psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

29 Aralık 2008 Pazartesi

Psikoloji ve Din


Psikoloji ve din


Yunanca'da psykhe, ruh; logos da bilgi demektir. Bunların ikisi bir araya gelince ruh bilgisi oluyor.Bilindiği gibi Roma İmparatorluğu dördüncü asırda ikiye bölünerek, Doğu Roma, Batı Roma diye ikiye ayrıldı. Doğu Roma'ya daha sonra Bizans İmparatorluğu dendi, bu da Osmanlı Devleti tarafından ortadan kaldırıldı.
On yedinci asırda başlıyan Avrupa medeniyeti, Roma ve Atina'ya istinat eder. Yunanlılar felsefe yönünden zengin gösterilmiştir. Halbuki Orta Asya, Çin, Hint, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, İran uygarlıkları Avrupa'dan çok ilerde idi. Sanayi devrimini başaran Avrupa, ezdiği insanlara kendini büyük gösterdi. Böylece Asya unutuldu, Avrupa gündeme geldi.

Bunun için İsra Suresi'nin 85'inci ayeti üzerinde yeterli çalışma yapılmadı, geçim derdine düşen insanlar, kendi ruhunu incelemeye fırsat bulamadı. Neticede Yunanca olan psikolojiyi Müslümanlar yıllar yılı okudu, öğrendi, sınıf geçti. Tahsilsiz Müslümanlar da, Atina ve Roma medeniyetini ezberliyen insanlardan, İslâmiyet adına birşeyler bekleyip, durdular.

"Kendini bilen Rab'bini bilir" gerçeği karşısında Müslümanlar psikolojiden, sosyolojiden, anatomiden ne kadar haberdar olabildi? Bu bilim dallarını Allah adına okuyamıyan Müslümanlar materyalizmi (tabiatçılığı, doğacılığı) ne kadar önleyebildi?

Allah'ın yarattıklarını, Allah adına incelemeyip (Allah adına okumayıp da) neyin adına okuyacağız? Alak Suresi'nin ikinci ayetinde neden çocuğun teşekkülünden (embriyon safhalarından) bahsediliyor?

Dedik ya geçim derdine düşen Müslümanlar, materyalistlere teslim olunca, kendi ruhunu inkar eden psikoloji öğretmenlerinin elinde kaldılar. Bunlar, psikolojinin Yunanca'daki mânâsını da bir yana bırakıp "insan ve hayvan davranışlarının bilimi"(1) olarak tarif ettiler. Böylece insanı biyolojik varlık olarak ele alıp, insanın, insanlık yönünü görmemezlikten geldiler. İnsanlıktan çıkan insanlar da terörist, anarşist, ayyaş, kumarbaz, şu, bu oldular. İnsan olamazlardı, çünkü onlara insanlığı öğreten yoktu.

Materyalizmden ve spiretualizmden uzak kalıp, bilimlere bilim adına bakan ecnebi ilim adamları, psikolojiyi, "Ruhun yaptığı işleri inceleyen bilim dalı" diye tarif ettiler.

Ruhun varlığı kabul edilirse bunda iki cihet meydana çıkar. Biri insana, öbürü Yaratan'a bakar.

İnsana bakan cihet: Gerek organik kimyaya ve gerekse biyolojiye göre, insanın yapısı toprağa eşittir. Topraktan yaratılan organlarımız ruh sayesinde hayvandan farklı oluyor. Mesela dana beyniyle insan beyni yapı ve şekil bakımından birbirine çok benzer. Fakat dana beyni ilimle, teknolojiyle, tahsille meşgul olamaz. İnsandaki sınırsız kabiliyetler de ruhla izah edilir.

Yaratan'a bakan cihete gelince: Tıb dünyasında canlı organizmanın yapılmadığı, yapılamıyacağı bir gerçek. Öyle ise canlı organizmayı yaratan var. Müslümanlar ilimde geri kalınca, ilimde ilerliyenler, Allah isminin yerine tabiatı, doğayı oturttular. Yani, Yaratan'ı inkar edemediler, Mevla diyecek yerde Leyla deyip, ilmin yönünü saptırdılar.

Fizik, kimya ve astronomiye göre herşey hareketlidir. Hareket, hayata delildir. Cansız dediğimiz cisimler atomlardan yaratıldığı için, onlarda da elektron hareketi vardır. Öyle ise taş ve demir gibi cisimler cansızdır. Fakat hayatsız değil, bunlardaki elektron hareketine kimya deliliyle enerji denir.

Allah'ın Hayat sıfatı, cansızlarda enerji, diğerlerinde can olarak tecelli eder ve kainat, bir makine gibi çalışır. İnsandaki ruh ise, mevcut medeniyetin mimarı!

Eğer bu ruh insanda olmasaydı, ilim ve teknoloji de olmazdı.

İnsanı yaratan Allah, İslâmiyeti göndermiştir. İnsanın yapısı ne kadar mükemmelse, İslâmiyet de o kadar mükemmeldir ve İslâm'a uyan Müslüman da mükemmel olur.

İslâm'a uymayan veya uyamıyan insanlar, çok şeyleri idare etti. Amma kendini idare edemeyip, en yüksek makamda, en geniş imkanlar içinde berbat bir hayat yaşadı. Böylece psikoloji de gayesinden uzaklaşmış oldu veya faydalı olamadı.

––––––––––––––

1. Psikoloji, Selman Erdem, 1969 Ankara, Sh. 6

BORDERLINE - Sınır Durum Vakaları


YOKLUĞUN SINIRINDAKİ HAYATLAR

Modern dönemlerin birçok olumsuz tezahürü onlarda mevcut; derin bir boşluk duygusu, değersizlik hissi, anlamsız bir acısı, istikrarsızlık… Borderline, yani sınır durum vakaları böylesi duyguları tüm şiddetiyle yaşıyor. Onların sayısı aramızda her geçen gün artıyor.

‘Havada uçuşan renkler düşün, hepsi benim ama bir bütünlük yok. Her zaman karşıdakine göre şekillenen biriyim.” “Sürekli bana heyecan veren şeyler arıyorum. İstikrar benim için çok sıkıcı, ruhum daralıyor.” “Nefret ve sevgiyi âdeta bir arada yaşıyorum.” “Bir anda geliyor, beynime kan gibi sıçrıyor. O an her şeyi yapabilirim.” “Kendimi bir hiç gibi, pislik gibi hissettiğimde bunu yıkmam lazım. Öyle anlarda siyahlaşıyorum. Ben karardıkça dünya da kararıyor. Bana canım diyen sanki canın çıksın diyor.” “Terk edilme korkusu bütün ruhuma, varlığıma hâkim oluyor.” “İçimde ciddi bir boşluk duygusu var, herkes tek ama ben yarımım resmen.”

Bu cümleler ‘borderline’ yani sınır durum vakalarına ait. Onlardan herhangi biriyle karşılaştığınızda bu ifadelerin benzerlerini duymanız muhtemel. Türkiye’de de sayıları hızla artıyor. Toplumsal geçiş süreçleri, modern ile geleneksel hayatlar arasında sıkışmışlık, genetik faktörler, çevresel etkiler gibi pek çok sebebi var bu patolojinin; fakat en çok da yetiştirilme şeklinden kaynaklanıyor. Genelde annenin çocuğuna yeterince ilgi göstermemesi ve tam manasıyla kendini verememesinin sonucu bu yarım hayatlar.

Bir nevi modern zamanların hastalığı borderline. Kariyer telaşı, başarı hırsı, eğlence merakı anneleri fiziken, değilse zihnen evlerinden yavaş yavaş uzaklaştırdı. Birçok ev hanımı anne için bile evlat sahibi olmak çocuk bakıcılığına eş değer. Aynı çatı altındaki çocuk ile anne-baba arasında mesafeler var artık. Annesinin gözüne baktığında kendini göremeyen çocukların kaderi borderline. Acılarının sebebi gibi neticesinin de kaynağı günümüz hayat şartlarından besleniyor. Varoluşsal sorunları sonuna kadar yaşayan, boşluk hissi ile mücadele eden, değersizlik karmaşasında bocalayan, acı çeken, âdeta modern hayatın tüm olumsuz semptomlarını üzerinde taşıyan kişiler bunlar. Özetle; hayata bir türlü tutunamayanlar…

BİR YERDE DURAMIYORUM

Dilek ile psikiyatrının odasında tanışıyoruz. Keyfi yerinde görünüyor… Doktoru, en ciddi borderline vakalardan birinin karşımda olduğunu söylüyor. 26 yaşındaki Dilek, 7 yıldır terapi görüyor. “Benim bir sıkıntım yoktu, uyuşturucu kullandığım için annem beni doktora getirdi. Yoksa hayatımdan memnundum.” diyor. Sınır durumu nasıl yaşadığını sorduğumuzda, “Borderline vakaların en önemli özelliği, yapacaklarının sınırlarını bilmemek.” diye özetliyor hâlini. Dilek beş yıl içerisinde yedi defa intihar girişiminde bulunmuş, terapiye başlamadan önce esrar, kokain gibi uyuşturucular kullanmış. Birkaç psikiyatr değiştirdikten sonra kendisini tedavi edeceğine inandığı birine rastlamış. Yedi yıllık terapi sonucunda ciddi değişiklikler gözlense de tedavisinin kırklı yaşlara kadar devam edeceğini öğreniyoruz.

Sıradan değil, heyecan veren şeylerden hoşlanıyor Dilek. Onun için heyecan hissetmesi varlığını algılamasına denk âdeta. Bu arayış, Dilek’i gündelik hayatın temposunun da uzağına düşürmüş. İstikrar problemi yaşadığı için lisedeki devamsızlık sorununu doktor raporlarıyla aşabilmiş. Bir işte çalışabilmesi de zor görünüyor: “Ben duramıyorum bir yerde. Tahammülsüzlük çok fazla.” İstikrarlı davrandığı alanlar; uyuşturucu kullanmak, annesi ve doktoruyla dalaşmak.

GENETİK VE ÇEVRE ETKİSİ

Dilek ile konuşurken doktoru araya giriyor: “Şu an heyecanlı, canlı biri var karşında; fakat bu her an değişebilir ve karanlık bir ifadeye dönüşebilir.” Vakaların bir anı bir anını tutmuyor. İyi kendilik ve kötü kendilikleri arasında gidip gelirken etrafındaki insanlar için de hayli yıpratıcı olabiliyorlar. Dilek bir yıl önce evlendiği eşine bir gün “Sen dünyanın en mükemmel insanısın.” dediği hâlde diğer gün her türlü hakareti ettiğini anlatıyor. Annesi de ilişkilerinde bu fevriliklerden nasibini alıyor. Her daim kızına destek olan Nursel Hanım’dan Dilek’in babasının şizofren olduğunu ve dokuz yaşındayken kızının gözleri önünde vefat ettiğini öğreniyoruz.

Dilek yedi yıldır devam ettiği terapilere eskisi kadar sık gelmiyor. Daha önceki fevri davranışları törpülenmiş, artık aklına her geleni o anda yapmıyor. İlerisi için tek temennisi bir çocuğunun olması. Fakat doktorundan şimdilik bu konuda izin alamamış.

Dilek’in karakterinde borderline kişilik bozukluğunun hemen tüm emarelerini görmek mümkün. Biz onun ışıltılı bir anına denk geldik. Fakat kötü kendiliğe geçtiği zamanlarını da kendinden, annesinden ve doktorundan dinledik. Dilek gibi tüm borderline vakalarını anlamak için geçmişlerine gitmek gerekiyor. Zira sınır durumun ortaya çıkma sebebi biraz genetik ama büyük oranda da yetiştirilme şeklinden, çocuğun anne ile ilişkisinden kaynaklanıyor.

VARLIK İLE YOKLUK ARASINDA

Sınır durumları daha iyi anlamak için 18-24 ay arasındaki evrelerine gitmek gerekiyor. İki büyük teorisyen Otto Kernberg ve James F. Masterson, borderline oluşum mekanizmasında Mahler’in ‘yeniden yakınlaşma evresi’ dediği bu döneme dikkat çekiyor. Sınır durumları kavramak için ayna nöronları hakkında fikir sahibi olmakta da fayda var.

Karşımızdakinin yüz ifadesini okumamıza yarayan ‘ayna nöronları’nın keşfi 1996’ya dayanıyor. Yeni doğan bebeğin başkalarının bakışlarına karşı hassasiyeti bu nöronlar sayesinde aktifleşiyor. Doğumdan sonra bu nöronlar çalışmaya başlıyor ve çocuk ‘oral dönem’ denen süreçte sadece fiziksel değil psikolojik olarak da her şeyi içine alarak zihninde bir nesne tasarımı kurguluyor. Böylece bir dünya temsili tasarlıyor. Bu ‘simülasyon programı’nın ana gövdesinin meydana gelmesi ilk 12 ayda gerçekleşiyor. Kapı, pencere, anne, baba gibi her şeyi zihninde kurduğu bu dünyaya yerleştiriyor çocuk; fakat en önemli karakteri yani kendisini göremediği için bu tasarım eksik kalıyor. Burada anne faktörü ve ayna işlevi devreye giriyor. Çocuk kendisini ancak annesinin gözlerinde görerek varlığını hissediyor. Normal bir anne bebeğine yaklaştığında gözünde oluşan pırıltı ile çocuk kendisi arasında ilişki kuruyor. Böylece annesinin gözündeki ışığı alarak simülasyon programında kendisi için ayrılmış yere yerleştiriyor. Annenin gözündeki ışıltı, öğrenilecek bir şey değil, tamamen fıtrat kaynaklı. Fıtratın önüne başka şeyler geçtiğinde, mesela şehir hayatında bu doğal ışık sanki perdeleniyor. Meşguliyetler, yorgunluk, telaş, endişe bir şal gibi düşüyor annenin bakışlarının önüne.

Peki ya çocuk annenin gözünde ışıltıyı göremezse? Annenin zihni dağınıksa, çocuğuna bir ayak bağıymış gibi bakıyorsa, kendi evde ama aklı dışarıdaysa… Veyahut sarhoş kocası içip içip birazdan gelip kendisini dövecek diye kaygılanıyorsa. İşte böylesi durumlarda annenin evladına o ışıltılı bakışı vermesi zorlaşır. O zaman çocuğun zihnindeki dünya da öyle sönük ve karamsar bir hâl alır. Bebek kendini var hissedemez, etkisiz eleman gibidir. Simülasyon programında kendisini temsil eden bir temsilci yoktur. Yetişme dönemindeki bu duygu hâli kişinin ömrü boyunca peşini bırakmaz. Tüm hayatı boyunca varlığını sorgulayacaktır.

BEN BURADA MIYIM?

Uzmanlar borderline vakalarının ömürleri boyunca ‘Ben burada mıyım değil miyim?’ duygusuna kapıldığını anlatıyor. Hastalar bu yokluk hissini aşabilmek için heyecan hissettirecek eylemlere başvuruyor: Jilet atmak, cinsellik, alkol, uyuşturucu, hızlı araba kullanma, adrenalin sporlarına ilgi göstermek, mafyatik işlere karışmak ya da antisosyal eğilimler; şiddet, suç vs… Bu fiillerin tek amacı kişinin var olduğunu hissetme kaygısı.

Sınır durumlar kötü kendilik hâlindeyken yaptıkları bu eylemler sayesinde iyi kendiliğe geçerler; fakat orada da uzun süre kalmayacaklardır. Psikoterapi Enstitüsü Derneği Başkanı Tahir Özakkaş bu gidiş gelişleri sembolleştirerek açıklıyor: “Bunların insan ilişkilerine baktığımızda üç tabaka görürüz. Magma, yeryüzü ve atmosfer (ya da buzullar tabakası). Normal insanların ilişkilerinde yeryüzü daha geniştir. Ama borderline magmada iç-içe geçen sıcak, coşkulu bir mutluluk ilişkisi yaşar; eğer orada bir kırılma, incitilme yaşarsa direkt kutuplara geçer. Soğuk ve acımasızdır. Kar fırtınası, tipi gibi eser, kavurur, her şeyi bozar. Borderline magma ya da kutupta bulunur; aradaki ince yeryüzüne nadiren uğrar, bu nedenle sağlıklı, mantıklı ilişkiyi kurması çok zordur.”

Sınır durum iyi dünyasındayken tüm ışıltısını dünyaya yansıtır. En iyi anne, baba, sevgili, doktora vs. sahiptir. Hayat dolu ve enerjiktir. Mutlu göründükleri için etraflarında da çok dikkat çeker, âdeta enerji yayarlar. Fakat burada onu incitecek en küçük bir his kötü dünyasına geçmesine sebep olur. Burada karanlıktır ve âdeta bulunduğu ortamda silikleşir. Artık dünyanın en kötü anne, arkadaş, doktoruna vs. sahip olduğunu düşünmektedir. Bu iki dünya arasındaki uçurum ne kadar büyükse vaka da o kadar patolojiktir.

Tahir Bey’in anlattıklarını tüm şiddetiyle yaşayan bir örnek 35 yaşındaki Neslihan. Nefret ve sevgi, iyi ile kötü arasında gidip gelen bir hayatı var onun. Gri tonlara yer yok: “O kadar olgunlaşmamış bir benlik ki borderline, dışarıdaki en küçük olumluluk yahut olumsuzluktan aşırı etkileniyor. Mesela bu sabah gittiğim doktor bana ‘Ellerin ne kadar güzel’ dedi ve ben aşırı mutlu hissettim kendimi. Normal bir insan böyle bir olumluluk karşısında göklere çıkmaz, olumsuzluk sonucunda da yerin dibine batmaz. Fakat sınır durumda iniş çıkışlar had safhadadır. Hangi alanda etkileniyorsa bir vakit sonra cehennem azabına döner.”

Borderline vakaların bu derece farklı uçlarda salınmalarının sebebi, ilkel bir savunma olan bölme mekanizmasını kullanmaları. Ruhsal gelişimin 1-3 yaş evrelerinde çocukların kullandığı bir mekanizma bu. Bebeklikte dünya yarım yarım algılanır; iyi ya da kötü. Annemiz bizi sevdiğinde iyi, kızdığında da kötü annedir. İyi anne karşısında sevilen, kötü anne karşısında da sevilmeyen tarafımız aktifleşir. Bölme mekanizması sayesinde bu iki dünya tasarımı ayrı tutulur. Normal insanlarda 1,5-5 yaş arası annenin aynı anne, kendinin aynı kendi ve dünyanın aynı dünya olduğu entegrasyonuna girilir. Bu sentezin sağlanmasında yine kilit rol sağlıklı anneye düşer. Tutarlı davranış sonucu çocuk bu iki dünya arasında gidip gelmenin nedenselliğini keşfeder ve farklı algılar giderek birbirine yaklaşır, sonunda da bütünleşir. Eğer anne de hayatı bölme üzerinden algılıyorsa o zaman bu mekanizma aktif kalır. Hayatı ve kendini sevgi ve nefretin aşırı tonları üzerinden algılayan, dolayısıyla zıt kutuplarda yaşayan bir karakter çıkar ortaya.

ÇOCUĞU MECBURİYETTEN DEĞİL, İÇTEN SEVMELİ

Peki, anne nasıl bir tavır geliştirmeli çocuğuna karşı? “Annenin normal olması, bölme mekanizmasını kullanmaması, bir iyi kendiliğe bir kötü kendiliğe geçmemesi önemli.” diyor Psikoterapi Enstitüsü Derneği Başkanı Tahir Özakkaş ve bir misalle açıklıyor: “Anne bir gün işten gelir, çocuk yerde oyuncaklarıyla oynamaktadır. Anne iyi kendiliktedir ve evladını okşar, sever. Ertesi gün müdüründen fırça yemiş gelir eve. Çocuk yine yerde oyuncaklarıyla oynamaktadır. Fakat bu defa ‘Ne dağıtıyorsun ortalığı?’ diye azar işitecektir. Anne tutarlı bir tavır geliştirmemiştir ve çocuğa bu hâl sirayet eder. Annenin çocuğu cezalandırması kabul edilebilir bir şeydir ama çocuğun karşısında bütünlük, tutarlılık gösterebilmesi hayati önem taşır. Örneğin çocuk her mutfakta oynadığında anne kızıyorsa bunun bir mantığı vardır.”

Çocuğun iki dünyayı birleştirebilmesi için annenin davranışlarındaki bu nedenselliği yakalayabilmesi önemli. Aksi takdirde, annenin neden bir iyi bir kötü olduğunu kavrayamaz. İyi bir şey yaptığında annede yansımasını görmez, böylece çocuk olumlu tavrını anlamaz ve kendini kötü hisseder. Kötü bir şey yapmadığı hâlde azar işitir ve yine ne olduğunu bilmemektedir. Oysa anne ya mutsuz ya da kafası farklı bir şeyle meşguldür.

Annenin çocuğuna ilgi gösterirken mekanik bir hâle dönüşmemesi de önemli. Bunun en uç örneğini obsesif kompülsif annelerde görmek muhtemel. Her daim ilgili, bir dediğini iki etmeyen fakat vazife bilinciyle yaklaşan annelerin de çocuğa ihtiyacı olan duyguyu vermediği biliniyor. Tahir Özakkaş, içten sevmek ile mecburiyetten sevmek arasındaki farka dikkat çekiyor: “Siz hayatta mesleğinizi ön planda tutuyorsanız, çocuğunuzu ihmal edersiniz. İlgi göstereyim diye vicdan azabından, sorumluluk duygusundan beslenen bir sevgi gösterirseniz işe yaramaz. Kaliteli vakit geçiriyorum dersiniz, hâlbuki burada tepkisellikten kaynaklanan bir tavır vardır ve çocuk bunu algılar. Annenin çocuğunu benimseyerek sevmesi ayrı, kariyer endişesi ile yoğun ve telaşlı bir maratonun arasında çılgınca eve koşup bir saat çocuğumla vakit geçireceğim demesi ayrı. Çocuk burada kendini eşya gibi hisseder.”

Peki, çalışan kadınların çocukları borderline tehdidi altında mı? Uzmanlar annenin daha çok normalliğine vurgu yapıyor. Psikolog Ufuk Maviengin, “Anne çalışıyor olabilir, esas nokta çocuğa sevgisini aktarabilmesi.” diyor ve ekliyor: “Ben başarılı bir iş kadınının bunu başarabileceğini zannetmiyorum.”

ERKEKLER NARSİST, KADINLAR BORDERLİNE

Görüştüğümüz psikiyatr ve psikologlar borderline vaka sayısının her geçen gün yükseldiğini, katıldıkları uluslararası konferansların da bu tespiti doğruladığını söylüyor. Türkiye’de son yıllarda artış gözlense de Batı’nın borderline vakalarına aşinalığı geçmiş yıllara dayanıyor, bunu yıllar önce bestelenen şarkılar, çekilen filmler de gösteriyor. Madonna, Bon Jovi gibi sınır durumlardan ilham alan Scorpions’un şarkı sözleri şöyle: “Sınırda yürüyoruz, soğuk kitlelere karşı… Yangınlardan atladık, güçlü rüzgârlara gidiyoruz…” 1999 yılında çekilen Almanya-ABD ortak yapımı ‘Aklım karıştı’ (Girl interupted) filminde borderline patolojisine sahip karakteri Winona Ryder canlandırıyor. Onun küçük bir kediye bile nasıl muhtaç kalabildiğini, tanımadığı bir hasta bakıcı ile rahatça bir gecelik ilişki yaşayabildiğini görüyoruz filmde.

Batı’da daha çok ünlü hastalığı olarak anılıyor borderline. Magazin dünyasında çok sayıda sınır durum patolojisinin varlığına değiniliyor. Filmlerde, şarkı sözlerinde olduğu gibi gerçek hayatta da bu hastalığın öznesi genelde kadınlar. Literatüre göre sınır durumların yüzde 70’i kadın. Modern hayat şartlarında erkekler daha çok narsist, kadınlar da borderline olma eğiliminde. Öte yandan, sıklıkla sınır durumun annesi de bir sınır durum vakası fakat obsesif kompülsif ya da narsist annelerin de kızlarının borderline patolojisine etkileri oluyor. “Borderline kızı borderline” diye bir ifade bile kullanılıyor.

Psikolog Ufuk Maviengin’e göre kadınlarda borderline vakaların daha çok görülme sebebi normalde de sevgi ve nefret duygularını güçlü yaşamaları. ADAM Sosyal Bilimler Araştırma Merkezi Koordinatörü Tarık Çelenk farklı bir zaviyeden bakıyor. Ona göre insanlık tarihinden bu yana kadın, toplumlardaki tüm dönüşümlerin/devrimlerin simgesel odak noktası. Sosyo-psikolojik değişimlerin etkisi altında en çok kadınlar kalıyor. Bu sebeple toplumsal dönüşümün bir ürünü borderline vakalarının daha çok kadınlarda görülmesi şaşırtıcı değil.

Tahir Özakkaş bunu yine çocukluk dönemiyle açıklıyor. Çocuk 1,5-2 yaştan itibaren özdeşim yapmaya başlar. Kız çocuk kendine anneyi, erkek de babayı model alır. Eğer anne borderline ise yani hâlâ bölme mekanizmasını kullanıyorsa bu çocuğu etkiler. Erkek çocuk da 2 yaşından sonra daha çok anneden kopar ve babaya yaklaşır. Babanın yapısı ‘sahte kendilik’ olsa bile borderline anneye göre daha tutarlıdır. Böylece çocuğa problemli de olsa tutarlı bir kimlik kazandırır. Baba yoksa ya da zayıf bir kişilikse erkek çocuklar da annenin etkisinde kalır ve borderline görülebilir.

YA İNANDIĞI GİBİ YAŞAMALI…

25 yaşındaki Nuri bu örneğe kısmen uyuyor, onun da sorunları daha çok babasıyla alakalı. Dolayısıyla annesiyle de çocuklukta doğru bir ilişki kuramamış. Nuri’nin psikolojik tedavi alma sebebi bir buçuk yıl önce yaşadığı bir ayrılık. Bir senedir terapi görüyor. “Hayatı iyi ve kötü diye ikiye bölerek yaşıyorum.” diyor.

Nuri, imam hatip lisesi mezunu. Okulda pek sıkıntı yaşamaz fakat iş hayatına problemli başlar. O dönemde kendini eğlenceye, içkiye, uyuşturucuya verir. Geceleri arkadaşlarıyla takılır ve sınırsız, korkusuz her zevke dalar. Akşam eve gelene kadar sorun yoktur; ne zamanki başını yastığa koyar o zaman vicdan azabı peşini bırakmaz. Bütün dinî inançlarını bir kenara bırakmış olmanın ıstırabını yaşar. Bilinci onu âdeta cezalandırır, halüsinasyonlar, kâbuslar görür. Fakat bir gün sonra yine aynı hataya düştüğü çok olur. Nuri’nin bu ikiye bölünmüş hayatı nişanlandıktan sonra daha da kötüye gider. Başlarda her şey tozpembe görünür fakat kısa sürede hezeyanlar katlanarak artar. Sonunda kendini terapi koltuğunda bulur.

Terapistine göre Nuri’nin en önemli sorunu dinî inançlarıyla ilgili: “Bu arkadaşımın dinî inançlarla ilgili sorunlarına net bir cevap vermesi gerekiyor. Ya inandığı gibi yaşamalı ya da yaşadığı gibi inanmalı.”

TOPLUMSAL GEÇİŞ SÜRECİ ETKİLİ

Dünyada sınır durumların arttığından bahsettik. Türkiye’de de borderline vakaların sayısında ciddi bir patlama var. Çekirdek ailenin ortaya çıkması, şehir hayatı ve adaptasyon sorunları, geleneksel ile modern hayat arasındaki bocalamalar bu patolojilerin artmasındaki önemli etkenler.

“Toplumsal geçiş süreçlerinde bu tür vakaların oranı artar. Modernizasyona geçişle birlikte toplumumuzda bir kimlik bocalaması, krizi ortaya çıktı. Kişiler kendilerini ve ailelerini tanımlamakta zorlanmakta. Geleneksel ile cemiyet yapısı arasındaki çelişkiler kişiyi bunalıma sokmakta ve aidiyet sorunu yaşatmakta. Bunlar borderline vakalara da çanak tutmakta.” diyor Tahir Özakkaş. Hastalarının çoğu üst düzey yönetici olmasına rağmen içinden çıkamadıkları yalnızlık duygusu yüzünden ve patolojik aşklar yaşadıkları gerekçesiyle kapısını çalıyorlar. Bu tarz vakaların geçmişine bakıldığında genelde aynı manzara çıkıyor: Taşralı oldukları hâlde kendilerini oraya ait hissetmiyorlar, merkezdeler ama kentsoylu aileye de tam ait değiller. Bu iki hâl arasında cebelleşme de Özakkaş’a göre sınır durumu tetikliyor. Zira borderline patolojide aidiyet çok önemli.

Din psikolojisi üzerine çalışan Prof. Dr. Ali Köse de toplumsal yapıdaki değişime dikkat çekiyor: “Modern hayat, çeşitli kolaylıklar yanında manevi buhranları da beraberinde getirdi. Yabancılaşmayı doğuran süreç, bireyler arasındaki ilişki gibi anne-çocuk ilişkisini de etkiledi. “İnsan teması” dediğimiz hissiyat bile yok oldu artık. Hâlbuki dokunma hissi aynı zamanda manevi temasın basamaklarından biri.”

MUHAFAZAKÂR BORDERLİNE

Ufuk Maviengin, Nuri örneğindeki gibi muhafazakâr kesimde de borderline vakaların sayılarının arttığına vurgu yapıyor. Tabii ki kadınlar bu süreçten bir kat daha fazla etkileniyor: “Özellikle muhafazakâr kesimin okumuş kadınları arasında borderline çok yaygın. Çünkü cinsellik ve şiddet gibi belli dürtülerini daha çok bastırmak zorundalar. Okuma yazma bir vakte kadar tatmin eder; ama insan yapısı bir yaştan sonra çiftleşmek ve üremek ister. Çağdaş hayatta evlilik yaşı otuzlara kadar tırmandı. Bu örneklerin içlerinde cinsellik ve öfke birikmesi var. Sonuçta ani patlamalar ortaya çıkıyor.”

Sınır durumların kendilerini kötü hissettiklerinde ilk başvurdukları, günübirlik ilişkiler ki Amerika’daki örneklerde ani bir kararla evsizlerle bile beraberlik yaşayanlar çok. Uyuşturucuya sığınmak, hızlı bir yaşantının içine girerek mümkün mertebe kendi ile baş başa kalmamak da borderline sığınaklarından. Anadolulu ya da ‘muhafazakâr borderline’da ise tezahürler farklı: Lüks tutkusu, maddiyat ile sürekli üstün görünme arzusu, iyi giyinme, gösterişli evler, arabalar… Kendini değerli hissetmek, değersizlik hissinin sürüklediği o korkunç dünyadan uzak durmak için ümitsizce ve biteviye uğraşlar... Bu nedenle muhafazakâr kesimdeki kadınların daha çok narsisistik savunmalara yöneldiği fark edilmiş. Bu kişilerin ayırt edici özellikleri özetle şöyle: Gerçek bir kişilikleri yok, başkalarının bakışlarına, düşüncelerine çok hassaslar ve hayatlarını bu şekilde organize etmekteler. Yani bunların varlık merkezleri kendi içlerinde değil âdeta dışlarında konumlanmış.

Tahir Özakkaş, tezahürleri açısından bizdeki borderline vakalarının Batı’dakilerden farklı olduğunu söylüyor: “Batı’dakiler bizdeki sınır durumu pek bilmez. Bizim şehre gelmiş, okumuş kızlarımızın bir kısmı Batı tarzı borderline. Klasik Anadolu tarzı ailelerdekilerin görüntüleri ise farklıdır. Öfke krizine girer, saçını başını yolar, elbiselerini keser, gizli intihar girişimlerinde bulunur, kendini değersiz hisseder, kayınvalide-gelin tartışmaları şiddetlidir. Bizdeki borderline Batı’dakinden farklıdır.”

BORDERLİNE, TELEFONDAKİ SESİNDEN BELLİ OLUR

Muhafazakâr ya da değil, Ufuk Maviengin telefondaki sesten danışanın borderline olup olmadığını tahmin edebiliyor. Birçok terapistin aksine Ufuk Bey borderline vakalarını tercih ediyor. Maviengin’in psikolojik danışmanlık merkezini rahat tasarlamasının amacı danışanlarının kendini evinde gibi hissetmesi. “Borderline ilk telefon çaldırdığında korku, panik ve acil yardım ihtiyacındaki bir ses tonu çıkar karşıma.” Bu sesin ardından merkeze gelen kişilerin sorunu genelde benzerdir: Ciddi bir ayrılık yaşanmıştır ve kişi kendini enkaz gibi hissetmektedir. Benlik değeri sıfırlanmıştır. Kendini hayal et dendiğinde yapamaz çünkü benlik algısını yitirmiştir. Maviengin vakaların önce hikayesini dinliyor, daha sonra hücum terapisi uyguluyor. Bu süre içinde borderline hakkında bilgilendirme süreci de işliyor. Böylece vaka öğrendikleri ile kendi durumu arasında köprü kurabiliyor.

Bu tarz terapi uygulayan psikiyatrların hastalarıyla konuştuğumuzda patolojilerine vâkıf olduklarını görüyoruz. Öyle ki bu bilgilendirme süreci bazılarını meslek değiştirme kararına kadar getirmiş. Maviengin’e danışanlardan dördü yüksek lisans yapıp psikoterapist olmaya niyetlenmiş.

Şu an için bir televizyonda çalışan Sevinç de onlardan biri. Önümüzdeki dönem yüksek lisansa başvurmayı planlıyor. Onun hikâyesini dinlediğimizde de klasik bir borderline çıkmazıyla karşılaşıyoruz. Sevinç, uyuşturucu bağımlısı babasını 4 yaşında kaybetmiş. İntihar ederek vefat eden babasını hiç hatırlamıyor. Sekiz yaşına kadar üvey babasını öz zanneder; fakat bir gün komşusu, annesi çamaşır asarken kulağına yaklaşır ve ‘Seni kandırıyorlar, baban üvey’ der. Ailesine sorduğunda bilgisi doğrulanır. Annesinde de o dönemlerde, şimdi tedavisini gördüğü, paranoid şizofreninin emareleri görülmeye başlar. Anne figürü belirsizdir Sevinç’te; çocuğunu bir sever, bir nefret eder. Çünkü sevmediği adamdan dünyaya gelmiştir.

Sevinç de dürtüsel olarak hep kaçar alkolik üvey babasından. Kendine bir türlü zemin bulamaz: “Havada uçuşan renkler düşün, o renklerin hepsi benim ama bir bütünlük yok. Her zaman karşıdakine göre şekillenen biriyim.” diyor. Kimi zaman alkolik üvey babaya kimi zaman da şizofren anneye… Karşıdakine göre şekillenmek, borderline patolojinin temel özelliklerinden biri.

YOĞUN BİR ACI, BOŞLUK DUYGUSU

Sevinç, üniversite yıllarında da sorunlar yaşar. Zaman zaman çevresindeki insanlara saldırdığı da olur. İçindeki öfkeyi bir şekilde boşaltmak ihtiyacındadır: “Kendimi hiç gibi hissettiğimde bunu yıkmam lazım. Resmen o anlarda pislik gibi hissedersin, siyahlaşırsın. Ben karardığımda dış dünya da kararıyor. Bana canım diyen sanki canın çıksın diyor.” Kötü kendilikte iken dünyayı da, kendini de kötü algılamanın tezahürü bu hâller. Borderline tamamen dışarıyı kendi ruh hâline göre biçimlendiriyor, onun için de çevresi tarafından dengesiz olarak algılanıyor.

Sevinç, borderline vakalarda sıkça görülen cinselliğe sığınmak ya da uyuşturucu kullanmak fikrinden hep uzak durmuş. Kuralcı yapısının bir sonucu bu; babasının uyuşturucu bağımlılığı, üvey babasının alkolikliği de onun mesafesinin başka bir sebebi. Onda dürtüsel sıkıntı alışverişe düşkünlük şeklinde tezahür etmiş. Üniversite mezuniyetinden sonra evlenmek ve iş sahibi olmayı kendine hedef edinmiş ve ikisini de gerçekleştirmiş. “Hedefsiz kaldığımda ciddi bir boşluk duygusu ve yoğun bir acı içinde buluyorum kendimi.” diyor.

Sevinç bundan bir buçuk yıl önce terapiye başlamış. O da tüm vakalar gibi tedavi sürecinde terapistine tabiri caizse deli gibi bağlanmış: “Terapi bize kendimizi sevmeyi öğretiyor. Sen değerlisin diyor. Ben uzun süre bütünleşemedim.” Onun hipnoz seansında da bu bütünleşmenin ne derece zor yaşandığını görebiliyoruz. Hipnozda Sevinç’in ikiye bölünmüş karakterinin birbiri ile yaptığı ilginç konuşmayı izliyoruz. Kötü kendilik elindeki hayali bıçakla iyi kendiliği tehdit ediyor. Ancak terapistin telkinleriyle sakinleşiyor. Sevinç’in bebeklik ve çocukluk yaşlarına gittiği hipnozlarını da Meviengin’in danışmanlık merkezinde izliyoruz. Her yaşta o dönemdeki hâl ve mimiklerine bürünüyor Sevinç. Borderline vakalarının kendisi kadar iyileşme sürecinin de ne kadar fantastik olduğuna bir kere daha şahitlik ediyoruz.

‘YUMURTA KABUKLARI ÜZERİNDE YÜRÜMEK GİBİ’

“Terapiste çok bağlanıyorsun. Anneye babaya yükleyemediklerini ona aktarıyorsun. Terapistinden de aynı alakayı bekliyorsun, göremeyince afallıyorsun. Çünkü bildiğin bir şablon değil. Terapist sana başka türlü bir davranış biçimi gösteriyor ve bunu uygulamak gerçekten kolay değil.” diyen Sevinç, tedavi döneminde MSN’de Maviengin’i göremediğinde telaşlanıp ‘Hayatta mısın?’ diye aradığı çok olmuş. Bu yaklaşım, borderline vakalar için oldukça sıradan. Terapistlerine anne aktarımı yaptıkları için, psikiyatrları olmadığında yaşayamayacaklarını hissettikleri bir dönem dahi geçiriyorlar. Ama çocuğun annesinden ayrışıp özerk bir birey hâline gelmesi gibi bu vakalar da zamanla terapistlerinden aynı biçimde ayrışıyorlar. Böylece çocukluklarında gerçekleştiremedikleri ‘ayrışma-bireyleşme’ sürecini psikiyatrın şahsında gerçekleştiriyorlar. Terapistler için bu süreç oldukça zorlayıcı.

Bu yüzden psikiyatrların geneli sınır durumları tercih etmiyor. Kapısını çaldığımız bazı doktorlar, hasta müracaatlarının artacağı korkusuyla görüş vermek dahi istemedi. Fakat borderline ile çalışan doktorlar hâllerinden memnun. Psikiyatr Ender Karaca, sürekli meydan okuyan bu kişilerin, terapistin de varoluşunu etkilediğine inanıyor: “Borderline ile terapi çok zevkli, ortam içinde sürekli bir şeyler oluyor. Genelde zeki bir insan çıkar karşınıza ve siz sürekli zihninizi zinde tutmalı, sahiciliğinizi yitirmemelisiniz. Çünkü her an onun oyununa gelebilirsiniz.”

Yaklaşık beş yıldır borderline vakalarını özellikle tercih ediyor Ender Karaca. 15-20 kişiyi en az iki senedir takip ediyor. Onlara köşeli, didaktik, kendi ifadesiyle ‘ortodoks’ bir terapi değil, yapılandırmaya dönük bir yöntem uyguluyor. Karaca’nın “Bu kişilerle ilişkiye girmek, yumurta kabukları üzerinde yürümek gibidir.” sözü terapistler için sınır durumun ne kadar zor olduğunu özetliyor.

CENNETE YA DA CEHENNEME HOŞ GELDİN!

Sınır durumun terapisti ile geçirdiği süreç, esasında ömrü boyunca bir türlü tecrübe edemediği normal ilişkiyi yaşamaktan ibaret. Fakat bunun gerçekleşebilmesi için borderline nazarında terapistin sınavı geçmesi elzem. Aksi takdirde psikiyatra tedavi edebilme şansı vermez. “Hastalarımız bize iyi kendiliğinde geldiğinde çok iyidir, ama bizim bir cümlemizle tetiklendiğinde burayı dağıtır, saldırmaya kalkabilir; biraz önce size cenneti yaşatan insan cehenneme hoş geldin der. Toplumsal ilişkilerde böyle davrandığında insanlar onu dışlar ve sistem aynı şekilde çalışmaya devam eder.” diyor Tahir Özakkaş. Terapistin burada tüm olanları, söylenenleri içinde eritebileceği bir olgunlukta davranması önem arz ediyor.

Psikiyatrın ilk etapta vazifesi, hayatta yakınlaştığı her erkekle yatan bir borderline vakanın ilk defa terapisti ile farklı bir ilişkiyi tecrübe etmesini sağlamak. Herkesten daha fazla samimileştiği hatta onsuz olamayacağını düşündüğü terapistiyle hep aynı mesafede durmak zorunda kalan borderline için bu normal ilişkiler için de ilk adımdır. Borderline başlangıçta yaklaşır, terapist uzaklaşır, bunun üzerine borderline küser ve uzaklaşır, bu kez terapist ona yaklaşır. Böylece terapistin ona olan mesafesi hiç değişmez. Ömründe ilk kez böyle bir ilişki yaşayan borderline bunu içine alır ve benimserse büyük bir mesafe katetmiş demektir.

HERKES TAM AMA BEN YARIMIM

Sınırda yaşayan bu vakalarda görülen diğer bir belirgin özellik de terk edilme korkusu. Borderline, terki engellemek için her türlü çılgınlığı göze alır. Genelde intihar tehdidine başvurur ve çoğu zaman da teşebbüs eder. Sınır durumun terk edilmesinin, bir annenin 2 yaşındaki çocuğunu terk etmesi gibi ağır ve trajik sonuçları vardır. Borderline üzerine yazdığı kitapta James F. Masterson buna ‘terk depresyonu’ adını veriyor.

“Bunu bizzat yaşadım” diyor 35 yaşındaki Neslihan. “Rüyalarımdan titreyerek uyandığımda bunu hissettiğim çok oluyordu. İçimde ciddi bir sızı ile uyanıyordum ve terk edileceğim diye korkuyordum. Ama bunun nedenini bilmiyor ve yaşadığım ilişkime yoruyordum.” Neslihan da intihar etme fikrine çok defa kapılmış ya da karşısına çıkan insanlardan intikam alma isteği doğmuş içine. “O kadar tamamlanmamış bir yapı ki insanı ne yaptığını bilmediği bir noktaya götürüyor. Düşünmeden, tamamen dürtüsel hareket ediyorsun. Başıma ne geldiyse bundan kaynaklanmıştır. O anlık, düşünmeden…”

Borderline vakaların hikâyeleri çok önemli. Neslihan dört yaşlarındayken, çok düşkün olduğu babası İtalya’ya gider. Bunun üzerine deliye döner. Divanın altında, buzdolabının içinde aklına gelen her yerde babasını arar. Bu gidişten annesini mesul tutar, “Sen yaptın, yoksa babam beni bırakıp gitmezdi.” der. Sonunda babası geri döner. Yine de terk edilme korkusu, aşırı bağlanma huyu o dönemlerden bugüne miras kalır.

Neslihan’ın bunu en şiddetli yaşadığı süreç erkek arkadaşıyla geçirdiği on yıl olmuş. “O varsa varsın, yoksa yok.” diyor. Aslında karşısındakini özne değil, nesne gibi algıladığını itiraf ediyor. Kendini yarım hissediyor, hep karşı cinsten birine sırtını yaslama ihtiyacı duyuyor. Yıllardır benliğine ve ayrıldığı erkek arkadaşına çok zarar verdiğini söylüyor Neslihan: “Gündüz sevgiline düzgün davranmıyorsun, sorun yoksa bile çıkarıyorsun. Nasıl olsa beni terk edecek fikri var hep. Hem boğuyorsun hem de boğuluyorsun.”

NEDEN BU KADAR ÇOK ACI ÇEKİYORUM?

Terapiye başlayalı beş ay olmuş. “Belki terapiye başlamasaydım ben de birilerine zarar verecektim. Bir iyi ‘ben’ var bir de kötü ‘ben’. Kötü ben ruhuma daha çok hâkim olmaya başladığında psikoloğa danışmaya karar verdim.” diyor Neslihan. Terapiye başladıktan sonra ‘Neden birine bağımlı yaşıyorum ki?’ fikri hâkim olmaya başlamış. Neslihan, mutlu olmayı öğrenmeye çalışıyor terapilerine paralel.

Borderline vakaları, geleneksel yapıdan modern hayat tarzlarına geçişlerin sefasından çok cefasına şahit olanlar. Onların hikâyelerinde çoğumuzunkinden bir parça var. Önemli bir farkla; biraz daha acılı, sancılı ve hezeyanlı…


BORDERLİNE, FREUD DÖNEMİNDE BİLİNMİYORDU

Borderline hastaların özellikle ağır vakaları uzun yıllar delilikle etiketlendiler. Fakat hayatlarının büyük bir bölümünde, düşünceleri normal insanlar kadar sağlıklı olan bu hastalar için zamanla deliliğin sınırında anlamında borderline kelimesi kullanılmaya başlandı. Freud zamanında ağır nevroz olarak görülüyorlardı. O dönemler sadece üç yapı ele alınırdı: normal, nevroz ve psikoz. Bu yaklaşım uzun yıllar devam etti. Borderline hastalara bu dönemde, borderline şizofreni, gizli şizofreni gibi çok farklı isimler verildi. 1960'lara kadar borderline vakalar ayrı bir kategoride değerlendirilmedi. Özellikle Otto Kernberg'in çalışmaları ile borderline patolojisi daha iyi anlaşılmaya başlandı. Günümüzde Freud döneminin aksine ruhsal aygıtın gelişmesinde artık dört aşama ele alınıyor: normal insan, daha az olgunlaşmış nevrotik, daha az yapılanmış borderline ve ağır psikoz vakalar.

7 Aralık 2008 Pazar

sosyal Anksiyete

Sosyal anksiyete nedir?

Sosyal anksiyete, kendini başka insanların yanında endişeli ve sinirli hissetmektir. Bunun altında yatan, şiddetli utanç duyma korkusu ya da bir sınıfta veya seminerde konuşuyormuş gibi değerlendirildiğiniz ve izlenildiğiniz sosyal ortamlarda ve grup durumlarında aşağılanma korkusudur.

Ne kadar sıklıkta olur?

Sosyal anksiyetenin yaygınlığı konusundaki araştırmalar karma olmasına rağmen, sosyal anksiyetenin kadınlarda ve erkeklerde genel olarak eşit olduğu bulunmuştur. Sosyal anksiyete, herhangi bir zaman diliminde genel popülasyonun %7sinden fazlasını etkilemektedir.

Sosyal anksiyeteyle karşı karşıya kalırsam neler yaşayabilirim?

Sosyal anksiyete durumunda yaşayacaklarınız aşağıdaki gibidir:


*Başkalarının yanında utangacım.

*Sosyal ortamlarda insanların beni izlediğini, bana baktığını ya da beni yargıladıklarını hissediyorum

*Başkalarının sinirli olduğumu görmelerinden endişe duyuyorum

*Başka insanlar etrafımdayken asla rahat hissetmiyorum.

*Sosyal ortamlarda kendimden utanmaktan ya da küçük düşürmekten korkuyorum; örneğin, aptalca birşey söyleyeceğimden korkuyorum.

*Korkumun genelde aşırı ve nedensiz olduğunu biliyorum.

*Sosyal ortamlardan ya uzak dururum ya da sosyal ortamlara büyük sıkıntı içinde tahammül ederim.

*Terleme,titreme, hızlı kalp atışı, nefes darlığı, karın bölgesinde sıkıntı, kızarma, ağız kuruluğu, karıncalanma hissi, kaslarda seyirme, güçsüz bacaklar ve yetersiz konsantrasyon.

Sosyal anksiyetenin sebeplerinden bazıları nelerdir?

Sosyal anksiyetenin gelişmesindeki en önemli faktör arkadaşlar tarafından alay edilme ya da ebeveyn tarafından reddedilme hissi gibi çocuklukta yaşananları içeriyor gibi gözükmektedir. Bu durum,çocuklarda utangaçlığın gelişmesine sebep olur ve ergenlikte, önemli derecede arkadaş baskısı olduğu zaman, bu utangaçlık sosyal anksiyeteye dönüşür. Diğer araştırmalar da sosyal çekingenliğe biyolojik bir zayıflığın neden olabileceğini söylemektedir.


Sosyal anksiyete durumunda ne düşünebilirim?


Sosyal anksiyete genellikle ergenliğin sonlarına doğru başlar ve devam etmekte ısrarlıdır- özellikle de kişi tedbirli olmaya meyilli olduğu içindir ve bu sebepten diğer insanların ona karşı gerçek reaksiyonlarını test etme olanağını yakalayamaz.

Bu sorunla kendi başıma nasıl baş edebilirim?

Kendinize karşı sert olmamayı deneyin. Örneğin, kendinizi başkalarından daha küçük görüyorsanız, sizin sergilediğiniz ve başkalarının çekici bulduğu özellikleri geçekten değerlendirmeyi deneyin.

-Herkesin görünmese de korkuları ve güvensizlikleri olduğunu aklınızda tutun.

-Nasıl hissettiğiniz hakkında güvendiğiniz biriyle konuşmayı deneyebilirsiniz.

-Birtakım nefes alma alıştırmalarını-endişelendiğinizi hissettiğiniz anda üç kere derin nefes alma gibi-deneyebilirsiniz.

-Endişelerinizi büyütüyor olabilirsiniz. Örneğin, “aptalca” şeyler söylediğinizi düşünüyor olabilirsiniz, ama gerçekte başkaları sizin gibi düşünmüyor olabilir ya da düşünüyorlarsa da bunu farklı değerlendirirler (“şirin” ya da “sevimli”).

Yardıma ihtiyacım olduğunu nereden bilebilirim?


Eğer endişe düzeyinizin yüksek olduğunun ve günlük hayatınıza, akademik yaşamınıza, kişisel ilişkilerinize ve kendinize olan saygınıza zarar verdiğinin farkına varırsanız, yardım almanız gerektiğini düşünebilirsiniz.

23 Eylül 2008 Salı

Sineterapi Nedir?

Sinemanın insan üzerinde yarattığı korku, heyecan, öfke, sevinç, coşku ve aşk gibi duyguların işlenmesine, analizine ve olumlu modelleme temellerine danan bir yöntemdir sinema terapisi. Bu yöntemle duyguların artan şiddetini terapilerimizde itici ekstra bir güç olarak kullanırız.

Filmde işlenen konu ve karakterler üzerinden analizler yapılıp danışanlarımızın doğrudan yaşadıkları sorunla alakalandırırız. Hikayeler ve metaforlar üzerinden yapılan psikoterapiler için etkili bir araçtır sine-terapi. Sinema, hikaye ve metaforlar anlamında geniş bir kaynak gibidir. Sanki gerçek yaşamın tamamı damıtılarak sinemada sunulur bizlere. İnsana dair ne varsa sinemada bulmak mümkündür. Bu zenginlik görsel ve işitsel yönü ile insan üzerinde derin etkiler ve duygusal dalgalanmalar yaratır. Amacımız sinemanın insan üzerinde yarattığı duygusal esinti ile yelkenlerimizi doldurup psikoterapi yolculuğunda daha hızlı yol almaktır.

Ayrıca danışanlarımızın film üzerine yaptıkları konuşmalar, analizler onların stresle baş etme stratejileri, kimlik örüntüleri ve bilinçdışı savunma düzenekleri hakkında bize net bilgiler verir. Bu bilgilari de psikoterapilerimizin bir parçası haline getiririz.

Yaptığımız çalışmalarda filmleri 3 boyutlu olarak anlamaya ve analiz etmeye gayret ediyoruz. Bunun için filmi nasıl izlemeleri gerektiği ile ilgili kısa bir bilgilendirmenin ardından, önceden belirlediğimiz filmle ilgili sorular veriyor ve bunla ilgili düşüncelerini yazmalarını istiyoruz.

1)Bir filmi seyrederken yanlıca senaryoda geçen konuyu takip edebilirsiniz. Bu genellikle herkesin yaptığı gibi konuyu takip etmekten ibarettir.

2)Senaristin konu içerisine gizlediği sembolik mesajları yakalayabilirsiniz. Burada konunun ötesinde filmde verilmek istenen mesajı algılarsınız.

3)Senaristin de düşünmediği, ancak senaryoyu yazarken istemeden beyaz perdeye yansıttığı bilinçdışını analiz edebilirsiniz. Tahmin edebileceğiniz gibi asıl bizim üzerinde durduğumuz kısım.

Analizde ağırlık 2 ve 3. boyut üzerinde toplanıyor. Bunun sebebi şu; Bir filmde senaristin bilinçdışı o fark etmeden beyaz perdeye yansımış ise ve bu film kitleler tarafından büyük bir coşku ile karşılanıyor ve insanları akın akın sinemaya çekiyorsa, film bilinçdışımızda evrensel bir çelişkiye, sıkıntıya temas ediyor demektir. Evrensel düzeydeki bir bir çelişki ise herkeste ortaktır. Analiz edilmesi, işlenmesi en temeldeki dürtülerimize deşarj imkanı verecektir.

SİNEMATERAPİ - MATRIX



İnsan eli ile üretilen, ortaya koyulan eserin her birinin psikolojik açıdan analiz değerleri yüksektir. İnsan ortaya koyduğu, ürettiği her eserde bilerek yada bilmeyerek kendini iç dünyasını, yaşadığı dünyayı, yaşamı – ölümü ve yeniden doğuşu anlatır. Bu anlatılar sözel anlatımdan başlayıp, tiyatroya son olarak da gelişen görsel ve işitsel efektlerle ile beyaz perdeye kadar değişik yollardan nesilden nesile aktarılır. Masallar hikayeler anlatıldığı yere ve zamana göre değişiklikler gösterseler de, temelde anlatılan hikayelerin özünde, hep aynı düşünsel simgelerin ve konuların işlendiğini görürüz. Bugün sinemada da bunu yaşıyoruz. GERÇEK Mİ DÜŞ , DÜŞ MÜ GERÇEK? Varoluşumuz kadar eski olan bu soru Matrix filmiyle yine gündeme geldi.

İlkçağ filozoflarından platon idealar sistemi diye bir düşünce atmıştır ortaya. Bu düşünceye göre 5 duyu ile algıladığımız nesneler gerçek değil, gerçeğin birer yansıması olan gölgelerdir. Gerçeğe ulaşmak için akıl yürütmemiz gerekir. Platon bu düşünceyi yaklaşık 2400 yıl önce ortaya atmış ve daha iyi anlaşılabilmesi için mağarada yüzü duvara dönük yaşayan bir esirin hikayesini anlatmıştır. Mağaradaki bu esir, dışarıdaki gerçek nesnelerin yansıyan gölgelerini görüyordur bu duvarda. Gölgeleri gerçek sanır. Oysa bu gölgeler asıl nesnelerin sadece birer yansımasıdır. Köle yüzü hep duvara dönük olduğu için gerçek dünya hakkında ancak bu gölgelere bakarak bir akıl yürütebilir. Tabii eğer gölgelerin gerçek olup olmadığından şüphelenebilirse.
Buradan yola çıkan Platon yaşadığımız dünyayı beş duyu ile algılayan bizlerin de aynı durumda olduğunu ileri sürer. Beş duyu ile algıladığımız nesnelerin işte bu gölgeler gibi sadece gerçeğin birer yansıması olduğunu ileri sürer.

Bu hikayenin 2400 yıl önce anlatıldığını söylemiştik. Ancak bugün bu hikaye beyaz perde de olsa hala değişik biçimlerde anlatılıyor. Her ne kadar gelişen teknolojinin nimetlerinden yararlanılarak bazı değişiklikler yapılsa da hikayenin özü yine aynı. Evet Matrix den bahsediyorum. 2400 yıl önceki platonun mağaradaki köle hikayesinin çağdaş versiyonu. Hikayenin özü yine aynı, mağarada köle olduğunun farkına varıp, özgürlüğe, gerçeği bulmaya, özüne ulaşmaya duyulan merak ve arzu.

Kültürümüzde de bu tür anlatılar oldukça yaygındır. Tasavvufa göre tüm dünyadaki nesneler, aslında tanrının birer yansımalarıdır. Asıl olan tanrıdır. Bizler dahil tüm varlıklar onun farklı şekillere bürünmüş tezahürleriyizdir. Ve her varlık varoluşu gereği özüne doğru akmak, onunla bütünleşmek arzusundadır. Akarsuların birleşerek denize akmak istemeleri gibi. İşte tasavvufa göre de bu özünden kopuş ve ayrılık bizi tıpkı platonun mağarasındaki köle gibi
gölgeler dünyasının esiri yapar.

Yukarıdaki örneklerden sonra şu soruyu sormak gerekir. Bizler bir düş dünyasında mı yaşıyoruz? Gerçek dediğimiz elle tutup gözle gördüğümüz dünya, aslında gerçeğin bir yansıması olabilir mi? Eğer bu saydıklarımızın, hiçbir bilimselliği olmayan saçmalıklar olduğunu, masallar veya hikayeler olduğunu düşünüyorsanız, sıkı durun. Fizikte şuan popüler olan 11 boyutlu evren teorisine göre, bu mümkün.


Şu an yaşadığımız evren 4 boyutlu bir evren. En, boy, genişlik, ve zaman. Bir fotoğraftaki resim ise 2 boyutlu sadece eni ve boyu var resmin kalınlık ve zaman yok. Nasıl ki 4 boyutlu evrenin yansıması 2 boyutlu bir fotoğraf olabiliyor ise, 11 boyutlu evrenin yansıması da, bizim yaşadığımız 4 boyutlu evrenimiz olabiliyor ünlü fizikçi Hawkging'e göre.

Pek iyi bu ve benzeri bazı hikayeler niçin binlerce yıldır anlatılıyor, oynanıyor, filme çekiliyor olabilir acaba. Tarih içerisinde hemen her kültürün efsanelerinde masallarında, varolan ve özünde aynı konunun işlendiği bu ve benzeri hikayelerin kaynağı ne? Bu kültürler birbirlerinden habersiz, nasıl oluyor da benzer efsaneler, hikayeler, metaforlar yaratıyor ve benzer sorular sorabiliyorlar. Bu ortaklık yoksa bizim aynı bütünün-gerçeğin tezahürleri olduğumuza mı işaret? Eğer gerçekten öyle ise, biz o bütünün gölgeleri olmuş olmazmıyız?
Son olarak bütün bunlar doğru ise ne içinyaşıyoruz? Dahada köyüsü bütün bunlar birer saçmalıksa ne için yaşıyoruz...


PSİKO-SOSYAL ANALİZİ

Gösterime girdiğinde herkeste büyük ilgi uyandırdı. Tv. Programlerı yapıldı, yazıldı. Hatta bir felsefe dergisinde ''Kırmızı hap mı? Mavi hap mı?'' diye kompozisyon yarışmaları bile düzenlendi. Filmin bukadar ilgi görmesini, kimileri hareketli sahnelere ,kimileri ise taşıdığı dinsel temalara bağladı.

Bence filmin bukadar büyük ilgi görmesinin altında yatan ana neden, bilinçdışının telafi edici yönü. Bilinçdışı tehlikeyi herzaman olduğu gibi bizden önce farketti. Ve bu filmin yazılması, çekilmesi kaçınılmaz oldu. Gösterime girdiğinde ise bilinçdışımızın ihmal edilmiş yönleri, bizi bu filme çekti. Pekiyi, neydi bu bilinçdışının ihmal edilen yönleri? Ve bizi neye karşı uyarıyorlardı.

Serinin birinci filiminde, özellikle vurgulanan tek şey vardı ''GERÇEK NEDİR?'' ve ''UYAN'' ... Pekiyi biz gerçekten uyuyormuyuz?... Gördüğümüz herşey aslında bir yanılsama, bir düş mü?... Eğer, dış dünyanın gerçekliğini beş duyumuzla (görme,işitme ,tat,koku ve dokunma) test ediyorsak, beş duyumuz ,sadece sinirsel iletiyle beynimize ulaşan elektirik sinyallerinden ibaret. Dolayısıyla gördüğümüz herşeyin bir yanılsama olması ihtimali mümkün. Ancak ben bu tartışmayı, felsefecilere bırakıp, olayı somut dünyadan hareketle, bilinçdışı içerikler açısından değerlendirmek istiyorum.

Evet bugün biz bir düş dünyasında değiliz, bir küvezde yaşamıyoruz ve başımızdan kollarımıza kadar kablolar yok. Ancak, yaşadığımız dünyada kendi korunma reflekslerini oluşturmuş hakim siyasal, ekonomik, kültürel bir yapı var. Ve bu yapı kendi devamlılığı için, oluşturduğu ideal insan tipinin üzerinde yükseliyor. Hem de giderek artan bir hızla. Yükseldikçe de (Matrıxdeki makinalar gibi.)onu yaratan insanın kontrolünden çıkıyor.

Bu yapının insan doğasına nekadar uyduğunu ise günümüz insanının kalabalıklaştıkça yalnızlaşan, ekonomik olarak kalkındıkça, ruhsal olarak dibe vuran yaşamına bakarak anlayabiliriz.

Kontrolden çıkan bu sistemimin görünmez kabloları bize sürekli ''Mutlusun, terfi ettin, zengin bir adamla evlisin, yeni bir araba aldın,okulu bitirdin'' demesine rağmen taa içimizde..., derinliklerimizde...,tanımlayamadığımız..., bizi rahatsız eden ve sürekli dönüp duran birşeyler var. Neo; nun içinde dönüp duran ve onu sürekli rahatsız eden o şey gibi. O şeydi Neoyu Morpheusa götüren . Ve yine o şey sizi bu yazıyı buraya kadar okumaya iten...

Ancak Neo, varoluşsal yolculuğuna , Morpheusa gitmekle değil, Kırmızı hapı seçmekle başlar. Morpheus ona yolu gösterir , ancak seçimi Neo yapar ve tavşan deliğinin derinliklerine doğru gizemli bir yolculuğa çıkar. Hemde geri dönülmez bir yolculuğa.

Pekiyi şimdi de ben size soruyorum ,Varoluşsal yolculuğunuzda; KIRMIZI hap mı? yoksa MAVİ hap mı?....

NE o... Tavşan deliği çokmu karanlık.......... :)

HÜCUM TERAPİSİ

Uygulanan yoğun bir terapi programıdır. İnsana hasta ve hastalık perspektifinde değil, gelişen ve hızla değişen değerler karmaşası içerisinde kaybolmuş ve kendi yolunu arayan, boşlukta bir varlık olarak yaklaşırız. Bunun için onunla birlikte girdiğimiz bu yolculuğu tedavi değil ruhsal, duygusal bir eğitim ve gelişim süreci olduğunu aklımızdan çıkarmayız. Bu süreçte hedefimiz ise bildiklerimizi danışanlarımıza öğreterek, onların uygulamalı bir biçimde psikolojik analiz yapabilme ve empati-sempati kurabilme yeteneklerini artırmaktır. Böylece birey kendi ile, etrafını kuşatan nesneler ile veya diğer insanlarla derinlemesine tatmin edici ilişkiler yaşayabilir. Bu yüzdendir ki sadece ruhsal sorunu olan arkadaşların değil yaşamında ve ilişkilerinde kaliteyi arttırmak ve daha görerek hissederek yaşamak isteyen herkesin böyle bir süreçten geçmesi, gerektiğine inanıyoruz. Böyle bir sürecin bu arkadaşlara iş, aile, okul ve özel ilişkilerinde belirgin bir kalite artışını sağlayacağını düşünüyoruz.

HÜCUM TERAPİSİNDE NELER YAPILIR?

İlaçlar bir psikiyatrın gözetiminde kademeli olarak bıraktırılır. Hipnozla birlikte bilişsel, davranışçı, dinamik ve varoluşçu tekniklerin hepsi birden bütüncül perspektifte kullanılır. Nelerin kullanılacağına danışanlarımızın durumuna göre bizler karar veririz.

Danışanlarımız 10 gün boyunca saat 10:00 ila 18:00 arası tedavinin uygulanacağı terapi merkezinde vakit geçirirler. Günde 2-3 saat bire bir terapiye girerler. Toplam 40 saatlik bireysel bir programdır. Günün geri kalanında ise sinema terapisi uygulanır. Sinema terapisi bizim geliştirdiğimiz etkili bir yöntemdir. Bazı sinema filmlerinin özel bir yöntemle izletilmesi esasına dayanır. 10 günlük süre zarfında danışanlarımızın %90'nında değişen oranlarda ilerleme kaydedilir. Görüşmeler haftada bir iki haftada bir ve ayda bir şeklinde azalan periyotlarla son bulur. Ayda bire düştükten bir süre sonrada danışanlarımızla yaptığımız karşılıklı görüşme sonucunda, eğer bize hazır olduklarını söylerlerse terapiyi noktalarız.

Bu süreç boyunca ve sonrasında danışanlarımıza bize istedikleri anda (24 saat) ulaşabilme imkanı tanırız. Terapi bitmiş dahi olsa en az 2 yıl boyunca danışanlarımızı mail veya telefon yolu ile takip eder durum ve gidişatları ile ilgili onlardan bilgi alırız.

Hücum terapisi dört aşamadan oluşur. İlk aşamada derinlemesine bir yaşam öyküsü alınır. İkinci aşamada danışanlarımız bilgilendirilerek, duygusal empatik yeteneklerinin arttırıldığı bir duygusal- ruhsal eğitim süreci yaşarlar. Üçüncü aşamada ise artan yetenekleri ve sezgi gücü ile kendilerini ve çevrelerini tıpkı bizler gibi analiz edebildikleri bir döneme girilir.
Bu dönemde kazanılan beceriler grup terapilerinde test edilir. Danışan grup içerisinde diğerlerini ve kendini analiz edebilir. Ne kadar gelişme kaydettiğini görme imkanı bulur. Artık kendilerindeki gelişmeleri veya sorunları bizler kadar net görürü bir hale gelmiştir.

Dördüncü ve son aşamada ise artık değişmesi gereken duygu ve davranışları danışanlarımız net bir şekilde görür. Bu son aşamada danışanlarımıza öğrettiğimiz kendi kendine hipnoz yöntemi ve davranışçı bazı tekniklerle hastalıklı yönün üstüne gidebilir görünmez olan düşmanı daha net görüp yok edebilir hale gelir.


HÜCUM TERAPİSİNDE AŞAMALAR

1)ANLATMAK:Danışanın kısa ön bilgileri alındıktan sonra serbestçe sorununu anlattığı bölüm

2)BİLGİLENMEK: Danışan, sorunu hakkında terapist tarafından bilgilendirilir. Sorun analitik yönelimli bütüncül psikoterapi perspektifinde formüle edilir.

3)KAVRAMAK: Sorunu hakkında bilgilenen danışan bu bilgileri yaşadığı sorunla ve dış gerçeklikle alakalandırma becerisi kazanır. Bilgiyi sindirir.

4)İÇGÖRÜ: Kendisi hakkındaki tasarımını daha doğru bir zemine oturtmaya başlar. Eksiklerini fark eder. Savunma düzeneklerini bilir ve yakalar. Bunları kabullenmede zorluk yaşamaz.

5)UYGULAMA: Sorunları ve nedenleri konusunda derin bir iç görü kazanan danışanın bunları değiştirmeye çalışması, iradi bir çaba göstermesi. Eski alışkanlıkların ve dürtülerin hastalıklı davranışı zorlamasına karşın, danışan iradi bir çaba ile sağlıklı olan davranışı uygular.

6)DEĞİŞİMİN İÇSELLEŞMESİ: İlk başlarda zorlanarak yapılan sağlıklı davranışların otomatikleşmesi benliğin bir parçası haline gelmesi. Bu aşamada sağlıklı davranışlar artık danışanın kişiliğinin bir parçası olmuştur.

7)TRAVMAYA DAYANIKLI HALE GELMEK: Gelecekte karşılaşılması muhtemel travmalara karşı danışanın etkin baş edebilme stratejileri ve yaşam becerileri kazanmasını sağlayarak değişimi kalıcı hale getirmek.

23 Ağustos 2008 Cumartesi

HAMİLELİKTE STRES

Stres Nedir:

Stres organizmanın, tehdit edici bir durum karşısında bedensel ve ruhsal olarak zorlanmasıdır. Mekanizmamız duygusal, zihinsel, bedensel bütünlükten oluşur. Stres organizmanın "normalde" uyum içinde çalışan bu mekanizmasının bozulmasına sebep olur. Stresin oluşumu genellikle belirli bir değişiklik olduğunda ortaya çıkan beklentilerle doğrudan ilintilidir. Beklentiler kişisel ve çevresel olabilirler. Kişisel Stres Kaynakları, zihinsel işleyiş ve alışkanlık halindeki davranışlarla tanımlanır ve "Başarılı olmalıyım", "herkes beni sevmeli" gibi içsel mesajları barındırır. Çevresel Stres Kaynakları ise önemli yaşam olayları ve günlük sıkıntılarla tanımlanır. Ölüm, ciddi hastalık, hamilelik, zor ve zahmetli tedavi, doğal afetler gibi durumları içerir.


Hamilelik Dönemindeki Stres Faktörleri:

*Evlilikte yaşanan sorunlar (maddi sorunlar, ilişki sorunu, cinsel sorunlar)

*Çevre ile ilişkilerde yaşanan sorunlar (eşin ailesi ile geçimsizlik, anne adayından yüksek beklentiler)

*Sosyo-kültürel etkiler (içiçe geçmiş aileler, antidemokratik aile ortamları, aile içi şiddet, işsizlik)

*Daha evvelden yaşanan düşük, bebek ölümü, ağır kanamalar

*Planlanmamış ve istenmeyen hamilelik

*Hamilelik döneminde ortaya çıkan sağlık problemleri

*Her türlü madde kullanımı

*Hamilelik sonrası ile ilgili kişisel beklentilerin endişe ve kaygı içermesi

*Doğumla ilgili korku ve kaygı


Hamilelik Döneminde Stres Belirtileri:

-Kişisel beklentileri yüksektir (Mükemmel bir anne olmalıyım, hata yapmamalıyım)

-Sık sık olumsuz düşünceler içinde boğulur (Çocuğum sağlıklı olmayacak, bir şeyler ters gidecek)

-Anksiyete ve depresyon belirtileri gösterir.

-İlişkilerinde sürekli çatışma içindedir.

-Karar verme ve problem çözme becerilerini kullanmakta zorluk çeker.

-Panik ve öfke nöbetleri geçirir.

-Sağlığına, yeme düzenine ve egzersizlerine yeterli önemi vermekte zorluk çeker veya
yapamamaktan ötürü aşırı kaygılanır.

-Kendini değersiz ve yetersiz görür.

-Uyku düzeni bozulur.


Stresin Annelik ve Bebek Üzerindeki Etkisi:

Her ne kadar, çelişkili sonuçlar olsa da, yapılan araştırmalar, hamilelik döneminde yaşanan stres ve aşırı kaygının, erken doğum ya da bebeğin düşük kilolu doğumu gibi sonuçlara vardığını ispatlıyor. Hamilelik döneminde ağır stres koşulları ile yaşamak durumunda kalan kadınların, daha az stres yaşayanlara oranla, prematüre doğum yapma konusunda 4 kat daha riskli oldukları tespit edilmiştir. Prematüre doğum, annenin ve annenin çevresindekilerin, doğan bebeğin sağlığı konusunda beklentilerinin olumsuz olmasına, her an kötü bir şey olabilir kaygısına yol açmakta, bu da yaşanan stresi daha da arttırmaktadır.

Hamilelik döneminde yaşanan "yoğun" stresin rahim içindeki bebeği etkileyebildiği, özellikle bebekteki kortizol seviyesini yükselttiği, bu sebeple dünyaya gelen bebeğin, ileriki yaşlarda daha kaygılı bir yapıya sahip olabileceği, araştırmalarla saptanmıştır. Ancak bu bilgi ile "hamilelik döneminde stres yaşanılmamalıdır" gibi bir sonuca varılmamalı, yaşanan stresin, aşırı kaygı ve depresyon gibi kendini gösterip günlük işleyişi ciddi anlamda engelliyor hale gelmesi durumunda, bebeğe olumsuz etki edebileceği göz önünde bulundurulmalıdır.

Hamilelikte yaşanan stres, hamilelik sonrası depresyonu tetikleyebileceği gibi, annenin kendi öz bakımını ihmal etmesine, madde kullanımına yönelmesine sebep olabilir. Hamilelik döneminde stres yaşayan anne adayının, doğum sonrası çocukla iletişimde de sorun yaşaması muhtemeldir. Yapılan araştırmaya göre, hamilelik döneminde ve bebeğin ilk yıllarında annenin depresyon geçirmesi, çocuğun sosyal ve bilişsel gelişimine, olaylar karşısında başa çıkma ve problem çözme becerilerine olumsuz etki edebileceği söylenmektedir.


Hamilelikte Stresten Uzak Durmak için Yapılması Gerekenler:

- Hamilelik döneminin, daha evvelki yaşantılarından farklı olduğunu ve özel bir döneme girdiklerini kabullenmeliler.

- Günlük hayatlarında yapmaya alıştıkları her türlü aktiviteyi gözden geçirip, hangilerinin bu özel dönemde daha yapılabilir olduğunu saptamalılar. Aksi takdirde, kendilerinden beklentileri çok yüksek olup, bunları yerine getiremeyince sıkıntı hissedebilirler.

- Aktivite planlamakta fayda var. Belli başlı ihtiyaçlar düzene sokulmalıdır. Düzenli yemek yeme, fiziksel aktiviteye, zihinsel egzersizlere ve sosyal ilişkilere zaman ayırmak gerekmektedir. Tüm bunların bir planı ve programı olduğunda, bu özel dönemi dolu dolu geçirdiklerini hissedeceklerdir.

- Her şeyi kontrol altında tutma isteklerini bir süreliğine ertelemeli ve olanları olduğu gibi kabul etme becerisi kazanmalıdırlar.

- Hamilelik dönemi ile ilgili pek çok kişi fikir verebilir, herkesin söylediklerini dikkate almak anne adayı için yorucu olabilir. Bu sebeple, anne adayının kendi gözlemini üstlenen doktorun dediklerini dikkate almalı ancak kendi ihtiyaçlarını kendisi belirlemelidir. Bedenini ve zihnini en iyi tanıyan kendisi olduğundan, ihtiyaçlarını belirleme konusunda kendisine güvenmelidir.

- Eşle ve yakın çevresi ile açık ve net iletişim kurmalıdır. Anne adayının yaşadıkları kendine özeldir ve bir başkası tarafından anlaşılması zor olabilir, bu sebeple ihtiyaçlarını, hislerini ve isteklerini çekinmeden dile getirmelidir.

- Anne adayı gibi eş de stres yaşayabilir, bu sebeple anne adayının eşine karşı duyarlı ve anlayışlı olması da ilişkinin sağlıklı ilerlemesi için gereklidir.

- Hamilelikle ilgili bilgi toplamalı. Yaşanan dönemin zorlukları, olumlu tarafları, karmaşaları ve en önemlisi duygusal etkileri ile ilgili bilgi edinmelidir.

- Rahatlama egzersizleri (nefes, hamile yogası, meditasyon) hamilelik döneminde işe yarar. Kalp atışları, kan basıncı, stres hormonu ve kas gerginliği azalır, zihin de tüm bu fiziksel değişimlerden olumlu etkilenir. Kaygı ve depresyon ile baş etmede, bedeni rahatlatmak, öncelikle zihni rahatlatmanın ve endişe ve kaygılardan uzaklaşmanın yoludur. Her gün veya gün aşırı, bu egzersizlerden faydalanmalıdır.

- Duygu iniş çıkışlarının, olumsuz düşünce ve inançların ortaya çıktığı bir dönem olduğundan, hamileliğin olumlu ve olumsuz tarafları ile ilgili başından itibaren bir günlük tutulması yardımcı olacaktır.

- Hamilelik döneminde psikolojik destek alınması, duyguları ifade etmek, yapıcı ve alternatif düşünme yöntemleri geliştirmek, başa çıkma becerileri kazanmak açısından yardımcı olacaktır.


Klinik Psk. Derya Utku

21 Ağustos 2008 Perşembe

Depresyonda Psikoterapi Tedavisi

Psikoterapi, geleneksel anlamda psikolojik sıkıntıları olan kişilere, sıkıntılarının ne olduğunu anlamalarına, kökenleri hakkında bir iç görü kazanmalarına ve bunlara uygun çözüm yollan bulmaları için öneriler getiren her türlü yöntem diyebiliriz. Psikoterapiye belli bir kuramın getirdiği, belli bir açıklama ve bu açıklamayla uyuşan bir çözümleme yolu olarak da bakabiliriz. Günümüzde çok farklı ve çok sayıda psikoterapiler kullanılıyor. Bunları birtakım ortak yönleri var ve bu ortak yönler de öncelikle kişinin problemini normalleştirmek, yani bu sıkıntıların başka insanlarda da olduğu ve bunlarla ilgili bilgi sahibi olunduğu söylenerek kişiye umut aşılamak, bu problemi sistemli bir yaklaşımla anlamak ve tedavi etmek diyebiliriz.

Psikoterapi nin moral verici konuşmalardan ya da diğer rahatlatıcı şeylerden farkı ne?

Aile ya da komşular da geçici rahatlamayı sağlayabilir; ama psikoterapiyi uygulayan psikoterapist her şeyden önce eğitimli biri ve sorunu olan kişiyle bireysel bir yakınlığı olmadığı için tarafsız davranabilir. Ayrıca, kişiye getirdiği iç görüler ve önerdiği çözüm yolları açısından da belli bir kuram ve araştırmalara dayalı ektin stratejileri uygulayabilir.

Psikoterapi ortalama ne kadar sürer?

Bu, kişiden kişiye ve yaklaşımdan yaklaşıma değişir. Son yıllarda yapılan araştırma bulgularına göre, depresyon tedavilerinde en etkili psikoterapi yöntemi bilişsel-davranışsal terapiler.Bu terapilerin özelliği, depresyonun en yoğun olduğu, tedavinin başında haftada l ya da 2 kere hastayla psikoterapistin bir araya gelmesi ve görüşmeler arasında kalan zamanda da ev ödevlerinin uygulanması.Bunlara hasta ve terapist birlikte karar verdikleri için daha yaygın etkileri olabiliyor bunların. Bu terapiler 14-20 hafta sürebiliyor. Bu, hemen hemen en kısa sürede en etkin terapi yöntemi, diğerleri daha uzun sürebilir. Birçok araştırmada bu terapilerin bazı durumlarda ilaç kadar etkili olduğu gözlenmiş. Bu alanda çok net sonuçlara ulaşmak zor olsa da, bilişsel-davranışsal terapiler bittiği zaman ilaçlarla aynı etkiyi veriyor, fakat daha uzun süre etkisinin devam ettiği görülüyor. İlaç alırken belki vücutta kimyasal değişim sağlanabiliyor ama, bilişsel terapide kişi kendi düşünce sistemini, kalıplarını fark edebilme, sorgulama ve değiştirebilme fırsatı buluyor. Kişinin belki çocukluğundan beri taşıdığı örneğin, yetersizlik duygusunu sorgulayarak değiştirebilmesi mümkün. Ama, dinamik oryantasyonlu dediğimiz, bilinçaltına itilmiş bazı anıların, düşüncelerin kişiyi rahatsız ettiği ve kişinin bunları fark edip çözümlemesi gerektiğini kabul eden yaklaşımlar çok daha uzun süren psikoterapi süreçleri gerektirebilir.

Günümüzde depresyon tedavisinde en yaygın olarak bilişsel-davranışsal psikoterapi kullanılıyor.

Bu farklı yöntemlerin amaçları ya da hedefleri de farklı mı?

Psikoterapiler hemen hemen beş değişik düzey üzerinde çalışır. En üst düzeyde kişinin semptomlarını ya da çevreyi değiştirerek kişinin kendisini iyi hissetmesini sağlamaya yönelik; ikinci düzeyde, daha çok kişinin düşüncelerini değiştirmeye çalışarak iyileşmesini sağlayan; üçüncü düzeyde aileyi, sistemi değiştirmeye yönelik; daha alt düzeyde daha genel sistemler üzerine ve en alt düzeyde de derinde yatan çatışmaları çözmeye yönelik yöntemler olarak beş değişik düzeyde çalışır psikoterapiler. Bu nedenle süreleri de farklı olabiliyor.

Psikoterapi her zaman etkili mi ya da tek başına yeterli olabilir mî?

Psikoterapi her zaman herkese uygun olmayabilir. Bilişsel-davranışsal terapilerin uygun olması için her şeyden önce kişinin motivasyonu yüksek olmalı, terapistle iyi bir ilişkinin kurulabilmesi, kişinin bu modeli benimseyebilmesi ve içselleştirebilmesi, kendisini sözel olarak ifade edebilmesi gerekli ve kişinin psikoterapiden beklentileri önemli. Bir de kişiye psikoterapi pahalı gelebilir. Devlet hastanelerinde çok fazla hasta olduğu için uzun uzun psikoterapi yapılamıyor.

Depresyonda bizim en fazla üstünde durduğumuz şey, ölüm düşüncesi ve intihar riski. Eğer hastada intihar riski varsa, mutlaka tedaviye ilaçla başlamak gerekir. Semptomlar hafifleyip, kontrol altına alındıktan sonra ve dikkati toparlandığında hasta, psikoterapiden yararlanabilir.

Depresyon yineleyebilen bir rahatsızlık. Hasta psikoterapistine karşı bağımlılık geliştirebilir mi?

Kişi bir psikoterapiden geçmişse, belli bir iç görü kazanmış oiuyor ve yaşamla başa çıkarken belli yaklaşımlarının onu depresyona götürebileceğini ya da depresyona yatkınlığı olduğunu bildiği için terapiden sonra bir daha depresyona girme eşiğine geldiğinde kendisi bunun daha fazla farkına varabiliyor. Bilişsel terapiler aslında bir eğitim sürecidir, kişiye çok fazla bakış açısı ve strateji öğretiyoruz. Kişi kendi kendisine de onları uygulayabiliyor. Bu, ev ödevleriyle de pekiştirilen bir şey. Ayrıca, bilişsel terapilerde depresyonun yenilenmesinin önlenmesi için program yapılır. Diyelim kişi kendisini çok iyi hissediyor, testler de bunu doğruluyor. Biz o kişiye depresyonunuz geçti gidin demiyoruz; alt ay sonra bir daha görüşelim diyoruz. Böylece kişiyi, eğer nüks etmeye yatkınlık görürse kendisinde o zaman neler yapabileceği konusunda önceden hazırlayan bir program yapıyoruz. Bunlara aşılama seansları diyoruz ve altı ay sonra bir daha görüyoruz hastayı. Terapi tamamen kesilmiyor, bir takip sürecine giriyoruz.

Hasta eğer terapistine bağımlı hale gelmişse hem kötü bir terapi yapılmış, hem de terapi beklenen başarıya ulaşamamış diyebiliriz. Çünkü, depresyonda en önemli şeylerden biri bağımlı olmaya yatkınlık. İşbirliği ilkesi çok önemli modern terapilerde. Belirli amaçlarla verilen ve bu amaçların hastaya doğru bir biçimde anlatıldığı ev ödevleri de bu işbirliğini, ekip çalışmasını pekiştirir.

Depresyona yatkınlığı etkileyen risk faktörleri olduğunu biliyoruz. Örneğin, kadınların sosyalleşmeyle öğrendikleri başa çıkma stratejilerinin onları depresyona daha yatkın hale getirmesi ya da küçük yaşta anne baba kaybı, fakirlik gibi etkiler var. Dolayısıyla, önleyici toplumsal çalışmaların yapılması gerektiği bilincinin yerleşmesi gerekiyor. Bireyleri depresyona karşı dayanıklı hale getirebilmek için neler yapılabilir türünden geniş çaplı çalışmalar yapılmalı.

Elif Yılmaz

Bilim Teknik, Aralık 2003

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Düşünce Şemaları

Gündelik hayatımızda sorunlara yol açabilen endişe,sıkıntı, çökkünlük ve öfke patlamaları gibi rahatsızlık verici duygusal durumların oluşmasına düşünce şemalarımızdaki bazı kusurlar katkıda bulunmaktadır. Çevremizden etkilenerek ya da oluşan olaylarla aynı zamanda bizi o an için rahatlatsın diye kullandığımız bazı düşünceler alışkanlık haline gelerek, otomatik olarak kullanılmaya başlanır.

Bu tarz düşünce şemalarının ortak özelliği, gerçeklik ilkesinden ve akılcılık temelinden ayrılmış olmalarıdır. Bunlar:

1-Filtre oluşturma:

Karşılaştığınız durumlar ya da olayların tek bir yönü sizin için önem ifade ediyor, diğer alanları anlam taşımıyorsa, o kısımları hesaba katmıyorsanız filtre oluşturmaktasınız. Bazı kişiler yaşadıkları bir olay başkaları için ne kadar güzel olursa olsun, onun içinden olumsuz bir durumu adeta cımbızla çıkartırlar. Eğer kişinin duygusal yapısı çökkünlüğe eğilimli ise kendilerinin küçümsendiği ya da kayıp yaşantılarını öne çıkarabilirken; öfkeye eğilimliler kendilerine haksızlıkta bulunulduğunu; endişeli,evhamlı kişilerde kendileri ya da çevrelerindekilerle ilgili tehdit olarak algıladıkları şeyleri ön plana çıkarabilirler. Bu durumda bizi rahatsız edebilecek olaylar adeta mikroskoptan bakar gibi büyür, diğer güzel taraflar küçülür.

Bu durum kendi geçmişimizi düşündüğümüz anlarda da kendini göstermektedir. Eskileri düşündüğümüzde sadece üzücü, kaygı verici, sinirlendirici ya da kararsız kaldığımız durumları daha çok hatırlıyor ve diğer anılar çok kolay bir şekilde aklımıza gelmiyorsa, gene bilinçaltımız aynı işlemi otomatik olarak yapıyor demektir.

2- Ya hep ya hiç tarzında kutuplarda düşünmek:

Aslında her şeyin iyi ya da kötü özellikleri vardır. Hiçbir şey sadece beyaz ya da sadece siyah olmayıp , gri ya da lila renk tonlarındadır. Ying-yang durumu gibi (her siyahın içinde bir beyaz; her beyazın içinde de siyah bir bölüm olduğu şeklinde uzak doğu felsefesine ait bir model).

Yani olaylar, insanlar, durumlar ya iyidir ya kötü şeklinde sadece masallarda görülebilen iki durumda bulunur.

Bu tür bir düşünce temelinde eğer bir şey yeterince mükemmel değilse, o yetersizdir ve kötüdür. Bu şekilde mükemmeliyetçi bir düşünce yapısı, kişinin kendisi için belirlediği yüksek hedefler ve niteliklere ulaşamadığı zaman, kendini başarısız ve yetersiz hissetmesine yol açar. Bu da beraberinde depresif ve kişinin kendisi ve çevresine eleştirel yaklaştığı bir duygulanımı getirir.

Bu düşünce yapısında hataya ve olağan olmak kabul edilir bir durum değildir. Bir tek hata kişinin dünyanın en mantıksız kişisi olduğu düşüncesini oluşturabilir. Bir kişinin kendine ait bir sıkıntısı nedeniyle, size yönelik bir unutkanlığı ya da hatası o kişiyi silmenize ve yok saymanıza neden oluyorsa bu şekilde düşünüyorsunuz demektir.

3- Aşırı genellemeler yapmak:

Karşılaştığınız bir olay nedeniyle, hemen olayın sonucunu bütün hayatınıza yönelik yargı haline getirip, yetersiz verilerle genelleme yapıyorsanız bu düşünce şemasını kullanıyorsunuz demektir. Belli bir durumda yaşadığınız bir olumsuz olay, daha sonra yaşayabileceğiniz benzeri olaylarda da yaşanacak şeklinde bir düşüncenin oluşmasına yol açabilmektedir. Bunun eseri olarak bir kişi sizi görmeden yanınızdan geçtiğinde, “bak işte bana selam vermedi, yeterince bana değer vermiyor, sevmiyor” şeklinde gerçek olmayan bir düşünceyi oluşturabilmektedir. Sabah karşılaştığınız bir aksilik “ kötü başladı her şey ve her şey kötü gidecek şeklinde genellemelere yol açabilmektedir. Kişinin konuşma içeriği sık sık herkes, hiç kimse,her şey, her zaman, hiçbir zaman gibi ifadelerle doludur. Bu tür düşünce yapısı ile, kişinin hayatı sınırlanır ve çok küçük çaplı bir ilişki ağı oluşur.

4-İnsan sarrafı olma ( karşısındakinin ruhunu okuma):

Başkaları hakkında kolayca fikirler ileri sürerek onların davranışlarının temeli, amacı ve sonraki hareket tarzları ile kendinizi bağlayıcı kararlar alıyorsanız bu tarz bir düşünce şemanız var demektir. Bu şekilde başkalarının hissettikleri, olaylardan etkilenişleri yönünde hipotezler üretirsiniz. Doğal olarak, bu tarz bir düşünce yapısı kişinin olaylar ya da kişilere karşı bakışından etkilenmektedir. Yani kendinizde olan bir takım davranış şekillerini karşınızdakine yansıtırsınız. Karşınızdakinin düşündüğünü sandığınız şey , aslında sizin düşündükleriniz ve hissettiklerinizin bir yansımasıdır. Başkalarının yapacağını düşündüğünüz davranışlar ya da hisler, doğal olarak o kişilerin genel hareket ya da hissediş tarzı olmayacaktır. Ancak siz onların farklı davranacağını düşünerek, gereksiz ya da olumsuz tavırlar alabilirsiniz. “ bu durumda muhakkak kızmış olmalı, benden bunun acısını çıkarır” şeklindeki yaklaşımlar gibi.

5- Olası en olumsuz temayı senaryolaştırma:

Çok ufak bir durumun sonucunda kişinin o olayın bir felaketle sonlanıp, olası bir facia haline getirmesidir. Kişi bu nedenle yakınlarından birinin başına gelen bir sorunun, kendisi ile benzerliği olmasa da kendi başına geleceğini düşünebilir. Normal vücutsal belirtiler bile bir kanser habercisi olarak düşünülebilir. Ekonomik olarak sıkıntıya düşen birisi, eşi ve çocuklarının kendisini terk edeceği ve kimsesiz olarak bir köprü altında yaşayacağını umutsuzluk içinde hayal edebilir. Bir kaza geçirebileceği korkusu ile hayatını kısıtlayabilir. Bu kişilerin konuşma içerikleri “eğer , ya...”gibi sözcüklerle doludur.

6-Kişiselleştirme- sorumluluk sahibi hissetme:

Çevrenizdekilerin söylediklerinden ya da yaptıklarından kendinize yönelik uygunsuz anlamlar çıkarmanız söz konusudur. Bu yapıyı kullanan kişiler sürekli olarak, kendilerini çevrelerindekilerle kıyaslarlar. “ben arkadaşlarım kadar para kazanmadığım için eşim bana böyle davranıyor” şeklinde düşünüp huzursuz hissedebilirler. Bu kişilerin kendilerine güvenleri yeterince kuvvetli olmadığından, devamlı olarak kendilerini olumsuz anlamda başkaları ile kıyaslayıp, olaylardan sorumlu hissederler. Çevreden gelen her bir uyaranı ( bakış, söz, davranış vb) kendinize verdiğiniz değerin bir ölçütü olarak görürsünüz.

7-Kontrol odağınızın durumu:

Kendinizi eğer çevresel şartların, etrafınızdakilerin kontrolüne, olayların akışına bırakıyorsanız, etrafınızdakilerin yörüngesine ,onların dümen suyuna giriyorsanız kendiniz güçsüz hissedeceksinizdir. Bu durumda hayatınızda herhangi bir değişim yapamayacağınızı düşünebilecek ve aciz hissedeceksiniz. Etrafınızdakileri ve dışınızdaki dünyayı da bu durumda göreceksiniz. Sonuçta olumsuz durumlara düştüğünüzde , bundan başkalarını sorumlu addedip, onları suçlayacaksınız. Aşırı bir kadercilik düşüncesi ile bu durumlarla karşılaştığınız için her şeyi sineye çekip, çözüm yolları aramaya da çalışmayacaksınız. Dolayısı ile kendinizi kurban olarak algılayacaksınız ve ‘ilahlar kurban istedi’ şeklinde düşünüp, hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Oysa ki hayatınızın dümeninizi elinize alarak, yaşamınızın tek sorumlusu siz olduğunuzu idrak ederek, kendi kararlarınızı almakta aktif olsanız hayattan daha çok keyif alabilirsiniz. Yanlış da yapsanız, deneme yanılma en iyi öğrenme yolu olduğundan, bu deneyim size çok şeyler öğretecektir.

Bu durumun tam tersinin olması, kontrol odağınızın aşırı derecede sizde toplanması halidir. Kendiniz aşırı güçlerle donanmış hissedebileceğiniz için etrafınızdakilerin eylemlerinden kendinizi sorumlu tutar hale gelebileceksiniz. Kendinizi mitolojideki tüm dünyayı omuzları üzerinde taşıyan ‘Atlas’ gibi hissedeceksiniz. Bu tarz bir hissediş, etrafınızdakilerin gereksinimlerine aşırı duyarlı olma şeklinde bir sınırsızlık hali, her türlü gereksinimleri giderebilecek kadar kendini adeta tanrı gibi hissetme durumu ve bu ihtiyaçların karşılanması sorumluluğunun başkasına değil de kendinize ait hissetmenizden kaynaklanmaktadır. Bu şekilde etrafınızdakileri size muhtaç ve korunması, desteklenmesi, beslenmesi gereken kişiler olarak algılayacak, onların yapmaları gereken sorumlulukları üstlenecek, adeta ağır işçilik yapar hale geleceksiniz. Dolayısı ile etrafınızdakilerin mutluluk, dert ve sorunlarından kendinizi sorumlu tutacaksınız. Bunların hepsini yapmaya çalıştığınızda çok yorulup kendi hayatınızı yaşayamayacaksınız. Asıl yapmanız gerekenleri yapamayıp, ulaşabileceğiniz başarıları göremeyeceksiniz. Bu kadar bölündüğünüz için, yakınlarınızdan kişi başına ayırdığınız vakit de azaldığından, yaptıklarınızın yeterli görülmediğini anlayıp, boşa kürek çekmiş hissedebileceksiniz. Bu kadar koşuşturma içinde bunları elinizden gelebildiği kadar yaptığınızda mutlu olabilecek , sıklıkla da doğal olarak yetişemediğinizde kendinizi suçlu ve mutsuz hissedebileceksiniz. Bir arkeolojik kazı bölgesinde şöyle bir yazı ile karşılaşılmış “kendini bil, kendini tanı, sen sadece bir insansın”.

8-Bireysel adalet algısı :

Bireysel ilişkilerinizde size özel, sizin başkalarına ya da başkalarının size yönelik yapılması gerektiğinizi düşündüğünüz, çok da objektif olamayabilecek bir takım kural ve yönetmelikleriniz vardır. Eğer sevgiliniz sizi sevseydi, hep yanınızda olurdu; arkadaşınız gerçek bir dost olsaydı, size istediğiniz miktarda borç verir hatta hibe ederdi; benim bu iş yerimde çalışmamı gerçekten isteseler ve bana değer verselerdi, en yüksek zammı bana verirlerdi, hayat ve insanlar yeterince adil olsalardı... gibi düşünceler kişinin etrafına yönelik hipotezler üretmesi, kişiyi mutsuzluğa sürükler. Mutlaka sizin bakış açınız başkalarının bakış açısından farklıdır. Suyun üzerinden suya bakacak olursanız dibi çok yakın görürsünüz, oysa gerçek çok farklıdır, suya daldığınızda yakın gibi gözüken dibi bulamayabilirsiniz. Bu şekilde düşünerek hareket etmek, kendinizi mutsuz hissettireceği gibi,kişiler arası sorunlar yaşamanıza da yol açabilir.

9-Duygularınızın doğruluğundan taviz vermemek:

Burada sözü edilen şey, duygularınız neyi söylüyorsa ona körü körüne inanmanızdır. Eğer kendinizi suçlu, başarısız, değersiz hissediyorsanız mutlaka öylesinizdir, o tür bir davranış yapmışsınızdır şeklindeki düşünüş tarzı sizi çökkün hissettirecektir. Kendinizi kızgın hissediyorsanız muhakkak çevrenizdekiler sizi kızdıracak bir şey yapmıştır şeklindeki gene bu tarz bir düşünce de etrafınızdakilerle daha da olumsuz şeyler yaşamanıza yol açabilir. duygularımız düşüncelerimizle el ele dolaşmaktadır. Eğer herhangi bir şekilde düşünceleriniz mantık çerçevesinden, gerçeklik ve objektiflikten uzaklaşıyor ise, buna uygun şekilde hissedersiniz. Sadece mantık ya da sadece duygulara dayanan ilişki ve evliliklerin yürümeyeceği gibi mantık ve duygular bir arada yaşamalıdır.

10- Kendinizi değil, çevrenizdekileri değiştirme düşüncesi:

Etrafınızdakilerin hareket ya da düşüncelerini değiştirebilirseniz, insanlar sizin mutluluğunuza hizmet edebilir hale gelirler şeklinde komik olacak ama biraz emperyalist bir bakış açısı insanlarla aranıza aşılması güç Berlin duvarları örebilir. Benzer bir şekilde bulunduğunuz yeri değiştirirseniz sorunlardan kurtulabileceğiniz düşüncesidir. Aslında değiştirmeniz gereken ve değiştirebileceğiniz şey sadece sizin kendi düşünüş ve davranış şekillerinizdir. ‘İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır’ diyen atasözünde olduğu gibi, önce biz kendimizi düzeltmeliyiz. Başkalarını kendi kafamızdaki şekle uydurmak için baskı, şiddet, tehdit, ısrar, duygu sömürüsü elbette ki geri tepecektir. Bu davranışları gören kişi yeterince kuvvetli olmasa bile, Gandi gibi pasif direnişle kendi haklılığını gösterecektir. Tüm ilgi odağınız bu tarz bir düşünüş yapısı ile, çevrenizdekilere yönelecek dolayısı ile kendi kişiliğinizi geliştiremeyecek ve bilgeliğe giden yolda kazalar yapmanıza yol açacaktır. Unutmayın mutluluğunuz sadece size bağlıdır, başkalarının davranışlarına değil.

11-Önyargı ile çevrenizdekileri sınıflamak:

İnsanların sizi rahatsız eden bir özelliği nedeniyle onları yaftalamak onlarla ilişkileriniz bozacaktır. Sizinle tanışmamış bir kimsenin sizinle konuşmaması onu soğuk bir kişi yapmaz. Aynı şekilde iş yerinizdeki bir üstünüz işinde titiz bir insansa, bu onun insafsız, acımasız bir insan olduğunu da göstermez. İnsanları yeterince tanımadan, kendinizi onların yerine koyarak empati yapamadan davranırsanız, hatalı sonuçlara ulaşırsınız. Elbette ki, bu görüşlerinizin bir bölümünde haklı olabilirsiniz ancak her insanın olumlu yönleri olabildiği gibi olumsuz yönleri de vardır. Bunları göremezseniz onları sevebilme ve yakın hissedebilme olanaklarınızı harcamış olursunuz. Bu da sonuçta ilişki çemberinizin daralıp, yalnız kalmanıza ve bir takım güzel şeyleri paylaşarak mutlu olmanıza engel olacaktır. Bir patron “ bana çalışırken kahkaha atacak adam bulun” demiş. Çalıştığınız yerden mutlu olmaya çalışırsanız verimli olursunuz.

12-İnsanları günah keçisi haline getirip, suçlu aramak:

Kişiler eğer kendi sorumluluklarını yerine getirmez ve sonuçları nedeniyle sıkıntı yaşarlarsa kolayca suçlanacak birisi olduğunu bilmek onları kısa bir süre için rahatlatabilir. Bu şekilde kendi sorumluluğunuzda olan bazı şeyleri hatası olmayan kişilere yıkarak, ilk planda rahatlayabilirken, uzun erimde etrafındakilerle ilişkilerinin bozulmasına sebep olduğundan mutsuz olacaktır. Siz üzerinize düşen incelemeyi yapmadan, gerekli seçme şanslarınızı kullanmadan, istekleriniz yeterince dile getirmeden, yeri geldiğinde hayır demeden bir takım davranışlarda bulunursanız, bunu izleyerek karşınıza çıkan olumsuz sonuçlar nedeniyle çevrenizdekilerin size kötülük yaptığını, düşmanca davrandığını, haksızlık yaptığını düşünebilirsiniz. Bazı durumlarda sorumluluk almamak için yorgun ,bitkin hissettiğini öne sürebilirler. Bu durumlarının fark edilmeyerek kendilerinden sorumluluklarını yerine getirmeleri istendiğinde, çevrelerini durumlarını anlamamakla öfkelenerek suçlayabilirler. Halk arasında “hem suçlu, hem güçlü” denen tarzda bir davranış şekli ile zeytinyağı gibi üste çıkabilirler. Alışveriş yapan kişi, aldığı malı kendisi seçmektedir. Aldığı mallar arasında bozuğu ayıklamaz, ayırmazsa suçun büyük bölümü kendine aittir. Temelde yatan şey sorumluluk alıp, bu sorumluluğu yürütebilecek kararlı, dengeli özgüvene sahip olamamaktır. Unutmayınız ki her zaman haklı olamazsınız.

13-Kalıplaşmış mutlaka-asla düşünce yapısı:

Bu düşünce yapısında aşırı derecede, olması ya da olmaması gereken belirli hareketler ve kurallar silsilesi vardır. Bu kurallar Hammurabi kanunları gibi kesin nitelikler taşır ve tartışılamaz. Duygularımı daima kontrol etmeliyim, asla yanlış yapmamalıyım, adeta bir granit gibi sürekli güçlü olmalıyım gibi.Bunlardan en ufak bir taviz bile verilmemesi gereklidir o kişiye göre. Bu nedenle sizin kurallarınız, düşünüş, giyim tarzınız vb. özelliklerinizin dışında hareket eden kişiler tahammül edilemez, sıkıntı uyandıran kişiler haline gelir. Onlar size göre ötekidir, yabancıdır, zarar vericidir. Bu düşünce tarzına göre her şey tek tip , bir örnek olmalıdır. Çok sesliliğe tahammül yoktur. Böyle düşünerek hayatınızı kısıtlarsınız, başkalarından bir şeyler öğrenemezsiniz. Sürekli olarak yapmalı-yapmamalı,olmalı-olmamalı dersiniz. Kendinizi geliştiremez ve kendinizi sevemezsiniz, her şeyi görev haline getirirsiniz. Kendinizden çok fazla şeyler bekleyerek, rahat edemezsiniz. Etrafınıza karşı hoşgörünüz azaldığı gibi, kendi hareket serbestinizi de kısıtladığınız için mutsuzluğa giden yolunuzu kendiniz açarsınız.

14- Kendini doğruluk abidesi olarak görme:

Devamlı olarak, kendi fikirleri ve hareket tarzının haklılığını, doğruluğunu, gerekliliğini ispata yönelik bir savunma davranışı içinde olmanızdır konu edilen düşünce şeması. Farklı görüşler sizi ilgilendirmemekte, sizin için önemli olan şey, fikirlerinizi değiştirilemez şekilde koruyup, çevreye ifade etmeye çalışmaktır. Hata yapmadığınıza inanırsınız ve bu nedenle farklı bakışları onların yanlışıdır aslında.

Halk arasında “sabit fikirlilik” olarak bilinen bu durum, esnek olmayan bir düşünce yapısıdır ve kişinin gelişime kapalı olması sonucunu getirir. Görüşleri babadan oğula geçen bir tarzda ,onlarla benzer kalıplar şeklindedir. Bireysel düşüncelerinize uymayan , diğerlerinin daha mantıklı olan savlarını destekleyen bulgular yok sayılıp, hesaba katılmaz. Başkalarının düşünce, his ve davranışlarını objektif olarak tartamadan, kişinin kendisinin hep bir şeylere hakkı olduğu şeklindeki algıları çevreleri ile sorunlar yaşamalarına neden olur. Kişiler daima kendilerini merkez alır, hep “nalıncı keseri” gibi düşünsel açıdan durumları kendi taraflarına yontarlar. “haklıyım çünkü...; bu benim en doğal hakkım” şeklinde konuşurlar.

15- Ödüllendirilme beklentisi:

Bu düşünce şeklinde insanlara ve çevreye karşı öylesine özverili olacaksınız ki, insanların gözünde çok yükseklere çıkacaksınızdır. Sürekli gerekli gereksiz fedakarlıklarda bulunurlar. Bu şekilde hareket edip, daha iyi bir karşılık bulma , daha çok sevilme ve ilgi görme beklentisinde olan kişiler yüksek beklentilerine uygun bir karşılık göremediklerinde hayal kırıklığına uğrarlar ve insanları nankör, soğuk kişiler olarak görebilirler. Bu tür ödüllendirilme beklentisi ile hareket etmek kişilerde başkaları üzerinde bir takım haklar sahibi oldukları yönünde haksız bir bakış açısına sokabilir. Bu da kişinin çevresi ile ilişkilerinde sorunlar yaşayıp, mutsuz olmasını getirmektedir.

6 Temmuz 2008 Pazar

DOĞUM SONRASI DEPRESYON

Doğumdan hemen sonraki dönem pek çok kadın için adeta bir rüya gibidir. Eve yeni gelen bir bebek aileye neşe ve mutluluk saçtığı kadar stresli de yaratır. Eve yeni bir bireyin katılışı kadınların önemli bir kısmında zihinsel ve duygusal değişikliklere yol açar.

Zihinsel ve duygusal durumu etkileyen bu durumları melankoli, depresyon ve psikoz olarak sınıflandırabiliriz.

Doğum sonrası "Melankoli"

Kadınların yaklaşık % 85'inde doğumdan sonra melankolik bir durum görülür. Bu gerçek bir duygulanım bozukluğundan çok doğumun normal bir parçası olarak kabul edilmelidir. En sık doğumdan sonraki ilk haftada ortaya çıkar.

Annelerde uyku problemleri, ağlama krizleri, üzgün görünme halsizlik, baş ağrıları, konsantrasyon güçlükleri, şaşkınlık, sinirlilik, iştahsızlık problemleri görülebilir. Bu tablo çok önemli değildir. Genelde 1-2 hafta içinde şikayetler kendiliğinden kaybolur. Ancak bu kısa geçiş döneminde ailesinin ve eşinin anlayışlı davranması ve kendisine yardımcı olmaları gereklidir.

Annelerin %10-15'inde melankoli tablosu iki haftadan uzun sürebilir. Bu durumda depresyon söz konusu olabilir ve profesyonel yardım gerekebilir.

Doğum sonrası "Depresyon"

Doğum sonrası depresyon; tanım olarak doğumdan sonraki 4 hafta içinde, herhangi bir zamanda majör depressif bir dönem yaşanmasıdır.

Kadınların bir kısmında görülen doğum sonrası depresyon melankoliden daha farklı ve ciddi bir durumdur. Ancak bazı kadınlarda bu süre 6 haftaya kadar uzayabilir.

Nedenleri tam olarak bilinmemekle birlikte doğumdan sonra ani gelişen hormonal değişimlerin etkili olduğu düşünülmektedir. Başka bir neden de "psikolojik stres" lerdir. Bebeğe karşı aşırı bir sorumluluk duygusunun gelişmesi olayın altında yatan bir diğer sebep olabilir.

Kadının eşiyle olan anlaşmazlıkları ya da ekonomik problemler olayı alevlendirebilir. İlk defa anne olanlar veya eşi ile ayrı olan kadınlar dahi yüksek risk altındadır. Daha önceki gebeliklerinden sonra depresyon yaşayanlarda da daha sık görülür.

Genelde doğumdan sonraki 1-5. günler arasında belirtiler başlar. Hafif depresyonda en sık görülen bulgular halsizlik, isteksizlik, sinirlilik, unutkanlık ve değişik korkulardır. Bunlara genelde uyku problemleri eşlik eder. Biraz daha ileri vakalarda bu belirtilere aksiyete (endişe), panik atak, ağlama krizleri, bebeğe karşı ilgisizlik, ciddi uyku bozuklukları ile ölüm ve intihar düşünceleri eklenir.

Doğum sonrası depresyona % 5 oranında rastlanır. Eskiden sosyal statü ve evlilik ilişkilerinin depresyon ile ilişkisi olmadığı düşünülürken yeni çalışmalarda fakir ve bekar kadınlarda 2 kat daha sık görüldüğü ileri sürülmektedir.

Genç yaşta anne olanlarda da 2-3 kat fazla görülür. Gebelik esnasındaki duygu durumu ile doğum sonrası depresyonun bir ilişkisi bulunamamıştır.

Doğum sonrası depresyonun tedavisi majör depresyon ile hemen hemen aynıdır. Genelde hastalar psikoterapi ve antidepresan ilaçlardan fayda görürler. Emzirenlerde antidepresan kullanımı önerilmediğinden tedavi esnasında kadın doğum ve psikiyatri hekimlerinin birlikte tedavi planı yapmaları uygun olacaktır.

Emzirmenin olumlu etkileri nedeniyle hafif vakalarda ilaç tedavisi yerine sadece psikoterapi yeterli olabilir. Hastaların 2/3'ünde şikayetler en geç 1 yıl içinde kaybolur. Geri kalan vakalarda ise birden fazla sayıda depresif atak görülür.

Doğum sonrası "Psikoz"

Postpartum (doğum sonrası) görülen en ciddi psikolojik hastalıktır. Gebelikten önceki yıla göre karşılaştırıldığında hastalığa yakalanma riski 20 kat fazladır.

Psikoz; düşünce bozukluğu veya gerçekle gerçek olmayanın ilişkinin kaybedilmesi olarak tanımlansa da ciddi duygulanım bozuklukları da bu şekilde sınıflandırılabilir.

Halüsinasyonlar (gerçekte olmayan şeyleri görme ya da duyma) veya hezeyanlar (gerçekle ilgisi olmayan şeylere inanma) olabilir. Önceden kestirilemeyen duygu dalgalanmaları görülür. Genelde doğumdan sonra 2 gün-3 hafta arasında belirtiler ortaya çıkar.

Hezeyanlar özellikle bebek üzerine odaklanır. Bazı durumlarda anne bebeğe karşı aşırı koruyucu obsesyonlar (takıntılar) geliştirebilir. Hatta bazı vakalarda da intihar düşünce ve girişimleri bile olabilir.

Postpartum psikoz son derece acil ve profesyonel yardım gerektiren ciddi bir durumdur. Sıklıkla hastaneye yatırılarak tedavi gerekir. Uygun tedavi ile % 95 oranla hastalar 2-3 ay içinde iyileşir.


Doğum sonrası depresyonda öneriler

Doğum sonu depresyon, hemen her kadında görülebilen, geçici bir dönemdir. Bu dönemi en iyi ve rahat bir biçimde atlatabilmek için aşağıdaki önerilerimizi uygulayınız.


-Kendinizi aşırı derecede yormayınız. Uyku zihinsel sağlık açısından çok önemlidir.

-Bebeğiniz uyurken siz de uyumaya çalışınız.

-Bebeğinizin hareketleri uykunuzu bozuyor ise onu başka bir odaya almayı deneyiniz.

-Eşinizle bir vardiya sistemi geliştirin ve bu şekilde bebekten sadece siz sorumlu olmayınız.

-Bebeğe bakım konusunda etrafınızdaki akraba ve arkadaşlarınızdan yardım isteyin. Bu sayede kendinize dinlenecek zaman ayırın.

-Gebelik esnasında ve emzirme döneminde beslenmenize dikkat edin.

-Kendinizi çaresiz ve güçsüz hissediyorsanız bir psikolog veya psikiyatrdan destek almak için zaman kaybetmeyiniz.

BENLİĞİN SAVUNMA MEKANİZMALARI

Savunma mekanizmaları gerek kişinin ortama adaptasyonunda ve gerekse gelişiminde çok önemli bir rol oynar. Kişilik Gelişimi’nin en göze çarpan ve önemli gerçeklerinden biri, onun sürekli olarak değişimidir. Bu değişim hayat boyunca devam etmekle beraber, en belirgin olarak bebeklik, çocukluk ve ergenlik devrelerinde gözlemlenir.

Gelişim süresince ego, yapısal olarak farklılaşır, dinamik olarak da enerjinin dürtüsel kaynakları üzerine olan kontrolünü arttırır.

Tüm kişilikte oluşa gelen değişiklikler, beş koşulun sonucu ortaya çıkar.

* Olgunlaşma
* Dış dünyadan kaynaklanan ve düş kırıklığı ile sonuçlanan üzüntü verici uyarılar
* Kişisel yetersizlikler
* Sıkıntı

Kişinin olgunlaşma süreci içinde karşılaştığı tüm engelleyiciler ve bunlarla savaşımı, bu engelleri yenme yolunda ortaya koyduğu uğraş, onun kişiliğini geliştirir. Bu gelişimde ego, ait olduğu organizmayı koruma gayretiyle bir takım Savunma Mekanizmaları yaratır. Normal veya nörotik her şahıs, hayata uyumda bu savunma mekanizmalarından birini veya birkaçını kullanır.En çok kullanılan savunma mekanizmaları şunlardır :

Bastırma

Psikanalitik yayınlarda en erken tanınmış ve hakkında en genış biçimde tartışılmış olan A.Freud'a göre bütün savunmaların temeli olan savunma mekanizması bastırmadır(represyon). Bastırma,istenmeyen id dürtülerinin istek ve duyguların bilince çıkmasına engel olan bir ego işlevidir. Kişi farkında olmaksızın kendisini rahatsız edecek olan bir takıö dürtülerinden kurtulmuş olur. Bilince çıktığında kişiyi zorlayacak bir takım duygu,düşünce,dürtü ve anılar bastırılarak bilinçten uzaklaştırılmış olur. Bu süreç ego ile id arasında sürekli yaşanan bir süreçtir ve egonun bunu sağlamak için enerji harcaması gerekmektedir. İd'in libidinal enerjisine karşı egonun bu ruhsal enerjisine karşı yatırım denmektedir. Kişide yatırım-karşı yatırım dengesi sürekli değişkenlik gösterir. Egonun yatırımı daha güçlü olduğu sürece bilinçdışı libidinal id dürtüleri bastırılmış olarak tutulur ve bilince çıkartılmazlar. Ancak id enerjisinin arrtığı durumlarda egonun bastırma gücü yetmeyecek ve başka savunma mekanizmaları devreye sokacaktır.

Yalıtma (izolasyon)

Freud'un 'duygu yalıtımı' diye adlandırdığı ama zamanla sadece yalıtım olarak adlandırılan savunma mekanizmasıdır. Kişi geçmişte yer aldığı bir takım olumsuz acı veren anıları düşünceleri,fantazileri(düşleri) duygusundan yalıtarak,duygusunu yaşamaksızın hatırlar. Bilinç o anıyı ancak duygusal boyutundan soyutlayarak kabul edebilmektedir. Kişi örneğin geçmişte,bir yakınını kaybettiği bir kazayı,hiç bir üzüntü yaşamadan,sanki o olay başkasının başından geçmiş,o bir gözlemci,izleyiciymiş gibi duygusuz bir biçimde anlatabilir. Bu duygu çok sonraları olabileceği gibi travmatize edici olay yeni olduğu zaman da olabilir.

Zıt Tepkiler Kurma (Reaksiyon-Formsyon)

Bu savunma mekanizmasında temel işleyiş dürtüsel olan,bilinçdışı olan bir duygunun düşüncenin,anının,bilinçte tersini,aşırı vurgulamaktır. Örneğin kişi bilinçdışı olarak nefret ettiği kişiyi bilinçli olarak aşırı derecede sever. Böylece bir çok kabul edilmez duygu yerine toplumun olumlu bulduğu,ahlaki değer yargılarının kabul ettiği duygular ortaya konmuş olur. Nefrete karşı sevgi,kabalığa karşı nazik olma,inatçılık yerine aşırı uysallık,kirli,pis,pasaklı olmak yerine titiz olmak gibi durumlar ortaya çıkar. Bu duygulanımların ters yönde işlemesi de söz konusu olabilir. Örneğin kabul edilemez bir sevgi (yasak sevgi vb.) yerine kişi bilinçli olarak nefret duygusunu ortaya koyabilir.

Yapma-Bozma (Un-doing)

Kişinin günlük yaşantısında ya da düşüncelerinde yaptığını sandığı olumsuz eylemlerin sonucunu ortadan kaldırmak,yapılmamış gibi saymak amacıyla bir takım hareketler,eylemlerdir. Bir bakıma reaksiyon-formasyon'a benzeyen bu mekanizma da yine Obsesif-Kompulsif Bozukluk veya O.K Kişilik Bozukluğu vb. durumlarda görülür. Kişi elektrik düğmelerini açıp kapayarak,fırın düğmelerini açıp kapayarak önce o olumsuz eylemi yaptırıyor sonra tekrar kapatarak olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırıyor,yani eylemini iptal ediyor. Bilinçdışı olarak ölmesini istediği kişiyi düğmeyi açarak öldürüyor sonra kapatarak tekrar hayata döndürüyor gibi bir mekanizma işlemektedir.

Yadsıma (Bilinçdışı inkar)

Kişi egosu için tehlikeli olarak algıladığı bir takım duygu,düsünce,anılarını ve gerçekleri bilinçdışı olarak farkında olmaksızın yoksayarak,yokmuş ya da olmamış gibi davranır. Bu kişinin kendisini (egosunu) korumaya yönelik bilinçdışı bir eylemdir. Örnek olarak bir takım laboratuvar örnekleriyle kanser olduğu kanıtlanmış eğitimli ve durumu anlayacak kişilerin böyle bir olay yokmuşçasına davranmlarını gösterebiliriz. Yine başka tür düşüncelerini kişi kendisine yakıştıramadığında da yadsımaktadır. Kendisi değil de başkaları o düşünceyi taşıyormuş gibi olumsuz şeyi dışarı yansıtmaktadır.

Gerilme (Regresyon)

Kişinin ulaştığı gelişmişlik düzeyi bunaltı doğuracak bir düzeyde ise kişi daha önceki bir döneme gerileme eğilimi gösterir. Bilinçdışı işleyen bu süreçte kişi çocuksu davranışlar sergileyebilir. Asıl psikoz dediğimiz,ciddi akıl hastaliklarında (şizofreni vb.) kullanılan bu mekanizma en ilkel mekanizmalardan biridir. Bilinçdışının malzemesini bilince çıkartma ve sanat ürünü olarak oluşturma çabasında yararlı bir işlev görür.

Yansıtma (Projeksiyon)

Kişinin kendisinde algıladığı ama asla kendine yakıştıramadığı bir takım dürtü,duygu,düşüncelerini bastıramadığı,yadsıyamadığı duygu,düşünce vb.'nin kendisinde değil de dışarıda,başkalarında olduğunu ve kendisine yönelik olumsuz şeyler yapılacaği biçiminde bir düşünce geliştirmesidir. Birisine çok öfkelenen ve bilinçdışı olarak onu öldürmek isteyen kişi bu duygunun,düşüncenin ne kadar kötü olduğunu algılar ve o düşüncenin kendisine ait değil falanca kişiye ait olduğunu ve kendisini suçladığını,öldürmek istediğini vb. söyler. Özellikle paranoid (şüpheci) hastalardaki en temel mekanizma budur. Nefret ettiği,yok olmalarını istediği kişilerin kendisinden nefret ettiklerini,kendisini zehirleyip vb. yolla öldüreceklerini söyleyebilir.

Yer Değiştirme (Deplasman)

Bir duygu ya da dürtünün,asıl nesnesine (psikanalitik açıdan insan) yöneltilmesinin yoğun sorunlar getireceği durumlarda,bir başka nesneye yöneltilmesine denir. Freud'un ayrıntısıyla tanımladığı bu mekanizma,at korkusu olan küçük Hans'ın analizinde çocuğun asıl korkusunun (babadan korku) at orkusuyla yer değiştirmiş olmasıyla açıklanabilir. Özellikle fobik bozukluklarda görülen bir savunmadır. Kedi,köpek,böcek korkusu,dışarı çıkamama,kalabalığa girememe vb.

Akla Uygun Hale Getirme (Rasyonalizasyon)

Benlik için acı,sıkıntı veren bazı dürtü ve duygular akla yatkın ve sıkıntı vermeyen bir hale getirilmeye çalışılırlar. Bir başkasına karşı yaptığı yanlışları çeşitli açıklamalarla haklı gösterme çabası vb. durumlar buna örnektir. Tembellik yapan insanların kendilerine çeşitli bahaneler bulması,alkolik kişilerin her gün kendilerine içme nedenleri bulma çabaları vb.

Döndürme (Konversiyon)

Çok yoğun bir sıkıntı yaşayan,ağır bir sterese uğramış kişi o yoğun sıkıntısını yatıştırmaya yönelik birçok savunma mekanizması kullanır. Ama yetmeyince konversiyon dediğimiz bedenin herhangi bir işlevini iptal eden bir davranış sergiler. Örneğin kolu-bacağı tutmaz,yürümez olabilir. Komada gibi yatalak bir duruma geçebilir. Kısmen bilinç kaybı olabilir,körlük,sağırlık vb olabilir. Böylece önce kendisine sıkıntı veren durumdan kurtulmuş ve çevresindeki insanların ilgisini görmüş olur. Bütün bunlar bilinçıdışı olan kişinin farkında olmadığı işleyişlerdir. 'Numara' yapıyor gibi algılanmaması gereken ilgi ve özen gösterilmesi gereken önemli süreçlerdir.

Entelektüalizasyon : Kişinin asıl bunaldığı durumu anlatmak yerine onu bir bilim adamı tutumuyla açıklamaya çalışma biçiminde bir savunma mekanizmasıdır. Örneğin kişi duyumsadığı ve kendisini çok rahatsız eden insest (yakını,kan bağı olan birine cinsel ilgi) duygusunu dile getirmek yerine insestin eski çağlardan beri varolan,şu şu krallıklarda yaşanmış bir durum olduğunu anlatır. Entellektüel açıklamalarla,asıl yapması gerekeni,içinden geçen duygu,düşünceleri anlatmak yerine ayrıntılarla görüşmeyi anlaşılmaz hale getirme tipik bir örnektir.

Düş Kurma (Fantazi)

İnsanın dış dünyada doyuramadığı istek ve dürtülerini düşler kurarak doyurma çabasıdır. Çocukluk ve ergenlik yıllarında çok kullanılan bir metabolizma olmakla birlikte içe dönük erişkinlerde yoğun biçimde kullanılabilir. Sanatsal yaratının vazgeçilmez bir olanağı olarak işlev görür. Genel olarak insanların günlük yaşantısını, işini, okulunu vb. aksatmıyorsa hiç bir sakıncasi yoktur. Ama engelliyorsa kişinin bir psikiyatrist ile görüşmesi uygun olur.

Yüceleştirme (Süblimasyon)

Çocuğun büyüme sürecinde taşıdığı olumsuz dürtüleri,duyguları toplumun kabul edemeyeceği yasak vb. bir davranışı toplumun olumlu bulduğu bir davranış,eylem biçimine çevirerek olumlu şeyler yapmasıdır. Örneğin saldırganlık dürtüsü yoğun olan bir çocuğun boksa eğlim duyarak herkesin olumladığı,alkışladığı büyük bir boksör olmasi gibi. Bilimsel merak,sanatçılık vb. yüceleştirme örnekleridir. Yüceleştirmeyi diğer savunma mekanizmalarından ayıran en temel fark her hangi bir sıkıntıya karşı ortaya konmamasıdır. Diğer tüm savunmaların aşırı oluşu hastalık olurken bunda böyle bir şey söz konusu değildir.