekleşiyor.Kişiliğimizin son öğesiniyse süper ego oluşturuyor. Süper ego da tıpkı ego gibi idin arzu ve isteklerini baskı altında tutmaya çalışıyor. Ancak ego idin tatminleri için uygun zamanlar kollarken süper ego ahlak kurallarını devreye sokuyor. Daha açık bir deyişle, idin bu yönde tatmininin doğru olup olmadığını sorguluyor. Süper ego için tatminde yalnızca doğru zamanın kollanması değil, ahlaki kurallara uygunluk da önem kazanıyor.Ailemizden edindiğimiz eğitim, yaşadığımız toplumun normları ve kendi deneyimlerimiz süper egonun oluşumunda en önemli etkenleri oluşturuyor. Ancak süper ego geliştikçe, ilkel güdülerimizin tatmini daha da fazla engellenmiş oluyor. Bu nedenle de ego, id ile süper ego arasında bir anlamda köprü görevi üstlenmiş oluyor. Bunu bir şekilde bir savaşım ve çatışma olarak da düşünebiliriz. Sürekli olarak kişiliğimizi oluşturan bu yapılar birbirleriyle çekişmek zorunda kalıyorlar. İşte, bu savaşım Freud'a göre kişiliğin ve çoğu psikolojik rahatsızlığın temelini oluşturuyor.

Kaygı ve Savunma Mekanizmaları

Biliyoruz ki Freud, cinsellik ve şiddet olmak üzere iki temel güdüye sahip olduğumuzu düşünüyor. Bu iki temel güdü, kişiliğimizin "id" yapısını oluşturuyor. Haz prensibiyle işleyen id, sürekli olarak tatmin arıyor. Sosyal çevre ve kültürün neyin kötü neyin yanlış olduğuna dair üzerimize yaptığı baskıysa kişiliğimizin "süper ego" yapısıyla hayat buluyor. Son yapı olan ego, işte bu temel güdülerimizle kültürel elemanlar arasında bir köprü görevi görüyor ve id'i sosyal açıdan kabul görecek yollarla tatmin etmeye çalışıyor. Ancak kimi zamanlarda id o denli büyüyor ki, kontrolden çıkabiliyor. Böyle durumlarda birey kendini içinden çıkılamaz bir kaygının eşiğinde buluyor. Bu kaygıysa gerginlik, öfke ve üzüntü getiriyor. Kişi, id ile süper ego arasındaki savaşta bir uzlaşma yakalayamıyor. Örneğin, arzuladığı bir beraberliği ahlaki değerlerle örtüşmediği için yaşayamıyor. İşte böyle durumlarda ego sıralayacağımız savunma mekanizmalarını araç olarak kullanıyor:

1.)Bastırma: Freud'un savunma sistemlerinin çekirdeğinde yer alan bastırma mekanizmasında kişi, kendisini tehdit eden herhangi bir uyaranı ya da hayatına giren ve ona travmatik deneyimler yaşatan herhangi birini tamamen unutabiliyor.

Örn: Fobiler. Kişi sebepsiz bir korku duysa da bu korkunun çıkış kaynağını hatırlamıyor.

2.)Reddetme: Reddetmede kişi, bastırmanın aksine gerçeğe dair herhangi bir bilince sahip olsa da kaygı yaratan uyaranın varlığını reddederek yok sayıyor.

Örn: Sınav sonuçları açıklandı ve kötü bir not alındı diyelim. Bu kötü notun alınmış olmadığını varsayarak, öğretmenin puanları toplarken bir yanlışlık yapmış olduğunu düşünme.

3.)Yöneltme: Kişi kabul görmesi güç bir içtepiyi başka bir uyarana yöneltiyor.

Örn: İş yerinde patronla bir gerginlik yaşayıp siniri eve döndükten sonra, eşten çıkarma.

4.)Olayları entelektüelleştirme: Kişi herhangi bir olayın duygusal yönünü görmezlikten gelerek, onun entelektüel açıdan göze çarpan özelliklerine odaklanıyor.

Örn: Herhangi bir yakının kaybında, üzüntü ve yas duyulacağına cenaze töreninin detaylarına takılma.

5.)Yansıtma: İçsel bir gerçeğin yarattığı kaygı nedeniyle, kişi kişisel etmenlerle ilgili bir durumu dışarıdaki bir uyarana bağlıyor.

Örn: Herhangi biriyle tartışılırken kaybediliyorsa tartışmada haksız düşmemek adına karşıdakinin "akılsız" olduğunu söyleme.

6.)Mantık çıkarımları: Olayların gerçek nedenlerinden farklı mantık çıkarımları yapılıyor.

Örn: Hoşlandığı kadın tarafından reddedilen bir adamın "Zaten yeterince iyi değildi" gibi bir çıkarımda bulunması.

7.) Tepki oluşturma: Tepki oluşturma mekanizmasında kişi, istenmeyen düşünce ve davranışları reddetmekle kalmayıp, kendisinin bu düşünce ve davranışları sergileyen gruptan olmadığına inandırıyor.

Örn: Herhangi bir arkadaşından nefret eden bir kişi, ona aşırı sevgi gösterilerinde bulunuyor olabilir.

8.) Geri çekilme: Kişi geçmişte kendisini güvende hissettiği bir gelişimsel döneme geri dönüyor.

Örn: Yaşça büyük bir çocuğun stresli olduğu bir dönemde tekrar yatağını ıslatmaya başlaması.

9.) Süblimasyon: Saldırganlığın ardında yatan itici kuvvet olarak görülüyor.

Örn: Bir gencin içindeki saldırganlık duygularını amerikan futbolu oynayarak boşaltması.

Gelişimde Psikoseksüel Evreler

İlk altı yaş gelişiminde sözünü ettiği psikoseksüel evrelerin Freud'un kuramları içinde en çok tartışılanı olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Kişiliğin nasıl geliştiğine yönelik olarak öne sürdüğü bu düşünceler cinsel gelişimimiz sırasında içinden geçtiğimiz evrelerin ileriki yaşlarda kişiliğimizi ne yönde etkilediğine vurgu yapıyor. Bu evrelerin her birini teker teker incelemeden önce, cinsel gelişimde kritik rol oynayan iki önemli kavrama göz atmakta fayda var:

Libido: İdi tetikleyen içgüdüsel güç olarak tanımlanıyor. Odak noktası her zaman haz olsa da içinden geçtiğimiz her bir psikoseksüel gelişim evresinde farklı şeylerden zevk duyuyor ve libidomuzun bir kısmını o evrede o davranışla beraber geride bırakmış oluyoruz.

Asılı kalma: Libido enerjisinin çok büyük bir kısmı herhangi bir evrede asılı kalabiliyor. Bu durum bireyin gelişimi açısından oldukça zararlı. Çünkü enerjisinin büyük bir kısmını belli bir evrede harcayan kişi, gelişimine devam edecek yeterli "psişik enerji"yi bulamayabiliyor. Dolayısıyla, o evreye has bir takım alışkanlıklar geliştirebiliyor. Bunun yanı sıra, yeteri kadar olgunlaşamayan birey psikolojik rahatsızlıklar geliştirebiliyor.

Kurama göre gelişimimiz sırasında farklı dönemlerde bedenimizin farklı bölgelerinden haz duyuyoruz. 18 aylık olana kadar geçen süreçte bu beden bölgesi ağız. Oral dönem olarak adlandırılan bu evrede bebek çevresinde gördüğü, eline aldığı ne varsa ağzına götürüp bu davranıştan haz alıyor. Eğer ki çocuk bu dönemde asılı kalırsa, ileride oldukça saldırgan ve küfreden bir kişilik sergileyebiliyor. Bunun yanı sıra sigara, aşırı yemek yeme gibi zararlı alışkanlıklar sergileyebiliyor.


Bir sonraki evre 18 - 36 aylık dönemi kapsayan anal dönem. Tuvaletini yaparken büyük bir haz duyan çocuk için zevk bölgesi anal bölge. Libido enerjisinin çoğu bu dönemde asılı kalırsa ileride düzenli ve tertipli olmaya dair bir takıntı (anal-çekilme) ya da dikkatsizlik, dağınıklık (anal-dışavurum) sergilenebiliyor. Çocuğun ileride anal-çekilme ya da anal-dışavurum özellikleri gösterip göstermeyeceğini belirleyense ailenin çocuğun tuvalet eğitimindeki tutumu oluyor. Eğer oldukça sert bir tutum sergilenirse çocuğun kişiliği mükemmeliyetçilik takıntısı çerçevesinde gelişiyor. Tuvalet eğitiminde aile aşırı rahatsa, dağınık ve disiplinsiz bir kişilik geliştirebiliyor.


3 - 6 yaş arasındaki zevk bölgesiyse genital bölge. Fallik dönem olarak adlandırılan bu yaşlarda Oedipus ya da Elektra kompleksi gelişebiliyor. Oedipus kompleksi erkek çocuğun babasını annesinden kıskanması ve bilinçaltından babasının ölmesini istemesi olarak tanımlanıyor. İsmini Yunan mitolojisinden alan kavram, hikâyede babasını öldürüp annesiyle evlenen Oedipus'a gönderme yapıyor. Ancak bu gizil duygular bir süre sonra çocukta kaygı uyandırmaya başlıyor. Annesine duyduğu arzu dolayısıyla hadım edileceği korkusu duymaya başlıyor. Elektra kompleksi ise kız çocuğun babasına duyduğu aşk dolayısıyla annesine olan kıskançlığını ifade ediyor. Bu aşk dolayısıyla cezalandırılacağını düşünen kız çocuk kaygı duymaya başlıyor. Ancak Elektra kompleksi kavramını Freud'un öğrencisi olan Jung'un geliştirdiğine parmak basmakta yarar var. Freud yalnızca Oedipus kompleksini açıklamakta. Gelişimin ilerleyen dönemlerinde, her iki cins de kendi hemcinsi ebeveynini kıskanmayı bırakıp onları örnek alarak kız çocuk babası gibi bir erkeği, erkek çocuksa annesi gibi bir kadını eş olarak etkileyebileceğini kavrıyor.Gizil dönem 6 yaş civarını kapsıyor. Cinsel arzuların en aza indiği bu dönemde asılı kalan bireyler ileride cinsel yönden tatminsizlik çekebiliyorlar. Cinsel enerji daha çok spor gibi faaliyetlere yönleniyor.


Genital dönem ergenlikle başlayıp hayatımızın geri kalan bütününü kapsıyor. Her ne kadar haz genital bölgede yoğunlaşsa da tutku, sevgi ve bağlılıkla beslenmeye başlıyor. Freud'a göre bu son aşamaya ulaşabilmek adına önceki dönemlerde herhangi bir asılı kalma durumunun yaşanmamış olması gerekiyor.


KİMİM BEN?

"Kişilik" dedikleri



Kişilik...Aynada gördüğümüz görüntülerin derinliklerinden bahsediyoruz, üzerimize giydiğimiz sıfatların ötesinden. Hani şu ara sıra zihnimizi kurcalayıp da yanıtını bulmakta zorlandığımız soru: "Ben kimim?".
Çünkü ergenlikte içine girdiğimiz o zorlu kimlik arayışı dönemi sonrası hayatımızın geri kalanı da bulduğumuz kimliklerin ne olduğunu anlamaya çalışmakla geçiyor. Kendimizi anlamak ve tanımakla. Peki, nedir bu "kişilik" dedikleri? Doğuştan mıdır, değişir mi? Ya da belli kalıplar çerçevesinde sınıflandırılabilir mi?

Kişilik ve Kültürün Kişilik Değerlendirmelerine Etkisi:Farklı durumlar karşısında değişim göstermeksizin yansıttığımız düşünce, his, motivasyon ve davranışların bütünü kişilik'imizi oluşturuyor. Kişilik değerlendirmeleri ise kültürden kültüre değişim gösterebiliyor. Örneğin, Japonya'da oldukça "dışa dönük" olarak değerlendirilen bir çocuk okumak üzere İngiltere'ye gittiğinde orada oldukça "çekimser" olarak tanımlanabilir. Öyleyse kullanılan tanımlar kültürlerin değer yargılarıyla birebir ilişkili diyebiliriz. Haliyle kişilik testleri de gerek sorular, gerekse puanlandırma cetveli bakımından o dile ve kültüre "uyum/ adaptasyon" gerektiriyor.

Genlere Kulak Verecek Olursak:Öyle görünüyor ki, araştırmalar bundan 2000 yıl önce Yunan fizikçi Galen'in öne sürdüğü "Kişilik kuşaktan kuşağa geçer." varsayımını destekliyor. İkiz çalışmalarında ayrı ailelerce, farklı koşullarda yetiştirilen çocuklar kişilikleri oturduğunda yanlarında büyüdükleri kişilerden çok biyolojik aileleriyle benzerlikler gösteriyor. Bu da, kişilikte genlerin parmağı olduğunu kanıtlıyor. Rakamsal olarak ise bu pay 15% ila 50% arasında değişebiliyor.

Genler tüm karakter özelliklerine aynı oranda mı etkiyor?:Kimi kişilik özelliklerinin kalıtımsal bağı daha yüksek. Öyle ki, kendilerini gelişimin erken dönemlerinde gösterebiliyorlar. Dışa dönüklük, aktivite düzeyi -ki bu halk arasında çocukları "hareketli" ya da "uslu" gibi sınıflandırmalar içine koymamıza yol açıyor- ve görev odaklı olma eğilimi güçlü genetik etki altındaki kişilik özellikleri olarak geçiyor. Yapılan araştırmalar sonrası en düşük kalıtımsal bağ ise dürüstlük ve yumuşak başlılık karakter özelliklerinde bulunmuş. Yani dürüst ve yumuşak başlı olma daha çok kişinin çevresel koşullarıyla şekillendiriliyor.

Kişiliğimizi Değiştirmek Mümkün mü?:Kişiliğin tanımına da göz atacak olursak, bir kişinin kişilik özelliklerinden bahsediyorsak farklı durumlar ve farklı zamanlar karşısında değişim göstermemelerini bekliyoruz. Ancak elbette ki bunca davranış ve seçim zenginliği değişmeyen karakter özellikleri saptamayı da oldukça zor kılıyor. Hele ki bir de cinsiyet farklılığını göz önünde bulunduracak olursak.

Cinsiyet Farklılığı Kişilikte Nasıl Bir Rol Alabilir: "Depresyon"Çocukluktaki kimi depresif ipuçları yetişkinlikteki depresyona referans olabiliyor. Yani eğer ki bu depresif ipuçlarına kişilik özellikleri dersek, bu özellikler zamanla değişim göstermiyor, kalıcı yapıda oluyorlar. Ancak cinsiyet farklılığı söz konusu. Erkek çocukları için ileriki yaşlarda depresyona gönderme yapan belirtiler saldırganlık ve dürtü kontrol eksikliği iken, kız çocukları için genelde tam tersine utangaçlık, itaatkârlık ve alçak gönüllülük oluyor.Özetle, çalışmalar genelde kişiliğin zaman ve durumlar karşısında kalıcı olduğunu gösteriyor. Konu hakkında ortaya sürülen "Eğer. Öyleyse. Modeli" (Mischel, 1995) ise belli durumların belli düşünce, his ve davranışları tetiklediğini öne sürüyor. Bir örnekle açıklayacak olursak; A kişisi biri onu aşağılayıcı sözler söylediğinde sinirleniyor olsun. B kişisi ise eşine herhangi bir söz söylendiğinde. Sonuç olarak, her ikisi de eşit oranda "sinirli" bir karaktere sahip olsa da, bu özellikleri farklı durumlarda tetikleniyor. Bir durum (Eğer), bir karakter özelliğini tetikliyor (Öyleyse). Değişmeyen bu düşünce, his ve davranışlar da işte "kişilik" adını alıyor.

Etkileşimi Savunan Yaklaşımlar:Kişiliğe etkileşimli bir yaklaşımdan bakacak olursak "Genler kişiliği belirler", "Çevre kişiliği belirler" gibi kalıplardan ziyade neden-sonuç ilişkilerinin çok yönlü olduğunu görüyoruz. Ekonomik ve kültürel durumlar illa ki kişiliğe etkide bulunuyor ancak bu işleyişlerin kendileri de aslında psikolojik ihtiyaçları karşılamaya yönelik oluyor. Haliyle neden-sonuç ilişkisi bir yönlü olmaktan çıkıyor. Nasıl yani?Örneğin, ailelerinden istismar gören çocukların mitsel semboller ya da otorite figürleri de katı ve sadistik olabiliyor. Çocuğun kafasındaki bu sadistik figürlerse kendilerini çocukların çizdikleri resimlerde ele verebiliyorlar.

Bir Kişilik Modeli: Myers-BriggsKendi modeli üzerinden geliştirilen Myers-Briggs Kişilik Testi Türkiye'de de çeşitli alanlarda kullanılıyor. İsterseniz gelin, şimdi hep beraber bu modele bir göz atalım.

Myers-Briggs Kişilik Modeli genel hatlarıyla 4 ana sorudan güç alıyor:

1.) ENERJİNİZİ YÖNLENDİRDİĞİNİZ İLK KAYNAK NERESİ OLUR?

Aktivite ve Dil Üzerinden Dış Dünya DIŞA DÖNÜK -- SOSYAL -- DIŞA VURUMCU -- GENİŞ DERİN İLETİŞİM --- DÜŞÜNCEDEN ÖNCE EYLEM

Düşünce ve Duygular Üzerinden İç Dünya İÇE DÖNÜK -- SAKLI -- SESSİZ -- KONSANTRASYON ---- EYLEMDEN ÖNCE DÜŞÜNCE

Her ne kadar bu iki özelliği dengede tutmamız sağlıklı kabul edilse de, günlük hayat içerisinde mutlaka birine daha yönelimli oluyoruz.Bu iki kişilik özelliğini birbirinden ayıran en önemli özelliklerinden biriyse kişinin önce düşünüp sonra mı davrandığı yoksa davranıp daha sonra mı düşündüğü. Ancak buna karar verebilmek için kişinin tamamıyla özgür olduğu durumları ele almak gerekiyor. Aldığı eğitimin, kültürün etkide bulunamayacağı, çevresel koşulların söz konusu olmadığı durumlardan bahsediliyor. Örneğin, öncesinde herhangi bir seçimi dolayısıyla ödül ya da ceza almamış olduğu durumlar.

Örneğin.Yirmi katlı bir binada bir yangın çıktı diyelim. Tüm çalışanların binadan hemen çıkmaya çabalaması, önce düşünme eylemini seçmedikleri için hepsinin dışa dönük olduğunu göstermiyor. Ya da bir yapboz çözerken önce düşünüp sonra parçaları yerleştiren herkesin içine dönük olduğunu söylenmiyor. Çünkü bu şartlar, tıpkı yukarıda da bahsettiğimiz üzere kişinin özgür seçimlerinden ziyade farklı etmenlerin etkisi altında.

Myers-Briggs Modeli'ne Göre 16 Farklı Kişilik Tipi:

1.) Dışa Dönük/ Duyumsal/ Düşünce Odaklı/ Yargılayıcı Tip: (yönetici)

Enerjisini dış dünyadaki eylemlerden alan bu kişiler bugünü ve var olan gerçekleri göz önünde bulundurarak hayatlarını mantıksal temeller üzerinde düzenliyorlar. Sonuç olarak, karşılaştıkları problemleri sınanmış ve güvenilir yöntemler üzerinden çözmeye çalışıyorlar. Kavramlar ve stratejiler üstünde zaman harcamak yerine ayrıntılara takılmayı tercih ediyorlar.

2.) İçe Dönük/ Sezgisel/ His Odaklı/ Algısalcı Tip: (mücadeleci, avukat)

Bu grup, enerjisini kendi iç dünyalarındaki düşünce ve duygulardan alıyor. Kararlarını genellikle kendi kişisel değerleri üzerinden alan bu kişiler, özellikle de diğerleri söz konusu olduğunda farklı seçenek ve olasılıkları değerlendiriyorlar. Belirecek yeni bakış açılarına karşı hayatlarını esnek tutuyorlar. Sessiz ve yaratıcı oluyorlar. Çevrelerindeki insanlara arşı gizli bir sıcaklık hisseden bu kişiler gerek kendilerinin gerekse diğerlerinin sürekli bir gelişim ve olgunlaşma içerisinde olduğunu görmek istiyorlar.

3.) Dışa Dönük/ Duyumsal/ His Odaklı/ Algısalcı Tip: (heykeltıraş)

Dış dünyadaki eylemler ve konuşulanlardan enerjisini alan bu grup, genellikle de açık anlamlar ifade eden gerçeklerle ilgilenmeyi tercih ediyorlar. Arkadaşlık kurmaktan büyük keyif alan bu kişiler önceliği "şimdi"ye veriyor. Hayatlarını esnek tutuyorlar ve o an içinde oluşabilecek her duruma o anda karşılık veriyorlar. Hayattan zevk almaya bakıyorlar ve kolaylıkla yeni arkadaşlıklar kurabiliyorlar. Yangın gibi bir anda belirebilecek sorunlara karşı acele çözümler üretebiliyorlar.


4.) İçe Dönük/ Sezgisel/ Düşünce Odaklı/ Yargılayıcı Tip: (yenilikçi/ öncü)

Güçlerini kendi iç dünyalarından alan bu kişiler, geleceğe yönelik farklı seçenekleri değerlendirmeyi ihmal etmiyorlar ve sorunlara nesnel çözümlerle yaklaşmayı tercih ediyorlar. Genellikle hayatlarını mantıksal çerçevelerin içine oturtuyorlar. Uzun süreli hedefler koyarak hayatlarını bu hedeflere ulaşmak üzere düzenliyorlar. Gerek kendilerine gerekse diğerlerine karşı eleştirel yaklaşma eğiliminde oluyorlar. Planlarıyla ilgili her ayrıntıyı göz önünde bulundurabilecek derecede bilgili oluyorlar.

5.) Dışa Dönük/ Duyumsal/ His Odaklı/ Yargılayıcı Tip: (antrenör)

Enerjilerini dış dünyadaki eylem ve sözlerden alan bu kişiler karar verme aşamasında kendi kişisel değerlerini ilk planda tutuyorlar. İnsanlara karşı oldukça sıcak olan bu grup, onlarla beraber vakit geçirmeyi ve arkadaşlarıyla beraber uyumlu ilişkiler sürdürmeyi çok seviyor. Hatta arkadaşları, onların hayatında önemli bir yer tutuyor. İnsanlara karşı kendilerini öylesi sorumlu hissediyorlar ki, toplumsal görev dağılımında üzerlerine düşen görevi özenle yerine getirmeye çalışıyorlar.

6.) İçe Dönük/ Sezgisel/ Düşünce Odaklı/ Algısalcı Tip: (bilim insanı, mühendis)

Güçlerini kendi iç dünyalarından alan bu kişiler, kararlarını mantıksal temellere dayandırıyorlar. Yeni seçenekler belirir belirmez hayatlarını bu doğrultuda esnetebiliyorlar. Belli bir noktaya kadar sessiz ve uyumlu olabiliyorlar. Rutin olana ayak uydurmaktansa her türlü gelişime yol açabilecek değişimlerin peşinden gidiyorlar. En başarılı oldukları alan, zeka ve bilgi birikimi gerektiren karmaşık problemler oluyor.

7.) Dışa Dönük/ Sezgisel/ His Odaklı/ Algısalcı Tip: (kâşif,avukat)

Seçenekleri kendi kişisel değerleri üzerinden değerlendiren bu grup, enerjisini dış dünyada olup bitenlerden alıyor. Ortaya çıkabilecek yeni bakış açıları ve seçeneklere karşı hayatlarını esnetebiliyorlar. Yaratıcı olan bu kişiler, insanlara yararlı olabilecek yeni seçenekler denemeyi seviyor. Her ne kadar ayrıntı ve planlar üzerine fazla kafa yormasalar da ortada genel bir hedefin bulunduğu deney ve çeşitlilik içeren işlerle uğraşmaktan büyük keyif alıyorlar.

8.) İçe Dönük/ Duyumsal/ Düşünce Odaklı/ Yargılayıcı Tip: (bakıcı/ müdür)

Enerjilerini kendi iç dünyalarındaki düşünce ve duygulardan alan bu kişiler, kararlarını genellikle pek çok seçeneği değerlendirdikten sonra alıyorlar. Hayatlarını mantık üzerine kuran bu grup genellikle sessiz ve ciddi bir yapıda oluyor. Hayat karşısında iyi bir gözlemci olduklarından farklı durumlara karşı iyi bir anlayış geliştirmiş oluyorlar.

9.) Dışa Dönük/ Duyumsal/ Düşünce Odaklı/ Algısalcı Tip: (heykeltıraş)

Genellikle nesnel olarak gördüğü gerçeklerle ilgilenmeyi seven bu grup enerjisini dış dünyada konuşulanlardan ve olup biten eylemlerden alıyor. Kararları mantıksal temellere oturuyor. Kendi ilgi alanlarına giren pek çok aktiviteyi de barındıran esnek bir yaşantıları oluyor. Genellikle uygulama gerektirecek işlerde çalışmayı seviyorlar.

10.) İçe Dönük/ Sezgisel/ His Odaklı/ Yargılayıcı Tip: (yenilikçi/ öncü)

Özellikle de diğer insanları da ilgilendirebilecek farklı seçenekler üzerine düşünmeyi seven bu kişiler, enerjilerini kendi iç dünyalarından alıyorlar. Hayatlarını kişisel temeller üzerinde düzenliyorlar. Genellikle hayata dair özel bir hedef belirliyor ve bu hedefe ulaşabilmek için durmadan çalışıyorlar. Diğer insanların da büyüyüp olgunlaşmaları için yardım etme gönüllüsü oluyorlar.

11.) Dışa Dönük/ Sezgisel/ His Odaklı/ Yargılayıcı Tip: (antrenör)

Özellikle de diğer insanları da ilgilendirebilecek farklı seçenekler üzerine düşünmeyi seven bu kişiler, enerjilerini dış dünyadan alıyorlar. Hayatlarını genellikle kişisel temeller üzerinde düzenliyorlar ve sevdikleri insanlarla uzun soluklu ilişkiler kurma ve sürdürme yanlısı oluyorlar. Oldukça sosyal olan bu grup, hislerini diğerlerine kolayca yansıtabiliyor. Ancak özellikle de sosyal ilişkilerine zarar verebilecek eleştirilere karşı katı olabiliyorlar. İnsanlarla etkili bir şekilde çalışabiliyorlar.

12.) İçe Dönük/ Duyumsal/ Düşünce Odaklı/ Algısalcı Tip: (bilim insanı)

Enerjisini kendi iç dünyasından alan bu kişiler, kararlarını mantıksal çerçeveler içinde alıyorlar. Dünyanın nasıl işlediğini anlayabilmek adına yeni, pratik bilgiler edinebilmek amacıyla hayatlarını çoğunlukla esnek tutuyorlar. Oldukça sessiz ve uyumlu olabiliyorlar. Neyin nasıl çalıştığına dair oldukça meraklı olan bu kişiler, kimi zaman şaşırtıcı fikirlerle insanların karşısına çıkabiliyorlar.

13.) Dışa Dönük/ Sezgisel/ Düşünce Odaklı/ Yargılayıcı Tip: (yönetici/ şef)

Enerjilerini dış dünyada olup biten olaylardan alıyorlar. Kararlarını, pek çok eylemin sonuçlarını değerlendiriyorlar. Hayatlarını mantıksal çerçevelere oturtuyorlar. Genellikle nesnel yöntemler tercih eden yönetici rolleri üstleniyorlar. Yüksek standartlar koymayan ya da yaptığı işlerde başarılı olamayan insanlara karşı tolerans gösteremiyorlar.

14.) İçe Dönük/ Duyumsal/ His Odaklı/ Algısalcı Tip: (mücadeleci)

Enerjilerini genellikle kendi duygu ve düşünce dünyalarından alan bu kişiler, kendi kişisel değerleri çerçevesinde kararlar almayı tercih ediyorlar. Sessiz ve arkadaş canlısı bu grup, kalabalık arkadaş gruplarından ziyade küçük sayılı arkadaşlıkları tercih ediyor. Diğerlerine karşı kollamacı bir tutumla yaklaşıyorlar. Genellikle "şimdi"nin keyfini çıkarıyorlar ve grup çalışmalarında grup için oldukça destekleyici bir üye olabiliyorlar.

15.) Dışa Dönük/ Sezgisel/ Düşünce Odaklı/ Algısalcı Tip: (kâşif, mühendis)

Enerjisini dış dünyadaki eylem ve konuşulanlardan alan bu grup, kararlarını mantıksal çerçeveler içerisinde alıyor. Uyumlu olabilme eğilimi gösteren bu kişiler yeni düşünce ve ilgi alanlarına odaklanabiliyorlar. Özellikle de eğer ki bu yenilikler onların yeteneklerini geliştirecekse. Yaratıcı efor gerektiren problem çözümlerinde başarılı olabiliyorlar.

16.) İçe Dönük/ Duyumsal/ His Odaklı/ Yargılayıcı Tip: (bakıcı/ müdür)

Enerjilerini kendi iç dünyalarından alan bu kişiler, karar verirken kendi değerlerini göz önünde bulunduruyorlar. Sevdikleri kişilerle sosyal ilişkiler kurmaktan büyük zevk alıyorlar. İnsanları gözlemleyen, sessiz bir yapıları oluyor. Onlara uygulama alanında hizmet verebilecek işlerde çalışmayı seviyorlar. Diğerlerinin ne düşünüp hissettiğine büyük önem veriyorlar.

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Politik psikoloji

Politik psikolojinin cinleri
‘Türkler ve Yunanlılar-Çatışan Komşular’ kitabı üzerine

Cemal Dindar

Giriş: Psikanalizin ideolojik bir aygıta dönüşüm öyküsü

Psikanaliz, yaratıcısı Freud’un, libidonun biyokimyasal karşılığının keşfedileceği beklentisi dahil, kendini tıbbın içinde tarif etme konusunda tutkulu olduğu dönemler yaşamış olsa da, tıp ve psikiyatri ondan hiç hazzetmedi. Modern psikiyatri bir iyimserliğin, bilinçli toplumsal eylemin, ampirik görgünün ve hümanizmin çocuğu olmuştu. Pinel’le özdeşleşen zinciri kırma eylemindeki etkin güç, Fransız İhtilali’nden başkası değildi. Mazhar Osman’ın Reşadiye Kışlası’nın, Fransızların işgal yıllarındaki karargahının yerinde Bakırköy Akıl Hastanesi’ni kurma deneyimi ile Cumhuriyet’in ülküleri arasındaki bağlar verimli fakat başka bir incelemenin konusudur. Psikanaliz ise, edebiyat ve felsefedeki kökleri XIX.yüzyılda belirginleşmiş olsa da, kurumsallaşması temel alındığında iki savaş arasının çocuğudur. Bilimde ‘belirsizlik’in gücüyle determinizmin onulmaz bir yara aldığı, Avrupa’da devrim umutlarının tükenmeye yüz tuttuğu, parçalanmanın sanatta dadaist yıkıma hayatta ise çarkların altında ezilmeye vardığı, Kafkaesk bir hayatın tohumlarının atıldığı bir dönemde biçimlendi. Topluma atfedilebilecek hemen hiçbir ‘bilinç’ türüyle kıymetli bir rabıta geliştirmek ile ilgilenmedi. Onun toplumu, uzun yıllar, hemen hep ‘kitle’ oldu ve toplumun kitleye evrildiği bu kavramsal dönüşüme niye gereksinim duyulduğu belliydi: psikanalizin kuruluş döneminin acılarının; yani özellikle kıta Avrupasındaki devrim girişimlerinin kana bulanmışlığının, yeni sonuçlanmış bir dünya savaşının yıkımlarının ve ufukta beliren bir ikincisinin yapabileceği yıkımların tarifsizliğinin gösterdiği gibi kitlesel eylemlilik, bilinç ile değil körlük ile maluldü. Psikanaliz bir iyimserlik ikliminde değil kötümserlik vahasında doğdu. Buradaki çerçeveye uygun bir ifadeyle, en yetkin ifadesini Kafka’da bulan ‘böcekleşmiş’ bireyin, ‘talihin elinde oyuncak bile olamamış’ Gregor Samsa’nın kaderiyle ilgilendi. Zira, Gregor Samsa, hiç de bilinçli eylemliliğinin bir sonucunu yaşıyor gibi görünmüyordu. O bir sabah, kendini böcekleşmiş bulmuştu ve böcekleşmiş olduğunu keşfedebileceği, psikanalizin bakışıyla, yaşadığı hayatın en has bilgisini ‘bilince çıkartabileceği’ bile şüpheliydi.

Modern psikiyatri, bir de bu nedenle psikanalizden hiç hazzetmedi: çıkış noktasına ‘Rönesans-yeniden doğuş’ dediği, temel öngörülerini sağlıklı kabul ettiği ve bilince büyük önem atfettiği bu projede, proje ile ilgili gibi duran bir ‘enkazın’ nedenleri, dolaylı da olsa sorgulanmaktaydı. Kafka’nın edebiyatta açtığı Dava’nın bir benzeri ruhbilim alanında açılmıştı ve davacıların önemli bölümünün hekim olduğu göz önüne alınırsa, orada durmayıp, psikiyatriye de bulaşacağı anlaşılmaktaydı. Direncin izlerini bizzat Freud’un yaşamında görmemiz mümkündür. Freud, başlangıçtaki kısa dönem bir yana, bilgiyi bir kurumda değil muayenehanesinde üretmiştir. İnsan gerçekliği ile ilgili yetkin bir araştırmayı deha düzeyinde sürdürmesine rağmen, toplumcu fikirlere selamsızlığı ve üstelik hor görüsü bilinmektedir. Bunun kör gözüm parmağına bir örneği Einstein-Freud mektuplaşmasıdır. 1931 yılında Uluslararası Entelektüel İşbirliği Enstitüsü(International Institute of Intellectual Cooperation) “aydınların Milletler Birliği’nin ve entelektüel yaşamın ortak çıkarlarına hizmet edeceği düşünülen konularda” yazışmasını ve bunların yayınlanmasını hedefler. Einstein’a, geçtiğimiz yüzyılın büyük rasyonalistine de öneri götürülür, o da Freud’u seçer. Freud’un bu çabayı sıkıcı ve kısır bir tartışma olarak gördüğü biliniyor. Yine de Einstein’a yazdığı mektupta, bugün benzer sorunlara onun temellerini kurduğu kuramla bakanların kaçındıkları kabulleri işlemekle işe başlar.

Bir: tarih şiddetin özsel olarak değişmediği ve yeni biçimler kazandığı süreçtir; yasalar ile kaba şiddet birbirlerinin karşıtı değildir; aralarında özsel bir fark yoktur. Toplum eşit olmayan unsurlardan oluşur ve “... toplumun adaleti toplum içindeki eşit olmayan güçlerin bir dışavurumuna dönüşür; yasalar yönetenler tarafından ve yönetenler için yapılır.” Yönetici sınıf, bu kavramı Freud kullanıyor, gücü elinde tutmak isterken, baskı altındakiler gücün adaletli bir şekilde yeniden dağılımını talep ederler ve yönetenler sıklıkla bu talebi kabul etmezler. Sonuçta, Freud’un mektubundan aynen alıyorum, “bunu başkaldırı ve iç savaş izler.”

İki: bir insan gurubu iki yolla birarada yaşar ve bir toplum oluşturur; “şiddetin zorlayıcı gücü ve üyeleri arasındaki duygusal bağlar(teknik adıyla özdeşim).” Bunlardan ya birisi, ya da her ikisi etkin olabilir. Sıklıkla bu duygusal bağ fikirler olarak ortaya çıkar. Freud’un, bu yazının çerçevesi ile de ilgili olan örneği Panhelenizm’dir: “komşu barbarlardan üstün olma duygusu... Yunanlılar arasındaki savaş geleneklerini yumuşatmaya yeterli olur, ama Yunan ulusunun farklı kesimleri arasındaki savaşçı ihtilafları önlemeye, hatta bir kentin veya kentler konfederasyonunun, rakibi karşısında avantaj kazanmak için Persli düşmanlarıyla ittifak yapmaktan alıkoymaya yetmez... Kanunun başlangıçta kaba şiddet olduğu, hatta bugün bile şiddetin desteği olmaksızın yapamayacağı gerçeğini gözardı etmemiz büyük bir hata olacaktır.”

Üç: Freud, insanın serüveninde, insanla birlikte bu serüvenin temel öğelerinin de değiştiğini düşünmektedir. Bu da, politik psikolojide ‘bilinçdışı çatışmalar’ı halklar arasında handiyse ebedi düşmanlık gerekçesi olarak formüle edenlerden önemli bir ayrımdır. “Uygarlaşma sürecine paralel gelişen ruhsal değişmeler” üzerinde duran Freud, uygarlığın özellikle iki temel karakteristiğini vurgular: “içgüdüsel yaşamı yönetmeye başlayan aklın güçlenmesi ve sonuçtaki onca avantajıyla ve tehlikesiyle saldırganlık dürtülerinin içselleştirilmesi... kültürel tutumun ve gelecekteki bir savaşın sonuçlarına yönelik haklı korkunun, belli bir süre sonra savaşlara bir son verilmesini sağlayabileceğini ummak bir ütopya olmayabilir... uygarlığın gelişimini destekleyen her şey aynı zamanda savaşa karşı da etkinlik gösterir.”

Kıta Avrupası’nda Frankfort ekolü ile birlikte, Reich ve Fromm gibi kuramcılar Freud’un biçimlendirdiği bilgi alanını, psikanalizi, toplumcu fikirlerin kaynağı olan Marksizm ile harmanlamaya mesai verdiler. Avrupa kültür çevresindeki bu uzlaşı çabasına karşılık gelen başka bir çaba da pratikte, daha çok da Kuzey Amerika’da en azından 1960’lara, yani psikofarmakolojinin etkinleştiği döneme değin sürdü ve sigorta şirketlerinin talepleri de gözönüne alınarak psikanalizin süresinin kısaltılması, terapinin aşırı şematik hale getirilmesi gibi gelir-geçer çözümler önerildi. XX.yüzyılın son çeyreği benzer birçok örnek gibi bu çabaların da kan kaybettiği dönem oldu. Marksizm, önerdiği toplum projelerinin ilk örneklerinin yıkılışıyla gözden düştü ve psikanaliz ile Marksizmi buluşturmaya yönelik çabalar da aynı akıbete uğradı.

Bu çabaların yarattığı ve yaşanılan yıkımla boş kalan alan ise psikanalizin kötüye kullanımından gücünü devşiren ‘politik psikoloji’ ile dolduruldu. Psikanaliz, bireysel düzlemde; büyük çoğunluğun ulaşamadığı, pahalı, seçkinci bir ‘hizmet alanı’ haline gelirken, toplumsal düzlemde; seçkinlerin toplumsal ve toplumlararası meseleleri çözümlemek için kullandıkları bir ‘bilgi alanı’ oldu, belki de yönetilenler hakkında yöneticilere sunulan bir ‘servis alanı’na malzeme taşıdı. Özellikle politik psikoloji alanında yazılanları okudukça, kişi yalnız diğer bilim disiplinlerinin değil, tüm tarihin, tüm mitolojinin ve hatta sanatın bu yazılanları doğrulamak için kurgulandığı sanısına kapılıyor. Bu kötüye kullanım o denli açık ki, disiplinlerarasılığa vurgunun eninde sonunda bu vurguyu yapanların kendi disiplinlerindeki bir krizi aşmaya, sıklıkla da örtmeye yönelik bir işlevinin olduğunu yazmış olan Althusser’e, politik psikoloji özelinde şu yargımızı da ekleyebiliriz: disiplinlerarasılık talebi olan bir disiplin, burada ruhbilim, kendisini merkeze alarak bilgiye yeni bir hiyerarşi kurma niyetiyle de birlikte vardır ve bu disiplinin açıklayıcılık gücü ne denli şişirilirse o denli ideolojik bir yapıntı haline dönüşür. Sonuçta, yapısına bir eter gibi sinmiş ideolojik yükle birlikte, bu ideolojik yük görünür hale geldikçe, temasa geçtiği her bilgi alanını sakatlamakta, yok saymaktadır. Fukoyama’nın tarihin sonunu ilan ettiği ve tezinin Türkçe’de dolaşıma girdiği yıllar, daha öncesinde ruhsal zorlanmalar ile ilgili toplumsal etkenlerin rolünü yazılarında işlemiş ve tıbbiyeyi Türkiye’nin hangi ilinde okursak okuyalım yazdığı ders kitabıyla kuşkusuz kuşağımın psikiyatri hocası olmuş Orhan Öztürk’ün, psikiyatri kongrelerinde vurgusunu toplumsaldan biyolojiye eğdiği yıllardır. İstanbul’da yapılmış bir biyolojik psikiyatri kongresinde, Orhan Hoca’nın, yıllarca sürmüş dinamik psikiyatri vurgusunu, bir inanç sorunuymuş gibi, “ben yanılmışım... biyolojik alanda çalışmalıyız...” türünden ve içimi acıtan bir biat tatsızlığıyla dökülen cümlelerle ifade ederek bu dönüşümü özetlediğini anımsıyorum. Bu yıllar, aynı zamanda bu eleştiri yazısının yöneldiği metin olan, Volkan ve Itzkowitzs’in “Türkler ve Yunanlılar-Çatışan Komşular” kitabının yayınlandığı yıllardır. Şüphesiz bu atmosfere eklenebilecek başka örnekler de vardır.

Bu örneklerin aynı tarihsel kesitte ortaya çıkmasının rastlantı olmadığının en yetkin işareti şudur: XX.yüzyılın son çeyreğinde bu öykü yaşanırken, psikofarmakoloji, ilaç endüstrisinin en çok kar getiren alanlarından biri, sienes(CNS-central nervous system: merkezi sinir sistemi) bölümleri en gözde bölümler oldu. Iraklılar ile Amerikalılar, Volkan ve Itzkowitz’in kuramınca, aralarındaki ‘seçilmiş travmalar, seçilmiş zaferler, psişik çatışmalar...(!)’ nedeniyle ve Saddam’ın kişisel ve Bush’ların aile tarihinde arayanın bela kabilinde bulacağı gibi, travma ve zafer arayışları gereği savaşmak durumuna geldiler. Bağdat’a, medyadaki tabirle canlı kalkan olmaya giden Batılıların bir bölümü bu ‘psişik çatışmalar’dan bihaber olduklarını anlamakta geciktiler ve Anglosaksonların Irak’a saldıracaklarını gördüklerinde ne yaptılar? Memleketlerine döndüler ve dönmeden önce, Iraklılara, lazım olur diye depresyon ilaçları dağıttılar.

‘Türkler ve Yunanlılar/Çatışan Komşular’: düşmanlığın metafiziği

Freud’un yazdıklarında, kavimler arasındaki çatışmaların, özellikle bilinçdışı süreçlerle çözümlenmesine yönelik belirgin bir tutum yoktur. Psikanaliz kavramlarıyla, halkların birbirlerine karşı tutumlarını çözümleme çabası, sözünü ettiğimiz gibi, çok sonra ortaya çıkmıştır. Buna niye gereksinim duyulduğunun iyi bir ifadesi, şu alıntıdır (ve altını çizdiğim vurgular yapılan çalışmanın ideolojik yükünü iyice ele vermektedir):

“Ulusların ve etnik grupların birbirleriyle nasıl ilişki kurduklarına dair düşünce tarzımıza yeni bir düzenleme getirmemiz gerektiği açıktır. Saunders şöyle diyor: ‘Eski mercekler artık dünyayı odaklayamadığı ve geleneksel söz dağarcığı doğru olarak tanımlayamadığında, yeni mercekler üretmek ve taze bir dil yaratmak hem gerçekçi hem de akılcı olacaktır.’

Harold Saunders’in izinden giderek, bu kitabın amacının uluslar arası dinamikleri daha iyi anlamak ve eyleme yönelik öneriler oluşturmak üzere, gözlemlerimizi diğer paradigmalarla bütünleştirmemize yardımcı olacak yeni bir psikolojik mercek üretmek olduğunu söyleyebiliriz.

...Farklı etnik kökenleri olan komşuların psikolojisine bir örnek sunmak ve bu psikolojinin nasıl olup da politik, ekonomik, yasal ve askeri etmenlere egemen olan, göze görünmeyen bir odak haline gelebileceğini göstermek için bu çatışmayı kullanmak istiyoruz... Bu kitapta ilk olarak büyük grup komşuların psikolojisine genel bir bakış getirecek, sonra da Türkler ve Yunanlılar arasında Türk Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1071’de Malazgirt’te Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i mağlup etmesiyle başlayan karşılaşmaları ve düşmanlıkları ve bunların yanı sıra ortaklıkları tartışacağız.

...1999’a kadar Türk-Yunan politikalarında büyük bir değişme olmadı. Türkiye ve Yunanistan’daki 1999 depremleri ve iki tarafın karşılıklı yardım çabaları Türk-Yunan ilişkisinin rengini değiştirdi, bu yumuşama ve insancıllaşmaya bazıları ‘deprem diplomasisi’ adını yakıştırdılar. Fakat, Türk ve Yunan ilişkilerindeki değişmeler bu kitapta incelediğimiz ‘kimlik meseleleri’ni değiştiremez.

...Temel önermemiz şudur: Bir kez bu konu tam olarak anlaşıldıktan sonra, düşman imgesine ilişkin yapıların psikolojik analizi Türkleri ve Yunanlıları ayıran farklılıklara barışçıl çözümler getirmeye daha yakın tutumların geliştirilmesini adım adım kolaylaştırabilir. Amacımız Türkler ve Yunanlılar olduğu kadar, işin içinde olabilecek üçüncü tarafların da, genellikle dış politika ve uluslar arası ilişkilerin belirleyicileri olarak kabul edilen sözde ulusal egemenlik çıkarları, devletlerin hakları ve yükümlülükleri, ulusların prestij ve onuru, taktik-politika-strateji hesapları ve ‘reel-politik’ altında yatan derin ve karmaşık psikolojik gereksinimleri, güdülenmeleri ve kaygıları anlamalarına yardımcı olmaktır. Ayrıca bu kitabın derinlikli bir psiko-tarihsel ve psiko-politik analizin nasıl gerçekleştirildiğine bir örnek oluşturacağını umuyoruz.” (Volkan ve Itzkowitz, 2002)

Uzun bir alıntı olduğunun farkındayım. Lakin bu uzun alıntı, bir önceki uzun girizgahın niye yapıldığına dair gerekçemdir. Baştaki Saunders referanslı alıntı, gerçekliğin boşluk kabul etmeyeceği ve ortaya çıkmış boşluğun bir şekilde doldurulacağının ve aynı zamanda toplumların dişiyle tırnağıyla biriktirdikleri birikimin nasıl da hiçleştirileceğinin ifadesidir: Tarihin sonu zaten ilan edilmişti. Meğer ki, belirleyici öğe bilinçdışı süreçlerdir öyleyse tarih politik psikolojinin vargılarından başka nedir ki!.. Bu uzun geçmişin bilgisini soyutlamaya çalışan insan bilimleri geçersizdir ve sözkonusu inceleme alanı toplumların ilişkileri olduğunda biricik görevleri psikolojik çözümlemelere malzeme sunmaktır. Özellikle Batıda ve onca mücadeleyle elde edilen hukuksal normlar da geçersizdir ve bu geçersizliğin biricik sorumluları elbette görünür olanın ‘altında yatan derin ve karmaşık psikolojik gereksinimleri, güdülenmeleri ve kaygıları’ halledememiş Türkler, Yunanlılar ya da diğer halklardır. Bazen, mesela, deprem olur, Yunanlılar ile Türkler arasında yumuşama, ‘insancıllaşma’ belirtileri görülebilir. Bu normal bir süreç değil ‘deprem diplomasisi’dir. “Fakat, Türk ve Yunan ilişkilerindeki değişmeler bu kitapta incelediğimiz ‘kimlik meseleleri’ni değiştiremez.” Peki niye? Çünkü derinlikli psiko-tarihsel ve psiko-politik analiz öyle diyor. Bu ‘değiştiremez’ hükmünü içeren metafizik kabulle ilgili tartışmayı fizik bir alana taşımak mümkün mü?

‘Etnik ilişkiler psikolojisi’

İnsan doğar. Bu sözü sevmemek mümkün mü!.. Nebil Özgentürk’ün Bir Yudum İnsan belgeselinin laytmotifi. Öyle devam ediyor. İnsan yaşar...

Gelelim ‘Türkler ve Yunanlılar-Çatışan Komşular’ kitabının yazarlarının anlattığı öyküye. Kitabın adını, metin boyunca TY-ÇK kısaltmasıyla anacağım. TY-ÇK’yı şöyle özetleyebiliriz: Kitabın ‘Tarihe Psikolojik Bir Mercekten Bakış’ adlı ilk bölümü, temel psikolojik tezlerin ortaya konduğu bölümdür. Kitabın geride kalan kısımları ise bu ‘yeni psikolojik mercek’ ile tarihi yorumlama denemesidir.

İnsan doğar. Bebektir. Başlangıçta, ayrı bir kendilik(self) duygusu yoktur. Bebek büyür. Başlangıçtaki zihinsel karmaşa ilk üç yıl içinde gerçek ve bütüncül bir ‘Ben’ duygusuna evrilir. Yazarlara göre, bu evrimin öyküsü, bize Türkler ve Yunanlıların, tabi bu arada Filistinliler ve İsraillilerin, Hırvatlar ve Sırpların, Azeriler ve Ermenilerin niye çatışan komşular olduklarını anlamamız için kuramsal çatıyı sunacaktır. Küçük bir çocuk yaşadığı deneyimleri bütünleştirme yetisine sahip değildir; kendisine neyin haz verdiğini, ‘iyi’ geldiğini ve neyin acı verdiğini, ‘kötü’ geldiğini bilse de, iyi ve kötü’nün aynı ‘nesne’den gelebileceğini, emziren anne ile mesela işe gidip geciken annenin aynı kişi olduğunu algılayamaz. Siyahın siyah, beyazın beyaz ve birçok deneyimin ise gri olduğunu öğrenmesi zaman alır. Bu öğrenme sürecinde çocuğun kendine ait belli parçaları başkalarına veya şeylere yansıtması büyük bir rol oynar. Bütüncül bir ‘Ben’ duygusu için iki tip yansıtma işlev görür: çocuk kendi bütünlüğünü tehdit edici ve kabul edilemez bulduğu ‘kötü’ yönlerini diğerlerine yansıtır; ‘Ben’ değil, O(nlar) kötüdür, ve/veya, çocuk bütünleştiremediği ‘iyi’ yönlerini de başkalarına yansıtır. Yazarlar, “sanki kara bir günde kullanmak üzere bunları güvenceye almak istercesine” diye yazıyorlar. Çocuk, gelişimi boyunca, geçmişte bütünleştiremediği ve başkalarına yansıttığı iyi ve kötü yönlerini, sonradan kendilik temsiline katabilir. Bireyin yapabildiğini, Volkan ve Itzkowitz’e göre, Türkler ve Yunanlılar ve de başka komşu toplumlar yapamazlar, çünkü, çocuğun ait olduğu gruptaki yetişkinler tarafından bazı projeksiyonlar öylesine onaylanırlar ki, “grup projeksiyonları olarak yerleri sabitleşir.” Çocuk, bir etnik gruba ait olarak, gruptaki yetişkinlerin desteklediği ortak rezervuarları biriktirir. TY-ÇK’da, Volkan’a atfedilen tez şudur: ‘kötü’ ortak rezervuarlar paylaşılmış ‘öteki’nin(düşmanların) ve ortak ‘iyi’ rezervuarlar ‘biz-lik’in(müttefiklerin) başlangıcıdır. “Biz-lik’ ister bir klan, isterse herhangi bir büyük grup etiketi söz konusu olsun, etnisitenin çekirdeğidir ve ‘öteki’ genellikle komşu bir gruptur.”

Volkan ve Itzkowitz’e göre, genel bir ‘komşuluk psikolojisi’nden söz edilebilir. Yukarıda andığımız halklardan komşu olanlar, bilindiği gibi aynı toprak parçasında hak iddia etmektedirler. “Türk-Yunan yüzleşmesi ise başka bir paradigmadır... tüberküloz vakasında...” olduğu gibi. Biz, verem benzetimini ve Kuhncu bilim felsefesi açısından bir bilim alanında- ki yazarlar komşuluk psikolojisi ya da etnik ilişkiler psikolojisi adında bir bilimsel çaba içinde oldukları iddiasındalar- farklı olgulara göre paradigmanın değişemeyeceğine, eğer bir olgunun paradigmayı değiştirme gücü varsa artık o paradigmanın iflasından söz etmek gerekeceğine dair bilisizliği bir yana bırakıp özetimize devam edelim:

Kişinin kendilik ve başkaları duygusu erken dönemlerde ana hatlarına kavuşur ve bu biçimlenişte anne-çocuk etkileşimleri belirleyicidir. TY-ÇK’dan aktarıyorum: “Etnik gruplarda da gerçek dünyadan gelen belli unsurlar ilk önce anne-çocuk kanalından geçer, bu yüzden de gruptaki bütün çocuklar tarafından paylaşılır.” Bu cümleyi kavramakta güçlük çektiğimi ve bir totoloji tadı verdiğini itiraf etmek zorundayım. Psikanalizin ana tezlerinden birinin başına ‘etnik gruplarda da’ deyimini koymak, bireysel düzlemden toplumsal düzleme geçiş için yeterli midir?Ya da, “bu yüzden de gruptaki bütün çocuklar tarafından paylaşılır” yargısına ulaştıran nedenselliği anlamaya çalıştığımda, ulaştığım tek vargı: çünkü anneler de ‘etnik.’

“Anne-çocuk kanalından” geçen çocuklar “dünyaları genişleyip, babalar ve öğretmenler” gibi “grubun gelenek ve göreneklerine uygun tepkiler veren diğer önemli bireylerle” ilişkiye geçerler, başka ortak deneyimler edinirler. Babaların ve öğretmenlerin tümünün grubun gelenek ve göreneklerine uygun tepkiler verdiği, bu arada, günümüz modern toplumlarında tüm babalar ve öğretmenler için ortak referans sağlayacak bir gelenek ve görenek örüntüsünün önkabulü kanımca tartışmalıdır. Yine de bu kanımızı tartışmayı başka bir yazıya erteleyebiliriz. Zira TY-ÇK yazarlarının sözünü ettikleri toplumlar, bilinçdışı süreçlerin esaretine boyun eğmiş, geri kalmış, premodern düşmanlıklarının pençesinde devinen az gelişmiş güruhtan gayrı ne ki!..

Bu öykünün, TY-ÇK’da ulaştığı nokta şudur: düşman, bizi öldürdüğü için gerçek, etnik grubumuzdaki insanlarla ‘kötü’ projeksiyonlarımızı paylaştığımız için de ‘kötü’ ortak rezervuardır ve reel olarak her ikisidir.

TY-ÇK yazarları, bundan sonrasında gruplar arası ilişkiler üzerinde duruyorlar ve ‘seçilmiş travma’ ve ‘seçilmiş zafer’ kavramlarına, özellikle düşmanlıkları çözümlemede anahtar bir işlev yüklüyorlar. Kitaptan aktararak özeti bitiriyorum:

“Seçilmiş travma’ terimini, bir grubun üyelerinde başka bir grubun üyeleri tarafından aşağılanmışlık ve mağdur edilmişlik şeklinde yoğun duygular uyandıran bir olay anlamında kullanıyoruz.

Grup travmatik olayın duygusal anlamlarını(ruhsal temsiller) ve duygusal incinmelere karşı ruhsal savunmaları kimliğinin özüne çeker, ve bu incinmişlik ve utanç biçimindeki ruhsal temsilleri ve bunlara karşı savunmaları yılmadan kuşaktan kuşağa aktarır. Seçilmiş travmaların ve bunlara karşı savunmaların ruhsal temsilleri, etnik kimliğin yaşamsal belirteçleri halini alır. Bir travma bir kez seçilmiş travma haline geldikten sonra, bununla ilgili tarihsel doğrular önemini yitirir. Olayın ve bununla ilişkili savunmaların ruhsal temsilinin grubun etnik kimliği üzerinde oynadığı merkezi rol en önemli konuma oturur. Genellikle majör bir seçilmiş travma geçmişten ve gelecekten buna benzer travmalarla yoğunlaşır...

Bir seçilmiş travma bir kuşaktan diğerine aktarıldıkça işlevini değiştirebilir, ya da daha yakın bir travmayla bağlantılandırılarak yeni bir duygusal güç kazanır.

Geçmişteki travmaların ruhsal temsillerinin yası tutulamadığında en sık karşılaşılan sonuç çeşitli arındırma ayinlerinin yerleşmesidir... Grup düşmanı kirli olarak görmüşse, kendini temizleme gereksinimi duyacaktır...

‘Seçilmiş zafer’ bir grubun bireylerinde, diğer grubun bireyleri karşısında yoğun bir başarı elde etmişlik veya haklı bir zafer kazanmışlık duygusu uyandıran bir olaydır... Bu olaylar da grubun kendi(self) kimliğinin parçası haline gelir ve kolay kolay elden bırakılmazlar....”

Başlangıçlar: “Onlar en yiğit ve en kalabalık...”

‘Tarihe psikolojik bir mercekten bakış’ iddiasının önkoşulu herhalde tarihi öncelikle ihmal etmemek olsa gerek. Bakış için seçilen merceğin, gerçekliği çarpıtabileceği riski ise her zaman vardır. TY-ÇK’da bunun kanımca tipik örnekleri vardır. Kuram ne diyor: Türkler ve Yunanlılar, seçilmiş travma ve seçilmiş zaferleri olan birer komşu etnik grup olarak birbirlerinin ‘kötü’ ortak rezervuarlarıdır. Geriye kalan düşmanlığın değişmezliğini ‘kanıtlayacak’ tarihsel olguları ayrıştırmaktır. Söz konusu kitapta, tarihin bu ‘kanıt bulma’ sevdası yüzünden nasıl da eğilip büküldüğünün bir hayli örneği var. Ben iki örneği vermekle yetineceğim. TY-ÇK’da, ‘Türkçe Çeviriye Giriş ve Teşekkür’ bölümünde kitabın Türkler ve Yunanlıların tarihine dair ilk cümlesi: “Türkler ve Yunanlılar arasında Türk Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1071’de Malazgirt’te Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i mağlup etmesiyle başlayan karşılaşmaları ve düşmanlıkları...”

Tarih ile ilgili tartışmayı mümkün olduğunca kısa tutacağım. Özetlemek gerekirse:

Bir: Bizanslılar ile Türkler arasındaki ‘karşılaşmaların ve düşmanlıkların’ tarihini Malazgirt ile başlatmak, konuyla ilgili bunca kaynak varken, bir bilgi eksikliğinden çok, tarihi ‘psikanalitik mercekle’ okumaya uygun hale getirmenin sonucudur. Türklere, daha doğrusu Türkomoğol kavimlere ilişkin en eski imgeler, her türlü komşuluktan, temastan çok, belirsizlikten köken almıştır. Uygarlık tarihinde, ‘uysal’ yerleşikler ile ‘saldırgan’ göçerler arasındaki gerilim etkin bir rol oynamıştır. Şüphesiz, Batı uygarlığına da analık, günümüzde yaşananları düşününce belki de babalık(!), etmiş Mezopotamya uygarlığı incelendiğinde görülür ki, Freud’un sözünü ettiği Helen-Barbar ikiliği, çok daha öncesinde Kuzeyli kavimler ile Sümer şehir devletleri arasında yaşanmıştır. Uygarlığın merkezi, Kuzeyli kavimlerin saldırılarıyla tarih boyunca kuzeye göç etmiş ve Mezopotamya birikimi Troya’dan taşarak Helen’e maya olmuştur. Geçmişin ‘kuzeyli barbarları-uygarlık yıkıcıları’, fetheden fethedilir yasası uyarınca uygarlığın yeni temsilcileri olmuşlardır.

İki: Batı Gök Türkler, Bizans ile temasa geçen ve Türk adıyla anılan toplulukların ilkidir ve bu ilk teması, Volkan ve Itzkowitz’in Malazgirt’i düşmanlığın miladı yapıp yazmalarının aksine Türk-Bizans dostluğunun başlangıcı olarak kaydetmek gereklidir. Batı Gök Türk konfederasyonu, yine Türk boylarından kabul edilen Basmıl, Uygur ve Karluk saldırılarıyla dağılsa da, Türk adı, özellikle Bizans’ta kalmıştır. VI.yüzyıl Bizans kaynaklarında Orta Asya Turchia adıyla anılmaktadır. Bu yüzyılın sonlarına ait Bizans kaynaklarında, çıkar birliğinin gereği olarak, Türkler hakkında övgü dolu cümlelere sıklıkla rastlanır. Simocatta’lı Théophylactos şunları yazmaktadır: “...Onlar en yiğit ve en kalabalık ulustur. Yeryüzündeki hiçbir halk büyüklükte onlarla kıyaslanamaz...”(Yerasimos,18-19).

Karşılaşmanın kısa öyküsü ise şöyledir: Bizans ile sürekli savaşlar yapan Sasaniler, ipek ticareti tekelini sürekli ellerinde tutmayı isterler. Batı Gök Türk Kağanı İstemi Han, Batıya geldiğinde önce Sasaniler ile ittifak yapar... Lakin nüfuz alanında giderek güçlenen ve İpek yolu ticaretinde söz sahibi olmak isteyen Türkleri kısa sürede bir tehlike olarak görürler ve siyasalarını bu temelde kurarlar. Bu siyasaya bölgede verilen tepki ise Gök Türk-Bizans ittifakıdır.

Üç: Bu ittifak, Bizanslıların, Gök Türklerin istemediği biçimde Avarlarla anlaşma yapmaları ve kendi iç karışıklıkları, özellikle Ermeni isyanı ile birlikte uzun ömürlü olmaz. Bu kısa sürede, ticaretin gelişmesiyle Konstantinopolis ‘sakinleri’ arasında Türkler’in de yer aldığı anlaşılıyor. 575’te, Konstantinopolis’ten yola çıkan Bizans elçisi Valentinus’un yanında 106 Türk vardır. Valentinus’un ve bu Konstantinopolisli Türklerin amacı İstemi ile ittifakı yenilemektir. Elçi, ancak İstemi’nin yasına yetişebilir ve yerine geçen Tardu ittifak yapmaz. Valentinus’un başına gelenleri Ligeti’den aktarayım:

“Onu(Gök Türk kağanını) en büyük yas arasında rahatsız etmişlerdi, üstelik bu yasa iştirak edecekleri ve suratlarını bıçakla çentecekleri yerde arsızca kendilerini müdafaaya yeltenmişlerdi. Valentinus ve arkadaşları, ne süslü sözlerin ne de karşılık vermenin fayda etmiyeceğini gördüler. Yapılacak bir şey olmadığından çaresiz üzerlerine zorla yükletilen yasa uyarak, inanmadıkları halde yine acele hançerlerini çıkarıp yüzlerini yaraladılar ve sonra bu duruma boyun eğerek, yapmacık bir kederle, günlerce süren yas törenini seyrettiler. Bir gün ortaya dört Gök Türk esiri getirdiler, dördü de bağlıydı; sonra hanın rahmetli babasının, Sizabulos(İstemi Han)’ın sevgili atlarını çektiler, ölüye onlarla haber salacaklardı...” (Ligeti, 72).

Bu etkileşimler tarih boyunca iyi izlendiğinde Türk imgesinin, öncelikle ‘uygar’ Güneyin, ‘barbar’ ve o ölçüde de ‘öteki’ olmaktan çok kim olduğu belirsiz Kuzeyli kavimlere uygun gördüğü sıfatlarla ifade edildiği, “zamanla Türkler uzak kuzey halkı belirsizliğinden çıkınca, onlarla ilgili olarak edinilen bilgilerde bir belirginleşme ve onlara karşı duyulan endişede de bir azalma” olduğu belirtilmektedir(Yerasimos,18). Sonrasında çıkar birliğine ya da çatışmasına göre bu imge, ‘en yiğit’ halktan ‘en korkunç’ halk sıfatlarına değin bir spektrumda değişir. Türkler’in göç yolları Ege kıyılarına dayandığında, onların dilinde Anadolu hala Rum iliydi. Haçlılar ise ‘kutsal toprakları kafirlerden kurtarmak için’ yollara düşüp Anadolu’ya girdiklerinde, Anadolu’nun insan dokusunun ve dilinin hızla değiştiğini gördüler ve Türklerin Rum dedikleri topraklara Turchia adını verdiler.

İzleyen süreç, özelde Türkler’in, genelde ise Orta Asya bozkır kavimlerinin göçebelikten yarı göçebeliğe ve yerleşikliğe uzanan öykülerinde kaydı eksik tutulmuş olsa da bilinçdışı psikolojik gereksinimlerinden çok görünür gereksinimlerinin belirleyici olduğu ve kavimler arasında coşkulu etkileşimlerin gerçekleştiği bir süreçtir.

Dört: Selçuklu Tarihine baktığımızda yine Türkler ve Bizanslılar’ın karşılaşmalarının miladı Malazgirt değildir. Alparslan’ın atası ve İran Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey döneminde, XI.yüzyılda bölgede iki ittifak izlenmektedir: Selçuklu-Abbasi ve Bizans-Fatimi. Tuğrul-Halife ittifakında Tuğrul’un şahsında Selçuklular’ın konumu TY-ÇK yazarlarının yazdıklarının aksine bir mürit ilişkisi değildir ve nihai ulaştığı nokta, kısmi araziye sahip halifenin vasalleşmesi olmuştur. Yine yazarların yazdığının aksine Selçuklular’ın İslam ile kurdukları bağın ortodoks olduğunu kabul etmek güçtür. Bu mücadelelerin siyasal iktisat temeli açıktır: Uzakdoğu deniz ticareti yollarını denetim altına almak. Basra Körfezi-Bağdat yoluna karşın, Bizans Fatimi ittifakı İskenderiye-Kızıl Deniz yolunu güçlendirmek gayretindedir. Bunda da başarılı olurlar; Mısır zenginliğin, Bağdat ise fakirliğin yoluna girer. 1055’te, yani Malazgirt’ten 16 yıl önce, Bizans, Selçukluların etkinliğini kabullenir; Konstantinopolis’deki camide hutbe, Tuğrul’un isteği doğrultusunda ve Bağdat’taki halifenin adına okunur.

Bizans ile yoğun çıkar çatışmalarının yaşandığı bu dönemde Ermeni vakayünivist Urfalı Mateos, XI. Yüzyılda Anadolu’ya yerleşmeye devam eden Türkleri ‘Kam’ın oğulları’ sıfatıyla anmaktadır, kam şaman demektir ve Türkleri nitelemek için kullandığı diğer sıfatlar, ilk Bizans-Türk karşılaşmasının kayıtlarındaki ‘en yiğit’ sıfatıyla hiç örtüşmez:

“467 nci yılın (17 Mart 1018- 16 Mart 1019) başlangıcında, mukaddes Haça tapınan bütün hıristiyan halk, Allah’ın hiddetine maruz kaldı. Öldürücü nefesli ejder, kasıp kavuran ateşle beraber ortaya çıktı ve Ekanimi Selase’ye tapınanları vurdu. Resul ve peygamber kitaplarının temelleri sarsıldı. Çünkü kanatlı yılanlar, bütün hıristiyan memleketlerini ateşe vermek üzere geldiler. Kana susamış yırtıcı hayvanların ilk zuhuru böyle olmuştur.” Kitabın editörlerinden Edouard Dulaurier, sözü edilenlerin “Bizans müelliflerinin ‘Ouzes’ Arapların da ‘Ghozz’ tesmiye ettikleri Selçuklu Türkleri” olduğunu dipnotla belirtmektedir. (Urfalı Mateos, 48-50)

Beş: Malazgirt savaşı, öyle görünüyor ki, Türkler’in bir fetih savaşı olmaktan çok, Selçukluların bile zaptedemediği Türkmen yağmalarını kontrol altına almak için Bizans’ın savunma savaşıdır. Alparslan’ın ise gönülsüz bir fatih olduğu, Romanos ile hiç savaşmak istemediği biliniyor. 1071 Ağustos’unda Malazgirt’te karşılaşıyorlar. Bizans’ın merkezi gücünü, feodal beylere karşı, yeniden inşa etme gayretindeki Romanos yeniliyor, bizzat Sultan tarafından kucaklanıyor ve yolcu ediliyor. Konstantinopolis’te yeni imparator tahta geçmiştir. Romanos’un ise gözlerine Ermeni prensleri tarafından mil çekilir...

Malazgirt’in en kesin sonuçları: Türkmen akınları hız kazanır, Bizans’ın merkezi gücü onulmaz bir yara alır, birbirleriyle mücadele halindeki Bizans feodallerinin oluşturduğu ortamda Anadolu içlerine yerleşmeler başlar. Malazgirt’ten 3-4 yıl sonra Ege kıyılarında bile Türkmen toplulukları yerleşir.

Altı: Kutalmışoğlu Süleyman İznik’te çevresine topladığı Türkmenlerle birlikte kendi devletini kurar. Fetheden fethedilir yasası işler. Büyük Selçuklu-Bağdat Halifeliği karşısındaki tutumu, Bizantendir. Kilikya’da iken Antakya’dan davet alır. Savaşmadan Antakya’ya girer. Komşusu Halep egemeni Müslim, Süleyman’ı Filaretos gibi ‘Bizans Valisi’ sayar ve ondan Bizans’ın ödediği vergiyi ister. Süleyman ise İslam olduğunu bu nedenle de kendinden cizye istenemeyeceğini ileri sürer. İtirazı Bizans sayılmaya değildir, zira, Halep egemeninden Bizans sınırları içinde olup da aldığı kaleleri geri vermesini talep eder, Bizans mirasçısı gibi davranır(Avcıoğlu, 1587-1589).

Yedi: Anadolu, fonda devletlerin çatışmalarının yer aldığı, gerçekte ise kavimsel ve dinsel çatışmalara indirgenmesi mümkün olmayan ve buluşmalar ve etkileşimlerle belirgin bir ortaçağ yaşamıştır. Bu özgünlüğün bir örneği Pavlakiler(Paluicien)dir. Bunlar Hıristiyan olsalar da Bizans’a ve kilisesine düşmandırlar. Bizans’a karşı İslam güçleriyle birlikte savaşırlar. Avcıoğlu, Pavlaki inancını Orta Asya Türkleri ve Uygurların da benimsedikleri düalist Manicilik’e dayandırır. Pavlakiler, görünen dünyayı ve insan bedenini kötü, göksel dünyayı ve insan ruhunu iyi olarak kabul ederler. Görünen iktidarı ve kiliseyi kabul etmezler. Daha sonra Babailer İsyanı’nda da önemli yer tutacak olan Divriği çevresinde toplanırlar. IX.yüzyılda İslam güçleriyle ittifak halinde Ankara’yı alıp Marmara’ya ilerlerler, fakat yerleşemezler. Marr, üç inanç; Pavlakilik, Kürtlerdeki Yezidilik ve Anadolu Türk Dervişliği arasında bağlantı görür (Avcıoğlu, 1525). Selçuklular’da Sünni Bağdat Halifesi ile kurulan ittifakı ve sonrasında yaşananları bir dinsel bağnazlıkla, hatta bir İslam-Hıristiyan çatışmasıyla açıklamak olası değildir. Daha geç zamanlarda bile Selçuklu sarayının ‘tam müslüman’ olduğuyla ilgili şüpheler bizzat Müslümanlarca dile getirilmiştir. Halep Atabeyi Nureddin Zengi’nin XII.yüzyılın ikinci yarısında elçiler göndererek II.Kılıçarslan’dan inanç yenilemesini istediği aktarılmaktadır(Gordlevski, 306).

Sekiz: Bizans ile Büyük Selçuklular arasındaki çatışmanın siyasal iktisadi temelleri, yukarıda değindiğimiz gibi, açıktır. Bu çatışmayı biçimlendiren siyasal çatı ise, Bizans ile Selçukluları da önceleyen ve günümüze bile yansımaları olan Roma-İran mücadelesinin ektiği geleneklerdir. Büyük Selçuklular’ın aynı zamanda İran Selçukluları olarak adlandırıldıklarını ve devlet geleneğinin temellerinin Nizamülmülk’ün kişiliğinde en yetkin ifadesini bulmuş İranlı vezirlerce atıldığını biliyoruz. Buna karşın Anadolu Selçuklularının aynı zamanda Rum Selçukluları olarak adlandırıldıklarını, İrani öğelerin korunduğunu ve bunlarla birlikte saraylarında Rum etkisinin belirginleştiğini, hatta I. Kılıçarslan’ın oğullarından Muizeddin Kaysarşah’ın adında kayzer ve şahın birlikteliğinin, ya da Bizans’tan Selçuklular’a geçmiş bazı yüksek görevlilerin yazdığı Farsça metinlerin gösterdiği gibi Bizans-İran sentezinin ‘aceleci’ örneklerinin ortaya çıktığını biliyoruz. Rum asıllı Selçuklular’dan birinin adı Hass Oğuz, yazdığı bir metnin adı “Munazarai çenguşarap”, çalgı ile şarap arasında tartışmadır. Bunlarla birlikte, eski Türk inançları da canlılığını koruyordu. XIII.yüzyılda Selçuklular’a karşı başta Türkmenler olmak üzere, her dinden köylünün katıldığı Babailer isyanının önderi Baba İshak yakalanıp asıldığında izleyicileri onun öldüğüne inanmamışlardı(Gordlevski 294-299, Çamuroğlu, 176). Yine Bizans-Büyük Selçuklular nüfuz alanı mücadelesine uygun olarak Rum Selçukluları-İran Selçukluları mücadelesinin dönemin kaynaklarında da, örneğin “Rum u Şam begleri” ve benzeri deyişlerle kaydedildiği belirtilmektedir.(Gordlevski,288). Günümüzden eklenecek olan ise, resmi eğilim ne olursa olsun, bugün halk hiçbir çekince olmaksızın Modern Türkiye’nin Avrupa kıtasında kalan toprakları Rumeli olarak anmakta, benimsemektedir.

Konstantinopolis-Kudüs-Edessa...

TY-ÇK kitabında, tarihi politik psikolojinin hizmetine sunarken eğip bükmenin başka örnekleri de var. Yazarların, Yunanlılar için başlıca ‘seçilmiş travma’ ve Türkler için ‘seçilmiş zafer’ olarak gördükleri Konstantinopolis’e dair öykü bunlardan biri. “Mayıs 1453’teki o unutulmaz gün bir bağ kopmuştu. Kayıp bütün Hıristiyan dünyasına aitti.”(Volkan ve Itzkowitz,55).

Kaybın ‘hangi dünya’ya ait olduğu, Konstantinopolis’e nereden baktığınızla ilgilidir. Yakındoğu tarihini ve bu tarih üzerinde bugün de izleri görülebilen Mezopotamya Uygarlığını ‘başka dünyalar’ı referans alarak değil de kendiyle okuyunca görülecek ki, kayıp öncelikle Konstantinopolis’e aittir.

Sumer’den bugüne, Yakındoğu şehirlerinin öykülerine bakmaksızın bunu anlamak güçtür. Meğer ki ‘çözülmemiş’ yaslardan söz edeceğiz, bilinen ilk ağıtların, Mezopotamya’daki Sumerlilerce, Kuzey kavimlerince yıkılmış surlara gidip şehirlerine yakıldığını bileceğiz. Konstantinopolis’in alınmazlığının simgesinin surları ve Osmanlılarca alınma öyküsünün aynı zaman da surların yıkılış öyküsü olduğunu bileceğiz. Kudüs’te, bugün hala Yahudilerin Süleyman’ın yıkılmış mabedinin duvarına ‘ağlama duvarı’ dediklerini ve orada ibadet ettiklerini, bu geleneğin tapınak merkezli Sumer şehir geleneğiyle dolaysız ilişkisini bileceğiz. Eski adı Edessa olan ve İsa’ca kutsanmışlık efsanelerine sahip Urfa’da bugün hala ağlamak eyleminin ‘ağıt geldi’ deyimi ile karşılandığını bileceğiz. Konstantinopolis-Kudüs-Edessa üçlüsünün dinler tarihindeki önemlerini ticaret yollarından ayrı düşünmenin güçlüğü bir yana, bu üç şehrin ve benzerlerinin mayasına sinmiş kutsallığın kökenlerinin bir dine bağlanmayacak denli arkaik olduğunu, temel kurumlarıyla halen içinde değindiğimiz uygarlık sürecinin başlangıcına götürülebileceğini bileceğiz.

Eudes de Deuil, XII.yüzyılın ilk yarısında Konstantinopolis için “Diğer kentleri zenginlikte olduğu kadar, günahta da geride bırakır” diye yazmaktadır(aktaran Ducellier,17). Şehre dair en eski kayıtlarda bile vurgulanan iki özelliği, savunmaya hizmet eder: şehri çevreleyen deniz ve büyük surlar. Şehir nüfusunun egemen unsuru Yunanlılar olsa da, bu durum, siyasi ağırlığın da onlarda olduğu anlamına gelmiyordu. Özellikle Ermeniler’in etkinliğinin ağırlığından söz edilmektedir. 1204’te, şehrin Müslüman kolonisi için en az iki cami vardı ve “Bu unsurların neredeyse tamamı, bütün çeşitlilikleri içinde imparatorluktan çıkmıştı veya ona kültürel olarak bağlıydı; öyle ki bazıları kültürlerinin simgesi-Slav veya Ermeni kiliseleri, sinagoglar veya camiler- çevresinde toplanma eğilimi gösterse de, bunların ayrı semtlere bölünüp kapatılması söz konusu değildi.”( Ducellier,25).

Konstantinopolis, ilk 1204’te, Haçlılarca düşürüldü ve şehrin kaderinin Hıristiyanlık ile özdeşleşmesinin ciddi zedelenmesi bizzat ‘Batılı barbarlar’ eliyle oldu. Yakındoğu ‘şehir’ kültüne uyan bir şekilde dünya tasavvurunu ‘şehir ve surların dışında kalan yerler’ olarak biçimlendiren ve barbarlığın Hıristiyanlık içinde eriyeceğine dair imparatorluk idealini yayan Konstantinopolis’te, “Hıristiyan barbarların da artık var olduğu zorunlu olarak kabullenildi.” (Ducellier,58). Bu kabullenişe, başka olgular eşlik etti; İran Körfezi’nin doğu kıyısındaki Sincar’da doğmuş ve Konstantinopolis’te on iki yıl kaldıktan sonra ülkesine dönmüş bir tüccar olan Hacı Abdullah bin Muhammed bin Abdurrahman adlı zatın şehirle ilgili gözlemleri, daha önceki tanıkların paylaştığı imgeyle buluşur; şehir bir yeryüzü cennetidir, kutsaldır, eninde sonunda takdir-i ilahi gerçekleşecek, Müslümanların olacaktır... Mansouri, bu tüccarın ‘Hacı’lığının, İstanbul’u ziyaret eden Müslümanların hacca gitmiş gibi davrandığının işareti olabileceğini belirtmektedir. Yine Mohamed Tahar Mansouri’nin, Haçlılara karşı ittifak kuran Bizans ile Müslüman Doğu’yu ‘Düşman kardeşler’ olarak nitelemesi de ilginçtir.

TY-ÇK yazarlarının, Türkler ve Yunanlılar’ın ‘çatışan komşular’ olmalarını gerekçelendirdikleri ‘seçilmiş travma-seçilmiş zafer’ Osmanlılar’ın İstanbul’u fethidir. Volkan ve Itzkowitz şunları yazmaktadırlar: “Yunanistan’ın Türklerle olan saplantısının altında yatan etmenler bilinçdışı kurban edilmişlik duygusuyla birlikte Helenizmin bilinçli şekilde ülküleştirilmesidir... Grubun psikolojik gereksinimlerini doyurmak için muazzam enerji harcanmaktadır(sözgelimi askeri harcamalar) ve bu saplantı Yunanistan’a pahalıya patlamaktadır. Eartha Kitt’in ‘İstanbul, Konstantinopolis değil’ şarkısını hep bir ağızdan söylerse Türkiye ve Yunanistan daha iyi komşular olacaktır. Zaten durum 1453 yılından beri şarkıdaki gibidir.” (Volkan ve Itzkowitz,242).

Hep bir ağızdan şarkı söylemeye bir itirazım elbette yok, lakin söylenecek şarkıyla ilgili tereddütlerim var. Mesela, Nazım’ın, yedi tepeli şehre hasret yüklü dizelerle yazdığı ‘Karlı kayın ormanı’nı, Maria Faroundri’nin insanda Rumca öğrenme isteği uyandıran sesi eşliğinde söyleyebiliriz. “İstanbul Konstantinopolis değil’e gelince, şehrin adının serüvenini izlemek bile durumun yazarların belirttikleri gibi olmadığı konusunda bizi uyarıyor: X.yüzyılda Konstantinopolis’i ziyaret eden Mesudî, “Rumların Konstantinopolis’e Bolin veya imparatorluğun başkenti olduğunu ifade etmek istedikleri zaman, İsten Bolin dediklerini, ama Konstantiniye adını kullanmadıklarını, sadece Arapların kenti bu isimle” andıklarını belirtiyor(aktaran Mansouri, 160). Osmanlılar, şehre Arap-Müslüman geleneğine uyarak Konstantiniye adını veriyorlar, ancak halk daha önce Bizanslıların yaptığı gibi İstanbul diyor.( Mansouri,167).

Başka öyküler de var

Toplumların ilişkilerini, devletlerin ‘resmi’ ideolojileriyle kavrama çabası da bir yoldur. Halkların tarihini devletlerin çıkar çatışmaları ile yazmak en bildik olandır. Fakat başka öyküler de var:

Çocukluğum Tokat’ın bir dağ köyünde geçti. Yerleşiklik öyküsü, ilk gelen kuşaklardan başlayan soyağaçları dikkate alındığında XIX.yüzyılın ikinci yarısına rastlıyor. Köyümde oynanan ve belirgin şamanistik özellikler içeren saya oyunları göç yollarının onlarca işaretleriyle doluydu. Bu Türkmen köyünde doğup büyümüş annem, İstanbul’a göç ettikten yıllar sonra bile, yeterince kalın giyindiğimizi düşünmediğinde şöyle uyarırdı: “Kış gününün iyiliğine, Osmanlı’nın dostluğuna güven olmaz...”

Bizans’ta ‘Rumluk’, Selçuklu’da ‘Türklük’ vardır, lakin, bu iki kavramı bugünün etnisite ve ulusçuluk bilgisiyle anlayabilmek pek mümkün değildir. Zira, gördüğümüz gibi, Romanos’un ordusunda on beş bine yaklaşan paralı Türk askeri varken, aynı Romanos kendi Rum vasallerine, bu arada Ermeni vasallerine de güvenememiştir. Yine Selçuklular döneminde belirgin bir devlet sorunu haline gelmiş, Osmanlı döneminde çözülmemiş, isyanlara dönüşmüş ve Cumhuriyet dönemindeki siyasal düzeni de etkilemiş bir ‘Türkmen sorunu’ndan söz edilebilir. Batı kaynaklarındaki ‘Türk imgesi’ ile ilgili betimlemelerin benzerlerini Selçuklu ve Osmanlı kaynaklarında da bulmak olasıdır. Mevlana Celaleddin Rumi’nin ‘ne olursan ol, gel’ çağrısının, 1360’da ölmüş olan Aflâkî’nin geride bıraktığı ‘Ariflerin Menkibeleri’ adlı yapıtında yazdıklarına bakılırsa göçer Türkmenlere de yönelik olduğu şüphelidir. Başta Mevlana olmak üzere Mevlevi ulularının biyografilerini içeren yapıt Türkmenlere karşı hor görü cümleleri içermektedir.

Özellikle feodal topluluklar üzerinde egemenlik kurmak isteyen devletlerin merkezi otoriteyi güçlendirmede kullandıkları yönetme biçimlerini ve bunların doğurduğu çatışmaları halklarının ilişkilerine uygulamak TY-ÇK yazarlarının en önemli yanılgılarıdır. Uzun sürmüş ortaçağ tarihi, etnik kökenleri ortak olsa da, referans alınan merkezi güce, burada Bizans ya da Selçuklu’ya göre ‘iyi’ Türkler/Rumlar/Araplar veya ‘kötü’ Türkler/Rumlar/Araplar’ın değiştiği bir tarihtir de. Aşiretçiliğin kısmen de olsa korunduğu toplumların günümüzde aynı yarılmaya uğradıkları görülmektedir. Örneğin, Ortadoğu’da her devletin kendince ‘iyi’ Kürtleri-‘kötü’ Kürtleri vardır.

Başka öyküler de var: Urfa’da, ‘iyi’ Müslüman Harran’lı bir ağa ile konuşuyoruz. Konu: ‘Yahudi meselesi.’ Harran’lı ağa, çok şaşırtıcı bir şey söylüyor ve halen şaşkınlığım sürüyor: “Yahudilerle bizim kavgamız bellidir, elbette kavga ederiz, çünkü amca çocuklarıyız.” Burada ayrılığa değil, özellikle kan bağına yapılan vurguyu, eğer Harranlı ağanın, Mansouri’nin daha önce andığım ve Haçlılara karşı Bizans ve Müslüman ittifakını ifade etmek için kullandığı ‘düşman kardeşler’ deyimine yaklaşan sezgisini bir sapma olarak görmeyeceksek, nasıl anlayacağız?

Bu soruyu yanıtlamaya geçmeden önce bir öykü daha anlatayım: birkaç yıl öncesinde, Berna Laçin’in becerisiyle popüler olmuş bir çocuk yarışması vardı. Bir zaman sonra farklı şehirlerde yapılmaya başlandı. Urfa’da, Urfalı çocuklarla yapılan bölümünü anımsıyorum. O dönemki sunucu, çocuklardan birine “Sizin kan davalınız var mı?” diye sordu. “Evet” yanıtını alınca da, olanca körlüğüyle “Onlara söyleyebileceğin bir şey var mı?” sorusunu yöneltti. Aldığı ders ise ciltlere bedel: “Yok... onlar beni izlemez ki!..”

Kan davası, feodal değerler silsilesinin göverdiği ve en kesif ifadesini bulduğu olgulardan biridir. Namus, şeref söylemleri eşliğinde sıklıkla toprağa bağlı sorunlarda ortaya çıkar. Modernitenin kavramlarıyla yorumlandığında bir toplumdaki ‘gerikalmışlık’ öğelerinin başında gelir ve şiddeti, Volkan ve Itzkowitz’in, aralarında toprak sorunları olan komşu devletlerin yaşadıklarına dair söylediklerine benzer bir şekilde barış olanaklarını azaltır. Söz konusu sosyokültürel çevrenin önerdiği çözümler dışında kalan çözüm önerileri kabullenilmez. Örneğin, cinayeti işlemiş olan kişi, aileler arasında barış sağlanmamışsa, mahkemeden müebbet de alsa diğer ailede bu durum bir ‘rahatlama’ sağlamaz. Kan davası durumlarında, sıklıkla, topluluğun ileri gelenleri öncü olurlar ve kültürel çözümler devreye sokulur. Nedir bunlar: kan bedelidir, bazen mağdur olan aileye gelin giden bir kızdır... Barış sağlanmışsa, şiddet, kurbanlar kesilerek ve bir şölenle sağaltılır.

Biz ve onlar diyalektiğinde, Harranlı ağanın, İshak ve İsmail dolayımıyla Yahudiler ve Arapların amca çocukları olduğuna dair vurgusunu düşünürsek, karşıtların birliğini kavrayabiliriz. Kökensel olanın çatışma olmadığını, ister aileler, ister aşiretler, isterse halklar arasındaki düşmanlıkların siyasal iktisat temelinde ve egemen değerlerce tarif edilmiş ve türetilmiş olduğunu da anlayabiliriz.

Küreselleşme: küresel feodalizm mi?

Geriye, politik psikoloji ile ilgilenenlerin niçin bunun tersine, komşu halklar arasında ‘kan davası’nı öne çıkardıkları ve toplumların ilişkilerine buradan baktıkları kalıyor.

Bunu yanıtlamak için, giriş bölümünde değindiğimiz psikanalizin serüvenine dönmeliyiz.

Yine önce bir öykü: Urfa’dan Antep’e yol alan bir otobüs. İki kişi sohbet ediyorlar. Tanışma faslından sonra Antepli olan: “Benim oğlanlardan birinin aklı diğer çocuklara göre seyrekti. Urfa’da Dergah’a götürdüm. Birkaç gün sonra dönüp alacağım.” diyor. Urfa’lı olan ise şunları söylüyor: “Benim karı da öyleydi. Vurup kırıyordu. Evde çocuklara kıymasın diye bıçakları saklıyordum. Şıha, ziyarete götürdüm... En son doktor bir ilaç verdi. Öyle sessiz oturuyor, hiç değilse zararı yok...” En son bir tavsiye cümlesiyle sohbetin bu faslını noktalıyor: “Sen oğlunu doktora götür, onda cin değil psikoloji var...”

Dünyaya nasıl bakarsanız, dünya size öyle görünür. Nasıl ki günümüz tıbbında, kan hücrelerini, mikropları, kromozomları ayrıntısıyla tarif eden uzmanlar varsa, Sumer’de, Babil’de, Asur’da cinleri aynı açıklıkla gören ve tarif eden ‘uzmanlar’ vardı. Dünya’ya bakışları; birlik duygu büyüsü ile ve her şeyin canlıllığına inançla ve bakma biçimleri; esrime ve sihir ayinleri ile cinler bu ‘uzmanlar’ için apaçık şeylerdi. Şimdi psikoloji var. Ne diyordu, Volkan ve Itzkowitz’in ‘izinden gittikleri’ Harold Saunders: ‘Eski mercekler artık dünyayı odaklayamadığı ve geleneksel söz dağarcığı doğru olarak tanımlayamadığında, yeni mercekler üretmek ve taze bir dil yaratmak hem gerçekçi hem de akılcı olacaktır.’ Kuhncu bilim felsefesinin, olağan bilim iş görmezse, bilimsel bir devrimle paradigma değişikliği yaşanacağı varsayımının başka kelimelerle ifade edilmesini içeren bu cümlede bizzat Kuhn’un tahrifi de var. Kuhn’da, bildiğimiz odur ki, ‘yeni mercekler üretmek...’ gibi bir görevden ya da farklı paradigmalar arasında ‘gerçekçi.... akılcı’ ayrımlarından söz edilmez. TY-ÇK yazarları ise şunları yazıyorlar: “Harold Saunders’in izinden giderek, bu kitabın amacının uluslar arası dinamikleri daha iyi anlamak ve eyleme yönelik öneriler oluşturmak üzere, gözlemlerimizi diğer paradigmalarla bütünleştirmemize yardımcı olacak yeni bir psikolojik mercek üretmek olduğunu söyleyebiliriz.” Daha önce de işaret ettiğim gibi, Saunders’in tilmizleri Volkan ve Itzkowitz de ‘farklı paradigmaları bütünleştirmekten’ söz ettiklerine göre Kuhn bilim felsefesinden bihaberdirler.

Yazarlar bilim felsefesinden olduğu gibi, Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda sıklıkla vurguda bulunduğu bilim tarihinden de habersizler. Modern bilim en büyük bunalımını tam da psikanalizin doğduğu yıllarda ve aynı kültür çevresinde yaşadı. Ünlü öyküdür: Newton fiziği, modern bilimin kuzey yıldızıydı. XX.yüzyılın başında görüldü ki, makrokozmosta işleyen Newton fiziği ve sarsılmaz nedensellik yasası, mikrokozmosta, atomaltı parçacıklar düzeyinde işlemiyor. Heisenberg bu bunalım için ‘Belirsizlik yasası’nı önerdi ve bunalım çözüme kavuştu. Doğa tarihinde böylesi bir nitel değişim örneği ve bilim tarihinde bu öykü varken, bireyin psikolojik gelişiminin yorumsamaya dayalı varsayımlarını ‘etnik ilişkiler psikolojisi’ ve benzeri adlarla halklara uygulama lüksünün kaynağı nedir? TY-ÇK yazarlarının Stein’in etnisite ile ilgili şu yargısını paylaştıklarını yazmaları hiç inandırıcı değil: “Kişisel ve toplumsal kimliğin bir göstergesi olarak etnisite doğası gereği bir kategori değil, bir düşünce modelidir.” Bu yargıyı, yani; etnisite tarifinin doğal bir sınıflamanın değil, bir düşünce modelinin, üstelik de üzerinde çeşitli görüş ayrımları olan düşünce modelinin ürünü olduğu yargısını paylaşmak ve buna rağmen makrokozmos-toplulukları bu tarife göre bölümlemek, sonra da mikrokozmos-bireyi anlamaya yönelmiş bir bilgi alanının, psikanalizin varsayımlarını toplumların ilişkilerine uygulamaya kalkışmak... Bu ne perhiz, bu ne ideoloji turşusu...

Toplumlar arasında çözümü neredeyse imkansız kan davaları vehmetmenin, birlikte yaşama erdemine işaret eden tutumları geçici yanılsamalar olarak görmenin, devletlerin güç ilişkilerini halkların düşmanlığı ile özdeşleştirmenin, siyasal iktisadın iktisat kısmını dumura uğratıp yerine psikolojiyi ikame etmenin ulaştığı ve eklemlendiği nokta ise bellidir; en son Irak işgali ile birlikte, devletler arasındaki anlaşmazlıkları çözmeye hizmet edecek uluslar arası hukuk iğdiş edildiğine, aralarındaki ‘kan davası’nın alevlenmesi riski yüksek olan devletlerin varlığı verili bir durum olduğuna ve ‘kimlik meseleleri’ nedeniyle bu duruma çare bulamayacaklarına göre bir efendiye gereksinim apaçıktır. Bu efendinin kim olduğuna dair bilgiyi ve erdemlerine bir örneği Volkan ve Itzkowitz veriyorlar: “1987’de Türkiye ile Yunanistan’ın Ege üzerindeki anlaşmazlık yüzünden savaşa girmesine ramak kaldı.... NATO ve ABD’nin ağır baskıları sonucunda iki taraf da savaşın kıyısından döndü.”(Volkan ve İtzkowitz, 162)

Kan davası, feodalitenin belirgin özelliklerinden biridir. Yazarların tarih anlayışlarının mantıksal sınırı bellidir: küreselleşme diye kavramsallaştırılan düzenin öngörüsü, belki de devletlerin beyliklere, parlamentoların savaş meclislerine, devlet başkanlarının vasallere dönüştürüldüğü, biat edenin korunduğu küresel feodalizmdir.

Anadolu’da cinlere hala inanılıyor ve özellikle değirmenlerde ve su başlarında varoldukları düşünülüyor. Tarımlı toplumlarda suyun disiplininin ve tahıl ambarlarının korunmasının önemi düşünüldüğünde cinlerin mekanlarının buralar olması anlaşılırdır. Volkan ve Itzkowitz, Urfalı yurttaşımız denli bir aydınlanmayı bile vaadetmiyorlar; toplumların tarihine psikolojik mercekten bakıyorlar ve nereye baksalar kendi cinlerini; seçilmiş travmaları ve zaferleri, çözülmemiş yasları ve en sonunda kardeşliğin imkansızlığını ve ebedi düşmanlıkları görüyorlar. Bilimsel temellerinin çok tartışılır olduğunu gösterdiğim TY-ÇK kitabının ahlaki temelleriyle ilgili yargıyı ise bu yanıyla okuyucuya bırakıyorum.*

*Bu yazıyı bitirdiğim günlerde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yönetimi sınır kapılarını açtı. Hayata gayri safi milli hasıla ve dolar kuru sınırlarında bakanların umdukları gibi Kuzey, Güney’e koşmadı. Ne oldu?.. İki halk, Türkler ve Rumlar, yoksul ya da zengin, ‘evlerini’ sevdiklerinin, bununla birlikte komşularını da sevebileceklerinin işaretlerini verdiler.

24 Ağustos 2007 Cuma

Panik Atak Hakkında Herşey

PANİK ATAK NEDİR?

Başta"Panik Bozukluk"olmak üzere,bir çok psikiyatrik bozuklukta ve bazı fiziksel hastalıklarda(Tiroid bezinin aşırı çalışması,kan şekeri düşüklükleri,enfeksiyon hastalıkları,kansızlık gibi...) görülebilen;aniden beklenmedik bir anda, herhangi bir yerde ortaya çıkan; yoğun kaygı-bunaltı,korku karışımı bir nöbettir.

Bu nöbet kişiye öylesine yoğun bir korku ve rahatsızlık duygusu yaşatır ki;kötü bir şey olacağı veya sonunun geldiğini ,öleceğini hisseder.Bu korku fırtınasını yaşayan insan ,doğal olarak o ortamdan ve durumdan kaçma,uzaklaşma davranışı gösterir,Bir an önce yardım alınabilecek bir sağlık kuruluşuna müracat edilir.....çoğu kerede hastane,doktor gördüğünde kişide rahatlama olur ve nöbet geçebilir...

Panik atağı yaşayanların bazıları,o esnada;kalp krizi geçirdiklerini ve öleceklerini hissederler.İlk defa hayatla ölüm arasındaki o ince çizgide, kendisini ölüme yakın hisseden kişi,büyük bir korku ve dehşet yaşar.Bazısı o an kim varsa, ona vasiyetini söyler.Telaş ve kaygıyla bir an önce acile-doktora yetişmek için etrafına yalvarır.Kimisi aklını kaçıracağını,felç geçireceğini,kontrolünü yitireceğini, düşüp bayılacağını hisseder...

Panikatak geçtikten sonra ;kişi üzerinden kamyon geçmiş gibi hisseder.Müthiş bir yorgunluk,isteksizlik,sese,gürültüye,kalabalığa,ışığa karşı tahammülsüzlük ortaya çıkar.Yatmak,dinlenmek en iyi bir seçim olur.Yanında güvendiği birisi olsun ama soru sormasın,fazla konuşmasın istenir.Bunlar zaten bir "harpten çıkmış" insanı daha da yorar...

PANİK ATAK TÜRLERİ

Beklenmedik Ataklar: Nedensiz,birden ortaya çıkan nöbetler,Panik Bozuklukta bu tür ataklar vardır.

Duruma bağlı olanlar:Korkulan bir kedi, köpek veya başka bir nesneyle yada bir durum karşısında ortaya çıkar.

Durumsal yatkınlık gösterilen panik ataklar:Genellikle destekleyici bir etken vardır,ama her zaman panik oluşmaz"örneğin araba kullanırken panik atak oluşmaktadır.Bazen araba kullandıktan sonra atak geçirmektedir...

Panik Atağın 13 bedensel bilişsel belirtisi vardır.Bunlardan 4 tanesinin olması nöbet için yeterlidir çoğunlukla 7-10 arası belirti yaşanmaktadır .Nöbet hızlı başlangıçlıdır,10 dakikada zirveye çıkar.Bazen yarım-veya bir saat sürebilir.

PANİK ATAK'TA GÖRÜLEN BELİRTİLER:
  • Çarpıntı,,Kalp atışlarını duyumsama,Kalbin yerinden fırlayacakmış gibi olması,göğüste basınç bazen sol kola yayılan ağrı ve uyuşmalar...

  • Terleme(Sıcak -Soğuk boşalımlar,bazen üşüme bazen alevlerin basması hissi)

  • Titreme-sarsılma-İtilme hissi

  • Boğulma ve nefes alamama hali(Boğazda düğümlenme veya bir yumru ,tıkanma hissi)

  • Soluğun kesilmesi(Derin nefes alma ihtiyacı, havanın yetmemesi gibi hisler)

  • Göğüste daralma,sıkışma,ağrı duyumsama

  • Bulantı,karında ağrı,şişkinlik , gaz oluşması,geğirti.(Bazen mideden başlayıp boğaza doğru yayılan kalkışma rahatsızlık hali)

  • Baş dönmesi,sersemlik hissi,düşecekmiş ya da bayılacakmış gibi olma hali

  • Derealizasyon(Gerçek dışılık duyguları panik yaşandığında olaylar bir sis perdesinin gerisinde algılanır,cisimler,küçülür her şey bulanıklaşır...yada depersonalizasyon(Benliğinden ayrılmış olma hali:sanki bedenle ruh birbirinden ayrılıyor ve kişide kendisini hissedememe, algılayamama, kendisine yabancılaşma durumu oluşur....)

  • Panik anında kontrolünü kaybedeceği yada çıldıracağı korkusu(Kendisine çocuklara,çevreye zarar verme korkusu)

  • O esnada"yaşamım buraya kadarmış"duygususu-ölüm korkusu

  • Ellerde,kollarda,bacaklarda,başta ve birçok yerde uyuşmalar,yanmalar karıncalanmalar, diken diken olma halleri

  • Üşüme, ürperme ya da ateş basmaları

PANİK ATAKLARIN GÖRÜLDÜĞÜ DURUMLAR


PSİKİYATRİK BOZUKLUKLAR


Panik Bozukluk:Panikataklar en sık ve en çok panik bozuklukta görülür.İleride panik bozukluk ayrıntılı anlatılacaktır...


Sosyal Fobi:Sosyal fobik bir insanda zaman zaman panik atak yaşayabilir.Karşı cinsle konuşma durumunda kalma,bir toplulukta bulunma ve göz önünde olma ,birileriyle tanışma ve göz göze gelme zorunluluğu,birilerinin önünde yazı yazma,bir şeyler yiyip içme ,başkalarının yanında çişini yapma durumlarında panikatak yaşanabilir.Kişinin elleri titrer,yüzü kızarabilir.Terleme ve ateş basması,şaşkınlık,konuşmada kekeleme ve şaşırmalar ortaya çıkabilir.Bu o anki zorlanma durumuna bağlı bir kaygı -panik durumudur.Diğer zamanlarda ,ya da kişinin bu ortamlardan kaçındığı zamanlarda panikatağı olmaz.Oysa Panik bozuklukta her hangi bir yerde ve her hangi bir zamanda;beklenmedik bir anda panikataklar ortaya çıkabilir.Sosyal fobikler çocukluktan itibaren sessiz, utangaç,çekingendirler.okullarda parmak kaldırmazlar.Tahtaya kalkmazlar. Kaldırıldıklarında yüzleri kızarır, bazen konuşamazlar, başları öne eğilir ve çok sıkılırlar ve utanırlar.Pek arkadaşları olmaz.


Özgül Fobi:Özgül fobide;korkulan,kaçınılan tek bir nesne yada bir durum vardır.Örneğin;kedi-köpek-böcek görülünce;yaralanınca,kan görülünce;uçağa binince panikatak yaşanır.

Posttravmatik Stres Bozukluğu(Travma sonrası stress bozuk.):Tehdit,ağır hakaret ve saldırıya maruz kalma,işkence,tecavüz olayları;deprem ve diğer doğal afetler,savaşlar gibi herkes için ciddi tehdit ve korku oluşturan durumlarda da zaman zaman panikataklar olabilir.Kişi yaşadığı olayları hatırlatan bir ses,görüntü veya herhangi bir uyaranla birden geçmiş acı,travmatik anlarına dönebilir.Bazen uykularından panikle uyanırlar.Kendisini hala savaşta,cephede hissedip sipere yatanlar olur.Deprem travmasına maruz kalanlar o anı aynen yaşayabilirler...

Akut Stres Bozukluğu:Posttravmatik stres bozukluğundaki gibi bir olayla karşılaşılmıştır.Ancak kişinin sıkıntıları olayı izleyen bir ay içerisinde ortaya çıkar. Belirti ve şikayetler en az iki gün,en fazlada bir ay sürmelidir.Ağır bir benlik çözülmesi, karmaşa hali vardır.Duygusal tepki kaybı,uyuşukluk,dalgınlık,yabancılaşma,gerçeği algılamada bozukluk ,kimlik duygusunda karmaşa ortaya çıkabilir.Bazen de panikatakta görülen çarpıntı,terleme,kızarma,yabancılaşma belirtileri görülür.


Genelleşmiş Anksiyete Bozukluğu:Anksiyete; kaygı, bunaltı,sürekli sıkıntı ve stres altında olma halidir.Bütün vucudu ve zihni etkilediğinde yaygınlaşmış demektir.Yoğunluğu artığında panikatak oluşabilir. Kişinin düşünce,duygu ve davranışları tamamen kaygı ve stres altındadır.Sürekli kötü bir şeyler olacağı endişesi vardır.En aşağı altı aydır her gün kaygı yaşanmaktadır. Bir çok olay ve etkinlikler hakkında abartılı kuruntular-evhamlar dikkat çeker.Kişi huzursuzdur.Sürekli yer değiştirir.Sabırsız ve sinirlidir.Kaslarında gerginlik ve ağrılar vardır.Çabuk yorulur,dikkati dağılır.Her şeyin en kötüsünü düşünür.Sese,gürültüye ve ışığa karşı aşırı hassastırlar.Aşırı heyecanlı ve telaşlıdırlar.Adeta diken üzerindedirler.Oturdukları koltukların uçlarına "emaneten" oturur gibiler.Erkeklerde erken boşalma ve başarısız olma korkuları vardır.Mide-barsak sisteminde gastrit-ülser sıktır.Sık sık tuvalete giderler.Aşırı terlerler.Avuç içleri hep ıslaktır.Bazıları bu kaygıyı bastırmak için alkol,kumar yada sex bağımlısı olur.Bazı hızlı çapkınlar bu kaygılı insanlardır.Bu kaygı-endişe hali yoğunlaştığında panikataklar ortaya çıkabilir.Bazen de birlikte görülebilirler.


Obsesif-Kompulsif Bozukluk(Takıntı-Saplantı-Titizlik Hastalığı):Takıntılı-titiz kişilik yapılarında olan insanlarda daha çok görülen bir hastalıktır.Saçma olduğu bilinmesine rağmen tekrarlayıcı davranışlar olabilir.

Örneğin:kapı kilitlendiği halde defalarca kontrol edilir.Hatta yollardan işten dönülerek,bazen komşuya kontrol ettirilerek emin olunmak istenir.Ellerini bir kalıp sabunla yıkadıktan sonra hala temizlenmediğini düşünen şahıs,başına, tasdik için birini dikebilir...İçinden kutsal değerlere isyan-küfür gelen kişi , sürekli dualar okuyarak kendisini temizlemeye çalışır.Bazılarında çocuklarına-yakınlarına zarar verme korkusu ortaya çıkınca, onlarla yalnız kalmamaya çalışır.Kesici aletleri ortadan kaldırıp.hatta evden uzaklaştıranlar olur.Kimisi mikrop kapıp hasta olmaktan korkar. Bir yere dokunmaz. Ellerini sürekli temizler,eldiven kullanabilir.Peçeteyle kapıları tutabilir.Saatlerce banyoda tuvalette kalınabilir.Yanlış oldu diye defalarca ibadet edilebilir.Saatlerce abdest alınabilir.AIDS ın gündemde olduğu günlerde,güvenliksiz seksüel ilişki kuran insanlarda AIDS takıntısıyla sürekli muayene ve tahlil yaptırmalar baş gösterir.Bu tür hastalarda da takıntılarıyla ilgili kaygı ve stres düzeyleri yükselince panikatak ortaya çıkar.


Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu:Kişinin bağlı yada bağımlı olduğu bir nesneden,kişiden,yerden ayrılmak zorunda olduğu durumlarda panikatak yaşanabilir.Bağımlılık yapısı çok belirgin olan insanlar bağımlı oldukları objelerle o kadar bütünleşirler ki,ondan ayrıldıklarında yalnızlık,korku,güvensizlik ,panik yaşarlar.Ebeveynlerine bağımlı olan birisi, farklı bir şehirdeki okula giderken;evlenip evden ayrılırken panik olabilir.


Genel Tıbbi Bir Duruma Bağlı Anksiyete Bozukluğu:Fiziksel nedenli bir çok hastalıkta da anksiyete ve buna bağlı panikataklar görülebilir.Ciddi akciğer ve kalp hastalıklarında,şeker,Tiroid bezi hastalıkları,hormonal bozukluklar,enfeksiyon hastalıkları,kansızlık ve daha bir çok fiziksel hastalıkta anksiyete ve panikatak ortaya çıkabilir.Özellikle son yıllarda ağır gribal enfeksiyonlardan sonra panikatak ve depresyonlar ortaya çıkabilmektedir. Kan şekeri düşüklüklerinde şekeri normale çıkarabilmek için, panik de de bolca salgılanan ADRENALİN hormonu ve kortizol,büyüme hormonu salgılanır.Adrenalin Sempatik sistemi uyarır ve panikatak oluşturabilir.Özellikle paniğe yatkın kişilerde daha çabuk oluşur.Akciğeri tıkayan ve kanın oksijenlenmesini bozan hastalıklarda,bazen Astım da da anksiyete ve panik atak olabilir...Bunun için panikataklı birinin bir yada iki kez detaylı bir fiziksel muayene ve tahlil-tetkikten geçmesi gerekir.Bir şey çıkmıyorsa vakit geçirmeden psikiyatrik tedaviye başlamak gerekiyor.


Madde Kullanımına Bağlı Anksiyete Bozukluğu:Özellikle alkol ve kokain,esrar;amfetamin içeren "haplar" anksiyeteye sebep olabiliyorlar.Alkol -panikatak ilişkisini detaylı ayrı bir başlık altında inceleyeceğiz. Bir çok alkol bağımlısında zamanla anksiyete-panikatak gelişebiliyor. Bazen de alkol miktarı azaltılınca veya birden bırakınca-alamayınca yoğun anksiyete ortaya çıkabilir. Alkol ayrıca merkez sinir sistemini baskılayarak depresyona da yol açabilir. Panikataklıların bir kısmı sonradan alkolle "dostluğu" derinleştirir.Bir kısmı da ilk defa alkolle tanışır.Hatta yanında alkolle dolaşanlar olur...panik gelmesin diye alkollü gezinen çok panikataklı vardır...Esrar son yıllarda gittikçe artan hızla kullanılmaktadır.

Panikatağa yatkın , şüpheci-kıskanç insanlarda esrar ciddi psikiyatrik sorunlara yol açmaktadır.İlk defa esrar kullandıktan sonra panikatak yaşayan çok insan gördüm. Bazen buna sevgilisi-eşini aşırı kıskanıp,yaşamı çekilmez hale getiren hezeyanlarda eşlik edebiliyor.Maalesef uyuşturucu tacirleri esrarı masum göstererek yaygınlaştırmaktadırlar.Bize gelen gençlerin çoğu o kadar kanıksamışlar ki, çok rahat ve övünerek ve nerdeyse bize de esrarı önerecek duruma gelmişlerdir. Kokainde beyindeki Adrenalin,Dopamin gibi hormonları aşırı salgılatarak , depoları boşaltarak uyarı oluşturur.Anksiyete-panikatağa yol açabilir.Esrar gibi yaygınlaşan Extazi de ciddi psikiyatrik problemlere sebep olmaktadır. Bir çok gece kulübü ve barlarda, bazı okul çevrelerinde, hatta mahallelerde "ekmek -peynir" gibi satılmaktadır. İçeriğinde uyarıcı Amfetamin türevleri vardır.Başlangıçta kokain gibi uyarıcıdır.Enerji depolarını boşaltır.vucut ısısını artırır.Çarpıntı ve ağız kuruluğu yapar. Huzursuzluk yaratabilir.Paniğe yatkın birisinde kolaylıkla paniğe çevirebilir.Bazende ciddi depresyonlara sebep olmaktadır.


Anksiyeteli Depresyon:Depresyon sıklıkla aşırı sıkıntılı,huzursuz,anksiyeteli bir tablo oluşturur.Depresyonlu insanın en önemli özeliği: eskiden zevk alarak yaptığı işlerden artık zevk alamaz hale gelmesidir. Kişisel bakımını ihmal eder.Sosyal yaşamdan geri çekilir.Aşırı duygusallık ve çabuk ağlamalar,her şeyden etkilenmeler görülür.Kendine güvende azalma ve çekingenlik,etki altında kalma ortaya çıkar.Kimsenin kendisini anlamadığını,yalnız olduğunu düşünmeye başlar.Geçmişte yaptığı hataları büyüterek suçluluk duyguları geliştirir.Umutsuzluk ve karamsarlık vardır.

Dalgınlık,unutkanlık,okuduklarını anlayamama vardır.Uykuya dalamama,sık sık uyanma, sabahları ya erkenden sıkıntıyla uyanma, ya da kalkmak istememe,dinlenmemiş olarak uyanma söz konusudur.İştah azalıp,kilo verilebilir.Bazı depresyonlular sıkıntısını yiyerek gidermeye çalışır ve kilo artışı olur.

Genç kızlarda kilo ve estetik takıntıları baş gösterir.Cinsel isteksizlik olur.Erkeklerde sertleşememe,bazen erken boşalmalar ortaya çıkar.Yeni birine aşık olma ve sürekli onu takıntı haline getirme hali olabilir.Aşırı sinirlilik,sabırsızlık, tahammülsüzlük ve her şeye karşı isteksizlik ortaya çıkar.Sigara ve alkol kullanımı artabilir.Kişi bir yere gitmek istemez.Canı istemez ve anlamsız gelir.Oysa panik ataklı insan dışarıda başıma bir şey gelebilir diye dışarı çıkmaktan korkar.Yada yanına birisini alarak çıkabilir.Oysa depresyonlu birisine ısrar etseniz,cazip tekliflerde sunsanız sıkılır,çıkmak istemez.Depresyonlu hasta işe gitmek istemez,sorumlulukları ağır gelir.Gençler okulda başarısız ve uyumsuz hale gelirler.Ev hanımları çocuklarına bakamaz ve onlara sert davranır hale gelir.Ciddi aile kavgaları başlar.Korku ve kaygılar,aşırı titizlik ve takıntılar baş gösterir.Yorgunluktan dolayı küçük bir iş dahi kişinin gözünde büyür ve çok çabuk yorulur.Zaman zaman "yaşamın hiçbir anlamı yok.Ölsem hem ben hem de her kes kurtulur"şeklinde düşünceler olur.Panikataklı insan ise yaşama çok bağlı ve ölümden korkmaktadır.Depresyonlu kişi için ölüm sıradan ve sıcaktır.Halbuki panikatakta ölüm soğuk ve ürkütücüdür.Cenaze arabası görülünce kişi kötü olur.Ölüm haberleri çok rahatsızlık verir.Yakınlarının cenazesine gidemeyen çok panikataklı vardır.Depresyonda çok yoğun anksiyete-kaygı-bunaltı olduğunda, panikatak da ortaya çıkar.Panikatak daha "gürültülü" olduğundan ön plana çıkıp kişiyi ve hekimi yanıltabilir.Yukarıda sıraladığımız depresyon belirtilerinden 5-6 tanesi kişide varsa temel sorun depresyondur.Bazen ciddi panikataklardan sonra depresyon ortaya çıkabilir.Ya da panikataklı birisi tedavi olduktan sonra depresyon geçirebilir. Bazen de depresyon tedavi edildikten sonra kişide panikatak gelişebilir.Çoğunlukla %50-55 arası, depresyonla panikatak içi içedir.Yapılan çalışmalarda her iki hastalıktan sorumlu olan beyin bölgelerinin,yollarının ortak olduğu söylenmektedir.


Şizofreni ve Paronoya:Bazı şizofrenlerde,özellikle hastalığın ilk dönemlerinde panik atak olabilir.Fakat panik Bozukluklu biri asla şizofreniye dönüşmez.Hastalarımızın en çok sordukları sorulardan biri de "Hocam ben şizofren miyim? Hastalığım şizofreniye çeviri mi?" sorusudur.Bu konuyu ayrı bir başlık altında, başka bir bölümde ayrıca inceleyeceğiz.Şizofreni bir psikozdur.Yani düşünce alanında ciddi bozulmalar vardır.Şizofreninin değişik alt tipleri vardır. Özellikle şizofreninin ilk günlerinde; düşünce,duygu alanlarındaki karmaşalar,çelişkiler, şüpheler, gerçeklik yetisinin kaybolmaya başladığı süreçlerde , yoğun kaygı ve buna bağlı panikatak olabilir.Bazı şizofrenlerde " bana homoseksüel gibi bakıyorlar beni öyle zannediyorlar" hezeyanıyla , korku-panik olabiliyor. Ya da aşırı takip edilme-kötülük görme hezeyanları olan şizofren hasta,aşırı kaygı-korku nöbetiyle panikatak yaşayabiliyor.

Şizofrenik hasta öz bakımına dikkat etmez. Tırnakları uzar, saçı-sakalına karışabilir.Cümleler kopukluk gösterir.Dağınık ve saçma konuşmalar vardır.Paranoyaklarda da Tek bir konuda hezeyan vardır.Kişi kendisini çok çok önemli bir zevat; Mehdi, kurtarıcı gibi görebilir.Yani büyüklük paranoyası içerisindedir. Kıskançlık,güzellik,asalet, kaşiflik gibi çok çeşitli paranoyalar vardır. Paranoyaklarda da zaman zaman panikataklar olabilir. Ama her panikataklı paranoyak değildir. Ve panik bozukluk paranoyaya,şizofreniye dönüşmez.Şizofreni ve Paranoyada çoğunlukla hastalık kabul edilmez.Hastaların yakınları kişiyi tedaviye ,zorla vs getirir.Oysa panik bozukluklu hasta her an doktora,hastaneye yakın olmak ister. Bir kısmı hastane karşısında ev tutar.Bir doktorla evli olma hayalleri kuranlar olur...


Hipokondriasis(Hastalık hastalığı):Halk arasında orasını burasını dinleyen,evhamlı,sürekli doktor doktor dolaşan kişilere hastalık hastası derler.Bu kişilerde de zaman zaman panikatak görülebilir.Kişi ciddi bir fiziksel hastalığı olduğuna inanmıştır. "tonlarca" tahlil-tetkik yaptırır.Onlarca doktor ve hastane dolaşır. Fiziksel bir bozukluğu olmadığına ikna olmaz.Sağlık haberlerini sıkı takip eder.Her kesin hastalığından kendisine bir pay biçer. Verilen ilaçların prospektüsünü en ince ayrıntısına kadar okur.Bütün yan etkilerde kendisinde çıkar.Doktorları kendisini anlamamakla suçlar.Bir çoğu psikiyatra gitmez. Panik bozukluklu hastalarda ilk dönemlerinde bu hastalar gibi doktor doktor dolaşabilirler.Fakat,bir süre sonra hastalıklarının psikolojik kökenli olduğunu anlar veya ikna edilerek psikiyatriste giderler.İyi bir panik bozukluk tedavisiyle geçici"hastalık hastalığı" tablosu da ortadan kalkar.


Somatizasyon Bozukluğu:Bu hastalık da fiziksel nedenlerle açıklanamayan çok sayıda bedensel yakınma vardır.Başta,sırtta,karında, göğüste, eklemlerde,kasıklarda,barsaklarda,cinsel ilişkide idrar yaparken yoğun ağrılardan yakınılabilinir. Mide -barsak sisteminde: hazımsızlık, şişkinlik, bulantı, kusma,ishal görülebilir.Cinsel fonksiyonlarda bozukluk; cinsel ilgisizlik,sertleşme sorunu,erken boşalma olabilir.Kadınlarda aşırı kanamalı adet, düzensiz regl görülebilir. Boğazda düğümlenme, yutkunma güçlüğü,bir kolda veya bir bacakta güç kaybı,körlük, sağırlık, felç olma hali gibi belirti ve şikayetler olabilir.Bu hastalarda da bazen panikatak ortaya çıkabilir.Yapılan en geniş tahlillerde ve bilumum muyanelerde asla bir şey çıkmaz.Sorun psikolojik kökenlidir.Yani gerçek körlük yada sağırlık yoktur.Ama hasta öyle hisseder ve yaşar.Yapılan psikiyatrik tedaviyle kişi normale döner...


Yapay Bozukluk:Fiziksel ve psikolojik belirtiler iradeli olarak, kasıtlı şekilde ortaya çıkarılır. Ya da bunlar varmış gibi "numara" yapılır .Bu kişiler hasta rolünü benimserler.Bu insanlar panikatağı da taklit edebilirler.Genellikle dikkat çekmeye çalışan Histrionik, ya da mazohistik kişilik bozukluğu olan insanlardır.Hastanelere yatmak için ilaçlar içip ishal olan, bir yerlerini kanatan, ateşini yükseltenler vardır.


Temaruz(Simulasyon):Yapay bozuklukta olduğu gibi belirtiler görülür.Belirtilerin ortaya çıkarılması bir amaca hizmet eder.Örneğin,askerlikten muaf olmak, sorumluluklardan kaçmak, bir kazanç elde etmek hedeflenir..Yapay bozuklukta ise hasta rolünü benimseme esastır. Temaruzda da pek ala panikatak taklit edilip, sorumluluktan kaçma hedeflenebilir.

Depersonalizasyon Bozukluğu:Şahsın kendisini algılama ve değerlendirmesinde bir yabancılık söz konusudur.Ruhu bedeninden ayrılmış gibidir.Sanki bedenine dışarıdan bakıyor gibidir. Zihinsel süreçlerde kopma, sislenme hissedilebilir.Kişi bunun farkındadır. Bu yaşantısı sosyal, mesleki faaliyetlerinde aksamalara neden olmaktadır. Yabancılaşma durumu kişide panik duygusunu ve panikatağı ortaya çıkarabilir.Panik atakda da , kriz anında depersonalizasyon olabilir.Kriz geçince o da geçer. Depersonalizasyonda ise sürekli ve yenileyici olarak yabancılaşma vardır.

PANİK ATAKLARA SEBEP OLABİLEN TIBBİ DURUMLAR

  • Hipoglisemi(kan şekeri düşüklüğü)

  • Feokromasitoma(Böbrek üstü bezi hastalığı, aşırı adrenalin salgısı yapar)

  • Kortizol hormonu yüksekliği

  • Tiroid bezinin aşırı veya yetersiz çalışması(Halk arasında guatır vs denen hastalık grubu)

  • Alkol ve diazem veya bazı-epilepsi ilaçlarının birden kesilmesi durumunda yoksunluk sendromu içinde panik ataklar görülebilir

  • Kafein,kokain,uyarıcı anfetamin ve benzeri doping maddeleri alımı

  • Vitamin eksiklikleri,kansızlıklar

  • Beyin tümörleri

  • Epilepsi(sara)hastalığı

  • Multipl skleroz ve bazı nörolojik hastalıklar

  • Akciğer hastalıkları(Tıkayıcı kronik akciğer,akciğerde damar tıkanması)

  • Bazı kalp hastalıkları

  • Bazı enfeksiyon hastalıkları

MİTOLOJİDE PANİK

Mitolojide tek ölümlü tanrı Pan zeus'un yolladığı uykuyu ve rüyaları getiren,ruhları yer altına,Hades'in ülkesine götüren,gezginlerin,tacirlerin ve hırsızların tanrısı,çobanların sürülerini koruyup onlara bereket veren,el hünerlerinin ve söz söyleme sanatının ustası Hermes'in nymphe penelope'den olan oğluydu.doğduğunda bedeni kıllarla kaplı,alnının üstünde 2 tane boynuzu vardı.O zaman bile penisi ereksiyon halindeymiş,Bu gülünç görüntüsünden dolayı tanrılar ona PAN ismini vermiş. Elinde bir üzüm salkımı yada fülütü ile görülürmüş.eski yunanda kırların çobanların tanrısıymış.Ormanda geçen insanların karşısına birden geçip onlarda korkma, dehşet yaratan,kaba,çirkin ve ürkütücü cinsellik tanrısıdır.

Yunan mitolojisinde panik(panıkos)pan'dan üretilmiş bir sözcüktür.


Panın çığlığı çok korkunçmuş,bunu işiten hayvanlar çılgına döner,kurtlar,kuşlar saklanacak delik ararlarmış.sakin otlayan kuzuların,koyunların can havliyle kendilerini uçurumlara attığı olurmuş.Pan'ın doğada başkalarının görmediği,duymadığı şeyleri algıladığı ve acıyla bağırdığına da inanılırdı.Belkide pan,yitirdiği aşkların,ulaşamadığı sevgilerin acısıyla zaman zaman bağırıyordu.Belkide tanrılar arasında ilk ölenin kendisi olacağını bildiğinden,o denli sevdiği doğadan ayrılmanın acısıyla bağırıyordu.

AGORAFOBİ VE PANİĞİN TARİHÇESİ


1421'de Robert Burton,anksiyete ataklarına eşlik eden somatik(bedensel) duyumlardan ve agora fobik kaçınma davranışından söz etmiştir.
1971'de Da Costa"irritabl kalp" sendromunu tanımlamıştır,1905'de usler göğüs ağrısı, nefes darlığı,çarpıntı ve sinirlikten yakınan hastaları tanımlamak için"kalp nevrozu" terimini kullanmıştır. Freud,1894'de Heckırer'in çalışmalarını yorumlamış ve bugünkü panik atağın karşılığı olabilecek"Anksiyete Nevrozu"kavramını ortaya atmıştır.Bu hastalığın Nevrasteniden ayrı bir özellikte olduğunu iddia etmiştir.Freudun'Anksiyete Nevrozundaki belirtilerden dokuzu panik atakta olan belirtilerdir.1919'da Lewis 1.Dünya şavaşına katılan askerlerde görülen belirtileri"asker kalbi" olarak tanımlamıştır.kadınlarda görülen tabloya ise"efor sendromu" demiştir.1972 de aynı tabloya "nüro sirkulatuvar asteni"adı verilmiştir. 1980'de Amerikan Psikiyatri Birliği Panik Bozukluğu ayrı bir antite olarak DSM-III kitabına koymuştur.

PANİK BOZUKLUĞU TOPLUMDA NE ORANDA YAYGINDIR?


Panik bozukluğu-kadınlarda erkeklere göre 2-3 kat daha sık görülür.
Panik bozukluk tanılı hastaların%75-80'i kadındır. Aile çalışmalarında;eğitim,sosyal durumla bağlantı bulunmamıştır. Yaşam boyu yaygınlığı değişik çalışmalarda %1,5-3,5 arasında saptanmıştır.Bu oran gittikçe artmaktadır.Değişik hastalıklara bağlı olarak ortaya çıkan panik ataklar ve "sınırlı belirtili atakların" ise %15-20 arasında olduğu bildirilmektedir.dolayısıyla gerek panik bozukluğuna bağlı gerekse diğer pisikolojik,biyolojik nedenlere bağlı panik atakların her yüz kişiden 20-25 inde görüldüğü anlaşılmaktadır.Bu oran her 4 kişiden 1'inin panik ataklı olduğu anlamına gelmektedir.Paniğin bu kadar popüler olması bu yaygınlığı ve korkutucu belirtileri olsa gerek...


Panik hastalarının çoğunluğu psikiyatri dışı hekimlere başvurmaktadır.Görülen belirtiler otonomik ve fiziksel belirtiler olduğundan kalp hastalığı görünümü verebilmektedir.İlk başvurular bu yüzden dahili branşlar olmaktadır.


Stein1994,Chignon 1993'de yaptıkları bir araştırmada panik bozukluklu hastaların % 35'nin sık sık nefes alma ,% 15'inin baş dönmesi,%16'sının kalp şikayetleriyle başka hekimlere başvurduklarını saptamıştır. Yine göğüs ağrısı nedeniyle kalp anjiosu yapılan hastaların %20-30'unda kalp damarlarının normal çıktığı,anjiosu normal bulunan hastaların % 35-45'inin ayrıntılı muayenesinde panik bozukluğu olduğu saptanmıştır.(Mukerji,katun) bu yanlış anlayış ve yöntemin ABD'ye Yıllık maliyetinin 33 milyon dolar olduğu iddia edilmektedir.

PANİK BOZUKLUKTA SOSYAL-DEMOĞRAFİK ÖZELLİKLER

  • Panik Bozukluğu her yaşta başlayabilir

  • En sık 20-30 yaş arasında başlar,yaş ilerledikçe başlama oranı düşer

  • Etnik, kültürel farklılıklar çok önemli bulunmamıştır.

  • Şehir yaşamında,kırsal bölgelere göre daha sık görülmektedir.

  • Ekonomik durumla bağlantısı bulunamamıştır.

  • Eğitim düzeyiyle panik bozukluğu arasında direkt bir ilişki saptanmamıştır

  • Evli insanlarda,dul yada boşanmış insanlara göre daha az görülmektedir, (Bir çalışmada boşanmış yada dullarda 5 kat daha fazladır )

PANİK ATAK VE PANİK BOZUKLUĞUNUN TESHİŞ KRITERLERİ NELERDİR?

PANİK ATAK TEŞHİS ÖLÇÜTLERİ (DSM_IV'e göre panik atağı tanı ölçütleri)


Not: Panik atağı kodlanabilir bir bozukluk değildir.Aşağıdaki semtomlardan dördünün (ya da daha fazlasının) birden başladığı ve on dakika içinde en yüksek düzeye ulaştığı,ayrı bir yoğun korku ya da rahatsızlık duyma döneminin olması:

  1. Çarpıntı,kalp atımlarının duyumsama ya da kalp hızında artma olması
  2. Terleme, titreme ya da sarsılma
  3. Nefes darlığı ya da boğuluyor gibi olma duyumları
  4. Soluğun kesilmesi
  5. Göğüs ağrısı ya da göğüste sıkıntı hissi
  6. Bulantı ya da karın ağrısı
  7. Baş dönmesi,sersemlik hissi,düşecekmiş ya da bayılacakmış gibi olma
  8. Derealizasyon (gerçekdışılık duyguları) ya da depersonalizasyon (benliğinden ayrılmış olma)
  9. Kontrolünü kaybedeceği ya da çıldıracağı korkusu
  10. Ölüm korkusu
  11. Paresteziler (uyuşma ya da karıncalanma duyumları)
  12. Üşüme,ürperme, ya da ateş basmaları

DSM-IV'e göre"Agorafobi Olmadan Panik Bozukluğu" Tanı Ölçütleri


A - Aşağıdakilerden hem(1),hem de (2) vardır:

  1. Yineleyen beklenmedik Panik Atakları
  2. Atakların en az birini,1 ay süreyle(ya da daha uzun bir süre)aşağıdakilerden biri(ya da daha fazlası)izler:


(a) başka atakların da olacağına ilişkin sürekli bir kaygı


(b) atağın yol:açabilecekleri ya da sonuçlarıyla(örn.kontrollunu kaybetme,kalp krizi geçirme,"çıldırma")ilgili olarak üzüntü duyma


(c) ataklarla ilişkili olarak belirgin bir davranış değişikliği gösterme


B - Ağorafobinin olması


C - Panik atakları bir maddenin(örn.kötüye kullanılabilen bir ilaç,tedavi için kullanılan bir ilaç)ya da genel tıbbi bir durumun(örn.hipertiroidizm)doğrudan fizyolojik etkilerine bağlı değildir.


D - Panik Atakları,Sosyal Fobi(örn.korkulan toplumsal durumlarla karşılaşma üzerine ortaya çıkan).Özgül Fobi(örn.özgül bir fobik durumla karşılaşma),Obsesif-Kompulsif Bozukluk(örn.buluşma üzerine obsesyonu olan birinin kir ve pislikle karşılaşması),Posttravmatik Stres bozukluğu (örn.ağır bir stres etkenine eşlik eden uyaranlara tepki olarak) ya da ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu (örn.evden ya da yakın akrabalardan uzak kalmaya tepki olarak)gibi başka bir mental bozuklukla daha iyi açıklanamaz.

AGORAFOBİ NEDİR?


Agorafobinin belirgin özeliği ;yalnız kalmaktan yada kaçmanın zor olabileceği ve ani bir sorun yaşanacağından yardım alınamayacağı korkusu ile kalabalık , topluma açık yerlerde bulunmaktan duyulan korkudur.işlek bir cadde , sinema , tiyatro , cami, tünel, asansör, toplu taşıma vasıtaları , büyük kapalı alış veriş merkezleri en sık kaçınılan yerler ve durumlardır.agorafobikler çoğu kez evden çıktıklarında mutlaka güvendikleri birinin kendilerine eşlik etmelerini ısrarla isterler.


Agorafobi panikle birlikte veya tek başına da olabilir. Gözlemlerimize göre çoğunlukla birlikte olmalarıdır. Çünkü panik atağı yaşayacağı korkusu kişinin düşünce ve davranışlarında ciddi kaçınma davranışlarına yol açar.

AGORAFOBİ TEŞHİS ÖLÇÜTLERİ:


A. Beklenmedik bir biçimde ortaya çıkabilecek ya da durumsal olarak yatkınlık gösterilen bir Panik atağın ya da panik benzeri semptomların çıkması durumunda yardım sağlanamayabileceği ya da kaçmanın zor olabileceği (ya da sıkıntı doğurabileceği) yerlerde ya da durumlarda bulunmaktan anksiyete duyma.Agorafobik korkular arasında özel birtakım belirli durumlar vardır ki bunlar arasında tek başına evin dışında olma,kalabalık bir ortamda bulunma ya da sırada bekleme,köprü üzerinde olma ve otobüs,tren ya da otomobile geziye çıkma sayılabilir.


Not:Kaçınma,bir ya da sadece birkaç özgül durumla sınırlı ise Özgül Fobi tanısını,toplumsal durumlarla sınırlı ise Sosyal Fobinin tanısını düşününüz.


B. Bu durumlardan kaçınılır(örn.geziler kısıtlanır)ya da Panik Atağı ya da panik benzeri semptomlar olacak anksiyetesiyle ya da yoğun bir sıkıntıyla bu durumlara katlanır ya da eşlik eden birinin varlığına gereksinilir.


C. Bu anksiyete ya da fobik kaçınma,Sosyal Fobi(örn.utanacak olma korkusuyla giden toplumsal durumlarla sınırlı kaçınma),Özgül Fobi(örn.asansör gibi tek bir durumla sınırlı kaçınma),Obsesif Kompulsif Bozukluk (örn.buluşma ile ilgili obsesyonu olan birinin kir ve pislikten kaçınması),Posttravmatik Stres Bozukluğu(örn.ağır bir stres etkenine eşlik eden uyaranlardan kaçınma)ya da Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu (örn.evden ya da akrabalardan ayrılmaktan kaçınma) gibi başka bir mental bozuklukla daha iyi açıklanamaz.

PANİĞİN ALTİPLERİ


Panik atak yaşayanların hepsi aynı biçimde belirti ve korku yaşamayabilirler.Araştırmalara göre paniğin alttipleri şunlardır;


- Klasik panik(solunum ve kalp sistemi belirtileriyle giden...)


- Kognitif Panik(Bilişsel belirtilerin önde olduğu)panik


- Nonkognitif Panik (Bilişsel belirtilerin olmadığı panik)


- Nokturnal panik(Uykuda gelen ve kişiyi uyandıran panikler)


- Aleksitimik panik


- Gastro- intestinal panikler(Mide,barsak sistemi belirtileriyle seyreden panik)


- Korkusuz(nonfearful)panik

Klasik Panik:Kişide önce çarpıntı,heyecan başlar göğüste sıkışma,sol kola vuran ağrı ve uyuşma görülür.Bununla birlikte hızlı soluk alıp verme ve boğazda düğümlenme başlar.O anda kalbin, solunumunun duracağı; kalp krizi geçirileceği hissi oluşur.Yakınlarından kalp krizi geçirenlerde daha sık görüldüğü gözlenmektedir.


Kognitif panik:Bilinç sistemini etkiler. Kendisini tam algılayamama,ruhun bedenden ayrılması hissi.Etrafı sisli,cisimleri uzak farklı algılama baş dönmesi,boşlukta olma hissi görülür. Ayrıca kontrolün yitirileceği elde olmadan kötü şeylerin olabileceği , aklın kaçırılabileceği bazen ölüneceğinden korkulur .


Non kognitif panik:Kognitif panikteki belirtiler görülmez .Daha çok bir fenalık , göğüste baskı , çarpıntı hissi olur.


Nokturnal panik: Uykudan ani bir çarpıntı ve korku ile uyanıldığı paniklerdir. Hemen pencere açılır ve hava alınmaya çalışılır uykuda "panikle ölürüm" diye kişinin uykusu kaçar bilinçli olarak uyumamaya çalışır. Zamanla uykusuzluğun getirdiği diğer sorunlarda ortaya çıkar.

Aleksitimik panik: Nöbet nöbet bedensel belirtilerin olduğu bir türdür.


Gastro intestinal panikler:Midede , karında başlayıp göğüse doğru dalga dalga yayılan fenalık hissidir. Boğazda düğümlenme yumru hissi oluşturur. Beraberinde bulantı , şişkinlik , gaz, ishal olabilir. Bu türünün "abdominal epilepsiyle" ayırd edilmesi önemlidir.


Korkusuz (nonfearful) panik: Panik bozukluğun teşhis kriterlerini karşılayan bir durumdur. Buradaki panik ataklarda korku, anksiyete görülmez. Bu gruptakiler nöroloji, kardioloji uzmanlarına daha çok müracat ederler.Tahlillerde ve muayanede hiç bir şey saptanmaz

PANİK ATAĞIN GELMEMESİ İÇİN GELİŞTİRİLEN DAVRANIŞLAR


Panik Bozukluklu hastaların Düşünce ve Davranış Özellikleri: Panik Bozukluğu olan hastalar,yaşadıkları panik ataklar nedeniyle zamanla yaşamlarında bazı değişiklikler yaparlar . Çok şiddetli ölüm korkusu veya kontrolünü yitirme duygusu yaşadıklarından düşünce davranışların da aşırılıklar abartılar, korkular,dikkati çeker,fakat bütün bunlar hastanın elinde ve iradesinde değildir.yapılan panik tedavisiyle bütün belirtiler ortadan kalkar...

Örnekler:"Her an bana bir şey olabilir,düşüp bayılırım"korkusuyla aşağıdaki davranışlar geliştirilir:


- Yanında su taşıma,

- Sürekli kalbini ve nabzını dinleme ve tutma,

- Tansiyon aletiyle dolaşma,sürekli tansiyonunu ölçme ve ölçtürme,

- Yakınlarının adreslerini,telefonlarını özel bir şekilde yanında taşıma,

- Panik krizi yaşanır endişesiyle cinsel ilişkiden kaçma,sportif aktiviteleri bırakma,

- Sürekli yanında birilerinin bulunmasını isteme,yalnız kalamama,sokağ çııkamama, kalabalık , kapalı yerlere girememe,toplu taşıma vasıtalarına binememe...

- Bulunduğu muhitten uzağı gidememe,

- Tatile seyahate çıkamama,

- Birçok sağlık sigortasına üye olup,kartları yanında taşıma,

- Bir yere gideceği zaman sağlık kuruluşlarının olduğu güzargahlar dan gitme,

- Sık sık,acil ünitelerine başvurup kalp grafikleri(EKG)çektirme,Check-Up,lar Yaptırma,

- Berbere diş hekimine gidememe,

- Boğazını sıkan bir şey giyememe,

- Sütyen takmaktan sıkıntı duyma,

- Kriz gelir diye sexten uzaklaşma

- Camiye gidememe,veya en arka safta namaz kılma

- Cenaze arabası,ambulans,itfaiye aracı görünce hastanelere gidince fenalaşma hissi,

- Uyanamama,uykuda panikle ölürüm diye uyumama,uykusunu kaçırma,

- Tansiyon yükselecek,kalp krizi geçirilecek veya felç kalınacak korkusu ile aşırı rejim_diyet uygulaması,

- Tv'lerdeki,basındaki intihar,cinayet,felaket haberlerinden aşırı etkilenme,onlar gibi olma korkusu,

- Otomobilde panik yaşarım korkusu ile,otomobiline binememe,otomobilini satma,- Uçağa,vapura binememe,

- Tek başına banyo yapamama,tuvalete gidememe,kapıda birisini bekletme,

- Bayılırım.ölürüm diye aylarca banyo yapamama,

- Panik krizi geçtikten sonra,aşırı yorgunluk,keyifsizlik halinin ortaya çıkması.

- Tünellerden,köprülerden geçememe,yüksek yerlere çıkamama.

- Kendisini aşağı atma korkusu,

- Panik anında bayılırım korkusuyla organlarını ve cildini belli etmeyecek giysi giymek.

- Değerli Takı takmamak

- Panik sürecinde tuvalete gitme isteği

- Daha fazla güvenebileceği birilerinin yanına taşınma (aileden biri,doktoru ya da hastanelere yakın...)

- Kriz süresince bildiği bütün duaları okumak.uyumadan önce dua etmek.

- Birgün panikle ölebilirim diye yakınlarına ve sevdiklerine servetini dağıtma ve vasiyet yazma.

- Her gömleğinin , ceketinin cebine kriz anında kullanılmak üzere ilaç koyma.

- Issız ve şehirden uzak yerlere gidememe

PANİK BOZUKLUK NEDENLERİ


1- Genetik ve ailesel nedenler.

Panik bozukluğu olan hastaların birinci derecede yakınlarında panik bozukluğu ve panik atak görülme oranı %15-30 arası bulunmuştur.
Aynı yumurta ikizlerinde aynı anda panik bozukluk görülmesi %30-40 arası saptanmıştır.
Panikte klinik belirtilerin hastaların çoğunda benzerlik göstermesi genetik nedenleri düşündürmektedir.Yapılan genetik çalışmalarda; 16g 22 kromozomunda bir genin bu konumdaki rolünden bahsedilmektedir. Fakat kesinlik için yeni araştırmalara ihtiyaç vardır.

2- Biyolojik teoriler

Panik atağı esnasında oluşan biyokimyasal ve fizyolojik değişikliklerden yola çıkarak; beynin hangi bölgelerinde ne türlü reaksiyonlar ortaya çıktığı araştırılmıştır. Panik atağı olan ve olmayanlara "sodyum-laktat" enjeksiyonu yapılmıştır. Panikli insanlarda "panik atağı" ortaya çıkarken, kontrol gruplarında çıkmamıştır.Diğer yandan aşırı egzersizle artan laktat panikte artmış,oksijen tüketimi, metabolik hızı artıran kafein , yohimbin ve karbondioksitinde panik atağı ortaya çıkardığı bilinmektedir.


Karbondioksit beyinde katekolamin ve noradrenerjik siklusu artırarak paniğe neden olur. Panik esnasında aşırı noradrenalin salgısı olmakta ve otonomik belirtileri ortaya çıkarmaktadır.(çarpıntı, ağız kuruluğu vs..)


Lokus seruleus'un panikte etkisi: Beyinde 4. ventrikül tabanında gelişmiş olan çok sayıda hücreden oluşan bir alandır. Beynin bir çok bölgesiyle bağlantıları vardır. Beyindeki noradrenalinin %70 inden fazlası bu bölgeden karşılanmaktadır. Beyindeki noradrenerjik aktivite artışı, korku ve bunaltı ortaya çıkarır.


Maymunlarda yapılan çalışmalarda lokus seruleusa elektrikle uyarı verilmiş ve panik benzeri durum çıkmıştır. Hayvanlarda bu bölgenin lezyonları, çıkarılması vs. anksiyeteyi (bunaltı), tehlike ve ağrıya verilen yanıtları azaltmaktadır. Lokus seruleus aktivitesini azaltan ilaçlarda hayvanlarda korkuyu azaltmaktadır. Lezyonlarda ayrıca hayvanlar saldırgan olmakta ve yeme-içme davranışlarında artış gözlenmektedir.


Bu çalışmalar sonucunda lokus seruleusun daha ziyade "alarm sistemi "olduğu ve zararlı, hatalı uyarıları diğerlerinden ayırdığı ileri sürülmektedir. Aşırı uyarı halinde bütün beyin fonksiyonları ve irade dışı çalışan sistemler uyarılmaktadır.Orta derecede ise uyanıklık ve dikkatte artış olmaktadır. Az uyarılma halinde korkusuzluk, ani impulsif davranışlar ve dikkatsizlik ortaya çıkmaktadır.


Serotonin ve panik ilişkisi: Sinir hücreleri arasında iletişim görevi olan önemli bir "norotransmitter" dir. Serotonin seviyesindeki değişiklikler, serotonin işlev bozukluklarında paniğe yol açtığı söylenmektedir.


Beyin görüntüleme çalışmaları ve panik: Panik oluşturan kafein, yohimbin, laktat gibi ajanlarla PET ve SPECT çalışmaları yapılmıştır. Beyin kan akımında düzensizlikler saptanmıştır. MRI da hipotalamus ve temporal bölgelerde bozukluklar saptanabilmiştir.

3- Psikodinamik teoriler

Alt benlikten kaynaklanan dürtülerle üst benliğin yasaklarının çatışması sonucu anksiyete ortaya çıkar. Benliğin savunma mekanizmaları bunu karşılamıyorsa panik ataklar ortaya çıkabilir. Bastırılan cinsellik, saldırganlık dürtüleri, yasak dürtülerde paniğe neden olabilir.

4- Gelişimsel teoriler

John Bowlby tarafından geliştirilmiştir. Anksiyetnin belirlenmesinde içgüdüsel dürtülerinin önemini dikkat çekmiştir. Birinci içgüdü bağlılıktır. Bağlılık figürünü kaybetme tehlikesinde anksiyete ortaya çıkar. Anksiyete korkunun bir bileşimidir.
Çocuklukta aileden ayrılmanın, yetişkinde karışık anksiyete(panik)-depresyon oluşturduğuna inanmaktadır.Bowlby agorafobinin ayrılma anksiyetesi olduğunu açıklar. Bağlılık figürüne gövenle bağlanamamaktan kaynaklandığını söyler..

5- Öğrenme kuramları

Koşullu refleks kuramına göre anksiyete; tehlikeli dış uyaranlara karşı organizmanın koşulsuz yanıtıdır. Fobiler klasik şartlanma yoluyla nötral uyarana bağlı bunaltıdadır.

6- Bilişsel modeller

Bedende herhangi bir sebeple ortaya çıkan belirtileri (örneğin, çarpıntı, uyuşma..) kişinin gereksiz ve tehlikeli olarak algılaması ve "çarpıtıp" ciddi rahatsızlıklar olarak değerlendirmesi paniğe yol açmaktadır. Herhangi bir anksiyete durumuna eşlik edebilecek önemsiz kalp atışı, baş dönmesi, ağız kuruluğu; kişi tarafından bayılacağı, öleceği, kalbinin duracağı şeklinde yorumlanır.

Bu modelle göre; dış uyaranlardan çok düşünce, imajinasyon, bedensel belirtiler gibi içsel uyarılar panik atakları ortaya çıkarabilir. Zararlı, tehlikeli yorumlanan uyaranlardan sonra ortaya çıkan bedensel kıpırtılar, duyumlar da yanlış yorumlanır ve "kısır döngüye" girilmiş olunur. Kişi artık dikkatini sürekli bedensel duyumlarına verir ve tetikte bekler ve olumsuz düşünceleri pekişir.

PANİK BOZUKLUĞA EŞLİK EDEN DİĞER PSİKİYATRİK VE BİYOLOJİK BOZUKLUKLAR


Psikiyatrik bozukluklar:


Depresyon: Panik hastalarının %40-50 sinde depresyon'da aynı zamanda görülmektedir. Bazen paniklerden sonra, aynı anda yada depresyondan sonra panikler ortaya çıkabilir. Panik atakların hemen ardından da birkaç saat veya bir gün depresif bir görünüm ortaya çıkabilmektedir.


Agorafobi: %50-70 oranında en sık görülen eş zamanlı bozukluktur. Depam'da yapılan çalışmada panik bozukluğu olan 3000 hastamızın %65'nde agorafobi saptanmıştır.


Sosyal fobi: %10-15 oranda bulunur. Sosyal , ekonomik; yaşamsal aktivitelerden kendini geri çekme. Yeni ve yabancı insan ve durumlarla karşılaşmaktan kaçma davranışı sosyal fobik kişilerde görülür. Panikte ikincil olarak sosyal fobik özellikler görülüğü gibi, panikli insanın ayrıca bir sosyal fobisi olabilir.Tedaviyle paniğe bağlı olanlar ortadan kalkar. Sosyal fobi için ayrıca bir tedavi gerekebilir.


Somatoform bozukluk: %6-8 arasında eşlik eder. Kadınlarda daha fazladır. Sosyo-ekonomik ve kültürel yetersizlik , ırk farkı önemlidir. Yoğun bedensel yakınmalar vardır ve hiç biri fiziksel sebebe bağlanmaz.

Hipokondriyazis: Sürekli kendini dinleme ve sağlık kitaplarını okuma,hastalıklar bulma.; doktor, doktor dolaşma; tahliller yaptırma durumudur. Panik bozuklukta %20-30 oranında eşlik eder.

Madde kullanımı: Alkol başlangıçta sıkıntı ve paniği giderdiğinden panikli insanların bir kısmı "alkolle kendi kendini tedavi" yoluna gider. Zamanla bağımlılık gelişir sürekli alkolle dolaşılır ve sabahtan içilmeye başlanır.


Alkol kullanım bozukluğu: % 20-25 arasındadır. Diğer maddeler (yeşil reçete ilaçları uyarıcı ve uyuşturucu özelliği olan maddeler vs. )%5-10 oranda değişmektedir.


Manik depresif bozukluk: Depresyon ve onun tam tersi coşma , uçuşma nöbetlerinin (mani) olduğu bu hastalığın panikle görülme oranı %10-12 arasındadır.

Kişilik bozuklukları :


- Kaçıngan

- Obsesif-kompulsif

- Pararanoid

- Borderline


Kişilik bozuklukları'da % 40 oranda eşlik eder.

Genel anksiyete bozukluğu: Burada sürekli kötü bir şeyler olacağı kaygısı ve " diken üzerinde olma" hali vardır. %15- 20 oranda görülebilir.

Obsesif - kompulsif bozukluk: Takıntı ve saplantıların olduğu (temizlik kontrol , bulaşma takıntıları, tekrarlayıcı davranışlar )

PANİK BOZUKLUĞA EŞLİK EDEN BİYOLOJİK BOZUKLUKLAR


Mitral valv prolapsusu: Kalp kapakçığı sarkması olan MVP'susu panik bozukluklu hastaların yaklaşık % 40-50'sinde bulunmaktadır. MVP'susunun toplumda görülme sıklığı % 5 ve kadınlarda iki kat daha fazladır. MVP'susunun belirtileri panik bozuklukla benzerdir.sebep mi? Sonuç mu? olduğu tartışmalıdır.


- Göğüs ağrısı , çarpıntı ile acillere başvuran hastaların % 40'ında panik bozukluğu saptanmıştır.


- Göğüs ağrısı nedeniyle anjiografi yapılan hastaların % 40-60ında panik bozukluğu bulunmuştur.


- Tedavi olmayan panikli hastalarda koroner arter hastalığına bağlı ölümler üç kat daha sık görülmüştür.

Tiroid bezi anormallikler:Panik bozukluklu hastalarda tiroid fonksiyon bozuklukları daha sıktır "hipertiroidi" genel nüfusa göre yüksektir.


İrritabl kolon sendromu: Barsakların aşrı duyarlı olması hali ve barsak problemlerinin yaşanması da panik bozuklukla birlikte bulunabilmektedir. Anksiyete tedavisiyle bu hastalar düzelebilmektedir.


Akciğer hastalıkları: Müzmin tıkayıcı akciğer hastalıklarında %8-20arası panik bozukluğu bulunmaktadır.(Astım, bronşit, amfizem, allerjik akciğer hastalıkları....)


Migren: Migrenli olanların bir kısmında panik bozukluğu olabilmektedir. Baş ağrısı şikayeti olan erkek hastaların %12'sinde, kadınların ise %15inde panik bozukluğu saptanmıştır.


Epilepsi(sara nöbetleri): Temporal nöbetlerde görülen ,korku ,terör ,yabancılaşma ,farklı algılama aşırı sıkılma ve taşıkardi gibi belirtiler , panik atakta da görüldüğünden gözden kaçabilir. Ayrıca beynin sağ temporal bölümü alınan insanlarda panik benzeri belirtileri olabilmektedir. Bundan dolayı paniğin "temporalimbik" anormallik olduğu ileri sürülmektedir.


Beyin-damar hastalıkları: Beyin-damar hastalıkları panik bozuklukta diğer hastalara göre iki kat fazladır. Panikteki tansiyon yükselmelerinin buna yol açtığı söylenmektedir.

PANİK BOZUKLUĞUN KARIŞTIĞI VE AYRILMASI GEREKEN DURUMLAR: (AYIRICI TANI)


1. Agorafobi

2. Madde bağımlıkları ve kötüye kullanımları.(amfetamin, kafein, alkol, diazem türü ilaçlar)

3. Hipokandriazis

4. Yaygın anksiyete bozukluğu

5. Sosyal fobi

6. Özgül fobi

7. Obsesif- kompulsif bozukluk

8. Alkol bağımlılığı

9. Organik hastalıklar (Hipertiroidizim, Hiperparatiroidizim, Hipertansiyon, Feokromasitoma (Böbreküstü bezi hastalığı), Vestibüler disfonksiyon (Kulaktaki denge fonks.boz.), Kardiak aritmiler, Konvulsif bozukluklar.(Sara nöbetleri)

PANİK BOZUKLUKTA, RİSK FAKTÖRLERİ

(Kimler paniğe daha yatkın?)


- Birinci derece akrabalarında panik ya da başka anksiyete bozukluğu olanlar.

- Sıkıntılı, telaşlı, aceleci, mükemmeliyetçi, insanlar.

- Düşünce ve duyguların yeterince dışarıya yansıtamayan, "içsel insanlar."

- Alkol yada başka bağımlılık yapabilen maddelere yatkınlık ve bağımlılık

- Geçmişinde panik atak diğer anksiyete bozukluklarından bir rahatsızlık ya da depresyon geçirmiş olmak

.- Sürekli baskı altında olmak, engellenmek yada kendi kendini baskılamak.

- Sosyal fobik, kaçıngan kişilik yapıları

- Sürekli "verici" davranma "iyilik meleği"gibi davranma "hayır" diyememe.

- Öfkesini, kızgınlığı dışarıya yansıtamayan insanlar

- Dürtülerini sürekli bastıran insanlar.

- Cinselliği baskılamak, cinsel tatminsizlik ve yoğun bilinç dışı aldatma dürtüleri ve gizli homoseksüel eğilimleri olanlar.

- Aşırı hırslı,sürekli başarı ile beslenen,başarısızlıklarda kendisini suçlayan yapı..

NEREYE KADAR PANİK?

(Paniğin seyri,gidişatı)


Panik bozukluk en çok 30'lu yaşlarda ortaya çıkar.Az sayıda çocuklukta başlar.45 yaşında başlaması olağan değildir...Gidişatı kişiden kişiye değiştiği gibi aynı kişide bile belirtiler değişebilir.Uzun süreli izleme çalışmalarında % 40'nın belirtilerden arındığı,yaklaşık % 50'sinin belirtilerinin çok hafiflediği ve yaşamlarını engellemediği saptanmıştır.% 10-20 arası belirtilerin iniş-çıkışlarla devam ettiği görülmüştür.

PANİK BOZUKLUKTA TEDAVİ


Panik atak kesinlikle kontrol altına alınabilir.


Tedavide Temel ilkeler şunlardır :


1. Panik atakları ortadan kaldırma

2. Sürekli atak yaşayacağım diye bunaltı, kaygı yaşamayı önlemek.

3. Panik atak korkusuyla yapılmayan davranışların yapılır hale gelmesi ( tek başına yola çıkabilmek, kapalı mekanlara girebilmek, yalnız kalabilmek gibi... )

4. Panikle birlikte görülebilen diğer bedensel ve psikolojik sorunları gidermek

5. Zamanla paniği önemsemeyecek ve unutacak seviyeye gelmek

6. Panikten dolayı bozulan aile , iş-sosyal yaşamın eskisi gibi normalleşmesi.

7. Hiçbir panik belirtisi ve davranışı olmadığı halde tedaviye bir süre daha devam ettirmek.

8. Hasta-hekim arasında çok iyi bir iletişim olmalıdır.Hasta hekimine her an ulaşmalıdır. Tedavide kullanılan ana ilaçlar antidepresanlardır.Yardımcı olarak; sakinleştiriciler yatıştırıcılar, bedensel belirtileri önleyen ilaçlar kullanılır.

9. Antidepresanların bir kısmı eski kuşak ilaçlardır. (Anafranil, tofranil, ludiomil, insidon, laroxyl, tolvon... gibi ) Yeni kuşak ,ilaçlar ( efexör, seroxat, cipram, remeron, prozac, lustral, serzone, faverin, gibi.. )

Bu ilaçların içinde paniğe iyi gelen 4-5 ‘i geçmez. Hekimin yaptığı muayene ve tecrübesi sonuca en uygun ilaç seçilir.Bir ilaç her hasta da aynı sonucu vermeyebilir. İlaçların bir kısmı ( eski kuşak ) başlangıçta belirtileri arttırabilir, ağız kuruluğu, sıcaklık, hissi, terleme, kilo artışı , kabızlık,cinsel problemler yapabilir.Yeni kuşakta bulantı, titreme,cinsek problemler,kilo artışı gibi yan etkileri olabilir.Bunlar kalıcı değildir.Bir süre sonra azalabilirler. Panik bozuklukta ilaç tedavisinin en aşağı bir buçuk yıl olması gerekir.

10. Hekim önerisi dışında kesinlikle ilaç almamak gerekir.

11. Panik belirtileri düzelir düzelmez ilaçları ne azaltmak nede kesmek gerekir.Yoksa kısa sürede tekrarlar

12. Yardımcı ilaçlar yeşil reçeteye tabi olanlar ( Xanax, diazem,nervium benzeri ilaçlar.) Ve bazı kalp-tansiyon ve mide ilaçlarıdır. Bunların kısa süreli kullanılması gerekir.

13. Başka hastalıklarınız nedeniyle ilaç alacaksanız doktorunuza danışın.

14. İlaçlar zamanla iştahınızı arttırır.özellikle -tatlıya- karşı dayanılmaz istek olur. Bunun için tedbir alın bol su için, meyve ağırlıklı beslenin.

15. İlaç tedavisi dışında -bilişsel,davranışsal,terapi'nin panikte iyi sonuç verdiği bilinmektedir. Burada kişinin bedensel belirtileri algılama ve onlara " kötü anlamlar yükleme" olayı anlatılır. Düşünce , beden ve belirtilerin ilişkisi; belirtilerini - düşünceyi nasıl etkilediği konuşulur.Yani önce hastalığın nasıl oluştuğu, belirtilerinin anlamını ne olduğu ve nelere yol açamayacağı anlatılır. Daha sonra kaçınma davranışlarının nasıl yok edileceğini geçilir.Bunları mutlaka bir terapistle birlikte yürütmek gerekir. Terapiye istekli ve azimli olduktan sonra bir ayla üç ay arasında epey yol alınır.

16. Panikli olmak bir "kader" olmamalı.

17. Paniğin süresi ne kadar olursa olsun, tedavi edilebilir.Yirmi otuz yıllık panikleri Depam'da çok tedavi ettiğimiz belirtmek isterim.

PANİK ATAKTA EN ÇOK SORULAN SORULAR ve CEVAPLARI


-Panik atak kalp krizine yol açar mı ?
-HAYIR
-Panik felce yol açar mı ?
-HAYIR
-Panik anında ölebilir miyim?-HAYIR
-Panik anında kendimi, kontrolümü yitirir kendime ve çevreme zarar verebilir miyim ?
-HAYIR
-Panik atak bayılmaya sebep olur mu ?
-HAYIR
-Deliliğe yol açar mı ?
-HAYIR
-Uçakta panik atak gelirse ölür müyüm ?
-HAYIR
-Tedavisi var mıdır?
-EVET

-İlaç beyni nasıl etkiler, düşünceyi ve davranışı nasıl değiştirir...? Beyindeki " alarm" sistemindeki hassasiyeti giderir. Bozulan dengeleri düzenleyerek aşırı bedensel duyum ve belirtileri yok eder!
Aklımız beynimizden uzaklaşmaya başlar ve yaşamın diğer yanlarını tekrar görmeye algılamaya başlarız.Zamanla paniği unutur hale geliriz.

-Panik Tekrarlar mı ?
Biyolojik, Sosyo-kültürel-ekonomik ve psikolojik şartlar müsaitse her hastalık gibi panikte tekrarlayabilir.Fakat ciddi uzun süreli bir tedavi ile tekrar riski azalır.Ayrıca tekrarlayacaksa çok hafif tekrarlar.Kontrol edilebilir seviyede olur.Bazen doktora bile ihtiyaç duyulmaz. Tedavide paniği kontrol altına almak ve onu tanımak ne yapıp-yapamayacağını bilmek önemlidir.


-Panik şizofreniye çevirir mi?
-HAYIR
-Alkol alarak paniği yenebilir miyim ?
-HAYIR ( zamanla artar ve bağımlılık gelişir.)
-Kendimi dine inanca versem geçer mi ?-Paniğin inançsızlık ve ibadetsizlikle ilgisi yoktur. "inançlı" insanlarda'da panik yaşanır.


-Yanımda ilaç,adres ve telefonlar,su,bisküvi,tansiyon aleti vs.. taşıyorum. Olmayınca yola çıkamıyorum bir şey olur mu ?Bağlanma , garantiye alma ihtiyacından yola çıkıyorsunuz.Tedavi ile yavaş yavaş bu bağlanma nesnelerinden kurtulmak,özgür ve özgüvene dayalı " sahaya" çıkmanız mümkündür.


-Spor paniği arttırır mı ?
-HAYIR ( faydası vardır )
-Sex yapabilir miyim ?
-EVET
-Panik geldiğinde acile gideyim mi ?
-HAYIR ( Daha önceki nöbetler nasıl geçtiyse bu nöbette geçecek )
-Panik depresyonla beraber olur mu ?
-EVET
-Panik anında boğazım düğümleniyor,tıkanıyorum.Nefessiz kalıp ölebilirmiyim.
-HAYIR
-İlaçla beraber alkol alınır mı?
-Çoğunlukla HAYIR,fakat doktorunuza danışmakta yarar var...
-İlaçlar bağımlılık yapar mı?
-Hayat boyu kullanmam gerekir mi?
-HAYIR
-Panikten dolayı işimi değiştirip,veya bırakayım mı?
-HAYIR-Kesinlikle işinizi bırakmayın ve değiştirmeyin.
-İlaçlar,yiyecekler içecekler boğazımı tıkar mı? Boğulur muyum?
-HAYIR
-Bana büyü yapılmış veya ‘cin' çarpmış olabilir mi?
Paniğin bunlarla hiçbir ilişkisi yoktur kesinlikle hocalara,büyücülere,medyumlara, biyoenerjiyle uğraşanlara gitmeyin.

ÖNERİLER


1-Hastalık hakkında doktorunuzdan ve yayınlardan çok iyi bilgi alın.
Temel Kural:"Düşmanını Tanı"
Sana ne yapıp ne yapamayacağını bil!


2-Dahili,fiziksel muayeneler ve tahlillerde hiçbir şey yoksa;bir daha tahlil yaptırmayın ve dahili muayeneye gitmeyin.


3-Her hastanın tedavi süresi,onun kişiliğine durumuna bağlı olduğundan tedavi süresini bilin ve bu süreyi en verimli bir şekilde kullanın.


4-Yakınlarınızıda doktorla görüştürün.Hastalığın sizin elinizde ve iradenizde olmadığını öğrensinler ve size"yüklenmesinler"


5-Umudunuzu ve kendinize olan güveninizi hiçbir zaman yitirmeyin."Başaracağım,bu hastalığı yeneceğim ve yaşama sımsıkı sarılacağım. Kendime inanıyorum ve güveniyorum!"
Telkinini sık sık yenileyin.


6-mümkünse her gün yarım saat yürüyüş yapın.


7-Her gün duş alın


8-Yüzme imkanınız varsa yüzün


9-Yılda iki kez tatil yapın.


10-Çözemediğiniz ve sizinle direkt ilişkisi olmayan sorunlarda üzülmeyin.
"Kulak arkası edin."


11-Kahve ,koyu çay, kolalı içeceklerden uzak durun.


12-Sex yaşamınızı canlandırın,fanteziler üretin


13-Sizin gibi panik yaşayan insanlarla bir araya gelin.Sosyal-kültürel faaliyetlerde bulunun.


14-Panik krizini hissettiğiniz an dikkatinizi başka yere vermeye çalışın


15-Nefes egzersizleri yapın (Derin nefes alıp içinizde tutun ona kadar sayın ve ağzınızdan üfler gibi yavaş yavaş verin)


16-Her gün gevşeme ( relaksasyon ) egzersizleri yapın.Bütün vücut kaslarınızı kasıp sonra gevşetin.


17-Midenizi tıka basa doldurmayın, uzun süre aç kalmayın