psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

29 Aralık 2008 Pazartesi

Psikoloji ve Din


Psikoloji ve din


Yunanca'da psykhe, ruh; logos da bilgi demektir. Bunların ikisi bir araya gelince ruh bilgisi oluyor.Bilindiği gibi Roma İmparatorluğu dördüncü asırda ikiye bölünerek, Doğu Roma, Batı Roma diye ikiye ayrıldı. Doğu Roma'ya daha sonra Bizans İmparatorluğu dendi, bu da Osmanlı Devleti tarafından ortadan kaldırıldı.
On yedinci asırda başlıyan Avrupa medeniyeti, Roma ve Atina'ya istinat eder. Yunanlılar felsefe yönünden zengin gösterilmiştir. Halbuki Orta Asya, Çin, Hint, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, İran uygarlıkları Avrupa'dan çok ilerde idi. Sanayi devrimini başaran Avrupa, ezdiği insanlara kendini büyük gösterdi. Böylece Asya unutuldu, Avrupa gündeme geldi.

Bunun için İsra Suresi'nin 85'inci ayeti üzerinde yeterli çalışma yapılmadı, geçim derdine düşen insanlar, kendi ruhunu incelemeye fırsat bulamadı. Neticede Yunanca olan psikolojiyi Müslümanlar yıllar yılı okudu, öğrendi, sınıf geçti. Tahsilsiz Müslümanlar da, Atina ve Roma medeniyetini ezberliyen insanlardan, İslâmiyet adına birşeyler bekleyip, durdular.

"Kendini bilen Rab'bini bilir" gerçeği karşısında Müslümanlar psikolojiden, sosyolojiden, anatomiden ne kadar haberdar olabildi? Bu bilim dallarını Allah adına okuyamıyan Müslümanlar materyalizmi (tabiatçılığı, doğacılığı) ne kadar önleyebildi?

Allah'ın yarattıklarını, Allah adına incelemeyip (Allah adına okumayıp da) neyin adına okuyacağız? Alak Suresi'nin ikinci ayetinde neden çocuğun teşekkülünden (embriyon safhalarından) bahsediliyor?

Dedik ya geçim derdine düşen Müslümanlar, materyalistlere teslim olunca, kendi ruhunu inkar eden psikoloji öğretmenlerinin elinde kaldılar. Bunlar, psikolojinin Yunanca'daki mânâsını da bir yana bırakıp "insan ve hayvan davranışlarının bilimi"(1) olarak tarif ettiler. Böylece insanı biyolojik varlık olarak ele alıp, insanın, insanlık yönünü görmemezlikten geldiler. İnsanlıktan çıkan insanlar da terörist, anarşist, ayyaş, kumarbaz, şu, bu oldular. İnsan olamazlardı, çünkü onlara insanlığı öğreten yoktu.

Materyalizmden ve spiretualizmden uzak kalıp, bilimlere bilim adına bakan ecnebi ilim adamları, psikolojiyi, "Ruhun yaptığı işleri inceleyen bilim dalı" diye tarif ettiler.

Ruhun varlığı kabul edilirse bunda iki cihet meydana çıkar. Biri insana, öbürü Yaratan'a bakar.

İnsana bakan cihet: Gerek organik kimyaya ve gerekse biyolojiye göre, insanın yapısı toprağa eşittir. Topraktan yaratılan organlarımız ruh sayesinde hayvandan farklı oluyor. Mesela dana beyniyle insan beyni yapı ve şekil bakımından birbirine çok benzer. Fakat dana beyni ilimle, teknolojiyle, tahsille meşgul olamaz. İnsandaki sınırsız kabiliyetler de ruhla izah edilir.

Yaratan'a bakan cihete gelince: Tıb dünyasında canlı organizmanın yapılmadığı, yapılamıyacağı bir gerçek. Öyle ise canlı organizmayı yaratan var. Müslümanlar ilimde geri kalınca, ilimde ilerliyenler, Allah isminin yerine tabiatı, doğayı oturttular. Yani, Yaratan'ı inkar edemediler, Mevla diyecek yerde Leyla deyip, ilmin yönünü saptırdılar.

Fizik, kimya ve astronomiye göre herşey hareketlidir. Hareket, hayata delildir. Cansız dediğimiz cisimler atomlardan yaratıldığı için, onlarda da elektron hareketi vardır. Öyle ise taş ve demir gibi cisimler cansızdır. Fakat hayatsız değil, bunlardaki elektron hareketine kimya deliliyle enerji denir.

Allah'ın Hayat sıfatı, cansızlarda enerji, diğerlerinde can olarak tecelli eder ve kainat, bir makine gibi çalışır. İnsandaki ruh ise, mevcut medeniyetin mimarı!

Eğer bu ruh insanda olmasaydı, ilim ve teknoloji de olmazdı.

İnsanı yaratan Allah, İslâmiyeti göndermiştir. İnsanın yapısı ne kadar mükemmelse, İslâmiyet de o kadar mükemmeldir ve İslâm'a uyan Müslüman da mükemmel olur.

İslâm'a uymayan veya uyamıyan insanlar, çok şeyleri idare etti. Amma kendini idare edemeyip, en yüksek makamda, en geniş imkanlar içinde berbat bir hayat yaşadı. Böylece psikoloji de gayesinden uzaklaşmış oldu veya faydalı olamadı.

––––––––––––––

1. Psikoloji, Selman Erdem, 1969 Ankara, Sh. 6

BORDERLINE - Sınır Durum Vakaları


YOKLUĞUN SINIRINDAKİ HAYATLAR

Modern dönemlerin birçok olumsuz tezahürü onlarda mevcut; derin bir boşluk duygusu, değersizlik hissi, anlamsız bir acısı, istikrarsızlık… Borderline, yani sınır durum vakaları böylesi duyguları tüm şiddetiyle yaşıyor. Onların sayısı aramızda her geçen gün artıyor.

‘Havada uçuşan renkler düşün, hepsi benim ama bir bütünlük yok. Her zaman karşıdakine göre şekillenen biriyim.” “Sürekli bana heyecan veren şeyler arıyorum. İstikrar benim için çok sıkıcı, ruhum daralıyor.” “Nefret ve sevgiyi âdeta bir arada yaşıyorum.” “Bir anda geliyor, beynime kan gibi sıçrıyor. O an her şeyi yapabilirim.” “Kendimi bir hiç gibi, pislik gibi hissettiğimde bunu yıkmam lazım. Öyle anlarda siyahlaşıyorum. Ben karardıkça dünya da kararıyor. Bana canım diyen sanki canın çıksın diyor.” “Terk edilme korkusu bütün ruhuma, varlığıma hâkim oluyor.” “İçimde ciddi bir boşluk duygusu var, herkes tek ama ben yarımım resmen.”

Bu cümleler ‘borderline’ yani sınır durum vakalarına ait. Onlardan herhangi biriyle karşılaştığınızda bu ifadelerin benzerlerini duymanız muhtemel. Türkiye’de de sayıları hızla artıyor. Toplumsal geçiş süreçleri, modern ile geleneksel hayatlar arasında sıkışmışlık, genetik faktörler, çevresel etkiler gibi pek çok sebebi var bu patolojinin; fakat en çok da yetiştirilme şeklinden kaynaklanıyor. Genelde annenin çocuğuna yeterince ilgi göstermemesi ve tam manasıyla kendini verememesinin sonucu bu yarım hayatlar.

Bir nevi modern zamanların hastalığı borderline. Kariyer telaşı, başarı hırsı, eğlence merakı anneleri fiziken, değilse zihnen evlerinden yavaş yavaş uzaklaştırdı. Birçok ev hanımı anne için bile evlat sahibi olmak çocuk bakıcılığına eş değer. Aynı çatı altındaki çocuk ile anne-baba arasında mesafeler var artık. Annesinin gözüne baktığında kendini göremeyen çocukların kaderi borderline. Acılarının sebebi gibi neticesinin de kaynağı günümüz hayat şartlarından besleniyor. Varoluşsal sorunları sonuna kadar yaşayan, boşluk hissi ile mücadele eden, değersizlik karmaşasında bocalayan, acı çeken, âdeta modern hayatın tüm olumsuz semptomlarını üzerinde taşıyan kişiler bunlar. Özetle; hayata bir türlü tutunamayanlar…

BİR YERDE DURAMIYORUM

Dilek ile psikiyatrının odasında tanışıyoruz. Keyfi yerinde görünüyor… Doktoru, en ciddi borderline vakalardan birinin karşımda olduğunu söylüyor. 26 yaşındaki Dilek, 7 yıldır terapi görüyor. “Benim bir sıkıntım yoktu, uyuşturucu kullandığım için annem beni doktora getirdi. Yoksa hayatımdan memnundum.” diyor. Sınır durumu nasıl yaşadığını sorduğumuzda, “Borderline vakaların en önemli özelliği, yapacaklarının sınırlarını bilmemek.” diye özetliyor hâlini. Dilek beş yıl içerisinde yedi defa intihar girişiminde bulunmuş, terapiye başlamadan önce esrar, kokain gibi uyuşturucular kullanmış. Birkaç psikiyatr değiştirdikten sonra kendisini tedavi edeceğine inandığı birine rastlamış. Yedi yıllık terapi sonucunda ciddi değişiklikler gözlense de tedavisinin kırklı yaşlara kadar devam edeceğini öğreniyoruz.

Sıradan değil, heyecan veren şeylerden hoşlanıyor Dilek. Onun için heyecan hissetmesi varlığını algılamasına denk âdeta. Bu arayış, Dilek’i gündelik hayatın temposunun da uzağına düşürmüş. İstikrar problemi yaşadığı için lisedeki devamsızlık sorununu doktor raporlarıyla aşabilmiş. Bir işte çalışabilmesi de zor görünüyor: “Ben duramıyorum bir yerde. Tahammülsüzlük çok fazla.” İstikrarlı davrandığı alanlar; uyuşturucu kullanmak, annesi ve doktoruyla dalaşmak.

GENETİK VE ÇEVRE ETKİSİ

Dilek ile konuşurken doktoru araya giriyor: “Şu an heyecanlı, canlı biri var karşında; fakat bu her an değişebilir ve karanlık bir ifadeye dönüşebilir.” Vakaların bir anı bir anını tutmuyor. İyi kendilik ve kötü kendilikleri arasında gidip gelirken etrafındaki insanlar için de hayli yıpratıcı olabiliyorlar. Dilek bir yıl önce evlendiği eşine bir gün “Sen dünyanın en mükemmel insanısın.” dediği hâlde diğer gün her türlü hakareti ettiğini anlatıyor. Annesi de ilişkilerinde bu fevriliklerden nasibini alıyor. Her daim kızına destek olan Nursel Hanım’dan Dilek’in babasının şizofren olduğunu ve dokuz yaşındayken kızının gözleri önünde vefat ettiğini öğreniyoruz.

Dilek yedi yıldır devam ettiği terapilere eskisi kadar sık gelmiyor. Daha önceki fevri davranışları törpülenmiş, artık aklına her geleni o anda yapmıyor. İlerisi için tek temennisi bir çocuğunun olması. Fakat doktorundan şimdilik bu konuda izin alamamış.

Dilek’in karakterinde borderline kişilik bozukluğunun hemen tüm emarelerini görmek mümkün. Biz onun ışıltılı bir anına denk geldik. Fakat kötü kendiliğe geçtiği zamanlarını da kendinden, annesinden ve doktorundan dinledik. Dilek gibi tüm borderline vakalarını anlamak için geçmişlerine gitmek gerekiyor. Zira sınır durumun ortaya çıkma sebebi biraz genetik ama büyük oranda da yetiştirilme şeklinden, çocuğun anne ile ilişkisinden kaynaklanıyor.

VARLIK İLE YOKLUK ARASINDA

Sınır durumları daha iyi anlamak için 18-24 ay arasındaki evrelerine gitmek gerekiyor. İki büyük teorisyen Otto Kernberg ve James F. Masterson, borderline oluşum mekanizmasında Mahler’in ‘yeniden yakınlaşma evresi’ dediği bu döneme dikkat çekiyor. Sınır durumları kavramak için ayna nöronları hakkında fikir sahibi olmakta da fayda var.

Karşımızdakinin yüz ifadesini okumamıza yarayan ‘ayna nöronları’nın keşfi 1996’ya dayanıyor. Yeni doğan bebeğin başkalarının bakışlarına karşı hassasiyeti bu nöronlar sayesinde aktifleşiyor. Doğumdan sonra bu nöronlar çalışmaya başlıyor ve çocuk ‘oral dönem’ denen süreçte sadece fiziksel değil psikolojik olarak da her şeyi içine alarak zihninde bir nesne tasarımı kurguluyor. Böylece bir dünya temsili tasarlıyor. Bu ‘simülasyon programı’nın ana gövdesinin meydana gelmesi ilk 12 ayda gerçekleşiyor. Kapı, pencere, anne, baba gibi her şeyi zihninde kurduğu bu dünyaya yerleştiriyor çocuk; fakat en önemli karakteri yani kendisini göremediği için bu tasarım eksik kalıyor. Burada anne faktörü ve ayna işlevi devreye giriyor. Çocuk kendisini ancak annesinin gözlerinde görerek varlığını hissediyor. Normal bir anne bebeğine yaklaştığında gözünde oluşan pırıltı ile çocuk kendisi arasında ilişki kuruyor. Böylece annesinin gözündeki ışığı alarak simülasyon programında kendisi için ayrılmış yere yerleştiriyor. Annenin gözündeki ışıltı, öğrenilecek bir şey değil, tamamen fıtrat kaynaklı. Fıtratın önüne başka şeyler geçtiğinde, mesela şehir hayatında bu doğal ışık sanki perdeleniyor. Meşguliyetler, yorgunluk, telaş, endişe bir şal gibi düşüyor annenin bakışlarının önüne.

Peki ya çocuk annenin gözünde ışıltıyı göremezse? Annenin zihni dağınıksa, çocuğuna bir ayak bağıymış gibi bakıyorsa, kendi evde ama aklı dışarıdaysa… Veyahut sarhoş kocası içip içip birazdan gelip kendisini dövecek diye kaygılanıyorsa. İşte böylesi durumlarda annenin evladına o ışıltılı bakışı vermesi zorlaşır. O zaman çocuğun zihnindeki dünya da öyle sönük ve karamsar bir hâl alır. Bebek kendini var hissedemez, etkisiz eleman gibidir. Simülasyon programında kendisini temsil eden bir temsilci yoktur. Yetişme dönemindeki bu duygu hâli kişinin ömrü boyunca peşini bırakmaz. Tüm hayatı boyunca varlığını sorgulayacaktır.

BEN BURADA MIYIM?

Uzmanlar borderline vakalarının ömürleri boyunca ‘Ben burada mıyım değil miyim?’ duygusuna kapıldığını anlatıyor. Hastalar bu yokluk hissini aşabilmek için heyecan hissettirecek eylemlere başvuruyor: Jilet atmak, cinsellik, alkol, uyuşturucu, hızlı araba kullanma, adrenalin sporlarına ilgi göstermek, mafyatik işlere karışmak ya da antisosyal eğilimler; şiddet, suç vs… Bu fiillerin tek amacı kişinin var olduğunu hissetme kaygısı.

Sınır durumlar kötü kendilik hâlindeyken yaptıkları bu eylemler sayesinde iyi kendiliğe geçerler; fakat orada da uzun süre kalmayacaklardır. Psikoterapi Enstitüsü Derneği Başkanı Tahir Özakkaş bu gidiş gelişleri sembolleştirerek açıklıyor: “Bunların insan ilişkilerine baktığımızda üç tabaka görürüz. Magma, yeryüzü ve atmosfer (ya da buzullar tabakası). Normal insanların ilişkilerinde yeryüzü daha geniştir. Ama borderline magmada iç-içe geçen sıcak, coşkulu bir mutluluk ilişkisi yaşar; eğer orada bir kırılma, incitilme yaşarsa direkt kutuplara geçer. Soğuk ve acımasızdır. Kar fırtınası, tipi gibi eser, kavurur, her şeyi bozar. Borderline magma ya da kutupta bulunur; aradaki ince yeryüzüne nadiren uğrar, bu nedenle sağlıklı, mantıklı ilişkiyi kurması çok zordur.”

Sınır durum iyi dünyasındayken tüm ışıltısını dünyaya yansıtır. En iyi anne, baba, sevgili, doktora vs. sahiptir. Hayat dolu ve enerjiktir. Mutlu göründükleri için etraflarında da çok dikkat çeker, âdeta enerji yayarlar. Fakat burada onu incitecek en küçük bir his kötü dünyasına geçmesine sebep olur. Burada karanlıktır ve âdeta bulunduğu ortamda silikleşir. Artık dünyanın en kötü anne, arkadaş, doktoruna vs. sahip olduğunu düşünmektedir. Bu iki dünya arasındaki uçurum ne kadar büyükse vaka da o kadar patolojiktir.

Tahir Bey’in anlattıklarını tüm şiddetiyle yaşayan bir örnek 35 yaşındaki Neslihan. Nefret ve sevgi, iyi ile kötü arasında gidip gelen bir hayatı var onun. Gri tonlara yer yok: “O kadar olgunlaşmamış bir benlik ki borderline, dışarıdaki en küçük olumluluk yahut olumsuzluktan aşırı etkileniyor. Mesela bu sabah gittiğim doktor bana ‘Ellerin ne kadar güzel’ dedi ve ben aşırı mutlu hissettim kendimi. Normal bir insan böyle bir olumluluk karşısında göklere çıkmaz, olumsuzluk sonucunda da yerin dibine batmaz. Fakat sınır durumda iniş çıkışlar had safhadadır. Hangi alanda etkileniyorsa bir vakit sonra cehennem azabına döner.”

Borderline vakaların bu derece farklı uçlarda salınmalarının sebebi, ilkel bir savunma olan bölme mekanizmasını kullanmaları. Ruhsal gelişimin 1-3 yaş evrelerinde çocukların kullandığı bir mekanizma bu. Bebeklikte dünya yarım yarım algılanır; iyi ya da kötü. Annemiz bizi sevdiğinde iyi, kızdığında da kötü annedir. İyi anne karşısında sevilen, kötü anne karşısında da sevilmeyen tarafımız aktifleşir. Bölme mekanizması sayesinde bu iki dünya tasarımı ayrı tutulur. Normal insanlarda 1,5-5 yaş arası annenin aynı anne, kendinin aynı kendi ve dünyanın aynı dünya olduğu entegrasyonuna girilir. Bu sentezin sağlanmasında yine kilit rol sağlıklı anneye düşer. Tutarlı davranış sonucu çocuk bu iki dünya arasında gidip gelmenin nedenselliğini keşfeder ve farklı algılar giderek birbirine yaklaşır, sonunda da bütünleşir. Eğer anne de hayatı bölme üzerinden algılıyorsa o zaman bu mekanizma aktif kalır. Hayatı ve kendini sevgi ve nefretin aşırı tonları üzerinden algılayan, dolayısıyla zıt kutuplarda yaşayan bir karakter çıkar ortaya.

ÇOCUĞU MECBURİYETTEN DEĞİL, İÇTEN SEVMELİ

Peki, anne nasıl bir tavır geliştirmeli çocuğuna karşı? “Annenin normal olması, bölme mekanizmasını kullanmaması, bir iyi kendiliğe bir kötü kendiliğe geçmemesi önemli.” diyor Psikoterapi Enstitüsü Derneği Başkanı Tahir Özakkaş ve bir misalle açıklıyor: “Anne bir gün işten gelir, çocuk yerde oyuncaklarıyla oynamaktadır. Anne iyi kendiliktedir ve evladını okşar, sever. Ertesi gün müdüründen fırça yemiş gelir eve. Çocuk yine yerde oyuncaklarıyla oynamaktadır. Fakat bu defa ‘Ne dağıtıyorsun ortalığı?’ diye azar işitecektir. Anne tutarlı bir tavır geliştirmemiştir ve çocuğa bu hâl sirayet eder. Annenin çocuğu cezalandırması kabul edilebilir bir şeydir ama çocuğun karşısında bütünlük, tutarlılık gösterebilmesi hayati önem taşır. Örneğin çocuk her mutfakta oynadığında anne kızıyorsa bunun bir mantığı vardır.”

Çocuğun iki dünyayı birleştirebilmesi için annenin davranışlarındaki bu nedenselliği yakalayabilmesi önemli. Aksi takdirde, annenin neden bir iyi bir kötü olduğunu kavrayamaz. İyi bir şey yaptığında annede yansımasını görmez, böylece çocuk olumlu tavrını anlamaz ve kendini kötü hisseder. Kötü bir şey yapmadığı hâlde azar işitir ve yine ne olduğunu bilmemektedir. Oysa anne ya mutsuz ya da kafası farklı bir şeyle meşguldür.

Annenin çocuğuna ilgi gösterirken mekanik bir hâle dönüşmemesi de önemli. Bunun en uç örneğini obsesif kompülsif annelerde görmek muhtemel. Her daim ilgili, bir dediğini iki etmeyen fakat vazife bilinciyle yaklaşan annelerin de çocuğa ihtiyacı olan duyguyu vermediği biliniyor. Tahir Özakkaş, içten sevmek ile mecburiyetten sevmek arasındaki farka dikkat çekiyor: “Siz hayatta mesleğinizi ön planda tutuyorsanız, çocuğunuzu ihmal edersiniz. İlgi göstereyim diye vicdan azabından, sorumluluk duygusundan beslenen bir sevgi gösterirseniz işe yaramaz. Kaliteli vakit geçiriyorum dersiniz, hâlbuki burada tepkisellikten kaynaklanan bir tavır vardır ve çocuk bunu algılar. Annenin çocuğunu benimseyerek sevmesi ayrı, kariyer endişesi ile yoğun ve telaşlı bir maratonun arasında çılgınca eve koşup bir saat çocuğumla vakit geçireceğim demesi ayrı. Çocuk burada kendini eşya gibi hisseder.”

Peki, çalışan kadınların çocukları borderline tehdidi altında mı? Uzmanlar annenin daha çok normalliğine vurgu yapıyor. Psikolog Ufuk Maviengin, “Anne çalışıyor olabilir, esas nokta çocuğa sevgisini aktarabilmesi.” diyor ve ekliyor: “Ben başarılı bir iş kadınının bunu başarabileceğini zannetmiyorum.”

ERKEKLER NARSİST, KADINLAR BORDERLİNE

Görüştüğümüz psikiyatr ve psikologlar borderline vaka sayısının her geçen gün yükseldiğini, katıldıkları uluslararası konferansların da bu tespiti doğruladığını söylüyor. Türkiye’de son yıllarda artış gözlense de Batı’nın borderline vakalarına aşinalığı geçmiş yıllara dayanıyor, bunu yıllar önce bestelenen şarkılar, çekilen filmler de gösteriyor. Madonna, Bon Jovi gibi sınır durumlardan ilham alan Scorpions’un şarkı sözleri şöyle: “Sınırda yürüyoruz, soğuk kitlelere karşı… Yangınlardan atladık, güçlü rüzgârlara gidiyoruz…” 1999 yılında çekilen Almanya-ABD ortak yapımı ‘Aklım karıştı’ (Girl interupted) filminde borderline patolojisine sahip karakteri Winona Ryder canlandırıyor. Onun küçük bir kediye bile nasıl muhtaç kalabildiğini, tanımadığı bir hasta bakıcı ile rahatça bir gecelik ilişki yaşayabildiğini görüyoruz filmde.

Batı’da daha çok ünlü hastalığı olarak anılıyor borderline. Magazin dünyasında çok sayıda sınır durum patolojisinin varlığına değiniliyor. Filmlerde, şarkı sözlerinde olduğu gibi gerçek hayatta da bu hastalığın öznesi genelde kadınlar. Literatüre göre sınır durumların yüzde 70’i kadın. Modern hayat şartlarında erkekler daha çok narsist, kadınlar da borderline olma eğiliminde. Öte yandan, sıklıkla sınır durumun annesi de bir sınır durum vakası fakat obsesif kompülsif ya da narsist annelerin de kızlarının borderline patolojisine etkileri oluyor. “Borderline kızı borderline” diye bir ifade bile kullanılıyor.

Psikolog Ufuk Maviengin’e göre kadınlarda borderline vakaların daha çok görülme sebebi normalde de sevgi ve nefret duygularını güçlü yaşamaları. ADAM Sosyal Bilimler Araştırma Merkezi Koordinatörü Tarık Çelenk farklı bir zaviyeden bakıyor. Ona göre insanlık tarihinden bu yana kadın, toplumlardaki tüm dönüşümlerin/devrimlerin simgesel odak noktası. Sosyo-psikolojik değişimlerin etkisi altında en çok kadınlar kalıyor. Bu sebeple toplumsal dönüşümün bir ürünü borderline vakalarının daha çok kadınlarda görülmesi şaşırtıcı değil.

Tahir Özakkaş bunu yine çocukluk dönemiyle açıklıyor. Çocuk 1,5-2 yaştan itibaren özdeşim yapmaya başlar. Kız çocuk kendine anneyi, erkek de babayı model alır. Eğer anne borderline ise yani hâlâ bölme mekanizmasını kullanıyorsa bu çocuğu etkiler. Erkek çocuk da 2 yaşından sonra daha çok anneden kopar ve babaya yaklaşır. Babanın yapısı ‘sahte kendilik’ olsa bile borderline anneye göre daha tutarlıdır. Böylece çocuğa problemli de olsa tutarlı bir kimlik kazandırır. Baba yoksa ya da zayıf bir kişilikse erkek çocuklar da annenin etkisinde kalır ve borderline görülebilir.

YA İNANDIĞI GİBİ YAŞAMALI…

25 yaşındaki Nuri bu örneğe kısmen uyuyor, onun da sorunları daha çok babasıyla alakalı. Dolayısıyla annesiyle de çocuklukta doğru bir ilişki kuramamış. Nuri’nin psikolojik tedavi alma sebebi bir buçuk yıl önce yaşadığı bir ayrılık. Bir senedir terapi görüyor. “Hayatı iyi ve kötü diye ikiye bölerek yaşıyorum.” diyor.

Nuri, imam hatip lisesi mezunu. Okulda pek sıkıntı yaşamaz fakat iş hayatına problemli başlar. O dönemde kendini eğlenceye, içkiye, uyuşturucuya verir. Geceleri arkadaşlarıyla takılır ve sınırsız, korkusuz her zevke dalar. Akşam eve gelene kadar sorun yoktur; ne zamanki başını yastığa koyar o zaman vicdan azabı peşini bırakmaz. Bütün dinî inançlarını bir kenara bırakmış olmanın ıstırabını yaşar. Bilinci onu âdeta cezalandırır, halüsinasyonlar, kâbuslar görür. Fakat bir gün sonra yine aynı hataya düştüğü çok olur. Nuri’nin bu ikiye bölünmüş hayatı nişanlandıktan sonra daha da kötüye gider. Başlarda her şey tozpembe görünür fakat kısa sürede hezeyanlar katlanarak artar. Sonunda kendini terapi koltuğunda bulur.

Terapistine göre Nuri’nin en önemli sorunu dinî inançlarıyla ilgili: “Bu arkadaşımın dinî inançlarla ilgili sorunlarına net bir cevap vermesi gerekiyor. Ya inandığı gibi yaşamalı ya da yaşadığı gibi inanmalı.”

TOPLUMSAL GEÇİŞ SÜRECİ ETKİLİ

Dünyada sınır durumların arttığından bahsettik. Türkiye’de de borderline vakaların sayısında ciddi bir patlama var. Çekirdek ailenin ortaya çıkması, şehir hayatı ve adaptasyon sorunları, geleneksel ile modern hayat arasındaki bocalamalar bu patolojilerin artmasındaki önemli etkenler.

“Toplumsal geçiş süreçlerinde bu tür vakaların oranı artar. Modernizasyona geçişle birlikte toplumumuzda bir kimlik bocalaması, krizi ortaya çıktı. Kişiler kendilerini ve ailelerini tanımlamakta zorlanmakta. Geleneksel ile cemiyet yapısı arasındaki çelişkiler kişiyi bunalıma sokmakta ve aidiyet sorunu yaşatmakta. Bunlar borderline vakalara da çanak tutmakta.” diyor Tahir Özakkaş. Hastalarının çoğu üst düzey yönetici olmasına rağmen içinden çıkamadıkları yalnızlık duygusu yüzünden ve patolojik aşklar yaşadıkları gerekçesiyle kapısını çalıyorlar. Bu tarz vakaların geçmişine bakıldığında genelde aynı manzara çıkıyor: Taşralı oldukları hâlde kendilerini oraya ait hissetmiyorlar, merkezdeler ama kentsoylu aileye de tam ait değiller. Bu iki hâl arasında cebelleşme de Özakkaş’a göre sınır durumu tetikliyor. Zira borderline patolojide aidiyet çok önemli.

Din psikolojisi üzerine çalışan Prof. Dr. Ali Köse de toplumsal yapıdaki değişime dikkat çekiyor: “Modern hayat, çeşitli kolaylıklar yanında manevi buhranları da beraberinde getirdi. Yabancılaşmayı doğuran süreç, bireyler arasındaki ilişki gibi anne-çocuk ilişkisini de etkiledi. “İnsan teması” dediğimiz hissiyat bile yok oldu artık. Hâlbuki dokunma hissi aynı zamanda manevi temasın basamaklarından biri.”

MUHAFAZAKÂR BORDERLİNE

Ufuk Maviengin, Nuri örneğindeki gibi muhafazakâr kesimde de borderline vakaların sayılarının arttığına vurgu yapıyor. Tabii ki kadınlar bu süreçten bir kat daha fazla etkileniyor: “Özellikle muhafazakâr kesimin okumuş kadınları arasında borderline çok yaygın. Çünkü cinsellik ve şiddet gibi belli dürtülerini daha çok bastırmak zorundalar. Okuma yazma bir vakte kadar tatmin eder; ama insan yapısı bir yaştan sonra çiftleşmek ve üremek ister. Çağdaş hayatta evlilik yaşı otuzlara kadar tırmandı. Bu örneklerin içlerinde cinsellik ve öfke birikmesi var. Sonuçta ani patlamalar ortaya çıkıyor.”

Sınır durumların kendilerini kötü hissettiklerinde ilk başvurdukları, günübirlik ilişkiler ki Amerika’daki örneklerde ani bir kararla evsizlerle bile beraberlik yaşayanlar çok. Uyuşturucuya sığınmak, hızlı bir yaşantının içine girerek mümkün mertebe kendi ile baş başa kalmamak da borderline sığınaklarından. Anadolulu ya da ‘muhafazakâr borderline’da ise tezahürler farklı: Lüks tutkusu, maddiyat ile sürekli üstün görünme arzusu, iyi giyinme, gösterişli evler, arabalar… Kendini değerli hissetmek, değersizlik hissinin sürüklediği o korkunç dünyadan uzak durmak için ümitsizce ve biteviye uğraşlar... Bu nedenle muhafazakâr kesimdeki kadınların daha çok narsisistik savunmalara yöneldiği fark edilmiş. Bu kişilerin ayırt edici özellikleri özetle şöyle: Gerçek bir kişilikleri yok, başkalarının bakışlarına, düşüncelerine çok hassaslar ve hayatlarını bu şekilde organize etmekteler. Yani bunların varlık merkezleri kendi içlerinde değil âdeta dışlarında konumlanmış.

Tahir Özakkaş, tezahürleri açısından bizdeki borderline vakalarının Batı’dakilerden farklı olduğunu söylüyor: “Batı’dakiler bizdeki sınır durumu pek bilmez. Bizim şehre gelmiş, okumuş kızlarımızın bir kısmı Batı tarzı borderline. Klasik Anadolu tarzı ailelerdekilerin görüntüleri ise farklıdır. Öfke krizine girer, saçını başını yolar, elbiselerini keser, gizli intihar girişimlerinde bulunur, kendini değersiz hisseder, kayınvalide-gelin tartışmaları şiddetlidir. Bizdeki borderline Batı’dakinden farklıdır.”

BORDERLİNE, TELEFONDAKİ SESİNDEN BELLİ OLUR

Muhafazakâr ya da değil, Ufuk Maviengin telefondaki sesten danışanın borderline olup olmadığını tahmin edebiliyor. Birçok terapistin aksine Ufuk Bey borderline vakalarını tercih ediyor. Maviengin’in psikolojik danışmanlık merkezini rahat tasarlamasının amacı danışanlarının kendini evinde gibi hissetmesi. “Borderline ilk telefon çaldırdığında korku, panik ve acil yardım ihtiyacındaki bir ses tonu çıkar karşıma.” Bu sesin ardından merkeze gelen kişilerin sorunu genelde benzerdir: Ciddi bir ayrılık yaşanmıştır ve kişi kendini enkaz gibi hissetmektedir. Benlik değeri sıfırlanmıştır. Kendini hayal et dendiğinde yapamaz çünkü benlik algısını yitirmiştir. Maviengin vakaların önce hikayesini dinliyor, daha sonra hücum terapisi uyguluyor. Bu süre içinde borderline hakkında bilgilendirme süreci de işliyor. Böylece vaka öğrendikleri ile kendi durumu arasında köprü kurabiliyor.

Bu tarz terapi uygulayan psikiyatrların hastalarıyla konuştuğumuzda patolojilerine vâkıf olduklarını görüyoruz. Öyle ki bu bilgilendirme süreci bazılarını meslek değiştirme kararına kadar getirmiş. Maviengin’e danışanlardan dördü yüksek lisans yapıp psikoterapist olmaya niyetlenmiş.

Şu an için bir televizyonda çalışan Sevinç de onlardan biri. Önümüzdeki dönem yüksek lisansa başvurmayı planlıyor. Onun hikâyesini dinlediğimizde de klasik bir borderline çıkmazıyla karşılaşıyoruz. Sevinç, uyuşturucu bağımlısı babasını 4 yaşında kaybetmiş. İntihar ederek vefat eden babasını hiç hatırlamıyor. Sekiz yaşına kadar üvey babasını öz zanneder; fakat bir gün komşusu, annesi çamaşır asarken kulağına yaklaşır ve ‘Seni kandırıyorlar, baban üvey’ der. Ailesine sorduğunda bilgisi doğrulanır. Annesinde de o dönemlerde, şimdi tedavisini gördüğü, paranoid şizofreninin emareleri görülmeye başlar. Anne figürü belirsizdir Sevinç’te; çocuğunu bir sever, bir nefret eder. Çünkü sevmediği adamdan dünyaya gelmiştir.

Sevinç de dürtüsel olarak hep kaçar alkolik üvey babasından. Kendine bir türlü zemin bulamaz: “Havada uçuşan renkler düşün, o renklerin hepsi benim ama bir bütünlük yok. Her zaman karşıdakine göre şekillenen biriyim.” diyor. Kimi zaman alkolik üvey babaya kimi zaman da şizofren anneye… Karşıdakine göre şekillenmek, borderline patolojinin temel özelliklerinden biri.

YOĞUN BİR ACI, BOŞLUK DUYGUSU

Sevinç, üniversite yıllarında da sorunlar yaşar. Zaman zaman çevresindeki insanlara saldırdığı da olur. İçindeki öfkeyi bir şekilde boşaltmak ihtiyacındadır: “Kendimi hiç gibi hissettiğimde bunu yıkmam lazım. Resmen o anlarda pislik gibi hissedersin, siyahlaşırsın. Ben karardığımda dış dünya da kararıyor. Bana canım diyen sanki canın çıksın diyor.” Kötü kendilikte iken dünyayı da, kendini de kötü algılamanın tezahürü bu hâller. Borderline tamamen dışarıyı kendi ruh hâline göre biçimlendiriyor, onun için de çevresi tarafından dengesiz olarak algılanıyor.

Sevinç, borderline vakalarda sıkça görülen cinselliğe sığınmak ya da uyuşturucu kullanmak fikrinden hep uzak durmuş. Kuralcı yapısının bir sonucu bu; babasının uyuşturucu bağımlılığı, üvey babasının alkolikliği de onun mesafesinin başka bir sebebi. Onda dürtüsel sıkıntı alışverişe düşkünlük şeklinde tezahür etmiş. Üniversite mezuniyetinden sonra evlenmek ve iş sahibi olmayı kendine hedef edinmiş ve ikisini de gerçekleştirmiş. “Hedefsiz kaldığımda ciddi bir boşluk duygusu ve yoğun bir acı içinde buluyorum kendimi.” diyor.

Sevinç bundan bir buçuk yıl önce terapiye başlamış. O da tüm vakalar gibi tedavi sürecinde terapistine tabiri caizse deli gibi bağlanmış: “Terapi bize kendimizi sevmeyi öğretiyor. Sen değerlisin diyor. Ben uzun süre bütünleşemedim.” Onun hipnoz seansında da bu bütünleşmenin ne derece zor yaşandığını görebiliyoruz. Hipnozda Sevinç’in ikiye bölünmüş karakterinin birbiri ile yaptığı ilginç konuşmayı izliyoruz. Kötü kendilik elindeki hayali bıçakla iyi kendiliği tehdit ediyor. Ancak terapistin telkinleriyle sakinleşiyor. Sevinç’in bebeklik ve çocukluk yaşlarına gittiği hipnozlarını da Meviengin’in danışmanlık merkezinde izliyoruz. Her yaşta o dönemdeki hâl ve mimiklerine bürünüyor Sevinç. Borderline vakalarının kendisi kadar iyileşme sürecinin de ne kadar fantastik olduğuna bir kere daha şahitlik ediyoruz.

‘YUMURTA KABUKLARI ÜZERİNDE YÜRÜMEK GİBİ’

“Terapiste çok bağlanıyorsun. Anneye babaya yükleyemediklerini ona aktarıyorsun. Terapistinden de aynı alakayı bekliyorsun, göremeyince afallıyorsun. Çünkü bildiğin bir şablon değil. Terapist sana başka türlü bir davranış biçimi gösteriyor ve bunu uygulamak gerçekten kolay değil.” diyen Sevinç, tedavi döneminde MSN’de Maviengin’i göremediğinde telaşlanıp ‘Hayatta mısın?’ diye aradığı çok olmuş. Bu yaklaşım, borderline vakalar için oldukça sıradan. Terapistlerine anne aktarımı yaptıkları için, psikiyatrları olmadığında yaşayamayacaklarını hissettikleri bir dönem dahi geçiriyorlar. Ama çocuğun annesinden ayrışıp özerk bir birey hâline gelmesi gibi bu vakalar da zamanla terapistlerinden aynı biçimde ayrışıyorlar. Böylece çocukluklarında gerçekleştiremedikleri ‘ayrışma-bireyleşme’ sürecini psikiyatrın şahsında gerçekleştiriyorlar. Terapistler için bu süreç oldukça zorlayıcı.

Bu yüzden psikiyatrların geneli sınır durumları tercih etmiyor. Kapısını çaldığımız bazı doktorlar, hasta müracaatlarının artacağı korkusuyla görüş vermek dahi istemedi. Fakat borderline ile çalışan doktorlar hâllerinden memnun. Psikiyatr Ender Karaca, sürekli meydan okuyan bu kişilerin, terapistin de varoluşunu etkilediğine inanıyor: “Borderline ile terapi çok zevkli, ortam içinde sürekli bir şeyler oluyor. Genelde zeki bir insan çıkar karşınıza ve siz sürekli zihninizi zinde tutmalı, sahiciliğinizi yitirmemelisiniz. Çünkü her an onun oyununa gelebilirsiniz.”

Yaklaşık beş yıldır borderline vakalarını özellikle tercih ediyor Ender Karaca. 15-20 kişiyi en az iki senedir takip ediyor. Onlara köşeli, didaktik, kendi ifadesiyle ‘ortodoks’ bir terapi değil, yapılandırmaya dönük bir yöntem uyguluyor. Karaca’nın “Bu kişilerle ilişkiye girmek, yumurta kabukları üzerinde yürümek gibidir.” sözü terapistler için sınır durumun ne kadar zor olduğunu özetliyor.

CENNETE YA DA CEHENNEME HOŞ GELDİN!

Sınır durumun terapisti ile geçirdiği süreç, esasında ömrü boyunca bir türlü tecrübe edemediği normal ilişkiyi yaşamaktan ibaret. Fakat bunun gerçekleşebilmesi için borderline nazarında terapistin sınavı geçmesi elzem. Aksi takdirde psikiyatra tedavi edebilme şansı vermez. “Hastalarımız bize iyi kendiliğinde geldiğinde çok iyidir, ama bizim bir cümlemizle tetiklendiğinde burayı dağıtır, saldırmaya kalkabilir; biraz önce size cenneti yaşatan insan cehenneme hoş geldin der. Toplumsal ilişkilerde böyle davrandığında insanlar onu dışlar ve sistem aynı şekilde çalışmaya devam eder.” diyor Tahir Özakkaş. Terapistin burada tüm olanları, söylenenleri içinde eritebileceği bir olgunlukta davranması önem arz ediyor.

Psikiyatrın ilk etapta vazifesi, hayatta yakınlaştığı her erkekle yatan bir borderline vakanın ilk defa terapisti ile farklı bir ilişkiyi tecrübe etmesini sağlamak. Herkesten daha fazla samimileştiği hatta onsuz olamayacağını düşündüğü terapistiyle hep aynı mesafede durmak zorunda kalan borderline için bu normal ilişkiler için de ilk adımdır. Borderline başlangıçta yaklaşır, terapist uzaklaşır, bunun üzerine borderline küser ve uzaklaşır, bu kez terapist ona yaklaşır. Böylece terapistin ona olan mesafesi hiç değişmez. Ömründe ilk kez böyle bir ilişki yaşayan borderline bunu içine alır ve benimserse büyük bir mesafe katetmiş demektir.

HERKES TAM AMA BEN YARIMIM

Sınırda yaşayan bu vakalarda görülen diğer bir belirgin özellik de terk edilme korkusu. Borderline, terki engellemek için her türlü çılgınlığı göze alır. Genelde intihar tehdidine başvurur ve çoğu zaman da teşebbüs eder. Sınır durumun terk edilmesinin, bir annenin 2 yaşındaki çocuğunu terk etmesi gibi ağır ve trajik sonuçları vardır. Borderline üzerine yazdığı kitapta James F. Masterson buna ‘terk depresyonu’ adını veriyor.

“Bunu bizzat yaşadım” diyor 35 yaşındaki Neslihan. “Rüyalarımdan titreyerek uyandığımda bunu hissettiğim çok oluyordu. İçimde ciddi bir sızı ile uyanıyordum ve terk edileceğim diye korkuyordum. Ama bunun nedenini bilmiyor ve yaşadığım ilişkime yoruyordum.” Neslihan da intihar etme fikrine çok defa kapılmış ya da karşısına çıkan insanlardan intikam alma isteği doğmuş içine. “O kadar tamamlanmamış bir yapı ki insanı ne yaptığını bilmediği bir noktaya götürüyor. Düşünmeden, tamamen dürtüsel hareket ediyorsun. Başıma ne geldiyse bundan kaynaklanmıştır. O anlık, düşünmeden…”

Borderline vakaların hikâyeleri çok önemli. Neslihan dört yaşlarındayken, çok düşkün olduğu babası İtalya’ya gider. Bunun üzerine deliye döner. Divanın altında, buzdolabının içinde aklına gelen her yerde babasını arar. Bu gidişten annesini mesul tutar, “Sen yaptın, yoksa babam beni bırakıp gitmezdi.” der. Sonunda babası geri döner. Yine de terk edilme korkusu, aşırı bağlanma huyu o dönemlerden bugüne miras kalır.

Neslihan’ın bunu en şiddetli yaşadığı süreç erkek arkadaşıyla geçirdiği on yıl olmuş. “O varsa varsın, yoksa yok.” diyor. Aslında karşısındakini özne değil, nesne gibi algıladığını itiraf ediyor. Kendini yarım hissediyor, hep karşı cinsten birine sırtını yaslama ihtiyacı duyuyor. Yıllardır benliğine ve ayrıldığı erkek arkadaşına çok zarar verdiğini söylüyor Neslihan: “Gündüz sevgiline düzgün davranmıyorsun, sorun yoksa bile çıkarıyorsun. Nasıl olsa beni terk edecek fikri var hep. Hem boğuyorsun hem de boğuluyorsun.”

NEDEN BU KADAR ÇOK ACI ÇEKİYORUM?

Terapiye başlayalı beş ay olmuş. “Belki terapiye başlamasaydım ben de birilerine zarar verecektim. Bir iyi ‘ben’ var bir de kötü ‘ben’. Kötü ben ruhuma daha çok hâkim olmaya başladığında psikoloğa danışmaya karar verdim.” diyor Neslihan. Terapiye başladıktan sonra ‘Neden birine bağımlı yaşıyorum ki?’ fikri hâkim olmaya başlamış. Neslihan, mutlu olmayı öğrenmeye çalışıyor terapilerine paralel.

Borderline vakaları, geleneksel yapıdan modern hayat tarzlarına geçişlerin sefasından çok cefasına şahit olanlar. Onların hikâyelerinde çoğumuzunkinden bir parça var. Önemli bir farkla; biraz daha acılı, sancılı ve hezeyanlı…


BORDERLİNE, FREUD DÖNEMİNDE BİLİNMİYORDU

Borderline hastaların özellikle ağır vakaları uzun yıllar delilikle etiketlendiler. Fakat hayatlarının büyük bir bölümünde, düşünceleri normal insanlar kadar sağlıklı olan bu hastalar için zamanla deliliğin sınırında anlamında borderline kelimesi kullanılmaya başlandı. Freud zamanında ağır nevroz olarak görülüyorlardı. O dönemler sadece üç yapı ele alınırdı: normal, nevroz ve psikoz. Bu yaklaşım uzun yıllar devam etti. Borderline hastalara bu dönemde, borderline şizofreni, gizli şizofreni gibi çok farklı isimler verildi. 1960'lara kadar borderline vakalar ayrı bir kategoride değerlendirilmedi. Özellikle Otto Kernberg'in çalışmaları ile borderline patolojisi daha iyi anlaşılmaya başlandı. Günümüzde Freud döneminin aksine ruhsal aygıtın gelişmesinde artık dört aşama ele alınıyor: normal insan, daha az olgunlaşmış nevrotik, daha az yapılanmış borderline ve ağır psikoz vakalar.

7 Aralık 2008 Pazar

sosyal Anksiyete

Sosyal anksiyete nedir?

Sosyal anksiyete, kendini başka insanların yanında endişeli ve sinirli hissetmektir. Bunun altında yatan, şiddetli utanç duyma korkusu ya da bir sınıfta veya seminerde konuşuyormuş gibi değerlendirildiğiniz ve izlenildiğiniz sosyal ortamlarda ve grup durumlarında aşağılanma korkusudur.

Ne kadar sıklıkta olur?

Sosyal anksiyetenin yaygınlığı konusundaki araştırmalar karma olmasına rağmen, sosyal anksiyetenin kadınlarda ve erkeklerde genel olarak eşit olduğu bulunmuştur. Sosyal anksiyete, herhangi bir zaman diliminde genel popülasyonun %7sinden fazlasını etkilemektedir.

Sosyal anksiyeteyle karşı karşıya kalırsam neler yaşayabilirim?

Sosyal anksiyete durumunda yaşayacaklarınız aşağıdaki gibidir:


*Başkalarının yanında utangacım.

*Sosyal ortamlarda insanların beni izlediğini, bana baktığını ya da beni yargıladıklarını hissediyorum

*Başkalarının sinirli olduğumu görmelerinden endişe duyuyorum

*Başka insanlar etrafımdayken asla rahat hissetmiyorum.

*Sosyal ortamlarda kendimden utanmaktan ya da küçük düşürmekten korkuyorum; örneğin, aptalca birşey söyleyeceğimden korkuyorum.

*Korkumun genelde aşırı ve nedensiz olduğunu biliyorum.

*Sosyal ortamlardan ya uzak dururum ya da sosyal ortamlara büyük sıkıntı içinde tahammül ederim.

*Terleme,titreme, hızlı kalp atışı, nefes darlığı, karın bölgesinde sıkıntı, kızarma, ağız kuruluğu, karıncalanma hissi, kaslarda seyirme, güçsüz bacaklar ve yetersiz konsantrasyon.

Sosyal anksiyetenin sebeplerinden bazıları nelerdir?

Sosyal anksiyetenin gelişmesindeki en önemli faktör arkadaşlar tarafından alay edilme ya da ebeveyn tarafından reddedilme hissi gibi çocuklukta yaşananları içeriyor gibi gözükmektedir. Bu durum,çocuklarda utangaçlığın gelişmesine sebep olur ve ergenlikte, önemli derecede arkadaş baskısı olduğu zaman, bu utangaçlık sosyal anksiyeteye dönüşür. Diğer araştırmalar da sosyal çekingenliğe biyolojik bir zayıflığın neden olabileceğini söylemektedir.


Sosyal anksiyete durumunda ne düşünebilirim?


Sosyal anksiyete genellikle ergenliğin sonlarına doğru başlar ve devam etmekte ısrarlıdır- özellikle de kişi tedbirli olmaya meyilli olduğu içindir ve bu sebepten diğer insanların ona karşı gerçek reaksiyonlarını test etme olanağını yakalayamaz.

Bu sorunla kendi başıma nasıl baş edebilirim?

Kendinize karşı sert olmamayı deneyin. Örneğin, kendinizi başkalarından daha küçük görüyorsanız, sizin sergilediğiniz ve başkalarının çekici bulduğu özellikleri geçekten değerlendirmeyi deneyin.

-Herkesin görünmese de korkuları ve güvensizlikleri olduğunu aklınızda tutun.

-Nasıl hissettiğiniz hakkında güvendiğiniz biriyle konuşmayı deneyebilirsiniz.

-Birtakım nefes alma alıştırmalarını-endişelendiğinizi hissettiğiniz anda üç kere derin nefes alma gibi-deneyebilirsiniz.

-Endişelerinizi büyütüyor olabilirsiniz. Örneğin, “aptalca” şeyler söylediğinizi düşünüyor olabilirsiniz, ama gerçekte başkaları sizin gibi düşünmüyor olabilir ya da düşünüyorlarsa da bunu farklı değerlendirirler (“şirin” ya da “sevimli”).

Yardıma ihtiyacım olduğunu nereden bilebilirim?


Eğer endişe düzeyinizin yüksek olduğunun ve günlük hayatınıza, akademik yaşamınıza, kişisel ilişkilerinize ve kendinize olan saygınıza zarar verdiğinin farkına varırsanız, yardım almanız gerektiğini düşünebilirsiniz.