psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

30 Haziran 2008 Pazartesi

Müzik Terapisi

1977'de Amerika müzikle tedaviyi bir bilim dalı olarak kabul etti. Müzik terapisi psikiyatri temelli hastalıklarda 1950’lerden bu yana etkin olarak kullanılıyor. Türkiye, müzikle tedavinin henüz farkında değil. Oysa Farabi, Razi, İbn-i Sina ve Gevrekzade Hasan Efendi gibi Türk alimleri bu alanda çok önemli çalışmalara imza atmışlardı.

Felsefe, tıp, astronomi, matematik, musiki gibi on yedi ayrı bilim dalında eserler veren İslam âlimi Yakup El Kindi’nin tüccar komşusunun oğlu birdenbire hastalanır. Yemeden içmeden kesilir. Hastalık, tüccarın işlerini sekteye uğratır; çünkü her işi oğlu yönetmektedir. Hastalığa çare bulunamaz. Bir arkadaşı tüccara, bu hastalığı ancak Kindi’nin tedavi edebileceğini söyler. Tüccar, komşusu Kindi’yi bilmektedir ama şimdiye kadar sürekli aleyhinde konuşmuştur. Yine de aracı vasıtasıyla ondan yardım ister, Kindi de kabul eder. Hastanın nabzını kontrol ettikten sonra musikide hünerli öğrencilerinden birkaçını çağırır. Onlara ne çalmaları gerektiğini söyler ve sürekli o musikiyi icra etmelerini ister. Dakikalar geçtikçe nabzı kuvvetlenen ve nefesi canlanan hasta bir süre sonra kımıldamaya, oturmaya ve konuşmaya başlar. Kindi, tüccara, “Oğluna ne sormak istiyorsan sor?” der. Sorular sorulup cevaplar alındıktan sonra hasta yeniden eski haline döner. Baba müzisyenlerin devam etmesini isteyince Kindi, “Hasta son gayretini gösterdi. Fazlasına imkan yok; çünkü ömrü tamamdır.” diye konuşur.

9. yüzyılda meydana gelen bu olay, bitkisel hayattaki bir kişiyi bile musikinin nasıl etkilediğini göstermesi bakımından son derece önemli. Aslında, insanlık müzikteki şifa kaynağının başından beri farkında. Eski Yunan, Roma, Çin ve Mısır’da müziğin tedavi edici özelliğinden faydalanılıyor. Bugün de başta ABD ve Avrupa olmak üzere dünyanın birçok yerinde psikiyatrik hastalıkların tedavisinde müzikten yararlanılmakta. Türkiye’de henüz kurumsallaşamayan konu daha ziyade bireysel faaliyetlerle gündeme geliyor. Ayhan Songar ve Oruç Güvenç gibi isimlerin ön plana çıktığı bu alanda bayrak şimdi psikiyatri uzmanı Dr. Adnan Çoban’da.
Adnan Çoban'a göre, Türkiye’de müzikle tedavide batının çok gerisinde kalınmasının sebebi konunun reddi değil, fark edilmemesi. Çalışmaların bireysel düzeyde kalmasının sebebi de bu zaten. Bunun örneğini bizzat yaşayan Çoban, “1997’de müzikterapi eğitimi için yurtdışına gitmek istedim. Elimden tutup da gönderecek hocam olmadı.” diyor. Günümüzde psikiyatrik rahatsızlıklar ‘biyopsikososyal’ çerçevede değerlendiriliyor. Yani hastalığın biyolojik, psikolojik ve sosyal açılardan tedavisi öngörülüyor. Buna kapsayıcı model deniyor. Dr. Çoban müzik terapisinin söz konusu kapsayıcı tedavi yaklaşımına en uygun yöntem olduğunu söylüyor.

Adnan Çoban, klasik Türk müziği ile tıp öğrencisiyken uğraşmaya başlar. Prof. Dr. Ayhan Songar’ın İstanbul Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı bünyesinde kurduğu Etnomüzikoloji Merkezi’nde müzikle terapi faaliyetlerini izler. İstanbul Üniversitesi Korosu’nda şef yardımcılığına kadar yükselir. Tıp mezuniyeti sonrasında birçok uzmanlık alanında asistanlık yapar. Sonunda ideali olan ortopediyi kazanır. Ancak, kendisi hem müzikle irtibatını sürdürmek istediği hem de müzikle tedaviye ilgi uyduğu için 1997’de psikiyatriyi tercih eder. O yıl Ayhan Songar vefat eder. İlk iş olarak Songar’ın Etnomüzikoloji Merkezi’nin yolunu tuttuğunda burasının halen bilemediği bir sebeple kapatıldığını öğrenir.

Batı dünyası da 20. yüzyılın ortalarında keşfettiği müzikle tedavi ya da terapiyi, alternatif tedavi yöntemi değil, geleneksel tıbba uygun ve kuralları kendine has bilimsel bir tedavi yöntemi olarak kabul ediyor. İkinci Dünya Savaşı’nda yaralanan askerlerin terapisinde müzikten yararlanılır ilk olarak. Ardından, 1947’de ABD’nin Michigan Devlet Hastanesi’nde müziğin tedavi programına alınır. Böylece bu konuda araştırmalar hızlanır. Depresyon, şizofreni, zeka geriliği, alkol ve madde bağımlığı ile mücadelede müzik tedavi yöntemine başvurulur. Yeni teknik ve pratik uygulama biçimleri geliştirilir. Amerikan Müzikterapi Birliği 1997’de bir tanımlama yaparak son noktayı koyar: “Müzikterapi, bazı duyulan bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılamada müziği ve müzik aktivitelerini kullanan uzmanlık dalıdır.”

Bugün Batı’da hastane, klinik, gündüz bakımevi, okul, madde bağımlılığı merkezi gibi yerlerde 5 binden fazla uzman, müzik terapisi uyguluyor. Şüphesiz, bunda etkili olan temel faktör son yıllarda müzik ve beyin araştırmalarında elde edilen veriler. Müziğin, özellikle serotonin, norepinefrin, dopamin, melatonin, kortizol, adrenalin, testosteron gibi psikiyatrik hastalıkların oluşumunda etkili hormonlara; kan basıncı, solunum ritmi, solunum kalitesi, nabız sayısı gibi fizyolojik olaylara olumlu etki yaptığı biliniyor artık.

Müzikle tedavide bize çok değerli bilgilerin miras bırakıldığını vurgulayan Adnan Çoban, “Bu bilgileri, günümüz anlayışı içinde yeniden gözden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde, geçmişiyle övünüp bir şeyler üretemeyen mirasyedilerden bir farkımız kalmaz. Bugünün Türk hekimlerine, müzikle tedavi konusunda büyük sorumluluklar düşüyor.” diyor. Müzikle tedaviye bilimsel bir çerçeve kazandırmayı amaçlayan Psikiyatri Çoban, araştırmaları sonucunda belirlediği Avusturya’daki Viyana Üniversitesi’nde faaliyet gösteren Entomüzikoterapi Enstitüsü ile temasa geçer. Enstitü’den Dr. Gerhard Tuçek’ten bilimsel destek ister. Klasik Türk Muziği makamları ile Orta Asya müziğini kullanan; ama tamamen bilimsel metodolojiye uygun çalışan Tuçek’in İslam dinine geçerek Kadir ismini aldığını öğrenir. 1990’ların başında kurulan enstitü, müzikle tedavide dünya çapındaki merkezlerdendir. Tuçek’e göre, müzikle tedavi nöroloji, kardiyoloji, onkoloji ve psikiyatri gibi klinik alanların vazgeçilmez bir parçasıdır ve özürlü insanlarla ilgili çalışma alanlarında da önemli bir yere sahiptir.

Kaynak : aksiyon.com.tr

Şizofrenik Alt Tipler

Paranoid Tip

ICD-10 ve DSM-IV sınıflandırma sistemlerinde yer alan bir alt tiptir. DSM-IV deki tanımına göre başlyca özelliği bir ya da daha fazla sanrı ile uğraşma ya da çoğunlukla duyulan işitsel varsanıların varlığıdır.
Paranoid şizofrenik tipi klasik olarak perseküsyon ya da megalomanik sanrılarla karakterizedir. Tipik bir paranoid hasta gergin, kuşkucu, tedbirli ve mesafelidir. Ayryca düşmanca bir tutum takınabilir ve saldırgan olabilir.

Dezorganiza Tip

İlkel, dizginlenemeyen ve örgütlenmemiş bir davranış biçimine belirgin şekilde gerileme ile kendini gösterir ve katatonik tipin tanı ölçütlerini karşılamaz. Hastalığın başlangıcı genellikle erken yaşta olup 25 yaşından öncedir. Hasta genellikle aktif, fakat amacsız ve yapıcılıktan uzak görünür. Düşünce bozukluğu belirgindir ve gerçeklikle ilişkisi cok azdır. Duygusal tepkiler uygunsuzdur, yersiz gülme ve ağlamalar olasıdır. Uygunsuz ve garip mimikler görülebilir.

Katatonik Tip

Klasik özelliği motor işlevsellikte stupor (tepki yokluğu ve çevredekilerin farkında değilmiş görüntüsü), negativizm (tüm hareket ettirme ve yönlendirme girişimlerine karşı gösterilen hareketsiz direnç), katatonik katilik (hareket ettirmeye yönelik çabalara karşı katy ve değişmez bir vücut pozisyonunun istemli olarak sürdürülmesi), taşkınlık (dış duyaranlardan etkilenmeyen hızlı ve amacsız motor etkinlik), postür alma (uygunsuz ya da garip vücut pozisyonu istemli bir biçimde alma ve genellikle uzun zaman koruma) gibi anormalliklerin ortaya çıkmasıdır. Katatonik taşkınlık ya d stupor durumundaki hastanın kendisine ya da başkalarına zarar vermesini engellemek için iyi bir biçimde denetlenmesi gerekir. Beslenme bozukluğu ve ortaya çıkabilecek diğer olumsuz durumlara karşı dikkatli olunmalıdır.

Farklılaşmamış Tip

Şizofreni klinik tablosunun genel özelliklerini taşıyan, fakat paranoid, dezorganize ve katatonik tiplerin tanı ölçütlerini karşılamayan hastaları kapsar.

Rezidüel Tip

Aktif belirtilerin ya da diğer şizofreni tiplerinden birini tanı olarak koydurtacak yeterli belirtilerin bulunmadığı, fakat şizofreninin süreğiden bir takım bulgularının var olduğu şizofreni tipidir. Duygusal küntlük, toplumdan uzaklaşma, eksantrik davranışlar, mantıkdışı düşünce ve ılımlı çağrışım çözüklüğü yaygın bulgulardır. Sanrılar ve varsanılar bulunsa bile ön planda değildir ve bunlara güçlü bir duygulanım eşlik etmez.

Bouffée déelirante (Akut sanrısal psikoz)

Belirtilerin devam süresinin üç aydan daha az oluşuyla şizofreniden ayrılmaktadır. DSM-IV deki şizofreniform bozukluk kategorisine benzerlik gösterir. Fransız psikiyatristleri bu tanıyı alan hastaların %40 ynda hastalıkta ilerleme görüldüğünü ve tanının şizofreniye çevrildiğini bildirmektedirler.

Latent (Gizli) Tip

Bu hastalarda bazen garip davranışlar ya da düşünce bozuklukları görülebilmekte, fakat belirgin ve sürekli psikotik belirtiler gözlenmemektedir. Geçmişte bu bozukluğa SINIR (borderline) şizofreni adı verilmişti.

Oneroid Durumlar

Şizofrenik hastalarda oldukça seyrek rastlanan bir durumdur. Oneroid durumlarda kişi bir düşteymişçesine davranır, şaşkındır, yer ve zaman yönelimi bozulmuştur, bilinç bulanıktır, kendinden geçme durumlary görülebilir ve sürekli değişen görsel sanılar vardır. Hasta bir yandan bir uzay gemisinde seyahat etmekte olduğuna inanırken diğer yandan hastahenenin günlük programını titizlikle izler.

Parafreni

Bu terim paranoid şizofreni teriminin eşanlamlısı olarak kullanılır. Terimin diğer kullanımları ilerleyici ve bozulmayla giden bir hastalığın ya da iyi bir biçimde örgütlenmiş sanrısal bir sistemi anlatır.

Yalancı-nevrotik (Pseudoneurotic) Tip

Bazen baslangıçta anksiyete, fobiler, obsesyonlar ve kompulsiyonlar gibi belirtiler gösteren hastalar sonradan düşünce bozukluğu ve psikoz belirtileri ortaya koyabilmektedir. Bu hastalardaki belirtiler adı sayılan belirtilerin dışında ambivalans (aynı nesneye yönelik karşıt duygular taşyma) ve cinsel karmaşa gösterebilmektedir.

Yüz İfadeleri

"Ama burada ben hiçkimse değilim. Bir yüzüm yok. Kahverengilere bürünmüş bu koca kalabalık, beni kimliğimden etti... Bir yüz bulacağım. Anıtsal bir yüz. Ve onu bilgelikle, güvenle donatarak bir tılsım gibi takacağım..." (Virginia Woolf, Dalgalar).

Yüz ifadeleri, beden dilinin hem anlamı en açık sözcüklerini, hem de neden sonuç ilişkisine oturtması en güç bölümünü oluşturuyor.

Özellikle gözlerin ve bakışların kazandığı önem, bazı araştırmacıların ilginç çıkarımlar yapmalarına bile neden olmuş. Şempanze ve diğer primatlarda bulunmayan göz akının, bakışlarımızı daha anlamlı ve açık kılmak için gelişmiş olabileceği gibi. Yüz ifadesiyle ilgili olarak modern anlamda yapılan çalışmaların 19. yüzyılda Charles Bell'le, özellikle de ifadenin anatomi ve fizyolojisiyle ilgili olarak yayımladığı kitabyıla başladığı kabul ediliyor. Bell'in çalışmaları, duygusal ifade üzerine yaptığı incelemelerde Darwin'e de esin kaynağı olmuş. Ancak Darwin ve kendisinden sonra gelenlerin yıllar boyunca duygularla dolaysız ilinti kurdukları yüz ifadelerini şimdilerde bu yönüyle sorgulayanlar, ifadelerle duygular arasında bire bir ilişki zorunluluğunun olmadığını savunanlar da yok değil. Evet diyorlar, yüz ifadelerinin duyguları yansıttığı tezi bütünüyle mantyıksız değil; ancak, aslında "her şeyin" duyguları yansıttığı gerçeğinin göz önüne alınması koşuluyla. Hele gerçek duyguları gizleyebilme özelliğinin bile duygulardan kaynaklandığı düşünülecek olursa! Diğer kariı çıkışlar da, hepimizin aynı yüz kaslarına sahip olduğumuz, ancak bu kasların, ifadede farklı kültürlerde farklı kombinasyonlarla kullanılacağı yolunda.
Darwin dönemi ve sonrasındaki bilimadamlarından bazılarının, duyguların yapay ve hatta batı kültürünün bir icadı olduğu iddiaları da kayda değer.

Günümüzde konu üzerinde en kapsamlı araştırmaları yaptığı söylenen, California Üniversitesi'nden Paul Ekman'sa aynı görüşte değil. Darwin'in kitabının, şimdi Türkçe olarak da yayımlanmış olan (İnsan ve Hayvanlarda Beden Dili, Gün Yayıncılık, 2001) yeni baskısı için yaptığı açıklamalarda şöyle diyor: "Son 30 yıldır yeni ölçüm araçlarını kullanan sistematik araştırma yöntemleriyle Darwin'in yaklaşımının evrenselliği test ediliyor. Ben bu testleri yapan ilk kişilerdenim ve Darwin'in yanıldığının ortaya çıkmasını bekliyordum. Bulgular benim ve birçok diğer davranış bilimcisinin fikirlerini değiştirdi... Darwin, o günden bu yana çok az bilimadamının sorduğu soruları sordu. Birçok bilimadamı duygusal ifadeyi incelerken hangi, nasyl ve ne zaman sorularını sormuşlardı. Her duygunun karşılığı olan ifadeler hangileridir? Bunlar nasıl oluşur? Ne zaman oluşur? Darwin bu sorularla da ilgilendi, ama neden sorusunu soran ilk kişiydi Darwin'in bu soruyu yanıtlamak için ortaya attığı üç ilkenin geçerliliği üzerindeki tartışmalar sonlanmış değil.

Birincisi, hareketlerde oluşan bazı ifadelerin amaca yönelik olduğu "kullanılabilir alışkanlıklar" ilkesi; bir diğeri, bazı ifadelerin, diğerleriyle zıt olmaları nedeniyle seçildiği "antitez" ilkesi; üçüncüsü de kendisinin bile açık olmadığını kabul ettiği "sinir sisteminin doğrudan hareketi" ilkesi.

Duygularla ilintisi olsun veya olmasın, yüzün ifadedeki ağırlığı ve gücü konusunda kimsenin pek kuşkusu yok. İlk bakışta yüzünden tanıdığımızı düşündüğümüz insanlar olmamış mıdır hepimizin? Ekman'ın bu konuda da ilginç bir yorumu var. Diyor ki bir kişi, korku ya da öfke gibi bir duyguyu uzun süre yaşadıysa, o duygunun yüzünde sıklıkla çalıştırdığı kasların etkisiyle, ifadesi "yüzüne kazınır". Biriyle ilk karşılaşmamızda bile onun duyarlı, sinirli ya da pısırık kişilikli olduğu damgasını, hata payıyla da olsa, büyük olasılıkla bu şekilde vuruveriyoruz.
Yaşamın olağan akışı içinde sürekli bir arada bulunduğumuz ya da karşılaştığımız insanların yüz ifadelerini, farkında olmasak bile üç aşağı beş yukarı okuyabiliyoruz. Ancak tüm bu ifadelerin dışında, sözünü etmeye değer ve diğerlerinden daha gizli kalmış bir tanesi daha var: ifadesizliğin, ifadenin ta kendisi olduğu "maske". Maske ifadesine iyi bir örnek, hizmet ettiği eve gelen konukların yanıbaşında dursa da, konuşmalardan bihaber görünen ya da görünmeye çalışan İngiliz uşağı tiplemesi. Ancak bundan çok daha çarpıcısı, Nazilerin, yüzlerinden direnç gösterdikleri anlamını okudukları sessiz ve ifadesiz tutuklulara çok daha fazla işkence etmiş oldukları gerçeği. İzin vermedikleri bu ifadesizliği (!) "fizyonomik başkaldırı" olarak nitelendiren Naziler, bu kişilerde varlığını hissettikleri pasif protestodan açık şekilde ürküyorlardı.

Sözlü hale getirdiği dünyada sözsüz dili kullanan tek canlı elbette insan değil. Sırtını kabartarak bacağınıza sürünen, pencerede vızıldayan sineği yakalamaya bütün ruhu ve bedeniyle hazırlanan ya da akvaryumdaki balıkları izlerken gözbebekleri büyümüş, kulakları öne doğru eğilmiş bir kedinin de anlayana kendisi hakkında çok şey söyleyebildiği, bir gerçek. (Darwin'in bu konuda da ayrıntılı çalışmaları var.) Sözsüz dilin ilk kullanıcılarıysa bundan 3,5 milyar yıl önce dünyanın ilk canlı formlarından biri olarak ortaya çıkan mavi yeşil algler. Topluluklar halinde yaşayıp birbirleriyle iletişim kurmak için moleküllerden başka aracıları olmayan bu canlılarla kıyaslandığında insan, iletişimsel donanım bakımından doğrusu hiç de fena durumda sayılmaz! Onu kullanmadaki başarısıysa her şeye rağmen kuşkulu..

Ses Terapisi

Ses terapisi kavramı ilk başta tuhaf gelebilir, ve tıbbi araştırma laboratuvarlarını çağrıştırabilir. Ama gerçek şu ki etkileri günlük hayatımızın ta içindedir. Örneğin, güçlü temposu olan bir müziği her duyduğumuzda, sesin ve müziğin enerjimizi ortaya çıkaran etkisini hissederiz.
En son ne zaman dansetmekten kendinizi alakoyamadığınız bir parça duymuştunuz?

Bulgar psikiyatrist Gorgi Lazanoff, öğrencilerine Barok müzik dinleterek (1700ler; Bach, Vivaldi, Telemon, Handel) ve vurguyla ritmik olarak nefes almalarını sağlayarak, öğrenme kapasitelerini arttırdığını göstermiştir. Bu deneye dayanarak ses ve müziğin sadece fiziksel sağlığımıza değil, duygularımıza ve zihnimize de son derece olumlu etkileri olduğu söylenebilir.

Ses Terapisinin kökeni, evrenin tekrarlanan frekanslardan oluştuğu teorisine dayanır. Bilim artık pek çok geleneğin gizemlerini belgelemektedir. Fiziksel, zihinsel, duygusal ya da ruhsal gerçekliklerin varlığı titreşim esasına dayanmaktadır. Elektronların sürekli hareket etmeleri ve titreşimleri buna kanıt sayılabilir. Bütün maddeler, bitkiler, ilaçlar, ve hatta vitaminleri, mineralleri ve diğer besin değerleri ile yiyecekler, biyolojik etkilerini açıklayabilecek şekilde frekans perspektifinden incelenebilir. Bio-Rezonans terapi enerji tıbbının bu ilkelerini araştırmaktadır.

Benzer şekilde, bilgisayar programlarıyla analiz edilen insan sesi, canlılığın büyük bir göstergesidir. İnsan sesi ifadenin en güçlü araçlarından birisidir ve böyle olmakla vücut sisteminin güçlü bir temsilcisidir. Bazı bilim adamlarına göre, insan sesi kulağın duymadığını tekrarlayamamaktadır. Belki de kulak beynin üretmediğini duyamamaktadır. Beynin, üstad bir kimyacı olmasının yanı sıra, çok karışık bir ton üreticisi olduğunun ve vücut sistemine frekansla kumanda ettiğinin kanıtlary vardır.
Beyin, çeşitli araçlarla ölçülebilen, düzenli tekrarlanan dalga biçemleri yaymaktadır. İnsan sesi de konuşmacının fiziksel ve duygusal sağlığına ve dengesine uygun olarak, çok miktarda frekans bilgisi içeren bir düzenli tekrarlanan dalga biçemi üretir. Her bir insanın sesi kendine özgü ve tek olduğundan, bu iş için kullanılan bir yazılım yardımıyla ortaya çıkarılan ses frekansı analizi haritası, kayıt sırasında o kişinin fiziksel ve/veya duygusal sorunlarını gösterebilir.

Ses dalga biçemleri, stres anındaki frekansları bulmak için analiz edilir, ve sonuçlar bizim vitaminler, mineraller, amino asitler ile, ilaçlar ve zehirli maddeler de dahil olmak üzere, bütün diğer maddeler için verdiğimiz deneysel frekans aralıkları ile karşılaştırılır.

Bio-Rezonans terapide, kulaklık, hoparlör ya da bir titreşim ileticisi vasıtasıyla iletilen düşük frekansta dalga biçemleri üreten bir ton-kutusundan yararlanılır. Her bir ton-kutusu, her biri 4 ayrı kesin doğru frekans içerebilen 12 kanala kadar programlanabilir. Bu düşük frekanslı dalga biçemleri herhangi bir operasyon gerekmeden vücuda verilebilir; genellikle de anında gözlenebilen etkileyici sonuçlar elde edilmektedir.

Araştırma göstermektedir ki, bu yolla uygulanan dalga biçemleri, vücuttaki vitaminleri, mineralleri, amino asitleri ve diğer biyolojik maddeleri harekete geçirmekte, ve ses analizinde önemli görünen, zararlı maddelerle bağlantılı frekansların zehirli etkilerini tersine çevirebilme konusunda ümit verici görünmektedir.

Psikoterapinin Şartları

1- Terapinin nihai görevi hastanın değiştiremediklerini yeniden yorumlamasıdır.

2- psikoterapi sistemli ve sürekli bir tedavi biçimidir.Tek bir seansta sihirli değnek değmişçesine değişim gerçekleşmesi beklenemez.

3- Sorumluluk yaratmak anlamına gelir.Sorumluluğun farkında olmak,kişinin kendi özünü , kaderini , hayattaki durumunu , duygularını hatta acı çekisini yarattığının farkında olmaktır.
Böyle bir sorumluluğu kabul etmeyen , çektiği sıkıntı için başkalarını yada başka güçleri suçlamaya devam eden hasta için hiçbir terapi olası değildir.

4- Psikoterapinin başarılı olması için hastanın değişimi gerçekten istemesi ve aktif bir biçimde psikoterapistin vereceği görevleri yerine getirmesi gerekir.

5- önemli olan başımıza gelen olaylar değil olayları yorumlayış biçimimizdir.

6- Değişim ve gelişim için insanın ihtiyaç duyduğu her şey özünde mevcuttur.Dışardan hiçbir kaynağa ihtiyaç yoktur. Terapist kişiye bu kaynakları nasıl ortaya çıkaracağının ve nasıl etkin bir şekilde kullanacağının farkına varmasını sağlar.

7- Terapatik değişim eylem ifade etmelidir.

8- Kişinin dünyasını başka hiç kimse onun yerine değiştiremez. Eğer biri değişecekse aktif bir şekilde değişmelidir,yani çaba harcamalıdır.

Psk.Tülay KÖK

27 Haziran 2008 Cuma

SOSYAL PSİKOLOJİ

En geniş anlamı ile sosyal psikoloji kişiler arasındaki etkileşimlerin bilimidir. Psikoloji ile sosyoloji arasında kalan bir alanda etkilidir. Psikolojik sosyal psikoloji olayları bireyden çevreye doğru incelerken sosyolojik sosyal psikoloji olayları çevreden bireye doğru inceler.

Sosyal psikolojide belli başlı dört kuram vardır.

a..Psikoanalitik kuram
b..Davranışçı kuram
ç..Rol kuramı
d..Alan kuramı

Sosyal psikolojinin kendi başına bir bilim olarak geçirdiği gelişimi yirminci yy'la kadar olan ve yirminci yy sonrası olarak iki kısımda ele alınır.
İlk devre MÖ.520'lerde 'Sana yapılmasını istemediğini sende başkasına yapma' diyen Konfuçus'la baslar. Sonraları Eflatun, birey toplum ilişkilerini vurgularken Aristo, bireyin sosyal davranışa olan etkilerini incelemiştir. MS 1378 sıralarında İbni Haldun insanın yaratılış icabı toplumsal bir varlık olduğunu belirtmiştir.
16. ve 17. yy'larda insanın sosyal davranışına ekonomik uyarıcıların etkisi ön plana çıkarken 17. Ve 18.yy'larda İngiliz filozofları sosyal davranışın hangi güdülere dayandığını bulmaya çalışmışlardır. Sonraları sosyolojinin kurucusu sayılan A.Comte'un çalışmaları ve Durkheim'in araştırmaları gelir.

1900'lerden sonra bu bilim dalı hızlı bir gelişme sürecine girmiş ve ikinci dünya savaşıyla beraber etkinliğini iyice arttırmıştır. Bugün sosyal psikoloji artık bağımsız bir bilim dalı olmuştur.

SOSYAL PSİKOLOJİDE TEMEL KAVRAM VE SÜREÇLER

Toplumların sosyal psikolojik temelleri üyelerinin statü ile rol davranışları ve bu davranışları öneren ve onaylayan normlar ile normların dayandığı değerlerden oluşur.
Statü, bir toplumsal sistemde yer alan bireyin yeri hakkında toplumun diğer üyelerinin yaptığı olumlu veya olumsuz nitelikteki değerlendirmelerdir. Yine statü, bireyin çocuk, yetişkin, doktor, mühendis, Türk, müslüman…vs.. gibi kim olduğunu belirler.

Bireyler içlerinde bulundukları toplumda birden fazla statüye sahiptirler. Bir kişi ailede baba, işyerinde yönetici, arkadaş grubunda yaşlı olabilir. Herhangi iki birey birbirinden oldukça farklı güdü ve karaktere sahip olsa bile onların gözlenebilir davranışları ayni statüde olmaları halinde benzer olacaktır. Mesela doktorların kişilikleri farklı olmasına rağmen gözlemlenen davranışları birbirine çok benzer. Statü, kişiler arası ilişki yapılarını düzenleyen davranış kalıpları, davranış kuralları konusunda bireye bilgi vererek onun sosyalleşmesini sağlar.
Statüler ;

1..Toplum içindeki durumuna göre ..(göçmen, Arap, doktor, orta tabakadan, yahudi..vs)
2..Sahip olma biçimine göre ..(cinsiyet, yaş, irk, soy)
3..Bir örgüt içindeki biçimine göre ..(şef, müdür, işçi)
4..Bir çalışma grubundaki konumuna göre ..(lider, birincil grup..vs..)
olarak farklı şekilde gruplanabilirler.

Rol, bireyin diğer bireylerle ilgili davranışlarında beklenen hareket kalıplarını ifade eder. Statü, bireyin kim olduğunu belirlerken rol, ne yapması gerektiğini belirler.

Kişi mesleğiyle ilgili rolde işçi; aile içinde baba; sosyal rolde kurul başkanı ..vs.. olabilir. Belirli bir rolü etkileyen çevre rollerin tümü bir rol takımını oluşturur. Bir role ilişkin beklentiler kesinlikle değişik ya da karşıtsa muhtemelen bir rol çatışması yaşanır. Eve iş götürmesi istenen bir çalışanın karisinin şiddetli tepkisi karşısında ne yapacağını bilemeyişi rol çatışmasına örnek olabilir.

GRUPLAR VE DAVRANIŞI

Etimolojik olarak hangi kökten geldiği kesin olarak bilinmemekle beraber 'grup' kelimesinin bir görüşe göre İtalyanca 'gruppa' kelimesinden geldiği sanılmaktadır. Belirli bir süre içinde, belirli hedeflere ulaşmak için rolleri devrederek sosyal ilişkileri devam ettiren kişilerin meydana getirdiği topluluğa grup denir. Bir topluluğun grup olarak nitelenebilmesi için şu beş özelliğe sahip olması gerekir:
1..ortak davranış güdüsü
2..kişiler arası ilişkileri düzenleyen ortak normlar
3..grup içindeki üyelerin durumlarını bildiren rol ayrımının varlığı
4..'biz' duygusu
5..bu şartların belirli bir süre için varlığı

Kişiler grup içinde başka grup dışında başka davranmaktadırlar. İnsanlar genelde yanlış bile olsa gruba uyma eğilimi gösterirler.

İnsanlar daima bir grubun üyesi, parçası olmak isterler. Böylece bir takım ihtiyaçları herhangi bir şekilden grup üyesi olarak daha iyi karşılanır. Kişi grubun üyesi haline geldikçe davranışları değişir, grubun dili ile konuşmaya başlar, bir takım normları kabul eder…vs.

Grup kararlarına katılma sosyal bir ihtiyaçtır. Hiyerarşik bir grupta ast kendini kararlara ne kadar çok katilmiş hissederse kendini o kadar gruptan hissedecektir. katılma ile kararların kalitesi de iyileşecektir. Grup kararları bireysel kararlara nispeten daha kaliteli ve isabetlidir.

Her hangi bir sorunun çözümünde grubun bu işi bireyden daha iyi yapabileceği iddiası iki bakımdan doğrudur:

Sorunu arama çalışmasına daha çok kişi katılır. Üyeler arası sürekli ilişki neticesi yanlışlar sürekli düzeltilir. Bir sorun çözümünde, araştırmalar grubunun riske girme eğiliminin bireye göre daha fazla olduğunu göstermiştir. Acil kararlar genellikle gruplar tarafından değil bireyler tarafından verilir. Fakat bireysel çabuk karar yanlış karardaki rizikoyu da içerir. Bu yüzden geciken fakat doğru olan grup kararı tercih edilmelidir.

LİDERLİK VE DAVRANIŞI

Sosyal psikolojide, asker grubunun, şirketlerin, resmi dairelerin yönetilmesinden, partilerin ve dini grupların yönetilmesine kadar uzanan "Liderlik" olayı kadar kapsamlı incelenmiş çok az konu vardır.

Liderlikten yoksun bir örgüt insan ve makina topluluğundan başka bir şey değildir. Liderlik belirli amaçları şevk ve heyecanla gerçekleştirebilmek için başkalarını ikna edebilme yeteneğidir. Etkin liderliğin örgüt amaçlarının gerçekleştirilmesinde tüm çalışanların gayretlerine yön vermesi gerekir. Lider durumunda bulunan kimse kişileri motive etmedikçe ve onları amaç doğrultusunda yönetmedikçe plânlama, organize etme ve karar verme gibi yönetim fonksiyonları bir yarar sağlamaz. Lider ve yönetici kelimelerinin kesinlikle birbirinin yerine kullanılabileceği söylenemez. Çünkü liderlik, yöneticiliğin bir yan sınıfıdır. Liderliğin etkileme olanağının dayandığı etmenler beş grupta toplanır.

1. Meşru güç,
2. Ödüller üzerinde denetim,
3. Zorlama gücü,
4. Uzmanlık,
5. Bireysel özellikler.

Çok sayıda bireysel özellik incelenmiş olmasına rağmen kişilik ile liderlik arasında kesin bir ilişki kurmak mümkün olmamıştır. Zekâ, girişim, yönetim kabiliyeti, kendine güven, meslek düzeyi bir liderde bulunması arzu edilir nitelikler olsa da bulunmaları zorunlu değildir. Bu tür niteliklere sahip olmayan pek çok önder vardır.

Genelde farklı olmayan eklemelere rağmen iki tip liderlik vardır:
1. İşe yönelik lider,
2. İş görene yönelik lider.
En iyi lider davranış biçimini koşullara, gruba ve kişisel özelliklerine uydurabilen liderdir.

HABERLEŞME VE İLETİŞİM

Her ne kadar "communication" kelimesinin Türkçe de hem haberleşme hemde iletişim olarak karşılaştırıyorsak da ikisi farklı kavramlardır. Vericiden çıkıp alıcıya ulaşılan durumlarda haberleşme, alıcıdan geri besleme yapılıp tekrar vericiye dönülen durumlarda, yeni etkileşimci haberleşmede ise iletişim kelimesi kullanılmalıdır.

İletişimde kaynağın güvenilir olması alıcıyı etkiler. Yüksek prestij sahibi ve güvenilir olarak tanınan haber ileticilerinin ötekilere oranla daha etkili olduklarına ilişkin kanıtlar vardır.

İletilen mesajda en uzak fikirli olanlar değiştirilmeye en az yatkın olanlardır. Bir fikrin pekiştirilmesi değiştirilmesinden daha kolaydır. İnsanlar ön yargılarına uygun haberler almaya ve onlara dikkat etmeye eğilimlidirler. İlgilendikleri konulara açık olurlar. Bu, yaş, cinsiyet meslek yada genel kişilik dinamiği ile bağıntılı olabilir.

Gazete ve dergiler öteki araçlara göre daha uzun süre kullanılmaktadır. Basılı araçların popülerliği hep açık olmuş ve etkisi genel olarak kabul edilmiştir. Televizyonun hızlı gelişimine karşı radyo ilk zamanlardaki etkinliğini kaybetmemiştir. Yine de reklâmcıların, televizyonun tüketici kararlarındaki etkisinin radyonunkinden üstün olduğuna inandıkları söylenebilir.

İnsan kendisinin ve başkalarının davranışlarını kontrol hususunda kelimeleri alet olarak kullanır. Bir kelimenin neyi temsil etmesine mutabık kalındıysa onu temsil eder. Kelime ile obje arasında bir ilişkinin bulunması şart değildir. İletişim yalnız dille olmaz. Sözsüz iletişim de denilen bu tip iletişimde baş hareketleri, vücut hareketleri, yüz ifadesi, ses yönü, bakış istikâmeti… vs. ile olur.

TUTUM

Tutum bireyin kendine yada çevresindeki herhangi bir toplumsal konu yada olaya karşı deneyim ve bilgilerine dayanarak örgütlediği bilişsel, duygusal, davranışsal bir tepki ön eğilimidir.

Tutumun üç öğesi vardır.
1. Bilişsel,
2. Duygusal,
3. Davranışsal.

Buna göre beyin, bir konu hakkında bildikleri ondan hoşlanılmasını söylüyorsa (bilişsel öğe) ve bunu sözleri yada davranışlarıyla ortaya koyar (davranışsal öğe). Birey ancak kendi ruh dünyasında var olan konularla ilgili inanç ve tutumlara sahip olabilir, örneğin her Türk vatandaşının ithalat sınırlamaları yada taban fiyatı konusunda bir tutum yoktur. Tutumu konusuna karşı ya olumlu ya da olumsuz bir tepki eğilimi söz konusudur.

ÇATIŞMA

Çatışma terimi en genel anlamda, savaşlardan endüstriyel mücadelelere, rekabete ve en basitinden başkalarından hoşlanılmamasına kadar çeşitli durum ve olayları bünyesine almaktadır.
En genel anlamda çatışmanın insan yapısında var olan ve kalıtsal olduğu öne sürülen saldırgan iç güdülerin bireylerce tek tek yada gruplar halinde ortaya konmanın bir sonucu olduğu söylenebilir. Özellikle tarafların çıkarlarının kendi açısından son derece önem taşıyıp diğer tarafı gözardı ettiği durumda taraflar arası etkileşmenin sonucunda çatışmanın ortaya çıkması için yeterli potansiyelin hazır olduğu söylenebilir.

Çatışmaya sebep olan nedenler şöyle sıralanabilir:
1. İletişime ilişkin nedenler,
2. Sosyal ve biçimsel yapıya ilişkin nedenler,
3. Kişisel davranış eğitimlerine ilişkin nedenler.

Çatışmaların iki olası sonucu olabilir: Olumlu yada olumsuz.
Olumlu sonuçlar şöyle sıralanabilir:
1. Çatışma belirli bir durumda ayrık taraflar arasında yakınlaşmayla bitebilir.
2. Liderin eksikleri ortaya çıktığından yeni bir liderlik ortaya çıkabilir.
3. Eski amaçlar yerini daha iyi ve geniş amaçlara bırakabilir.

Çatışmanın hatalı olarak özdeş biçimde kullanıldığı bir olgu saldırganlıktır. Oysa saldırganlık salt zarar verme eylemidir. Çatışma saldırganlık olmadan da sonuçlandırılabilir.

SOSYAL DAVRANIŞTA ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ

Çeşitli amaçlar için araştırma yapılabilir. Birinci olarak gerçeği inançtan ayırt etmek, inançları veya kendi geliştirdiğimiz kesinlik kazanmamış konuları isbat etmek ve aynı zamanda kanıtsız savunma tuzağına düşmemek için araştırma yapılır. ( Kanıtsız savunma tuzağı, bilimcinin önerilerini kendi kişisel düşüncelerine dayandırması veya bilimsel bir testten geçmemiş kuramları savunmasıdır.) İkinci olarak araştırma sonuçlarından yararlanmak için araştırma yapılır.

1. Araştırmanın aşamaları şöyle sıralanabilir:
2. Araştırma konusunun belirlenmesi.
3. Hipotez geliştirme.
4. Değişkenlerin tanımlanması.
5. Anakütle ve örnek.
6. Deney serimi.
7. Verilerin tanımlanması.
8. Veri analizi.

Ölçmede karşılaşılan başlıca sorunlar ölçüm araçlarının güvenirliliği ve geçerliliğidir. Güvenirlilik bir ölçümün tekrar tekrar kullanıldığındaki tutarlılığıdır. Geçerlilik ise bir testin ölçmesi gereken şeyi ölçme yeteneğidir.