tag:blogger.com,1999:blog-42541640516715447372024-03-06T07:59:08.666+03:00Psikoloji - Ruhbilim - Psychologypsikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysismsarieshttp://www.blogger.com/profile/01149224624248507876noreply@blogger.comBlogger166125tag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-75657273802975877032012-04-06T16:29:00.005+03:002012-04-06T17:18:37.067+03:00İNTERNET BAĞIMLILIĞIArtık internet hayatın vazgeçilmez bir parçası. Herkesin gününün büyük bir bölümü internette iş yaparak, e-maillerimize bakarak, gezinerek, sosyal ağlarda vakit geçirerek ya da oyun oynarak geçiyor. Ancak, bazı insanlar bunu kontrol dışı ve bağımlı bir boyutta yaşıyorlar.<br /><br /> Tıpkı madde bağımlılığında olduğu gibi, internet ya da bilgisayar bağımlılığı da tolerans (aynı tadı alabilmek için gitgide daha uzun süre nette kalma), yoksunluk (nete giremediğinde yoğun girme isteği ve merak, sinirlilik, huzursuzluk, vb. yaşama), duygusal sorunlar (depresyon, kaygı bozukluğu, vb.) ve gündelik hayatta bozulmalar (sosyal ilişkilerin azalması ya da kesilmesi gibi) ile tanımlanır. Bunun bir hastalık olup olmadığı konusunda uzmanlar ikiye ayrılsa da, herkesin birleştiği nokta, bu tip davranışların okul hayatına ve sosyal hayata zarar verdiği, dolayısıyla bu konuda birşeyler yapılması gerektiği.<br /><br /> Birçok insan interneti iş ve okul yaşamının normal bir parçası olarak kullandığından aşırıyı normalden ayırmak biraz zor ve bilgisayar başında geçirilen zamanla ölçülemez. Burada ayırıcı nokta yaşanan “internete girmem gerek” hissi ya da girmeden duramamak. İnterneti normal kullananlarda bu his yoktur ve hayatlarının diğer alanlarını ihmal etmezler.<br /><br /> İnternete ya da bilgisayara bağımlı olmak fikri komik ve saçma geliyor olabilir ama şu durum aslında çok tanıdık gelebilir:<br /><br /> “Sabahın 3’ü. Çok uykunuz var ama siz bir türlü bilgisayarı kapatamıyorsunuz. Tam kapatacakken bir siteye daha giriyorsunuz ya da oyunun en heyecanlı yerindesiniz ya da tam çıkacakken chat odasına bir arkadaşınız girdi ya da 5 dakika daha beklerseniz belki istediğiniz kişi online olacak...”<br /><br /> Üniversite öğrencileri internet bağımlılığında en yüksek riski taşır, özellikle sosyalpaylaşım ağları ve online oyun söz konusuysa. Bu ortamda kimse ne yaptığınıza ve söylediğinize karışamaz. Ve internet size aslında olmak istediğiniz güvenli, kaygısız ve girişken insan olma fırsatını veriyor olabilir. Ancak sorunlar bilgisayarın başından kalkmadığınız için sevgiliniz sizi terkettiğinde, notlarınız düştüğünde, sadece internette tanıdığınız birisinin artık sizinle ilgilenmemesi depresyona girmenize sebep olduğunda başlar.<br /><span style="color: rgb(153, 51, 0);font-size:130%;" ><br /><span style="font-weight: bold;">İnternet Bağımlılığının Türleri</span></span><br /><br />- Siberilişki / Sosyalleşme Bağımlılığı (facebook, twitter, MSN)<br /><br />- Net Kompülsiyonu (online kumar, online alışveriş)<br /><br />- Siberseks Bağımlılığı (seks chatleri ve porno sitelerine bağımlılık)<br /><br />- Bilgi Yüklemesi (durdurulamayan surf yapma ya da database arama)<br /><br />- Oyun Bağımlılığı (takıntılı bir biçimde bilgisayarda oyunu oynama)<br /><br /><span style="color: rgb(153, 0, 0); font-weight: bold;font-size:130%;" >Siz bağımlı mısınız? </span><br /><br />- İnternete hergün mutlaka giriyor musunuz?<br /><br />- İnternette gitgide daha fazla vakit geçiriyor musunuz?.<br /><br />- İnternete giremediğinizde ya da geçirdiğiniz zamanda bir azalma olduğunda sıkıntı yaşıyor musunuz? (internette neler dönüyor olduğunu çok merak etmek, daha kaygılı,stresli ve sinirli olmak, tekrar girebilmek için yoğun istek duymak)<br /><br />- Bağlandıktan sonra zaman kavramını yitiriyor musunuz?<br /><br />- Başka insanlar bilgisayar başında çok zaman geçirmenizden şikayetçi mi?<br /><br />- Okulu, sosyal hayatınızı ve daha önceden zevk aldığınız şeyleri, internette olmak için ihmal ediyor musunuz?<br /><br />- Aşırı internet kullanımı yüzünden ilişkinizi, eğitiminizi ve kariyer fırsatlarınızı riske atıyor, maddi problem yaşıyor musunuz?<br /><br />- Yalnızlık, depresyon, suçluluk gibi zor durumlardan kaçmak için interneti kullanıyor musunuz?<br /><br />- Ailenize ya da arkadaşlarınıza internette geçirdiğiniz zaman ve yaptıklarınız hakkında yalan söylüyor musunuz?<br /><br />- Fiziksel sorunlar yaşıyor musunuz? (örn. el bileğinde uyuşma, ağrı, his kaybı; gözlerde kuruluk, ağrı; migren ağrıları; sırt ağrıları; uyku bozuklukları, düzensizlikleri; beslenme düzensizlikleri, kilo alımı/kaybı;özbakım sorunları; kişisel bakım ve temizlik sorunları...)<br /><br /><span style="color: rgb(153, 0, 0);font-size:130%;" ><span style="font-weight: bold;">İnternet Bağımlılığı ile Baş Etmek için Öneriler </span></span><br /><br />- Bir probleminiz varsa bunu kabul edin. Bağımlıların çoğu problemlerini inkar ederler. Bir alkoliğin bağımlı olmadığında ve istediğinde bırakabileceğinde ısrar edişini düşünün ve kendinizi tartın.<br /><br />- Rutininizi değiştirin. Eve vardığınızda bilgisayarı açmak dışında yapacak birşey bulun.<br /><br />- Bilgisayarın başından kalkmakla ilgili bir probleminiz varsa çalar saat kurun ve planladığınız kadar kalın. Çalar saati, kapatmak için yerinizden kalkmanızı gerektiren bir yere koyun. Sonra başka birşey yapın ve istiyorsanız tekrar başına dönün. Ama mutlaka ara verin.<br /><br />- İnternette neye ne kadar vakit harcadığınızı hesaplayın. Kendi zamanlamanızı düşünün: en çok hangi günler, günün en çok hangi zamanı, nerede? Şimdi bunların tersini yaparak kendi düzeninizi sarsın ve değiştirin.<br /><br />- Vakit geçirecek başka yollar bulun. Sosyal aktivitelere katılın. Spor yapın. Biraz offline zaman geçirin. Gerçek hayatla ilişkinizi arttırın.<br /><br />- Eğer çok kötü durumdaysanız bilgisayarınızı başka bir odaya taşıyın.<br /><br />- İnternete niye bu kadar vakit ayırdığınızı düşünün. Eğer bu sizin için üzüntü, boşluk ve güvensizlikle başetmenin bir yoluysa bu problemleri başka yollardan çözmeye çalışın. Interneti zor duygulardan kaçmanın yöntemi olarak kullanmak, o zor duygulara takılıp kalmanızı sağlar ve ilerlemenizi engeller.<br /><br />- Yalnızlıktan şikayetçiyseniz, internette rahat ilişki kurmanızı sağlayan özellikleri gerçek hayatta denemeye çalışın. Kendinizi aynı güvenli ve girişken insan olarak, görebildiğiniz ve dokunabildiğiniz durumlarda hayal edin.<br /><br /> Notlarınız düşüyorsa, etrafınızdaki herkes şikayetçiyse, sosyal ilişkileriniz azaldıysa, uykusuz kalıyorsanız ve hala internet kullanımınızı kontrol altına alamıyorsanız yardım almayı düşünebilirsiniz. Gündelik hayatınız, notlarınız, uykunuz ve ilişkileriniz bozulmuyorsa, iyi eğlenceler!<br /><span style="font-style: italic; color: rgb(51, 51, 51);font-size:78%;" ><br /><span style="color: rgb(102, 102, 102);">Kaynak: Bilgi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık Birimi</span></span>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-58191777635826750462010-06-20T19:21:00.005+03:002010-06-20T19:34:54.325+03:00UYKUSUZLUK<span style="color: rgb(102, 0, 0); font-weight: bold;">Yaygınlık, Risk faktörleri ve Tedavi Seçenekleri</span><br /><br />Mirtazapin, etkili bir antidepresan olmasının yanı sıra anksiyete giderici ve uyku düzenleyici etkiye sahiptir. Antihistaminik etkisi ve 5 HT 2 reseptörlerini bloke etmesi, ilacın uykuyu düzenleyici etkinliğinde rol oynamaktadır.<br /><br />Uykunun beklenen süreden kısa olması "insomnia" olarak adlandırılmaktadır. Türkçe'de insomnia karşılığı olarak "uykusuzluk" terimi yaygın olarak kullanılmaktadır. Süre yeterli olmasına karşın dinlendirici olmayan uyku bir uyku bozukluğunun belirtisi olabilir. Uyku alanında yapılan epidemiyolojik araştırmalar bir yakınma ve belirti olarak uykusuzluğun çok sık yaşandığını göstermiştir, insanların yaklaşık yarısı yaşamlarının bir döneminde uykusuzluk çekmektedir.<br /><br />Araştırmalarda uykuya dalma güçlüğü, uykuyu sürdürme güçlüğü, sabah erken uyanma ya da toplam sürenin kısa olması gibi durumlardan birinin varlığı uykusuzluk olarak kabul edilmektedir. Kesitsel araştırmalarda birincil ya da ikincil ayrımı yapılmaksızın "son bir hafta içinde" erişkin toplumun yaklaşık 1/3'ünde uykusuzluk yakınması bildirilmektedir. Şiddetli uykusuzluk yakınması ise %4 bulunmuştur. Şiddetli uykusuzluğu olan hastaların yaşam kalitesi önemli oranda azalmakta; buna karşın tedavi amacıyla doktora başvuru oranı düşük kalmaktadır. Şiddetli uykusuzluk yakınması getiren hastaların %55'inin doktoru ile bu sorunu görüştüğü bulunmuştur . İzleme araştırmaları ağır uykusuzluk oranının yıllar içinde giderek arttığı ve kronikleşme eğilimi gösterdiğini desteklemektedir. Kronik uykusuzluk yakınmaları toplumun %5'inde görülmektedir.<br /><br />Avrupa'da toplam 24.600 kişi ile yapılan bir araştırmada katılanların %27.2'si uykusuzluk yakınması getirmiştir. Haftada en az üç kez olmak üzere bu kişilerin %10.1'i uykuya dalma zorluğu, %18'i uykuyu sürdürme zorluğu, %10.9'u erken uyanma, %9.8'i dinlendirici olmayan uyku yakınması bildirmiştir. Birincil uykusuzluk yaşam boyu yaygınlığı yaklaşık %15 bulunmuştur.<br /><br />Yaş ile birlikte uykusuzluk görülme sıklığı artmaktadır. Orta yaşîı kadınlarda, erkeklerin 1.5 katı uykusuzluk yakınması vardır. Uykusuzluk yakınmalarının mevsimsel değişimler gösterebileceği gözlenmiştir, uykusuzluk kış aylarında artarken yaz aylarında azalma eğilimi gösterdiği bulunmuştur. Uykusuzluk yakınması ile başvuran hastaların ayrıcı tanısı güçtür, hastaların %46'sının ruhsal bir hastalığa bağlı ikincil uykusuzluk, %22'sinin birincil uykusuzluk olduğu bulunmuştur.<br /><br />Birincil uykusuzluk tanısı konulabilmesi için, bu yakınmaların en az bir ay süre ile devam etmesi ve kişinin toplumsal, mesleki, işlevsellik alanlarında bozulmaya neden olması gerekir. Hastalarda izlenen uyku sorunu, narkolepsi, solunumla ilgili uyku bozukluğu, sirkadyen ritm uyku bozukluğu, parasomni gibi başka bir uyku bozukluğu sırasında, majör depresyon, anksiyete, deliryum gibi tablolar sırasında ortaya çıkmış olmamalıdır. Ayrıca genel bir tıbbi duruma, madde kullanımına, tedavi için kullanılan bir ilacın etkilerine bağlı olarak ortaya çıkan ikincil uykusuzluklar birincil uykusuzluktan ayrılmalıdır.<br /><br />Olguların polisomnografik incelemelerinde uykuya dalma süresi uzamıştır, uyku boyunca uyanıklık dönemlerinde sayıca ve sürece artış ile tekrar uykuya başlamada güçlük izlenir. Derin uyku (3 ve 4 dönemler) ile REM (Rapid Eye Movement) uykusu düzensizdir ve yoğunluğu azalmıştır. Toplam uyku süresi ve uyku etkinliği azalmıştır.<br /><br /><span style="font-style: italic;">Birincil uykusuzluk etiyolojik faktörlere göre 4 ayrı grup altında incelenebilir:</span><br /><br /><span style="font-style: italic; color: rgb(153, 0, 0);">Kötü uyku hijyenine bağlı:</span> Kişinin günlük aktivitelerine bağlı olarak iyi kalitede bir uykuyu sürdürememesi söz konusudur. Bu hastaların tedavisi bu olumsuz şartları belirlemek ve bunların değiştirilmesini sağlamaya çalışmaktır.<br /><br /><span style="font-style: italic; color: rgb(153, 0, 0);">Psikofizyolojik uykusuzluk:</span> Uyku ile birlikte şartlanılan nesne yatak odası, yatak, yastık vb. kişide insomniyi uyaran bir nesne olarak algılanır bu nedenle şartlanma insomnisi olarak da adlandırılır. Psikofizyolojik insomni genellikle insomniye neden olan diğer sebeplerle birlikte bulunur.<br /><br /><span style="font-style: italic; color: rgb(153, 0, 0);">Uyku düzeyini yanlış değerlendirme:</span> Hastalarda objektif değerlendirmede bir sorun saptanmadığı halde öznel olarak ya hiç uyumadıkları ya da çok az uyku ile idare ettiklerine inanırlar. Bazı hastaların bedensel işlevleri ile ilgili kaygılarının yüksek oluşu, takıntılı biçimde sürekli fizyolojik işlevlerini incelemeleri bu yanlış algıya neden olabilmektedir.<br /><br /><span style="font-style: italic; color: rgb(153, 0, 0);">İdiyopatik insomni:</span> Daha erken yaşlarda başlayan ve uzun yıllar, ömür boyu devam eden,sebebi bilinmeyen bir durumdur. Uyku hijyeni ile ilgili kurallar, gevşeme egzersizleri, kontrollü olarak hipnotik ilaçların kullanılmasından yarar görürler.<br /><br />Bunların yanı sıra gece uyku kalitesini bozan uyku bozuklukları da birincil uykusuzluk ile karışabilir ve etiyolojinin aydınlatılabilmesi için mutlak araştırılmalıdır:<br /><br />* Huzursuz bacak sendromu ve noktürnal myoklonus uyku kalitesini bozar ve hasta tarafından dinlendirici olmayan bir uyku olarak nitelendirilebilir. Uyku apne sendromu sık sık uykunun bölünmesine ve uyku kalitesinin bozulmasına yol açabilir.<br /><br /><span style="font-weight: bold; color: rgb(102, 0, 0);">Uykusuzluk Tedavisinde Önemli Noktalar</span><br /><br />Öncelikle kişi uyku hijyeni ve bu konuda yapması gerekenler konusunda bilgilendirilir.Uyku öncesi aşırı yemek ya da açlık,uyarılmışlık durumu ve gerginliği arttırabilecek aşırı zihinsel ya da bedensel aktivite,aşırı kahve, tütün, alkol ve kolalı içeceklerden sakınma, yatak odasının aşırı ses, ışık, soğuk ya da sıcaktan arındırılması gibi tedbirler alınır.<br /><br />Uyku öncesi gevşeme egsersizleri yapma ya da ılık duş alma gibi önerilerde bulunulur. Uykuyu engelleyebilecek ya da sürekliliğini bozabilecek ilaç alımı engellenir.Örneğin; Psikostimulan ya da diüretik ilaçlar gibi.<br /><br /><span style="font-weight: bold; color: rgb(102, 0, 0);">Tedavi Seçenekleri:</span><br /><br /><span style="color: rgb(102, 0, 0);">İlaç dışı tedavi yaklaşımları:</span><br /><br />İlaç dışı tedavi yaklaşımları uyaranları kontrol etme tedavisi, uyku kısıtlama tedavisi, gevşeme egzersizleri, uyku hijyeni konusunda eğitimi içermektedir.İlaç dışı tedavi yaklaşımlarının uyku paterni üzerine olumlu etkisi olduğu ve uzun süre bu etkilerinin sürdüğü gösterilmiştir. Uykusuzluğu olan hastaların gergin ve anksiyeteli bir yapıda oldukları bilinmektedir. Uykuyu düzenlemeye yönelik yaklaşımlar bu gerilimin azaltılması esasına dayanmaktadır. (Tablo 1)<br /><br />Hastaların bir kısmı yatak odasında uyuyamazken oturma odasında uyuyabildiği bilinmektedir. Uyku hijyeni ile ilgili düzenlemeler yeterli olmadığı durumlarda "uyaran kontrol tedavisi" uygulanmalıdır, yapılması gerekenler Tablo 2'de özetlenmiştir.<br /><br />Eğer gerek duyulursa hastanın uyku sorununda da rol oynayabilecek çatışmalarının ele alınacağı psikoterapötik yaklaşımlarda bulunulur. Diğer yöntemlerden yararlanmayan kronik seyirli hastalara uyku kısıtlama tedavisi önerilebilir. Amaç yatakta uyunarak geçirilen süreyi artırmak ve uyku yapısının uzun bir sürede restorasyonunu sağlamaktır.Bu tedavi ancak hasta ile hekim arasında iyi bir uyumun kurulabilmesi ile başarılı olabilir.<br /><br /><span style="color: rgb(102, 0, 0);">İlaç Tedavileri:</span><br /><br />Uykusuzluk tedavisinde en yaygın kullanılan ilaçlar benzodiazepinlerdir, bu ilaçların kötüye kullanım ve bağımlılık potansiyeli neden ile kullanımları sınırlanmıştır.Son yıllarda Zopiklon ve Zolpidem uykuyu başlatma ve sürdürme amacıyla kullanılmaktadır.Yine son yıllarda giderek artan biçimde melatoninin uyku başlatıcı etkisinden yararlanılmaktadır.<br /><br /><span style="font-style: italic; color: rgb(204, 0, 0);">Benzodiazepinler:</span> Uykusuzluk tedavisinde en fazla kullanılan ilaçlar benzodiazepin grubu ilaçlardır. Benzodiozepinler retiküler aktive edici sistemdeki benzodiazepinerjik reseptörler aracılığı ile hipnotik etki gösterirler.Uykuya dalma süresini kısaltır,toplam uyku süresini artırır, gece uyanış sayısını azaltırlar.<br /><br />En sık görülen yan etkileri;<br /><br />Ertesi gün de devam edebilen uyku hali oluşturmaları (artık etki).<br /><br />Benzodiazepinler uzun süreli kullanıldıktan sonra kesildiğinde "rebound" fenomenine neden olur.Uykuya dalma zorlaşır, uyku kesintilere uğrar, REM uykusunda artma ve bu nedenle rüyalarda artış ya da korkulu rüyalar izlenir.Uzun süre ve yüksek doz kullanıldığında "rebound" daha fazla izlenmektedir. Ayrıca bu etki ilaçtan ilaca da değişmektedir.Genellikle kısa etkili olanlarda daha fazla "rebound" izlenir.<br /><br />Benzodiazepinler ikiüç haftayı aşan sürelerde kullanıldıklarında hipnotik etkilerine karşı tolerans gelişir. Bu da kişinin giderek dozu artırmasına ve dolayısıyla ilaca bağımlılığa neden olabilir. Genel olarak mümkün olan en düşük dozda, kısa süreli kullanılması önerilir. Kronik seyreden uykusuzluklarda benzodiazepinlerin yeri sınırlıdır.<br /><br />İnsomnide kullanılan diğer hipnotik ilaçlar:<br /><br /><span style="font-style: italic; color: rgb(204, 0, 0);">Zopiklon (İmovane):</span> Uykuyu başlatma ve sürdürme amacıyla kullanılır. Yarılanma ömrü 5 saat olup doz aralığı 3,757 mg'dır. Artık rebound etkileri yoktur.<br /><br /><span style="font-style: italic; color: rgb(204, 0, 0);">Zolpidem:</span> Uykuyu başlatma amacıyla kullanılır.10 mg dozunda kullanılır. Yarılanma ömrü 2 saat olup artık rebound etkileri yoktur.<br /><br />Uykusuzluk ilaç tedavisinde hipnotik etkili ilaçların kısa süre ve düşük dozda kullanımı önerilmektedir,bir çok hasta için 2 ya da 3 gece kullandıktan sonra kesmesi önerilebilir.Bu kullanım şekli iki üç kez tekrarlanabilir. Uzun süre devam eden kronik insomnilerde diğer önlemler üzerinde durulmalıdır.<br /><br />İnsomnide kullanılan antidepresanlar:<br /><br />Sedasyon etkisi olan antidepresanlar benzodiazepinlere göre bağımlılık riski taşımadıkları için avantajlı durumdadır.Bunlar arasında mirtazapin (Remeron), amitriptilin (Laroxyl), trazodon (Desyrel), mianserin (Tolvon), sayılabilir.<br /><br /><span style="font-style: italic; color: rgb(204, 0, 0);">Mirtazapin (Remeron):</span> Piperazin sınıfında tetrasiklik bir antidepresandır, Noradrenerjik ve özgül serotoninerjik etki gösteren bir ilaç olarak tanımlanır. Mirtazapin doğrudan ve güçlü bir biçimde presnaptik 2 adrenerjik reseptörleri bloke ederek noradrenalin ve serotonin üzerindeki inhibitör etkiyi kaldırır ve sonuçta noradrenerjik ve serotonerjik nörotransmisyonu güçlendirir.<br /><br />Mirtazapin,etkili bir antidepresandır, bunun yanı sıra anksiyete giderici ve uyku düzenleyici etkisi vardır.Antihistaminik etkisi ve 5 HT 2 reseptörlerini bloke etmesi,ilacın uykuyu düzenleyici etkinliğinde rol oynamaktadır.Trisiklik antidepresanlar kadar etkili bir antidepresan olup bunun üstüne antikolinerjik ve kardiovasküler yan etkileri çok daha azdır. Aşırı dozda güvenilirdir.<br /><br />Mirtazapinin tek doz akut etkisini inceleyen plasebo kontrollü bir araştırma sonucunda tek doz 30 mg. Mirtazapin ile gece uyanış sayısı azalmış, toplam uyku süresi artmış, yavaş dalga uykunun oranı artmış, uykuya dalma süresini kısalmıştır.Mirtazapin REM uyku süresini etkilememiş, REM uyku latansını ise uzatma eğilimi göstermiştir. Sağlıklı gönüllülerle yapılan başka bir yayınlanmamış çalışmanın ön sonuçlarına göre ise mirtazapinin uyku devamlılığını olumlu etkilediği, yavaş dalga uykuyu artırdığı, REM uykusunu baskılamadığı ancak REM uyku latansını uzattığı bulgulanmıştır.<br /><br /><span style="font-style: italic; color: rgb(204, 0, 0);">Antihistaminikler:</span> Kan beyin bariyerini aşan ve SSS'e geçen antihistaminiklerin sedasyon etkilerinden yararlanılmaktadır. Doksilamin (Unisom), hidroksizin (Ataraks), difenhidramin (Benadryl) gibi antihistaminikler yardımcı olabilir. Ancak bu ilaçların antikolinerjik yan etkilerinin fazla olduğu ve sedasyon etkilerine tolerans geliştiği bilinmektedir.<br /><br /><span style="font-style: italic; color: rgb(204, 0, 0);">Melatonin:</span> Pineal bezden salgılanmaktadır, melatonin gün ışığı ile baskılanmakta geceleri artmaktadır.Melatoninin uykuyu başlatıcı etkisi yanı sıra tam olarak anlaşılamamış endokrinolojik etkileri vardır. Uyku düzenleyici bir ilaç olarak gıdalara eklenerek pazarlanmaktadır.Birçok araştırma ve vaka bildirimleri, melatoninin uyku başlatıcı etkisi olduğunu desteklemektedir. Melatonin alındıktan 3060 dakika sonra uyku etkisi başlamaktadır.0,31,0 mg dozlarının yeterli etkiyi oluşturduğu gösterilmiş, daha yüksek dozlarının ise ek bir yararı saptanmamıştır. Melatonin bu özellikleri nedeniyle sirkadyen ritm bozukluklarında da kullanılmaktadır.<br /><br />Kronik uykusuzluk tedavisinde parlak ışık tedavisinin yeri ise henüz tartışmalıdır.<br /><br /><span style="font-weight: bold; color: rgb(102, 0, 0);">Uyku hijyenini sağlamak için öneriler</span><br /><br />1) Uyku öncesi aşırı yemek ya da açlık, uyarılmışlık durumu ve gerginliği artırabilecek aşırı zihinsel ya da bedensel aktivite,<br /><br />2) Aşın kahve, tütün, alkol ve kolalı içeceklerden sakınma, yatak odasının aşırı ses, ışık, soğuk ya da sıcaktan arındırılması gibi tedbirler alınır.<br /><br />3) Uykuyu engelleyebilecek ya da sürekliliğini bozabilecek ilaç alımı engellenir. örneğin; psikostimülan ya da diüretik ilaçlar.<br /><br />4) Uyku öncesi gevşeme egzersizleri yapma ya da ılık duş alma gibi önerilerde bulunulur.<br /><br /><span style="font-weight: bold; color: rgb(102, 0, 0);">Hastaların uyaranları kontrol etmeleri için uyması gereken kurallar</span><br /><br />1) Sadece uykunuz geldiği zaman yatağa gidin.<br /><br />2) Yatağı uyku dışındaki amaçlar için kullanmayın, burada, cinsel aktivite dışında kalan okuma, TV İzleme, yemek yeme gibi etkinlikler kastedilmektedir,<br /><br />3) Uykuya uzun süre dalamazsanız, diğer bir odaya geçerek orada zaman geçirin, uykunuz gelince tekrar yatağınıza geçiniz.<br /><br />4) Halen uykuya dalamadıysanız bir önceki kuralı tekrarlayınız.<br /><br />5) Her sabah aynı saatte kalkmaya gayret ediniz. Gece saat kaçta yatarsanız yarın sabah aynı saatte kalkmalısınız.<br /><br />6) Gündüz içinde uyumamalısınız.<br /><br /><span style="font-style: italic;font-size:78%;" >Kaynaklar:<br /><br />1. Partinen M, Hublin C.<br />Epidemiology of sleep disorders in: Prindpies and Practices of Sleep Medicine. Third edition, Kryger MH, Roth T, Dement WC (eds) 2000, 558586.<br /><br />2. Hajak G: SİNE Study Group,Study ot insomnia in Europe.<br />Epidemiology of severe insomnia and its consequences in Germany. Eur Arch Psychiatry Clin Neurosci 2001; 251 (2): 4956.<br /><br />3. Martikainen KU, Partinen M, Hasan j, Laipala P, Uraponen H, Vuroris I.<br />The problem of long term insomnia: A 5 year foilovvup study in a middle aged population. Sleep and Hypnosıs, 2001; 3; 3, 97105.<br /><br />4. Ohayon MM, Roth T.<br />What are the contributing factors for insomnia in the general population? Journal of Psychosomatic Research 2001, 51, 745 755.<br /><br />5. Ohayon MM, Smirne S.<br />Prevalence and consequences of insomnia disorders in the general population of Italy Sleep Medicine 2002a, 3, 115120.<br /><br />6. Noweli PD, Bııysse DJ, Reynolds CF ve ark.<br />Clinical factors contributing to the differantial diagnosis of primary insomnia and insomnia related to mental disorders. Am J Psychiatry 1997; 194: 141216.<br /><br />7. ASLAN Selçuk, Işık E, Coşar B.<br />Effects of Mirtazapine on Sleep: A Double Blind, Placebo Controlled Polysomnographic Study on Young Healthy Volunteers. Sleep. 15, 25 (6) (2002), 6779.<br /><br />8. Aslan S, Işık E.<br />Depresyonda Uyku Özellikleri ve Antidepresanların Uyku Üzerine Etkileri. Türkiye'de Psikiyatri (1999),2: 8096.<br /><br />9. Mendelson WB<br />A Critİcal evaluation of the hypnotic efficiacy of the melatonin. Sleep, 1997, 20, 10:916919.<br /><br />10. Usu A, Ishızuka Y, Matsushita Y ve ark.<br />Bright light treatment for night time insomnia and day time sleepiness in elderly people. Psychiatry and Clinical Neurosiciences 2000, 54, 374376.</span>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-6121984795113916362009-08-09T19:26:00.003+03:002009-08-09T19:32:11.556+03:00Sartre ve Freud<span style="color:#660000;"><strong>Sartre ve Freud</strong></span><br /><br />Bilinçdışının psyche'yi açıklama doğrultusunda bir kuramın temeli olamıyacağını, daha 1939'da, Esquisse d'une Théorie des Emotions'da [bundan sonra Esquisse diye anılacak] belirtmişti Sartre. Bilinç ve bilinçdışı: Freud'cu 'psikanaliz kuramı', bu iki ayrı alandan bilinci edilgin olanla sınırlıyor, bilinçdışını bu edilginliğin imlediği kavramsal bir alan olarak kuruyordu. Esquisse'in diliyle söylersek: bilincin ediminin anlamı, edimin dışındaydı, ya da imlenen imleyenden koparılmıştı. Sartre bu 'kopma'yı, psikanaliz kuramının bilinç [imleyen] ile bilinçdışı’nı [imlenen], ayrışmış ontolojik düzlemlere koyması olarak anlıyor. Bilinç olgusu, diyor Sartre, neyi imliyorsa ona [imlenen'e], belirli bir olayın sonucu olan bir nesne bu olaya nasıl bağlanıyorsa böyle bağlanmıştır. Psikanalitik kuramda, bilinçle bilinçdışı arasındaki bağıntı, dışsal bir bağıntıdır öyleyse, nedensellik bağıntısıdır. Bu bağıntının doğası üzerinde durur Sartre. Örneğin, der, bir dağbaşında sönmüş bir ateşin küllerine raslasak, 'burada birileri ateş yakmış olmalı!' deriz. O birileri külde yokturlar ama, kül ile bir nedensellik bağıntısı içindedirler. Külle ateş arasında bu doğrultuda bir bağıntı olduğunu önceden bilmeyen biri, külün oradan birilerinin geçmiş olduğunu gösteren bir im olduğunu bilemez. Öyleyse, bilinç olgularını nesneler [örneğin, kül] gibi bir 'im' kılan, ona anlam veren bağıntıyı, bilincin dışında mı aramalıyız? Böyle yaparsak bilinci imlenen'le olan bağıntısı açısından bir nesne durumuna getirmiş olmaz mıyız? Bir başka deyişle, bilinçle [imleyen] ile bilinçdışını [imlenen] birbirinden ayrışmış ontolojik düzlemlere koymuş olmuyor muyuz?<br /><br />Sartre’ın 'psikanaliz kuramı’nı eleştirişi burada başlıyor. Bilincin dışında bilinçdışını konutlamak, psyche'nin türdeşliğini yıkmak anlamına geliyor. Sartre için bu, Descartes'çı Cogito'nun da yıkılısı demek. Oysa bilinç kendisi-için-varlık’tır (l’étre-pour-soi), nesneyse kendinde-varlık (l'étre-en-soi). Cogito'yu, kendisi-için varlık’ın [bilincin] yapısını kuran katmanlar olarak tanımlar Sartre. Cogito kuramı, der, kendisi-için-varlık’ın bir objeye yönelmişliği (intentionalité) bağlamında bu objenin farkına varmayı olduğu kadar, objenin farkında olduğunun farkında olmayı da içerir. Ve Cogito'nun katmanları çıkar karşımıza: cogito reflexif objenin farkında olmak; cogito préreflexif, objenin farkında olduğunun farkında olmaktır. Kendisi-için-varlık’ı, kendinde-varlık’tan ayran bir belirlenimdir Cogito. Dolayısıyla cogito préreflexif varsa, bilinçdışı olamaz Reflexif ve préreflexif Cogito bağıntılarıyla yapılanmış, aşkın kendisi-için-varlık’ın farkında olmadığı hiçbirşey yoktur.<br /><br />Sartre’ın heyecan (l'emotion) kuramı da, Freud'un 'psikanaliz' kuramının temellendirdiği heyecan nosyonunun yeniden yapılandırılmasıdır. Freud, heyecanın bilinçdışından kaynaklandığını savunur. Heyecan, Freud'a göre, bilinçten kaynaklanmayan bir boşalım sürecinin bilinçli algılanışıdır. Oysa Sartre, heyecanı bilincin bir bölümü olarak görür; böyle olduğu için de bir objeye yönelmiştir heyecan, anlamı da bu objeyle temellenir. Tıpkı, der Sartre, sözcüklerimin neyi imliyorlarsa onunla anlam kazanmaları gibi... Anlam, benim sözlerimle dış dünya arasında nedensel ya da tüme varım yoluyla belirlenmiş bir bağlantıyla gerçekleşmiyor, sözcüklerle imledikleri arasında gerçekleşiyor. Daha doğrusu, neyi imliyorlarsa onunla anlam kazanıyorlar. Sartre'da yönelmişlik ile imlemek birbiriyle örtüşen alanlar oluyor böylece. Bilinç, ayrılmaz bir bölümü olan heyecanın belirli bir objeye yöneldiğinin farkında olduğu gibi, bu yönelmişlikte neyi imlediğinin de, Cogito'nun yapısı gereği, farkında olacaktır. Doğallıkla objenin neyi imlediğinin, imlenenin ne olduğunun belirtik (explicite) olması gerekmez; yoğunlaştırmanın (condensation) kerteleri vardır. Bu yüzden Sartre’ın yaptığı, 'psikanaliz' kuramının bilinçdışı nedenlerinin yerine, fenomenolojik kuramın belirtik olarak bilinmeyen, bilinçli seçme'sini koymaktır. Sartre bu durumu, L'Etre et Le Néant’da, bilinç ve seçme bir ve ayni şeydir, diye belirtecektir.<br /><br />Biz yine Esquisse’e dönelim. Sartre sürdürür sözlerini: heyecan dünyayı belirli bir biçimde kavramaktır. Heyecanı, dünyanın dönüştürülmesi olarak da tanımlıyor Sartre. Gerçekte edimlerimizle dönüştürürüz dünyayı; belirli amaçlara belirli araçları kullanarak gidilecek rasyonel 'yol'ların uyumlulaştırılmış bir haritasıdır dünya. Bu hodolojik haritayı çıkararak dünyayı bizim yaptığımız birşeymiş gibi görürüz, kendimizin kılarız. Heyecan, der Sartre, bu hodolojik harita’nın belirlediği, 'kullanılabilir bir bütün olarak dünya’nın ise yaramaz olduğunda ortaya çıkar. Bütün ussal yollar kapanınca, dünyayı büyüse1 bir edimle dönüştürmeye kalkarız. Heyecan, dünyayı büyüyle dönüştürmektir, der Sartre: Heyecan, kullanılabilir dünyanın ansızın gözden kaybolması, büyünün onun yerini almasıdır.'<br /><br />Sartre L'Etre et le Ne'ant’da bilinçdışının olanaksızlığı sorununa yeniden döner. Ama bu kez, 'psikanaliz' kuramını eleştirmekle kalmayacak, bu kurama görüngübilimsel çerçeve içinde bir almaşık getirmeyi deneyecektir. Bu kendini-aldatma (mauvaise foi) kuramıdır.<br /><br />'Kendini-aldatma'yı, bilincin kendi olumsuzlamasını dışa yöneltmek yerine, kendine doğru yöneltmesi olarak tanımlar Sartre. Kendini-aldatma, bir olumsuzlama olması yönünden yalan'a benzer. Yalancı, yalan söylerken gizlediği, söylemediği doğrunun [hakikatin] ne olduğunu bilir. Bir insan, bilmediği birşey hakkında yalan söyleyemez-olanaksızdır bu. Sartre, yalancının da bir tanımını yapar: Yalancı, doğruyu kendi içinde evetleyen (affirmant), sözlerinde değilleyen (niant) kişidir Aldatmaya niyetlenmiştir yalancı, bu niyetini kendinden gizleme gereğini duymaz. Bilinç, yalanla, Öteki'nden gizlice varolduğunu evetler. Kendini aldatma da insanin kendi kendine söylediği bir yalan olarak tanımlanabilir. Ama bir ayrımla: kendini-aldatma içinde olan biri, tatsız bir doğruyu [hakikati] örtbas etmekte ya da tatlı bir yalanı doğruymuş gibi sunmaktadır. Kendini-aldatma içinde, der Sartre, doğruyu Öteki'nden değil, kendimden (altını ben çizdim H.Y) gizliyorumdur. Yalandaki aldatan/aldatılan ikiliği kendini-aldatma' da ortadan kalkar. Yalan, Öteki'yle 'birlikte olma'nın (mitsein) aşılmasıdır.’<br /><br />Sartre burada da bir proje'den sözeder. Proje, kendini-aldatmanın kavranmasını ve préreflexif bilincin kendini-aldatma ile gerçekleştirilmesini içerir. Yalancı ile yalanın söylendiği kişi, ayni kişidir; demek ki, der Sartre, yalancı olarak benim, aldatılan olarak kendimden gizlediğim doğruyu [hakikati] bildiğim anlamına gelir. Birbirinden ardzamanlı olarak gerçekleşmiş bir 'ikilik görünüşü" değildir bu. Projenin tekil yapısı içinde gerçekleşir, Öyleyse, diye sorar Sartre, yalan onu koşullandıran ikilik ortadan kaldırılmışken, varlığını nasıl sürdürebilir?<br /><br />Güçlükler bitmiyor, Sartre'a göre. Bilincin yarısaydamlığından (translucidité) doğan daha başka sorunlar da var. Kendini-aldatma içinde olmak, kendini-aldatmanın bilincinde olmaktır. Çünkü, diyor Sartre, bilincin varlığı, varlığın bilincidir. Değişken psişik yapısına karşın [Sartre, değişkenlik için 'metastable' sözcüğünü kullanıyor] özerk ve sürekli bir formu vardır kendini- aldatmanın. Birdenbire sahihliğe ya da kinizme doğru değişse bile kendini-aldatma içinde yasayabilir insan. Bu, kendini-aldatmanın bir yasam stili olduğu anlamına gelir. Değişkenliğine karşın sürekliliği yüzünden kendini-aldatmayı ne reddedebiliriz, ne de onaylayabiliriz.<br /><br />Bu güçlüklerden kurtulabilmek için, psikanaliz kuramının 'bilinçdışı' kavramına başvurduğunu belirtir Sartre. Psikanaliz kuramı, aldatan/aldatılan ikiliğini yeniden temellendirebilmek içn bir sansür düzeneği önerir. Bu kuram, davranislarin anlamı konusunda öznenin kendi kendini aldattığı varsayımını getirir. Onu somut varlığında [bilinç düzeyinde] kavrar, doğruluğu [bilinçaltı düzeyinde] içinde kavrayamaz. Freud, psyche'yi ikiye böldü, der Sartre: Id ve Ego. bilinçdışı psyche'mle olan ilişkilerimde ayrıcalıklı bir konumum yoktur Freud'a göre. Doğrunun [hakikatin] bulgulanmasını psikanaliste [hekime] bağlar Freud. Hekim, Öteki'dir. Öteki ise bilinçdışımla bilinçli yasamım arasında bir dolayımdır (mediation): bilinçdışı tez'le bilinçli antitez arasında bir sentezi gerçekleştirir. Ben, kendimi Öteki'nin dolayımında kavrarım. İd’imle olan bağlantımda Öteki'nin konumundayımdır.<br /><br />Oidipus kompleksi konusunda Sartre, Pierce gibi düşündüğünü belirtir: deneysel bir düşün’dür bu kompleks, ya da bir varsayım. Freud'de psikanaliz, kendini-aldatma'nın yerini alır; yalanın temel koşulu olan aldatan/aldatılan ikiliğinin yerine İd ve Ego ikiliğini koyar. İd’i, bilincin ayrılmaz bir bölümü olmaktan çikarir Freud, bir kendinde-varlık’a (l'etre- en-soi), nesneye dönüştürür.<br /><br />Sartre’ın L'Etre et le Ne'ant’da 'psikanaliz' kuramına yönelttiği eleştiriler burada temellenir. Bir kere bilinçdışını,n [İd’in] konumunun bir nesnenin konumu olamıyacagını söyler Sartre. Nesne, kendisiyle ilgili sanılarımıza (conjectures) kayıtsızdır; oysa İd doğruya [hakikat] yaklaşırken bu sanılara çok duyarlıdır (touche'). Freud'un, hekim doğruya yaklaşırken bir direncin ortaya çıkmasından sözetmesi bundan dolayıdır. Bu direnç, dışardan kavranan nesnel bir edimdir: hasta ya konuşmaz, ya düşlemlerini anlatır ya da sağaltmadan [tedavi] cayabilir. Peki, direnç gösteren bölüm hangisidir, diye sorar Sartre, İd mi, Ego mu?. Bilinçli olguların psişik bütünlüğü olarak Ego olamaz bu direncin kaynağı. Doğruya yaklaşıldığını bilemez Ego; çünkü kendi tepkilerinin anlamıyla olan bağıntısı, hekimin bağıntısı gibidir: Ego, olsa olsa, hekimin öne sürdüğü varsayımların olasılık kertesini nesnel olarak görebilir. Dahası, der Sartre, bu olasılık Ego'ya kesinliğin (certitude) sınırında görünür; bundan da tedirginlik duymasına gerek yoktur; psikanalitik sağaltmayı bilinçli kararıyla seçen Ego'dur. Sartre sorar: [Bu durumda] hastanın, hekimin açıklamalarından tedirgin olduğunu, dolayısıyla de bir yandan direnç gösterirken bir yandan da, kendi gözünde sağaltmayı sürdürmek isteyen biriymiş gibi gösterme aldatmacasını yasadığını mı söylemeliyiz? Bu bir kendini-aldatma'dır, ve bu kendini-aldatma'yı bilinçdışıyla açıklamamız sözkonusu degildir; bütün bunlar bilinç düzleminde olup bitmektedir çünkü. Dahası, diyor Sartre, direnci psikanalistin suyüzüne çıkartmaya çalıştığı kompleksten kaynaklandığı varsayımıyla da açıklayamayız. Burada kompleks, psikanalistin yardımcısıdır: kompleks, tıpkı hekimin istediği gibi, suyüzüne çıkmak istemektedir. Sansür düzeneğine oyun oynayan; suyüzüne çıkmasını engellemesine karşın sansürün engellerini asarak bilinç düzlemine çıkma savaşımı veren bu komplekstir.<br /><br />İmdi, direnci ne Ego’yla açıklayabiliyoruz ne de kompleksin yapısıyla. Öyleyse direnci, sansür düzleminde aramak gerekir. Sorunların, ya da hekimin varsayımlarının, baskıya almaya (refouler) çalıştığı gerçek dürtülere (tendances) yaklaşıp yaklaşmadığını, bilse bilse sansür düzeneği bilebilir. Neyi ya da neleri bastırdığını bilen odur sadece; etkinliğini ayırdederek uygulayabilmek için neyi bastırdığını bilmek durumundadır çünkü. Sansür düzeneği baskıya alma (refoulement) işlemini seçerek uygulayacaksa, [“hangi dürtüler baskıya alınacak, hangilerine izin verilecek?”] yaptığı seçmenin farkında olmak (se représenter) zorundadır. Başka nasıl olabilir ki? Diye sorar Sartre: yasal cinsel tepilere (impulsion) , açlık, uyku, susuzluk gibi gereksemelere izin verirken, ötekileri baskıya almasını başka nasıl açıklarız? Sansür düzeneği, baskıya alma gereksemesi duyulan tepileri, onları ötekilerinden ayirdettiğinin bilincinden olmadan nasıl ayırabilir? Alain, bilmek bildiğini bilmektir, demişti. Sartre bunu bilmek, bildiğini bilmenin bilincidir, diye yeniden söylüyor. Böylelikle direnç, sansür düzleminde baskıya alinmiş olan farkında olma’yı (une représentation) du refoulé); psikanalistin sorularının yöneldiği sonucun ne olduğunun kavranmasını; baskıya alinmiş kompleksin doğruluğu [hakikati] ile bu doğruluğu suyüzüne çıkarmayı amaçlayan hekimin varsayımlarının karşılaştırıldığı bir sentetik ilintiyi içerir. Bütün bu işlemler, der Sartre, sansür düzeneğinin kendi bilincinde olduğunu gösterir. Nasıl bir kendinin-bilinci’dir bu? Sartre söyle söyler: bu, baskıya alınmış olan dürtünün bilincinde olduğunun bilincinde olmamak için, bilincinde olduğunu gösterir. Bu da, sansür düzeneğinin kendini-aldatma içinde olması değilse nedir? der Sartre.<br /><br />Psikanaliz kuramı, böylece, kendini-aldatma'yı ortadan kaldırmayı denemiş, oysa giderek, bilinçle bilinçdışı arasında kendini-aldatma içinde bir özerk bilinç çıkarmıştır. Sartre, psikanaliz kuramının kendini-aldatmayı yok edemediğini, dolayısıyla psikanalizin kendini-aldatmanın yerini alamıyacagını gösterir böylece. Kendinden bir şeyler gizleyen bir reflexif düşün’ün özü, tekil bir psişik düzenek, dolayısıyla de birliğin içinde ikili bir etkinliği içerir: bir yandan gizlenecek olanı saptamak ve korumak, öte yandansa baskiya almak ve saklamak. Bu etkinliğin iki görünümü de birbirlerinin bütünleyicisidirler. Sartre söyle düşünür: sansür düzeneği aracılığıyla bilinci bilinçdışından ayırmakla psikanaliz kuramı, bu edimin iki evresini ayırmayı başaramamıştır. Kendini belli sembolik formların arkasında gizleyen tepinin baskıya alınmasına gelince, Sartre'a göre, tepinin (i) baskıya alınmış olduğunun bilinci; (ii) neyse o olduğu için geriye itilmiş olduğunun bilinci; ve (iii) bir gizlenme projesi olmadan kendini gizlemesi sözkonusu değildir. Yoğunlaştırma (condensation) ve aktarma (transference), tepinin kendisini etkileyen bu değişimleri açıklayamaz. Sartre söyle bağlar sözlerini: “bilinç, sansürün ötesinde hem istenen hem de yasaklanan bir sonuca varılacağı konusunda bir kavrayışı içermiyorsa, tepinin simgesel ve bilinçli doyurumuna bağlanmış olan hazzı ya - da bunaltıyı nasıl açıklayabiliriz?<br /><br /><span style="font-size:85%;color:#666666;">Kaynak: Hilmi Yavuz - Felsefe Yazıları, Yazko Yayınları 2. Kitap 1982 Sayfa: 105-110</span>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-61567198719221460782009-08-09T19:17:00.003+03:002009-08-09T19:24:23.730+03:00Psikoloji Karşısında IrkçılıkMemleketimizde son senelerde, mahreci şüpheli bir ihracat malının, bulunmaz bir hint kumaşı gibi, mem­leketimizin fikir ve kıymet âlemine sürülmesi yolunda gösterilen gayret­ler beni bu satırları yazmağa sevk etti. Mahreci şüpheli bu ihracat malı ırkçılıktır.<br /><br />Biz bir millet olarak kendimizi kimseden aşağı görmeyiz ve değiliz. Milletimizin kabiliyetine, hakikî me­deniyet ve kültür istidadına, «mükel­lef olduğu insaniyet vazifelerine» sarsılmaz ve bütün bir imanımız var­dır. Fakat bununla, ortada dolaşan, haris ve sergüzeştçi maksatlarla ile­ri sürülmüş olan yabancı malı ırkçılık propagandasını katiyen birbirine karıştırmamalıdır. Kendimizi hiç kimseden aşağı görmemek insan ol­mak haysiyeti ile en esaslı haklarımızdan biridir. Fakat, zaman zaman muhtelif memleketlerde, hakikat te­melinden mahrum olarak ileri sürül­müş olan ırkçılık propagandası insa­nın insanlık duygusuna kıran yap­macık bir yaygaradan başka bir şey değildir.<br /><br />Emperyalizmin büyük gelişme devresinde müstevliler kendilerinde üstün beşerî kıymetler görürler, bu­na dayanarak başkalarını kendi refahları uğrunda esir gibi kullanmayı en tabiî bir hak telâkki ederlerdi. Halbuki hakikî üstünlükleri teknikle­rinde idi. Teknik ise hiç bir insan zümresinin fıtrî olan imtiyazlı malı değildir. Nitekim, dün makine kullan­mıyan bir çok insanlar bugün kullanı­yorlar; dün uçmıyanlar bugün uçu­yorlar. Teknik, dünya medeniyetinin müşterek mahsulüdür ve gitgide dünyanın müşterek malı olmak yo­lundadır. Misalimizi en yakından alalım. Yakın zamana kadar biz maki­ne kullanmazdık; o devirde makine kullanan Avrupa’ya hayrandık. İçi­mizde, bu hayranlığın doğurduğu aşağılık duygusuna müptelâ insanlar makineyi, tekniği, Avrupanın fıtrî bir imtiyazı telâkki ederler, bizim bu­na hiç bir zaman erişemiyeceğimizi sanırlardı. Halbuki bugün memleke­tin bir ucundan öteki ucuna, şima­linden cenubuna, en büyük teknisi­yeninden en küçük işçisine kadar hep Türk olan bir teşkilâtın işlettiği trenler içinde binlerce insan her gün seyahat etmektedir. Türkiyede ağır sanayiin gelişmesinin bel kemiğini teşkil edecek olan Karabükte demiri su gibi akıtmak için gece gündüz yükselen alevler daha şimdiden Türk mühendisinin, Türk ustasının, Türk işçisinin emeği ile yükselmektedir. Çok süratli bir gelişme temposu için­de, Türkiyenin her tarafına yayılan teknik okullara köyden, kasabadan gelen çocukların gösterdikleri yüksek kâbiliyet, tekniğin hiç bir insan zümresinin imtiyazlı malı olmadığını gösteren en güzel misallerden biridir.<br /><br />İlmî cihetten şu acıklı halle karşılaşıyoruz. Muhtelif milletlerin muhtelif cemiyet kuruluşu, tarih ve kül­tür şartları altında, hiç şüphesiz her birinin kendine mahsus hususiyetleri ve orijinal kültür tezahürleri vardır. Muhtelif milletler, tarihlerinin ve coğrafyalarının durumuna göre, medeniyet ve kültür seviyesi ve başarısı bakımından muhtelif inkişaf safhalarında bulunuyorlar. Irkçılar bundan derhal büyük neticelere sıçrıyorlar. Zekâ, karakter, mizaç, kavrayış ve sanat kabiliyeti gibi psikolojik hu­suslarda bazı milletlerin değişmez bir surette ırkan üstün yaratılmış olduklarını büyük bir velvele ile or­taya sürüyorlar. Bunu, ırk psikolo­jisi sahasında Garp ilminin en son sözü olarak göstermeğe çalışıyorlar. Bu bir yalandır; ilim namına yapıl­dığı için hem de iğrenç bir yalandır. Bu suretle her şeyden evvel bitaraf, yahut daha doğrusu yalnız hakikat tarafında olması lâzım gelen ilmi kendi sergüzeşt arzularına, hırsları­na âlet etmiş oluyorlar.<br /><br />Irk psikolojisi sahasında yapıl­mış olan birçok ilmî araştırmaların neticeleri üstün ırklar, aşağı ırklar diye bir tasnife varmaktan çok uzaktır. Bugünün hakikaten ilmi olan ırk psikolojisi henüz gelişme devresindedir. Eski zamanlardan bu­güne kadar, hodbin duygularla ileri sürülmüş olan ırk, medhiyelerinin il­mi bir ırk psikolojisi ile hiç bir ilişiği yoktur. Bunun fena ve geciktirici bir tesiri olmuştur. Henüz ilk geliş­me devresinde bulunan hakikî ırk psikolojisinin araştırmaları ırk üstünlüğü fikrine varmış olmaktan çok uzaktır, hatta karsılaştığı problemler o kadar karışıktır ki birçok müşkilleri halletmeden bunu ele ala­bilecek bir durumda değildir.<br /><br />Bugün dünyada ileri zihniyet, ileri görüş, ileri kuvvetler olduğu gi­bi irtica da vardır. Her yerde saldırış halinde bulunan kara kuvvetler de vardır. Irkçılar irtica hortlağı ile, kara kuvvetlerle birliktir. Artık mahreci şüpheli bir yabancı malı olan, kara kuvvetlere demagoji yap­mak fırsatını veren ırkçılık hakkın­da bir karar vermeliyiz. Ancak o za­man millî hudutları içinde ileri bir kültür ve medeniyet yaratmak yo­lundaki başarılarımıza yabancı de­magojilerle içimiz bulanmadan daha büyük bir hızla devam edebiliriz.<br /><br />***<br /><br />Aşağıdaki satırlarda ırklar ara­sında yapılan mukayeseli zekâ ölçü­lerinin verdiği neticeleri anlatmağa çalışacağız. Bunun için önce zenciler, sonra nordik, alpen ve akdenizliler üzerinde yapılan ölçmeleri ele alacağız.<br /><br />İlk araştırmalarda zekâ testle­rinde zenciler beyazlara nisbetle dü­şük neticeler vermişti. Fakat bun­dan, bütün zencilerin zekâsının düşük olduğu neticesini çıkarmak doğ­ru değildir. Bir gurup zenci almak, bunların, geldikleri muhite bakmadan, bütün zenciler hakkında bir hükme varmak keyfî bir hareketten başka bir şey olmaz. İlk Cihan Harbinde, Amerikan ordusundaki ruhiyatçılar bile geldikleri muhitlere göre zenci­lerin farklı zekâ neticeleri verdikle­rini kaydetmişlerdir. Amerikan or­dusundaki ruhiyatçıların 1917 de el­de ettikleri neticelere göre Birleşik Devletlerin şimalinden gelen zencile­rin cenuptan gelen zencilere, zekâ iti­barile üstün olduğu ve bazı şimal devletlerinden gelen zencilerin cenup­tan gelen beyazlara bile üstün bulun­duğu meydana çıkmıştır. (Amerikada Birleşik Devletlerde şimal, zencilere karşı daha müsamahakârdır, daha insanca muamele eder; cenupta ise, dahili harpler neticesinde resmen esaretten kurtulmuş olmalarına rağ­men, zenciler ekseriya insan yerine konmaz, hemen hemen esir muame­lesi görür.)<br /><br />Son zamanlarda elde edilen ha­kikatler bu olayları kuvvetlendirmiş­tir. Umumiyet itibarile şimaldeki zenci çocukları ile cenuptaki zenci çocuklarının zekâ bölümleri arasın­da, şimalliler lehine, yedi derecelik bir zekâ farkı vardır. Umumiyetle şimaldeki beyazların zekâsı yine şimaldeki zencilerden biraz üstündür, fakat bu her zaman böyle değildir. Nitekim, Kaliforniyada Los Ange­les'te zenci ilk mektep çocuklarının zekâsını ölçen Clark bunların ortalama zekâ bölümünü 104,7 olarak tespit etmiştir ki beyazlar için de kabul olunan ortalamanın (ki 100 dür) bi­raz üstündedir.<br /><br />Peterson ve Lanier on iki yaşındaki beyaz ve zenci çocuklara cenup­ta Nashville şehrinde, şimalde Chi­cago ve New-York şehirlerinde ol­mak üzere üç ayrı şehirde test tat­bik etmişlerdir. Bu araştırıcılar bul­muşlardır ki, cenuptaki Nashville şehrinde beyaz çocuklar zenci çocuk­lara bâriz bir surette üstündürler. Chicago'da bu üstünlük pek azdır, New-York'ta ise hemen hiç üstünlük yoktur. Demek oluyor ki, zenci ze­kâsı her zaman her muhitteki beyaz zekâsından düşük değildir. Bazı mu­hitlerde, zenci zekâsı bazı beyazlara üstündür. Zenci zekâsının düşük ol­duğu hallerde bile, bu, zencilerin ze­kâsı bütün beyazlardan düşük demek değildir, beyaz ortalamasından dü­şük demektir. Bu hallerde bile on­lardan düşük olan beyaz zekâları vardır.<br /><br />Şimalde zencilerin cenuptakilere zekâ itibarile üstün olmasını ırkçılı­ğa mütemayil olanlar şimalde zenci­lerin daha müsait fırsatlara mazhar olmaları, cenuptakilerin esirliğe ya­kın bir muamele görmesi keyfiyeti ile izah etmekten kaçınmışlardır, bu­nu zekâ itibarile daha seçkin zencilerin şimale göç etmelerile izah etmeğe çalışmışlardır.<br /><br />Son zamanlarda Columbia Üni­versitesinde yapılan araştırmalar ze­kâ itibarile üstün zencilerin şimale göç ettikleri ve şimalde, testlerde yüksek derece alanların bu seçkin zenciler olduğu fikrini çürütmüştür. Columbia Üniversitesi araştırmaları serisinde muhtelif cenup şehirlerinde cenuptan şimale göç eden çocuk­lara ait on beş senelik (1915 – 1930) mektep karneleri tetkikten geçiril­miştir. Bu tetkikten maksat, cenuptan şimale göç eden zencilerin zekâ ve sınıf başarısı bakımından cenup­ta kalanlara nisbetle daha üstün olup olmadığını meydana çıkarmak­tır. Eğer üstün ise demektir ki, şi­male gidenler zekâ itibarile hakika­ten üstün, seçkin zencilerdir; eğer değilse denebilir ki, şimaldeki zenci­lerin üstünlüğünü temin eden âmil muhit şartlarıdır, cenuptaki esarete yakın olan muamele yerine şimalde insan olarak nisbeten daha iyi geliş­me fırsatlarına mazhar olmalarıdır.<br /><br />Araştırmaların neticesi sarihtir. Seçkin, üstün zencilerin şimale göç ettikleri hususunda hiç bir delil elde edilmemiştir. Şimale gidenler ortala­ma zenci seviyesini temsil ediyorlar. Hatâ cenuptaki şehirlerden birinden göç edenler sarih bir surette ortala­ma zenci zekâsının aşağısında bulu­nan insanlardır. Şu halde, şimaldeki zencilerin zekâ itibarile cenuptakile­re üstün olmaları müsait muhit şart­larile izah edilmek icabeder.<br /><br />Şimalde zenci zekâsının gelişme­sinin müsait muhit şartlarından ileri geldiğini gösteren araştırmalardan birini hülâsa edelim: Bu araştırma da Columbia Üniversitesinde yapılan araştırmalardan biridir. Şimalde New-York'un Harlem semtinde otu­ran cenuptan gelme yüzlerce çocuk alınmıştır. Bunlar New-York'ta otur­dukları müddetin uzunluğuna göre tasnif olunmuşlardır. Bu tasniften sonra bu çocuklara zekâ testleri tat­bik edilmiştir. Testlerin neticeleri göstermiştir ki, zekâ , derecesi; bir hadde kadar New-York'ta oturulan müddetin uzunluğu nisbetinde yükse­liyor. Bu çocukların içinde ortalama zekâ dereceleri en aşağı olanlar ce­nuptan New-York'a yeni gelmiş olan­lardır, ortalama zekâ dereceleri en yüksek olanlar New-York'a en eski­den gelmiş olanlardır. New-York'ta dört sene oturduktan sonra cenup­tan gelenlerin derecesi bu şehirde doğmuş olanların derecesile denkleşi­yor. New-York'a geldikten sonra her sene artan bir gelişme göze çarpıyor.<br /><br />Daha evvel zikrettiğimiz gibi ce­nuptaki zencilerin zekâsı şimaldeki beyazlara nazaran düşkün olduğu halde şimalde beyazlara yaklaşıyor ve cenuptaki beyazlara üstün olduğu haller de oluyor. Bundan şu hükme varabiliriz ki, zencilerin yaşadıkları hayat şartları müsaitleştikçe zenci zekâsı ile beyaz zekâsı arasındaki fark azalıyor, hayat şartları müsavileştikçe zekâ gelişmesi de denkle­şiyor.<br /><br />Amerika'ya giden göçmenlere tatbik edilen ilk zekâ testleri İngil­tere, Almanya, İskandinavya gibi şi­mal Avrupa memleketlerinden gelen­lerin zekâlarının İtalya ve Yunanistan gibi cenup Avrupa memleketlerinden ve Polonyadan gelen göçmenlere üstün oldukları neticesini ver­mişti. Birinci Cihan Harbinde Amerika ordusundaki ruhiyatçılar da bu­nu bulmuşlardı.<br /><br />Göçmenler üzerinde yapılan tet­kiklerden elde edilen bu neticeler on­ların mensup oldukları milletlerin umum nüfusunu temsil ettiklerini gösterir mi? Amerikaya beş on sene zarfında giden mahdut sayıda göç­menler memleketlerinin ortalama ze­kâsını gösterir mi? Memleketlerinde karşılaştıkları iktisadî ve diğer zor­luklar yüzünden, yahut Amerika'daki akrabalarının ve tanıdıklarının Amerika para diyarıdır diye 1929 buhra­nından evvel verdikleri tasvirlerin te­siri altında memleketlerinden ayrı­lan bu insanlar memleketlerinin orta­lama bir numunesi olarak alınabilir mi ? Yukarıda hülâsa ettiğimiz neti­ceye kati bir kıymet biçmeden evvel bu suallere cevap vermek icabeder Biraz sonra göreceğimiz gibi bunların tetkikine girişildiği zaman bu hükmün çok acele verilmiş keyfî bir hüküm olduğu gün gibi meydana çıkıyor. Çünkü Profesör Hankins'in de­diği gibi «Amerikaya gelen göçmenler mensup oldukları memleketleri doğ­ru olarak temsil eden insanlar değil­dirler. »<br /><br /><br /><br />Bundan başka, evvelâ ırk naza­riyeleri iddialarının ortaya attığı di­ğer mühim bir noktaya da cevap ver­mek lâzımdır. Bugün dünyanın en büyük biyoloji bilginlerinden biri olan Huxley'in 1933 de çıkan: «Biz Avrupalılar» adlı kitabında sarih bir surette bir defa daha ortaya koyduğu gibi bugün saf, karışmamış dene­bilecek hiçbir Avrupa milleti yoktur. Millet birliği ile ırk birliği ayrı ayrı şeylerdir. Bugünün büyük mücadele­sinde aynı ırktan insanların ayrı mil­letler içinde birbirile boğazlaştığını görüyoruz. Avrupa'dan Amerika'ya gelen göçmenleri geldikleri memle­ketlere göre ayırmak ırk üstünlüğü, iddiaları bakımından hiçbir şey ifade etmez. Çünkü, bu insanları evvelâ haiz oldukları antropolojik vasıflara göre ayırmak icabeder. Çünkü nor­dikler Almanyada bulunduğu gibi Fransada da, İtalyada da vardır. Al­penler Fransada olduğu gibi Almanyada da vardır, Akdenizliler italyada bulunduğu gibi Fransada da vardır. Amerikanın en tanınmış an­tropoloji bilginlerinden Prof. Lowie­nin «Biz Medeni miyiz?» adlı kitabında yazdığı gibi, meselâ, «ele bir İtalyan aldığımız zaman onda ne derece Nordik kanı olduğunu bilmiyoruz.» Kitabında, bazı milletlerin zekâ üstünlüğü neticesini ortaya atan Brigham bile bu delillerin yükü altında 1930 da fikrinin yanlış esaslara da­yandığı neticesini ilân etmek zorun­da kalmıştır. Bu suretle hatasını dü­zelterek yüksek bir ilim namuskârlı­ğı göstermiştir.<br /><br />Antropolojik ölçüler alındıktan sonra tatbik edilen zekâ testleri, ırkla zekâ arasında kayde değmiyecek derecede ehemmiyetsiz bir korelasyon bulunduğu neticesini vermiştir. 1928 de American Naturalist dergi­sinde Estabrooks'un çıkardığı araş­tırmada bu neticeyi görüyoruz.<br /><br />Nordikler, Alpenler ve Akdeniz­liler arasındaki mukayeseli zekâ tetkiklerinin en önemlisi Columbia Üni­versiteleri psikoloji şubesinde yapılmıştır. Son derece ilmî ihtimamlar gösterilerek yapılan bu araştırmalar Almanyanın, Fransanın, İtalyanın iç­lerine kadar gidilerek yapılmıştır. Her üç memlekette tipik bir nordik gurup, tipik bir alpen gurup ve tipik bir Akdenizli gurup ele alınmıştır. Bunlara zekâ testleri tatbik edilmiştir. Yalnız İtalyadan nordik gurup, Almanyadan Akdenizli gurup seçil­memiştir. Ele alman nordik, alpen ve Akdenizli gurupların mümkün oldu­ğu kadar karışmamış olması için şe­hirler değil, her gurubunun en kesif olarak bulunduğu köyler seçilmiştir. Bundan başka, bu memleketlerin en büyük şehirleri arasında olan Paris, Roma ve Hamburg'dan da orta halli birer gurup seçilerek bunlara da ze­kâ testleri tatbik edilmiştir. Bunla­rın muayyen antropolojik guruplar­dan olmasına dikkat edilmemiştir. Çünkü burada bulunmak istenen şey, büyük şehirlerin tesiridir.<br /><br />Her guruba altı muhtelif test tatbik edilmiştir. Sonra bunlar, bu sahada en iyi ölçülerden biri olan Pintner - Paterson sayı ölçüsü esa­sına göre birleştirilmiştir.<br /><br />İstatistik ve test tekniğinin ince­likleri iyice tartılarak yapılan bu araştırmaların neticeleri sarih bir su­rette gösteriyor ki, insanlar arasında ırkî bir zekâ üstünlüğü yoktur, buna mukabil şehirlilerin zekâsı köy­lülere nazaran daha ziyade inkişaf etmiştir. Fakat bu üstünlüğü ırkla değil, olsa olsa şehrin hayat şartlarının hazırladığı kolaylıklarla yâni muhit ile izah edebiliriz. Bu netice havadan atılmış bir söz değildir. Cid­dî araştırmaların verdiği hükümdür. Çünkü Nordikler, Alpenler ve Akde­nizliler arasındaki ırk farkları cüzîdir, ve, istatistik tâbirile dayanılır (reliable) değildir. Alman Nordik gurubunun yüksek netice vermesine mukabil Fransız Nordik gurupu düşük netice vermiştir. İtalyan Akde­nizli gurubunun düşük netice vermiş olmasına mukabil, Fransız Akdenizli gurubu yüksek netice vermiştir. Bu­rada sarih olarak görülüyor ki, gu­ruplar arasında müşahede edilen ze­kâ farklarında ırkî bir esas yoktur. Buna mukabil, şehir-köy gibi hayat şartları ve kültür esası vardır.<br /><br />Son zamanlarda hem Amerika­da, hem Avrupada yapılan bir araş­tırmada yukarıda varılan neticenin kuvvetlendiğini görüyoruz. 1935 de Franzblau tarafından New-York'ta, Wisconsin'de, Kopenhag'da, ve Ro­ma'da yapılan tetkik Amerikada Av­rupa göçmenleri üzerinde ilk yapılan araştırmaların ne kadar hatalı oldu­ğunu gösteriyor. Franzblau Amerika'da, zekâ testleri kullanarak, İtal­yan ve Danimarkalı kızların zekâsını ölçmüş ve Danimarkalı kızların üs­tünlüğü neticesine varmıştır. Bundan sonra, Roma'daki İtalyan ve Kopen­hag'daki Danimarkalı kızların zekâ­sını ölçmüştür ve arada kayde değer bir zekâ farkı olmadığını tesbit et­miştir. Bu araştırmanın hususi ehemmiyeti şunu göstermesindedir ki, Amerikaya gelen göçmenlerin geldikleri memleketlerin umum nü­fusunu temsil ettiğini farzederek ne­ticelere varmak yanlıştır. Bu yanlışlıklar bertaraf edilerek, yapılan tet­kikler ise, zekâ farklarında ırkın de­ğil, yaşama şartlarının, muhitin âmil olduğunu gösteriyor.<br /><br />Yine bu tetkiklerde görülüyor ki, Hamburg'un zekâ seviyesi Alman köyünden ziyade Paris'e yakındır. Paris'in zekâ seviyesi, Fransız köyünden ziyade Roma'ya yakındır.<br /><br />Şu halde, ırkçılar şunu da iddia edemezler imi ki, zekâyı yükselten bu büyük şehirler, bu şehirleri kuran milletlerin mensup oldukları ırkların fıtrî cevheri ile meydana gelmiştir. Bu iddia da kökünden çürüktür. Bu­nun çürüklüğünü bilmek için âlim olmıya da lüzum yoktur, yalnız bir nebzecik dünya tarihi bilmek kâfidir. Medeniyet, kültür, büyük şehir dün­yada hiçbir milletin inhisarlı malı de­ğildir. Bir takım iktisadî, siyasî, tari­hî, kültürel şartların tesiri altında dünyanın muhtelif yerlerinde büyük medeniyetler doğmuş, gelişmiş, da­ğılmış ve ölmüştür. İnsan zekâsının gelişmesi için müsait fırsatlar bahşetmiş olan Hamburg, Paris ve Ro­ma gibi şehirler yokken, dünyanın başka yerlerinde zamanlarına göre büyük şehirler kurulmuştur. Evvelâ Almanların büyük Hamburg'u orta­da yokken, Çinliler ve Türkler bü­yük bir medeniyet kurabilmişlerdi. Dünyanın en büyük biyoloji âlimle­rinden biri olan Huxley'in dediği gibi, Almanlar henüz bir medeniyet eseri gösteremeden Yunanlıların büyük bir medeniyeti vardı ve Almanlara kültürsüz ,şimal barbarları diyorlardı. (Huxley, «Biz Avrupalılar», s. 223, 1935).<br /><br /><span style="font-size:85%;color:#666666;">Kaynak: Başoğlu, M. Ş. (1943). Psikoloji Karşısında Irkçılık. Yurt ve Dünya, 4 (25), 7-13.</span>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-58884575437686258922009-03-29T02:38:00.005+02:002009-03-29T02:51:32.579+02:00KİŞİLİK BOZUKLUKLARI KAÇA AYRILIR, BELİRTİLERİ NELERDİR?-Kişilik Bozuklukları kaç guruba ayrılır?<br /><br />Kişilik bozuklukları 3 gruba ayrılır.<br /><br /><span style="color:#990000;">1.Grup:</span> Paranoid Kişilik Bozukluğu, Şizoid Kişilik Bozukluğu, Şizotipal Kişilik Bozukluğu'ndan oluşan guruptur.<br /><br /><span style="color:#990000;">2.Grup:</span> Antisosyal Kişilik Bozukluğu, Borderline Kişilik Bozukluğu, Histeriyonik Kişilik Bozukluğu ve Narsistik Kişilik Bozukluğu''''ndan oluşan gruptur.<br /><br /><span style="color:#990000;">3.Grup:</span> Çekingen Kişilik Bozukluğu, Bağımlı Kişilik Bozukluğu ve Obsesif-Kompulsif Kişilik Bozukluğundan oluşan gruptur.<br /><br />-Kişilik bozuklukları genellikle hangi sebeplerle ilgilidir?<br /><br />Prof. Dr. Arif Verimli: Kişilik bozuklukları şu sebeplerle ilgilidir:<br /><br />*Çocuklukta oluşan ve yerleşen mizaç unsurları<br />*Merkezi sinir sistemi bozuklukları<br />*Anne ve babanın çocuk yetiştirirken sergiledikleri tutum<br />*Kültürel faktörler<br />*Fiziksel çevre<br />*Beyin hastalıkları<br />*Biyolojik Faktörler<br />*Psikoanalitik Faktörler (Bilinçaltı faktörler)<br /><br />-Paranoid Kişilik Bozukluğu nasıl bir kişilik bozukluğudur?<br /><br />Ortada tam ve geçerli bir kanıt bulunmaksızın, herhangi bir gerçekçi temel bulunmaksızın, kişinin aldatıldığından, takip edildiğinden, kullanıldığından, kendisine zarar verildiğinden veya zarar verilmek istediğinden aşırı derece kuşkulanması olarak tanımlanabilir. Çevresindekilerin samimiyetinden, bağlılığından ve güvenilirliğinden emin değildir. Sıradan olay ve durumlardan kendisine karşı bir aşağılanma, küçük düşürülme veya gözdağı verilmesi gibi anlamlar çıkarır. Sürekli kin besler. Görmezden gelinmeyi bağışlamaz. Yeterli ve gerçek bir kanıt olmaksızın eşinin/partnerinin sadakatinden sürekli şüpheler duyar. Karşısındakinin sözlerinden kendince anlamlar çıkararak hiçbir sebep yokken öfkeyle saldırıya geçebilir. Bu kişiler patolojik olarak kıskançtırlar. Güvensiz, şüpheci, tedirgin ve gergindirler. Genellikle soğuk ve ciddidirler.<br /><br />-Paranoid Kişilik Bozukluğu nasıl tedavi edilir?<br /><br />Genellikle bütün kişilik bozukluklarının tedavisinde kullanılan en temel ve birincil yöntem Psikoterapidir. Farmakoterapi (İlaç tedavisi) ikincil tedavi olarak yararlıdır.<br /><br />Paranoid hastalar başkalarına karşı çok güvensiz olduğundan sır vermekten inanılmaz çekinirler. Bu sebeple terapide güvenlerini sağlamak çok önemlidir. Grup terapisi paranoid bozuklukta uygun değildir. Bireysel görüşmeler şeklinde uygulanan profesyonel psikoterapiler başarılı sonuçlar verir. Psikoterapiye ilaç tedavisi ile destek verilerek tedavi devam ettirilir.<br /><br />-Şizoid Kişilik Bozukluğu nasıl tanımlanabilir?<br /><br />Şizoid Kişilik Bozukluğu teşhisi, yaşam boyunca sosyal çekingenlik gösteren hastalara konur. İnsan ilişkilerinde donuk, kısıtlı, içe dönük, tuhaf, kapalı, izole ve yalnızdırlar. Yakın ilişkilere girmez ve girmekten zevk almazlar. Genellikle gün boyu tek bir konuya odaklanır ve o konuya takılarak başka hiçbir etkinliğe katılmaz. Sırdaşları ve arkadaşları yoktur. Cinsel etkinlikleri ya hiç yok ya da çok azdır. Ne övülmekten ne yerilmekten etkilenmez. Duygusal tepkisizlik, soğukluk, ilgisizlik, tekdüze duygulanım, yaşamdan kopukluk hakimdir. Sessiz, uzak, güncellikten habersiz, kimseyle yarışmayan, pasif kişilerdir. Hiç evlenmeyebilirler. Kendileriyle ilgili projelerden çok, evren, din, felsefe, açlık, astronomi, zooloji... Gibi konularda tuhaf projeler üretirler.<br /><br />-Şizoid Kişilik Bozukluğu nasıl tedavi edilir?<br /><br />Prof. Dr. Arif Verimli: Şizoid Kişilik bozukluğunun temeli erken çocukluk dönemidir. Genellikle tedavisi Paranoid Kişilik Bozukluğuyla aynıdır. Ancak Şizoid Kişilik bozukluğunda Grup terapisi de kullanılabilir. Gruba alışınca grup arkadaşlarını önemser ve izolasyondan uzaklaşabilir.<br /><br />-Şizotipal Kişilik Bozukluğu nasıl bir kişilik bozukluğudur?<br /><br />Hastalar aşırı derecede tuhaf ve gerçekliğe yabancılaşmışlardır. Büyüsel inanış ve düşünceler, garip fikirler, batıl inançlara tutulma, gaipten sesler ve kişilerle görüşmeler ve mesajlar aldığına inanma, telepati ve altıncı his saplantısı, imkansız düşler kurarak bunlar üzerinde sürekli düşünme şeklinde tanımlanabilir. Kişinin duygu, düşünce ve davranışlar birbirinden bağımsızlaşarak savrulur. Düşünsel ve içsel özel güçlerinin olduğuna inanırlar. Konuşmaları net değildir ve yorum gerektirir. Yakın ilişkilere girerken rahatsızlık duyma veya zorlanma ortaya çıkar. Kişilerarası ilişkileri bozulur. Bilişsel algıları çarpıklaşır. Arkaik (ilkel) fikirler öne sürer. Derin dünya, derin evren kavramlarını irdeler.<br /><br />-Şizotipal Bozukluğun tedavisiyle ilgili bilgi verebilir misiniz?<br /><br />Psikoterapide Psikiyatrist hastanın akıldışı ve sıra dışı inanışlarını, büyü ve benzeri saplantılarını, batıl inançlarını gülünç bulmamalı ve yargılayıcı olmamalıdır. Ancak bu şekilde hasta kazanılabilir. Zaman içerisinde terapiye uyumlandırılan hasta gerçeklerle tanışır. Edindiği inanışları terk eder. İlaç tedavide etkin ve yardımcıdır.<br /><br />-Paranoid, Şizoid ve Şizotipal Kişilik Bozukluklarının toplumlarda görülme oranı nedir? Kadın ve erkeklerde görülme oranı farklı mıdır?<br /><br />Paranoid Kişilik Bozukluğunun toplumlarda görülme oranı % 2'dir. Paranoid Bozukluk erkeklerde kadınlarda oranla daha fazla görülmektedir. Ailevi temelleri bulunmaktadır. Yapılan bir araştırma azınlıklar ve göçmenler üzerinde daha yaygın olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Şizoid Kişilik Bozukluğunun yaygınlığı tam olarak bilinmemekle birlikte genel popülasyonun % 7'sini etkilediği söylenebilir. Erkeklerde 2 kat oranla daha fazladır. Şizotipal Kişilik Bozukluğu görülme oranı % 3'tür. Kadın ve erkek arasındaki oransal fark bilinmemektedir.<br /><br />-Antisosyal Kişilik Bozukluğunun ayırıcı tanı ölçütleri nelerdir? Antisosyal Kişilik Bozukluğu nasıl tarif edilebilir?<br /><br />Antisosyal Kişilik Bozukluğu, halk arasında "psikopat" diye tarif edilen kişilerin gösterdikleri davranış bozukluklarıyla tanımlanabilen bir kişilik bozukluğudur. Bir bireyin 15 yaşından itibaren sürdürdüğü, başkalarının haklarını yok sayma ve başkalarının haklarına saldırma şeklinde gelişen kişilik bozukluğudur. Suça ve tutuklanmaya yönelik davranışları devam ettirme, yasalara ve toplum kurallarına başkaldırı, zevk için veya kendi çıkarı için huzur bozma, saldırganlık, sorumsuzluk, vicdan duygusunun yokluğu, yetersizliği, başkalarına zarar vererek zevk aldığında dahi kendini haklı çıkaracak bir model oluşturma şeklinde gelişen bir bozukluktur. Bu kişiler gergin, huzursuz, öfkeli, umursamaz, acımasız, bencil ve sadistiktik. Başkalarına zarar verdikleri gibi kendi bedenlerine de kesici ve delici aletlerle izler bırakırlar. Alkol ve madde kullanımı bu grupta yüksektir.<br /><br />-Borderline Kişilik Bozukluğu için tanı ölçütleri nelerdir?<br /><br />Benlik algısı ve duygulanımda tutarsızlık, belirgin dürtüsellik, otomatik ve ölçüsüz çabalar gösterme, bir şeyi ve ya kişiyi gözünde aşırı büyütme ve göklere çıkarma ve yerin dibine batırma tarzında gidip gelen tutarsız kişilerarası ilişkiler, para harcama, cinsellik, madde kullanımı ve çılgınca araba kullanma gibi sonu zarar veren dürtülerin en az ikisini şiddetle yapma, yineleyen intihar davranışları, çevresindekilere kendini öldürmekle ilgili gözdağı verme, boşlukta olma, öfke, hırçınlık, kavgacılık, hiddet ve kimi zaman paranoid düşünceler taşıyan kişiler için borderline diyebiliriz.<br /><br />-Antisosyal Kişilik Bozukluğu ve Borderline Kişilik Bozukluğu arasındaki fark nedir?<br /><br />Borderline en basit anlatımla kadının antisosyalidir. Çünkü kadınlarda erkeklerden 3 kat daha fazla görülür. Bu iki kişilik bozukluğu birbirlerine çok benzer ayırt etmek zordur. Antisosyal Kişilik Bozukluğu ise erkeklerde 3 kat daha fazla görülür.<br /><br />-Narsistik Kişilik Bozukluğu nasıl bir kişilik bozukluğudur?<br /><br />Hasta kendisinin çok önemli olduğu duygusunu taşımaktadır. Başarılarını ve özelliklerini anlatır, üstünlük duygusu, grandiyözite, empati kuramama, kendini diğer insanlardan daha üstün ve özel görme, başarı, zeka, akıl, üstünlük gibi konulara kafa yorma, kendini çok sevme, kendine göre, kendi için ve kendi yararına düşünen, kıskanç, kendi çıkarları için başkalarını kullanan, aşırı bencil ve benmerkezci, özel ve eşi benzeri bulunmaz birisi olduğunu savunan, beğenilmek için her şeyi sergileyen, üstün kişi ve kurumlarla ilişkiler kurmayı hak ettiğini savunan kişilerdir. Sevgi, saygı, empati, anlayış ve duygusallık hayatlarında pek yer kaplamaz. Bu bozukluğun yapısı kronik olup tedavisi son derece zordur. Psikiyatristin telkinlerine yatkın değillerdir. Çünkü bir başkasının doğrusunu kabul etmeyi güçsüzlük sayarlar. Tedavisi oldukça güçtür. Bu kişiler aslında yapılarından pek de mutsuz değillerdir. Ancak çevresindekiler için son derece zor bir yapıları vardır.<br /><br />-Obsesif-Kompulsif Kişilik Bozukluğunun tanı kriterleri nelerdir?<br /><br />Hastalar, yapılan iş ve ya etkinliğin geneline ve asıl amacına değil ayrıntılarına takılırlar. Aşırı derecede katı, sabit, kuralcı, değişmez, düzenli ve rahatsız edecek derecede titizdirler. Kurallar, listeler, sıralamalar, ayrıntılar hayatlarını yönlendirir. Cimri, mükemmeliyetçi, katı ölçü ve sınırlarda yaşayan, belli hareketleri belli zamanlarda ve belli şekilde asla şaşmaksızın yapar, yapmadıkları zaman rahatsız olur ve ya bu durumu uğursuz bulurlar. Eski ve değersiz şeyleri dahi atmazlar. Resmidirler ve mizah duyarlılıkları yoktur. Onlara göre hayat ya siyah ya beyazdır. Tekrarcıdırlar, kurallarının bozulmasında toleransları yoktur. Eleştiricidirler. Titizlikleri günde 35 - 40 kere el yıkamaya gidecek kadar rahatsız edicidir.<br /><br />-Obsesif-Kompulsif Kişilik Bozukluğu nasıl bir tedaviyle düzeltilebilir?<br /><br />Hastalık kişiyi ve yakınlarını mutsuz edecek, yaşamı zorlaştıracak ve keyifsizleştirecek hale geldiğinde hasta tedavi almayı genellikle kendisi talep eder ve psikoterapi süreci içerisinde de son derece uyumludur. Anksiyete ve paniği yüksek hastalarda ilaç tedavisi destekleyicidir.<br /><br />-Çekingen Kişilik Bozukluğu nasıl tarif edilebilir?<br /><br />Hastalar eleştirilmekten, beğenilmemekten yoğun bir korku duyduğu için kişilerarası ilişkilerden kaçınırlar. Kendisini yetersiz bulan, tercih edilmeyen, çekiciliği olmayan, herhangi bir özelliği olmayan, yeteneksiz, beceriksiz olarak tanımlarlar. Yeni birisiyle tanıştıklarında hemen ketlenirler. Mahçup düşme korkuları çok yoğundur. Yalnız kalmayı tercih eder ve sevildiğinden emin olmadıkça asla kişiler arası ilişkilere yanaşmazlar.<br /><br />-Bütün bu kişilik bozukluklarına eklenebilecek başka türlü kişilik bozuklukları da var mıdır?<br /><br />Elbette. Kişilik Bozuklukları son derece geniş ve son derece önemli bir konudur. Kişilik Bozuklukları kavramı psikiyatrinin en önemli araştırma alanlarından biridir. Bilim ve araştırmalar ilerledikçe yeni tanımlanan kişilik bozuklukları alanımıza katılmaktadır. Benim şu ana kadar anlattığım kişilik bozukluklarına eklemek istediğim bir iki tane kişilik bozuklukları var. Bunları da kısaca şöyle anlatabiliriz:<br /><br /><em><span style="color:#990000;">Bağımlı Kişilik Bozukluğu;</span></em> Bu kişiler başkalarından destek ve öğüt almadan karar veremez, adım atamaz ve iş yapamazlar. Kendilerini yetersiz, ayakları üzerinde duramayacak, kendi bakımlarını sağlayamayacak kadar yetersiz hisseder ve başkalarının bakım ve desteğini alabilmek için her türlü şeyi yapabilecek kadar ileriye gidebilirler.<br /><br /><em><span style="color:#990000;">Pasif-Agresif Kişilik Bozukluğu;</span></em> Bu kişiler rutin sosyal ve mesleki işlerini yürütürken pasif bir direnç gösterir ve işleri bilerek ağırdan alırlar. Çünkü onlara göre, eğer başkaları önlerini kapamasaydı daha başarılı olurlardı. Her zaman takdir edilmemekten ve yanlış anlaşılmaktan yakınırlar. Kişisel şanssızlıklarını abartılı biçimde dile getirirler, mutsuz, huysuz, gücenmiş ve tartışmacıdır. Otoriteyi küçük görür ve otoritenin kendisine yaptığı eleştirileri mantıksız bulur.<br /><br /><span style="color:#990000;"><em>Sadomazoistik Kişilik Bozukluğu;</em></span> Bu kişilerde sadizm(başkalarına acı vermekten zevk alma) ve mazoizm(kendisine acı vermekten zevk alma) aynı anda görülür. Kendilerine ve başkalarına ve başka canlılara zarar vermekten, işkence yapmaktan acı vermekten inanılmaz zevk alır ve cinsel doyuma ulaşırlar. Karmaşık, kompleks, son derece zor tedavi edilebilen vicdan duygusunun yok olduğu, insanlık ve doğruluğun ve insan haklarının muhakeme edilmediği bir kişilik bozukluğudur. Başkalarıyla alay etmekten ve küçük düşürmekten de zevk aldıkları gibi kendileriyle de sert, kaba, küçük düşürürcesine konuşulması hoşlarına gider.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-39693633254824246732009-02-17T22:27:00.003+02:002009-02-17T22:34:00.804+02:00Sanat TerapisiSanat terapisi veya yaratıcı sanat terapisi, kişilerin yaratıcılıkla ve sanatla kendilerini ifade etmelerini teşvik ederek, duygularını anlamalarını sağlar.<br /><br />Sanat terapisi, iki aşamadan oluşmaktadır; sanatın yaratılması ve yaratının anlamının keşif edilmesi. Temelleri, Freud ve Jung’un bilindışı kavramlarına dayanan sanat terapisi, görsel sembollerin ve imajların en kolay ulaşılabilir ve en doğal iletişim yolu olduğu düşüncesine dayanır. Katılımcılardan, sözel olarak ifade edemedikleri duyguları önce gözlerinin önüne getirmeleri ve daha sonra bunu yaratmaları istenir. Oluşan eser gözden geçirilir ve anlamı danışan tarafından yorumlanır.<br /><br />Sanat terapisi, bireysel, grup veya aile terapisiyle birlikte yürütülür. Sanat terapisinin önemli bir noktası terapistin değil, danışanın/yaratıcının eserle ilgili yorumu yönlendirmesidir.<br /><br />Sanat terapisi, dil kullanımı sınırlı olan çocuklar ve duyguları hakkında konuşmaktan kaçınan ergenler ve yetişkinler için faydalı olabilir.<br /><br />Sanat terapisi, organik kökenli hastalıklarda da kullanılabilir. Bedensel ve zihinsel sağlık arasındaki ilişki bilinmektedir ve sanat terapisi iyileşmeye, stresi azaltarak ve danışanın baş etme becerileri geliştirmesine destek olarak yardımcı olur.<br /><br />Sanat terapisinde geleneksel olarak görsel araçlar, resimler, heykeller ve çizimler kullanılmıştır. Ancak; bazı uygulayıcılar sanat terapisinde müzik, film, dans, yazı vb. artistik yöntemler kullanmaktadır.<br /><br /><span style="color:#993399;">Yararları</span><br /><br /><em><span style="color:#663366;">· Kendini Keşif Etmek:</span></em> Sanat terapisi başarılı olduğunda duygusal bir boşalımı tetikler.<br /><br /><em><span style="color:#663366;">· Kişisel Tatmin:</span></em> Ulaşılabilir, somut bir ödülün yaratılması kendine güven duygularını pekiştirebilir.<br /><br /><em><span style="color:#663366;">· Güçlendirme:</span></em> Sanat terapisi, kişilerin alışılmış yöntemlerle ifade edemedikleri duygularını, korkularını görsel olarak ifade etmelerini sağlayarak, kişilere bu duygular üzerinde kontrolleri olduğu hissini verebilir.<br /><br /><em><span style="color:#663366;">· Rahatlama:</span></em> Kronik stresin vücuda ve zihne olumsuz etkileri vardır. Sanat terapisi, diğer rahatlama teknikleri ile beraber veya yalnız kullanıldığında stresi azaltabilir.<br /><br /><em><span style="color:#663366;">· Semptomların Rahatlaması ve Fiziksel Rehabilitasyon:</span></em> Sanat terapisi kişilerin ağrı ile baş etmelerine de yardımcı olabilir. Fiziksel rahatlama, kişiler öfke, gücenme veya diğer stres yaratan duygularla ilgili çalıştıktan sonra ortaya çıkar. Kronik hastalarla, sanat terapisi ile beraber ağrı kontrol terapisinin kullanılması önerilir.<br /><br /><span style="color:#993399;">Hazırlıklar<br /></span><br />Sanat terapisine başlamadan önce, terapist, danışanla bir tanışma seansı düzenleyebilir ve bu seansta sanat terapisinin tekniklerini danışana anlatabilir ve danışanın soruları varsa, sormasına imkan tanır.<br /><br />Terapide kullanılan materyaller sadece danışanın hayal gücü ile sınırlandırılabilir. Sıklıkla kullanılan bazı malzemeler: kağıt, boyalar, mürekkep, çeşitli kalemler, kumaşlar, ipler, yapıştırıcılar, tahta, tel, bükülebilen malzemeler ve doğal malzemelerdir. (deniz kabukları vb.)<br /><br />Çalışmanın yapılabileceği bir alan ayarlanmalıdır. Bu alanın, masalar olan aydınlık, sessiz ve rahat bir mekan olmasına dikkat edilir.<br /><br />Danışanın, malzemelere ve mekana alışabilmesi için zamana ihtiyacı olabilir. Terapist yaratım sürecini etkilemekten kaçınmalıdır.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-45468994306432425892009-01-27T22:07:00.005+02:002018-05-08T18:03:18.372+03:00Çizgi Roman Dünyasında Savunma Mekanizmaları<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCyAOkY5AA6-O2_AUkZQXu92xGiowaix3BiPzxb-nHK9wixx3tcguzjsaPNcq_PlDEYjBeQGWMB1iUPNZtR2P8__qN3ZUp86L0EEydZhRAmlqV__4kRTLPWN5Evf4mGffx6Oop3SW877c/s1600-h/1235209256_7c90c1ea16_o.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5296068862965475954" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCyAOkY5AA6-O2_AUkZQXu92xGiowaix3BiPzxb-nHK9wixx3tcguzjsaPNcq_PlDEYjBeQGWMB1iUPNZtR2P8__qN3ZUp86L0EEydZhRAmlqV__4kRTLPWN5Evf4mGffx6Oop3SW877c/s320/1235209256_7c90c1ea16_o.jpg" style="cursor: hand; display: block; height: 320px; margin: 0px auto 10px; text-align: center; width: 210px;" /></a> Psikoloji, insan davranışlarının her alanına nüfus eder, ama sıradan ve günlük eylemler söz konusu olduğunda göz ardı edilir. Edebiyat dünyasında bir türlü üvey evlat muamelesi görmekten kurtulamamış zavallı çizgi romanlar, genellikle çocukça bir eğlence olarak görüldüğü için dışlanır. Halbuki günümüzde çizgi roman dünyası, milyarlarca dolarlık bir endüstridir. Attığı sağlam adımların sonucunda tüm dünyada, sadece çocuklar ve gençler tarafından değil, ciddi, ağırbaşlı yetişkinler tarafından da okunur hale gelmiştir.<br />
<br />
Manga’nın milyonlarca alıcısıyla büyük ve karlı bir iş kolu olduğu Japonya’da, her gün neredeyse yarım milyon çizgi roman dergisi satılmaktadır. Bunların çok büyük bir yüzdesi, özel ya da halka açık yerlerde, özel kütüphanelerde, ve sadece Tokyo’ da sayıları 300’ ü aşan Manga Café’ lerde yetişkinlere satılmaktadır. Avrupa’daki çizgi roman talebini de göz ardı etmemek gerekir. Özellikle Fransa ve İtalya’da çocukları, gençleri ve yetişkinleri besleyen, kayda değer bir çizgi roman endüstrisi mevcuttur. Çizgi romanların ikinci dünya savaşı sonrasındaki on yılda daha çok gençlere pazarlandığı Amerika’da son on yılda, özellikle çizgi roman isimleri ve okur sayısında genç-yetişkinlerin hedeflendiği pazarda patlama meydana geldi. Bir çok yetişkin, “Batman”, “Örümcek Adam” ve “X-Men” gibi, Hollywood filmlerince diriltilen nostalji rüzgarlarında, popüler çizgi romanların girdabına kapıldı. Bu gerçekler dikkate alındığında, çizgi roman psikolojisini incelemekten kaçınmak, önemli ve yayılımcı bir insan görüngüsünü dikkate almamak olur.<br />
<br />
Çizgi romanların, psikolojik yönleri dahil, incelendiği bir çok çalışma olmasına rağmen, bu konuda gerçek anlamda psikolojik bir araştırmaya rastlanmamaktadır. 1950`lerin bilimsel araştırmalarından daha az olduğunu çürüten, çizgi romanların popülerliğini, süper kahraman kültünü ve ırksal yaklaşımları araştıran, sayısız makale vardır. Ayrıca, okur yazarlığın gelişiminde çizgi romanların etkisini araştıran eğitime yönelik çalışmalar ve sosyolojik incelemeler de mevcuttur- Japonya’daki “Ladies Comics-Bayanların Çizgi Romanları” adlı araştırmada, romantik fantezileri ve baştan çıkarmaları inceleyen Arkansan Üniversitesindeki Kinko Ito`nun çalışmaları gibi.<br />
<br />
Bunların yanı sıra, Manga ve çizgi romanlarla ilgili Japon toplumunu biçimlendiren çeşitli çalışmalar da bulunmaktadır. Bu çalışmalarda psikolojik olarak çok ilginç bilgilere rastlanmasına karşın, bunların hiçbiri psikolojik birer çalışma değildir. Çizgi romanlara ilişkin psikolojik çalışmaların çoğu İtalya`dan çıkmaktadır. Imbasciati ve C. Castelli’nin “Psychology of Comics-Çizgi Romanların Psikolojisi”, M. Mongai’nın “Psychoanalysis and Comics-Psikoanaliz ve Çizgi Romanlar”, ve M. Minelli’nin “Notes of Psychology of Comics-Çizgi Roman Psikolojisi Üzerine Notlar” bunlardan bazılarıdır. Ne yazık ki bunlar arasından sadece Marco Minelli`nin (1992) “İtalyan Çizgi Roman Psikolojisi” adlı çalışmasının bir kısmı İngilizceye çevrilmiştir.<br />
<br />
Minelli’nin çalışması özellikle, çizgi roman okunurken etkin hale geldiği düşünülen psikolojik savunma mekanizmaları konusuna odaklanması açısından ilgi çekicidir. Minelli en sık oluşan yedi mekanizmayı şöyle sıralar:<br />
<br />
(1) özdeşleşme<br />
(2) yansıtma<br />
(3) yer değiştirme<br />
(4) idealleştirme<br />
(5) inkar-yadsıma<br />
(6) ayırma-bölme<br />
(7) zaman-mekan uzaklığı/soyutlama.<br />
<br />
Bu yazı, çizgi roman edebiyatında rastlanılan özdeşleşme, yansıtma, yer değiştirme ve idealleştirme savunma mekanizmalarını örnekleriyle birlikte incelemeyi amaçlamıştır.<br />
<br />
Neden bir adamın uçabileceğine inanmak isteriz? Nasıl oluyor da milyonlarca insan, Peter Parker`ın canlı bir Örümcek Adama dönüşünü izlemek için sinemalara doluyor? İnsanların çizgi roman karakterlerini bu kadar benimsemelerinin ardında yatan nedir? Bunu tek kelimeyle açıklayabiliriz: Özdeşleşme. Doğu ya da Batı olsun her kültürde, insanlar hayatlarına biraz fantezi katma ihtiyacı duyarlar ve başkalarının eylemleri aracılığıyla onların yaşantısına katıldıklarını hayal ederler. Bir çok insan çizgi roman okuduklarında, bu ihtiyaçlarının giderildiğini görür. Grafik illüstrasyonlarıyla çizgi romanlar, insanın, çizenin yarattığı dünyayla yani gerçekte kendisine ait olmayan dünyayla özdeşleşmesini sağlar. Çizgi roman dünyasında olan eylemler gerçek dünyadan yeterince uzak olmasına karşın, okuyucu, karakterlerin içinde bulunduğu durumlara duygusal tepki verebilmenin bir yolunu bulur.<br />
<br />
Özdeşleşme, Coon (2001) tarafından şöyle tanımlanmıştır: “ başka bir kişinin hedeflerini ve değerlerini kendi davranışlarıyla birleştirme; birine duygusal bir bağla bağlanma ve onun gibi olmak isteme.” Bu basit tanımlamadan, biri kendini başka biriyle özdeşleştirdiğinde, bunun, davranışlarını ve seçimlerini etkilediğini öğreniyoruz. Çocuklarda ve gençlerde, belirli biriyle özdeşleşme, etkilendikleri kişiye bakarak yaptıkları hareketlerde, gerçekleştirdikleri eylemlerde görülebilir. Çizgi romanlar her zaman, gençlerin kendilerini özdeşleştirecekleri karakterlere sahiptirler. Bill Finger ve Bob Kane, gençlerin dikkatini Batman çizgi romanını okumaya yöneltmek için bir yol bulmaları gerektiğinde, “Harika Çocuk” Robin’i yarattılar.<br />
Bob Kane yıllardır yaptığı röportajlarda, kendisinin ve Bill Finger`ın Robin’i, Robin Hood karakterine benzer tasarladıklarını söylemektedir. Böylece ikili, daha genç çocukların, “Kara Şövalye” Batman`ın cazibesine kapılan abilerinden daha farklı bir düzeyde özdeşleşecekleri bir karakter yaratmış oldular.<br />
<br />
Özdeşleşme bir çok yönden, çizgi roman hayranları için çekicidir. Okuyucu, özellikle de gençler, Peter Parker gibi bir karaktere bakıp, kendilerine yoğun eleştirel bir bakış yöneltmeden, sahip oldukları eksiklikleri görebilirler. Bu onların, kendi ruhlarını kırma korkusu olmaksızın başarısızlıklarına bakmalarını sağlar, ve yetersizliklerini daha katlanabilir kılar. Wolman’ın (1989) dediği gibi, “Özdeşleşme yüksek yoğunluktaki dürtülere hakim olma çabası içinde, diğerlerini taklit etmeyi içeren bir savunma mekanizmasıdır”. “İtalyan Çizgi Roman Psikolojisi” makalesinde ( http://digilander.libero.it/romanzi/comicspsycho.htm 3/30/2003) Marco Minelli, okuyucuların, çizgi roman karakterleriyle özdeşleşme aracılığıyla, kendi gerçek yaşamlarında tatmin edemeyecekleri arzuları gerçekleştirdiklerine dikkat çekmektedir.<br />
<br />
Çizgi roman yayıncılarının öncelikli pazarı, gençler ve yirmili yaşlardaki genç-yetişkinlerdir. Bir çizgi roman dergisindeki ana kahramanla en iyi özdeşleşme becerisine sahip olan grup, bu gruptur. İnsanlar en çok Peter Parker (Örümcek Adam-Spider Man) karakteriyle özdeşleşirler. Peter’in hikayesi evrenseldir, ve gerçek sorunları olan ilk süper kahramanlardan biridir. Stan Lee ve Steve Ditko, 1960’lı yıllarda Örümcek Adam karakterini yarattıklarında, ortalarda genç bir süper kahraman yoktu. Gençler, Örümcek Adam’a kadar, yardımcı kahramanlarla idare ediyorlardı: Batman’ın Robin’i ve Green Arrow’un Speedy’si, bilinen en iyi örneklerdir.<br />
<br />
Lee ve Ditko Örümcek Adam’ı yarattıklarında, Peter’ı lisedeki garip, bilgin çocuk yaparak ve maskeli kötü adamlarla dövüşmesinin yanı sıra sosyal sorunlarıyla nasıl başa çıktığına odaklanarak, bir çok konuya kapı açtılar. Batman kişiliğindeki Bruce Wayne’in aksine Peter, ne son teknoloji aletler alacak kadar milyonerdi ne de hiç yenilmeyen, tek bir yumrukla tüm kötü adamları deviren bir Süpermen’di. Peter’ın zekası sınırlıydı, ve şehirde dolaşan delirmiş psikopatlardan çok, Gwen Stacy’nin kendisiyle çıkıp çıkmayacağı konusunda kaygılıydı. Peter Parker herkes gibi biriydi, ve işte bu, Marvel çizgi romanlarının günümüze kadar onu nasıl tasvir ettiklerini gösteriyordu.<br />
<br />
2000 yılında Marvel Çizgi Romanları, Marvel Çizgi Romanları Universe’in yeni versiyonu olan, karakterlerin yeniden yaşlandırıldığı ve tüm geçmişlerini kaybettikleri Ultimate Marvel Universe’yi yarattılar. Bu, sanatçı Mark Bagley ve Adam Kubert’in yanısıra, yazar Brian Michael Bendis ve Mark Miller’a da Marvel’in iki büyük imtiyazı olan Örümcek Adam’ı ve X-Men’i tekrar yaratma olanağı verdi. Bendis ve Begley, yeni milenyum için yeni bir Örümcek Adam yaratmayı başarmakla kalmadı, Peter Parker’ı, Lee/Ditko’nun orjinal versiyonundan kopmaksızın, genç çocukların kendilerini özdeşleştirecekleri bir karakter de yaptı.<br />
<br />
Peter Parker, ortalama bir lise öğrencisidir. Ve her hangi bir çocuk, Peter’in gündelik sorunlarına benzer sorunlar taşıyabilir. Peter’ın gözlük kullanması, arkadaşları tarafından bilim delisi olarak nitelendirilmesi ve basketbol takımındaki Flash Thompson ve Ox adındaki çocukların alaylarına hedef olması, gençlerin çok da yabancı olmadıkları özelliklerdir. Daha ilk sayıda, Flash’ın Peter’e burrito attığını, ve Peter’in buna tepkisiz kaldığını görüyoruz. Peter kızlar konusunda da çok utangaçtır, ve Mary Jane Watson ile yakın arkadaştır. Utangaçlığının yanında, Peter aynı zamanda sakardır, ve durumlar içerisinden kurtulmak için sürekli birilerinin yardımına ihtiyaç duyar. Bu yardımı teyzesi May, amcası Ben ve tek arkadaşı Harry Osborn’dan görür. Peter’in bir de Daily Bugle adlı gazetede, web tasarımcı olarak çalıştığı yarı zamanlı bir işi vardır. Bir çok genç çocuk otomatik olarak kendisini Peter ile özdeşleştirir. İşte tam karşılarında, kendileri gibi gerçek sorunları olan genç bir çocuk görmektedirler. Kızlarla olan ilişkilerinde zayıf, popüler çocukların alay ettiği, ve okul, iş ve arkadaşlar arasındaki dengeyi kurmaya çalışan Peter, ayrıca ailesini ya da kardeşini kaybeden çocuklarla da özdeşleşir. Peter’in tarafında kaybettiği, örümcek güçlerini kazandıktan sonra durdurmadığı hırsız tarafından vurulan amcası Ben’di. Genç çocuklar kolaylıkla hayatlarını kitabın ana mesajıyla eşleştirebilir: “büyük güç büyük sorumluluk getirir”.<br />
<br />
Bir çok sayıda, May Teyze neredeyse Peter’in sırrını öğreniyor, ve Peter Mary Jane’den kendini saklaması için yardım istiyor. Mary Jane Ultimate Spider-Man’de, Peter’in yakın sosyal çevresindeki güçlerini bilen tek kişi olarak önemli bir karakter haline geliyor. Ultimate Spider-Man’in daha önceki sayılarında Peter, Mary Jane’e sırrını açıklar, Örümcek Adam olduğunu söyler. Mary Jane bunu ilk duyduğunda inanmaz, ve Peter ona duvarlarda yürüyebildiğini göstermek zorunda kalır, iki genç küçük bir öpücük paylaşırlar. Bu, her iki cins için de kolay bir özdeşleşme anıdır, çünkü ilk öpücük çoğu kişinin tüm hayatları boyunca hatırladıkları bir andır. Peter’in Mary Jane’e güçlerinden bahsetme anı, genç bir çocuğun bir kıza hissettiği duyguları açıklamaya çalışmasına çok benzerdir. Daha yeni sayılarda, Mary Jane ve Peter’in bir süreliğine ayrılmalarıyla, okuyucular bu durumun tam aksini görürler. Hikayede M.J. bir yandan Peter’in kötü karakter Dr.Octopus ile savaşırken öldürüleceği kaygısını taşıyarak üzülürken, diğer yandan seriye yeni giren karakter Gwen Stacy’e kıskançlık duyar. Her genç erkek, kız arkadaşlarının diğer bir kızı kıskandığı böyle bir durum içinde bulunmuştur bir şekilde.<br />
<br />
Bunlar, erkek çocukların nasıl Peter Parker’la özdeşleştiklerine dair örneklerden sadece bir kaçıdır. Bunun yanısıra genç kızlar da Peter Parker ve içinde bulunduğu durumlarla kendilerini özdeşleştirirler. Brian Michael Bendis’in Peter’i, her iki cins için de bu kadar gerçekçi bir karakter olarak ortaya çıkarması gerçekten etkileyicidir. Bir sayıda, Peter’in örümcek tarafından ısırılmasından sonra Mary Jane’in ayakkabılarının üstüne kusmasından dolayı, okulundaki kız ve erkeklerin alay konusu olur. Bu tür bir utanç, aptalca sayılabilecek bir şey yapmalarından dolayı arkadaşlarına rezil olmaktan korkan genç kızlar için gerçek bir kaygıdır. Peter bazen dişil nitelik taşıyan davranışlar gösterir, ama bu onu okuyucular için kadınca davranışlara sahip biri yapmaz. İlk sayıya döndüğümüzde, Peter’in burrito tarafından tokatlanması sonucunda, Mary Jane Peter’la konuşmaya gelir ve ikisinin konuşması Ben Amca tarafından kesilir. Peter’in utangaç bakışları ve yüzünün kızarması, genç kızların genç bir erkekle konuşurken annelerinin araya girmesiyle beliren duruma benzerdir. Ayrıca ortada, Peter’in örümcek güçlerini kazandıktan sonra basketbol takımına girmesiyle farkettiği bir gerçeklik de vardır: onu kendi olduğu için sevmedikleri, sadece oyunları kazanmak için onu kullandıkları gerçeği. Hemen sonraki sayıda, önceki takım arkadaşlarının sözlü saldırısına uğrar, ve Flash Thompson adlı oyuncu Peter’in yerine geçer. Sporun içinde olan ve takımından ayrılmak zorunda kalan, ya da popüler olmayan biriyle arkadaş olmaya çalışan herhangi bir genç kız da, arkadaşlarından bu tür bir baskı hissedebilir ve kolayca Peter’a sempati duyabilir. Peter’in May teyzesiyle tartışması da bir anne ile kızın tartışmasına benzetilebilir, ve arkadaşlarıyla olan ilişkisinde, Mary Jane ve Gwen Stacy, bir genç kızın kendiyle ilişkilendirebileceği durumlarla benzerdir.<br />
<br />
Son olarak, her iki cins de, Peter’in gizli kimliği ve ev hayatıyla başa çıkmayı öğrenmesiyle özdeşleşebilir. Örümcek Adam, Peter Parker’ın güçlendirilmesiyle ortaya çıkmıştır, ve gençler bu konularla boğuşmasını anlayabilirler. Onlar da, gizli yeteneklerinin olduğunu, ancak henüz buna ulaşamadıklarını hissedebilir. Bu da onların gözünde Peter’in kahramanlıklarını daha gerçek kılar. Peter gücünü ilk kazandığında kimseye anlatmaz, ve biraz para kazanmak için profesyonel dövüşü denemeyi seçer. Böylece, bazı gençlerin yaşamayı hayal ettikleri bir düşü yaşar, ün ve servet kazanmanın yanında ailesine yardımcı olmak... Güçlerini kazanmasıyla,<br />
Peter’e olağünüstü yetenekler verilmiştir, ama en büyük mücadelelerinin çoğunu güçlerini kullanmadan çözmek zorundadır.<br />
<br />
Ultimate Universe’de, Peter hayatını mümkün olduğunca normal yaşar. Mary Jane’e Örümcek Adam olduğunu söylediğinde, bu konuyu Örümcek Adam gibi giyinip güç gösterisi yaparak çözmez. Bunun yerine, mantıklı bir biçimde neler olduğunu anlatır, “ Örümcek beni soktu.” Bu herşeyi Mary Jane’e açıklamaktadır ve Peter M.J’ni doğru söylediğine inandırmak için, sadece küçük bir parça ikna etmesi gerekmektedir. Bu durum karşısında Peter’in yeteneklerini kullanmasına gereksinim duymaması ve mutlu bir sonla olayı çözümlemesi, okuyucunun kendi sorunlarıyla ilgili daha iyi hissetmelerini sağlamış ve zor ikilemleri sihirli güçler olmadan da çözebileceklerini göstermiştir.<br />
<br />
Her iki cinsin de kendilerini Peter’la özdeşleştirmelerini sağlayan diğer büyük gerçek, Teyzesi May ile olan gizli kimlik bölümüdür. Avcı Craven ile savaşmasından sonra, Peter eve gelip kızgın teyzesiyle yüzleşmek zorunda kalır. Teyzesi Peter’in nerede olduğunu öğrenmek ister. Peter ona gerçeği söylemek istese de yapamaz, orada ayakta öylece durur, ve teyzesi Peter’la konuşmayı reddeder. Peter’in teyzesiyle yaşadığı ikilem, her genç okuyucunun başına gelebilir, erkek ya da kız, kendilerini benzer bir durum içinde bulabilir.<br />
<br />
<br />
Güçlerin karşı dengesi, gizli kimliğiyle başa çıkmak zorunda olmasıdır. Bu bir bakıma Peter için bir lanettir, çünkü güçlerini kullansa kolayca durdurabileceği şeylerin başına gelmesine izin vermek zorunda kalır. Örneğin, Flash Thompson’ın arkadaşı Ox bir keresinde Peter’in Örümcek Adam olduğu sonucuna varır; ve bunu Peter’i tekmeleyerek ve tekmeyi yemeden önce onu havaya sıçratarak kanıtlamaya karar verir. Peter, hiç hoşuna gitmese de, kendine tekme atılmasına izin verir ve ağlayarak uzaklaşır. Gençler de Peter gibi, kendi gizli yeteneklerini bir süre karanlıklarda gizlemek adına fedakarlıkta bulunmak zorunda kaldıkları durumlarla karşılaşırlar.<br />
<br />
Genç çocukların ve genç yetişkinlerin özdeşleştikleri tek karakter Örümcek Adam değildir. Dünyada gençlerin özdeşleşme mekanizmasını kullandıkları bir çok çizgi roman karakteri vardır. Marvel Çizgi Romanlarının X-Men serisinin, özdeşleşme mekanizmasına ilişkin alıcısı çoktur. X-Men’ler, Mutant güçlerini ergenlik çağında kazanırlar ve yarış, güç, büyüme çağındaki duyguların gelişimi gibi konularla başa çıkılması açısından mükemmel birer kaynaktırlar. Japonya’da erkekler ve kızlar için tasarlanmış Shonen ve Shojo çizgi roman dergileri, kadınlara ve erkeklere hitap eder. Yugi-Oh, 1996 yılında Kazuki Takahashi tarafından yaratılmıştır. Hikaye, bir Mısır yap-bozunu çözen ve bedenini eski bir firavunla birleştiren utangaç, küçük genç çocuk Yugi Moto’nun hikayesidir. Kitabın ana teması, kendine ve yüreğine inanmaktır. Hem genç erkekler hem de genç kızlar kendilerini Yugi ve hikayesiyle özdeşleştirebilir. Yugi de Peter gibi sosyal açıdan tuhaf ve çekingendir ama kart oyunlarında büyük bir yeteneği vardır, ve eski firavun ruhunun yardımıyla kendine saldıran kötülüklerden kurtulur. Peter gibi Yugi de sorumluluklarıyla mücadele eder ve kendisine yardımcı olan üç arkadaşı vardır. Yap-bozdaki ruh, test ederek ve farklı parçalar denenerek bulunması gereken gizli yeteneklerin bir sembolü gibidir.<br />
<br />
Çizgi romanla yakından ilgilenenler, Latveria’nın kendini lider ilan eden karakteri ve aynı zamanda Fantastik Dörtlü’deki Dr.Reed Richard’ın azılı düşmanı Dr.Victor Von-Doom’u bilirler. Dr.Doom’un en büyük iddiası, kendi hayatında olan her kötü olay için Reed Richards’ı sorumlu tutmasıdır. İki adam kolejdeyken tanışırlar ve bir gün Richards Victor’a formülünün çalışmasında yardımcı olur. Doom, sonunda olan patlama yüzünden, yüzünün yanmasına neden olan formülü, Reed’in bilerek karıştırdığına inanır. Bu andan itibaren Victor Von-Doom Richards’tan nefret eder, başarısızlıkları yüzünden onu suçlar ve tüm Fantastik Dörtlü serisi boyunca Reed’den intikam almanın yollarını arar. Doom, Richards’ın kendi yüksek zekasını kıskandığını ve kendini yakalamaya çalıştığına inanır. Victor Von-Doom her açıdan, bir okuyucunun kendi düşüncelerini ve başarısızlıklarını diğer insanlar üzerine nasıl yansıtabileceklerini gösterir.<br />
<br />
Yansıtma Coon (2001) tarafından şöyle tanımlanmıştır: “ birinin hislerini, başarısızlıklarını, ya da kabul edilemez dürtülerini başkalarının üstüne yüklemek”. Diğer bir deyişle, birey kendi zayıflıklarını örtmek, ya da inkar etmek için başkalarına yüklediğinde, yansıtma oluşur. En göze çarpan yansıtma, çizgi romanlar içinde olabildiği gibi, okuyucularla da olabilir. Kötü karakterler, başarısızlıkları ve zayıflıkları olduğunu hisseden okuyucular için en mantıklı yansıtmalardır. Çoğu kötü karakter, gerçekte kahramanların tam tersidir ve zaman geçtikçe okuyucu, kahramanın zayıflıklarını kendi rakiplerine yansıtmayı öğrenir. Bu yansıtma davranışının en açık örneği, Batman ve Joker arasında görünür. Batman’in sivil kimliği Bruce Wayne, aylık sayılarda, farkındalığını dengelemeye çalışır. Wayne, sağ kalanların suçluluk duygusuna sahiptir ve bu duygu zaman zaman kişiliğini böler, kendisi ve öteki benliği arasında keskin bir zıtlık oluşturur. Buna rağmen, Batman hayranları, zayıflığını bir kenara iterek, onun ne kadar akıllı ve harika biri olduğundan bahseder: gerçekte, dikkati, kendi suçlu sicilinden ve dostlarına karşı sabırsızlığından uzağa çekmek için düşmanları üzerinde şiddet ve diğer araçları kullanır. 2001 yılındaki Batman Çizgi Romanında yazar Jeph Loeb, Batman’a dostlarından Dick Grayson (Nightwing)’in, Batman ile Joker arasında yaşanan savaşla ilgili söylediğini hatırlatır, “Ben (Batman) nasıl Gotham City’de yaşamak için gerekli olan düzeni temsil ediyorsam, Joker’de düeni bozan kaosu temsil ediyor”<br />
<br />
Dr.Doom ve Joker, bir kahramanın zayıflığını kendinden uzağa yansıtmak için kullanılan iki kötü karakterdir. Yansıtma durumları arasındaki en ilginç ikisi DC’nin Lex Luthor’u ve Superman, ve Marvel Çizgi Romanlarının Norman Osborn’u ve Örümcek Adamdır. Lex Luthor, yılardır Superman’in rakibi olan çok akıllı, kendi kendine yetebilen bir iş adamıdır. Superman bir çok çizgi roman hayranınca “İzci” olarak bilinir. Superman, DC Comic Universe içindeki en ahlaklı karakterdir; gururlu ve iyidir. DC Universe’inde özel yetenekleri sayesinde çok güçlü olan süper kahraman Superman’in hiçbir psikolojik zayıflığı ve başarısılığı yok gibidir. Öteki benlik Clark Kent genelde Superman’in insan yönünü göstermek için kullanılır, ve bazı başarısılıkları vardır, ama bunlar hiçbir zaman ahlak dışı ya da yanlış olarak gösterilmez. İşte tam burada Lex Luthor sahneye çıkar. Luthor da, Joker ile Batman’da olduğu gibi, Superman’in tam zıttıdır, açgözlüdür ve sadece kendine fayda sağlayacak durumlarda ahlaklı davranır. 2000 yılında DC, mega-serisi olan Batman: No Man’s Land’i, Lex Luthor’un Başkanlık adaylığının piyasaya çıkarılmasındaki dönüm noktası olarak kullandı. Bunu izleyen Superman çizgi romanlarında, Luthor dürüst bir poltikacı kimliği takındı ve Superman kendini ikilemin ortasında buldu. Luthor Amerika’yı daha iyi hale getirmeye çalışır gözükürken asıl amacı kendi yetkilerini artırmak kendine güç sağlamaktı. Daha sonra Worlds at War destanının yaratılmasına yardımcı oldu ve bu halkın onunla ilgili düşüncelerini destekledi.<br />
“Çelik Adam”ın aksine, Lex süper güçleri olmayan sıradan normal biriydi, buna rağmen okuyucular, DC’nin diğer kötü karakterleri üzerinde işe yaramayacak, istenmeyen kişilik özelliklerini onun üzerine yansıttılar.<br />
<br />
Yer değiştirme, bireyin davranışını bir uçtan diğerine değiştirdiği savunma mekanizmasıdır. Örneğin, normalde otoriteye saygı duyan biri, sinirlenmesine ve tahrik olmasına neden olan bir olayın sonucunda, otoriteye saygı duymayan bir davranışla yer değiştirebilir. Mesela, genelde polisi destekleyen biri, radara yakalanıp ceza yediğinde, kısa bir süre için polislere karşı daha az saygılı bir tutum içine girebilir. Minelli’ye göre,( http://digilander.libero.it/romanzi/comicspsycho.htm, 3/20/2003) genelde şiddete meyilli olmayan kişiler, konu vatansever idealler ya da fark edilen haksızlıklar olduğunda, şiddet içeren davranışlarla yer değiştirebilirler. En azından, ülkelerini ya da ideallerini savunmak, ya da fark edilen bir haksızlığın ya da yanlışlığın intikamını almak adına barbarca davranışları haklı çıkartacak duygular barındırabilirler.<br />
<br />
Bu en çok çizgi romanlarda, savaşla ve kötü güçlerle mücadelede yaygındır. Frank Castle, kanuni yetkisi olmayan bir düzen sağlayıcıdır. Bir zamanlar FBI Ajanıyken, ailesi bir grup gangster tarafından öldürülür. Katliam gerçekleştiğinde, Frank adanmış hükümet ajanlığından, yasalara karşı artık hiç bir bağlılık hissetmeyen bir adamla yer değiştirir.<br />
<br />
Cezalandırıcı (Punisher) Frank, hem yargılayan, hem karar veren hem de bu kararı uygulayan olmasını haklı görür. Haksızlık karşısında öfkeye kapılan okuyucular, Cezalandırıcı’nın daha yüksek bir adalete hizmet etmek için yasaları çiğnemesini okuyarak bir şekilde tatmin duygusu hissederler.<br />
<br />
Bu yazıda son olarak ele alınacak savunma mekanizması; idealleştirmedir. İdeal, duygusal yönden renklilik bağlamında, peşinden gidilecek bir amacı temsil eden bir kişilik, karakter türü, ya da davranış zinciri düşücesidir. İdealleştirme, birinin idealleri ya da arzularına dayanarak, bir nesne ya da bireyin ifadesidir (Wolman, 1989). Arkansan Üniversitesinde görevli Kinko Ito, bir çok Japon’un, Kafkasya’lıların yüz ve vücut özelliklerini kendilerininkinden daha hoş bulduğunu ve bunun çizgi romanlarında yansıtıldığından bahseder (Ito,2000).<br />
Buna “Japon gainji (kanji, yabancı, dış insan) kompleksi” denir. “ Yabancılara, özellikle Kafkasyalılara ve sahip oldukları fiziksel özelliklere karşı duyulan psikolojik, ırksal aşağılık kompleksi” (Ito, 2000)<br />
<br />
Bu kompleks bir çok Mangada belirgindir: Yugi-oh, Love Hina, Sailor Moon, Astro Boy, Pokemon, Cute Honey, Lupin the III ve daha bir çokları. Amerikan çizgi roman sahnesinde, Superman en açık idealleştirme örneklerinden biridir. Bırakın süper güçlerini, ahlaki ve dürüst insan olarak mükemmel bir örnektir. Superman’in ardından sondan bir önceki vatansever Kaptan Amerika gelir. Steve Rogers gerçek bir Amerikalının nasıl olması gerektiğini biçimlendirir ve bunu büyük bir merhamet ve alçakgönüllülükle yapar. Bayanlar tarafında, süper dişi kahraman Wonder Woman (süperkadın) vardır. Bir tanrıça olarak kabul edilir ve kilden yapılmıştır. Mark Waid’in JLA’da belirttiği gibi, Woder Woman gerçeğin ruhudur.<br />
<br />
Çizgi roman dünyasında, çizgi romanla okuyucu arasında gidip gelen daha bir çok savunma mekanizması vardır. Ne yazık ki bu tür araştırmaların İngilizce kaynakları bulunmamaktadır. Çizgi roman okumak, milyarlarca insanın hayatının bir parçasıdır. Eğlenmek için kullanabilecekleri ya da okuyabilecekleri bir çok araç olmasına rağmen, çizgi roman okumayı tercih ederler. Bu da, halkın bu tür eğlence aracına olan gereksiniminin ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Bu kadar okuyucusu olan çizgi romanlar, üzerinde daha derin çalışmalar yapılması gereken önemli bir dünya fenomenidir.<br />
<br />
Kaynak: <a data-saferedirecturl="https://www.google.com/url?hl=tr&q=http://www.arkabahcem.me/2018/04/cizgi-roman-dunyasnda-savunma.html&source=gmail&ust=1525877972430000&usg=AFQjCNHL-NusfzKqGC5DiSlX6lw6r3CjhQ" href="http://www.arkabahcem.me/2018/04/cizgi-roman-dunyasnda-savunma.html" style="background-color: white; color: #1155cc; font-family: arial, sans-serif; font-size: 12.8px;" target="_blank">http://www.arkabahcem.me/2018/<wbr></wbr>04/cizgi-roman-dunyasnda-<wbr></wbr>savunma.html</a>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-68544902523682589512008-12-29T00:57:00.004+02:002008-12-29T01:07:00.889+02:00Psikoloji ve Din<div align="center"><br /><span style="font-size:130%;color:#003300;"><strong>Psikoloji ve din</strong></span><br /><br /></div><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5284979641480527058" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 300px; CURSOR: hand; HEIGHT: 225px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8jeLSWWlVxe_vhU5_5jlsPEH2svH8ylV5zETd52iJFsisVxGnzdJiSNnqs8smJs7DfoYtf-tXDqPJco_I3UIhnJETapSOQ3Hxf7em7u5vH9VRtAKlCyWdiQxo2JALyyodU3HJQ1PTYUs/s320/00184704.jpg" border="0" /> <p align="justify"><br />Yunanca'da psykhe, ruh; logos da bilgi demektir. Bunların ikisi bir araya gelince ruh bilgisi oluyor.Bilindiği gibi Roma İmparatorluğu dördüncü asırda ikiye bölünerek, Doğu Roma, Batı Roma diye ikiye ayrıldı. Doğu Roma'ya daha sonra Bizans İmparatorluğu dendi, bu da Osmanlı Devleti tarafından ortadan kaldırıldı.<br />On yedinci asırda başlıyan Avrupa medeniyeti, Roma ve Atina'ya istinat eder. Yunanlılar felsefe yönünden zengin gösterilmiştir. Halbuki Orta Asya, Çin, Hint, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, İran uygarlıkları Avrupa'dan çok ilerde idi. Sanayi devrimini başaran Avrupa, ezdiği insanlara kendini büyük gösterdi. Böylece Asya unutuldu, Avrupa gündeme geldi.<br /><br />Bunun için İsra Suresi'nin 85'inci ayeti üzerinde yeterli çalışma yapılmadı, geçim derdine düşen insanlar, kendi ruhunu incelemeye fırsat bulamadı. Neticede Yunanca olan psikolojiyi Müslümanlar yıllar yılı okudu, öğrendi, sınıf geçti. Tahsilsiz Müslümanlar da, Atina ve Roma medeniyetini ezberliyen insanlardan, İslâmiyet adına birşeyler bekleyip, durdular.<br /><br />"Kendini bilen Rab'bini bilir" gerçeği karşısında Müslümanlar psikolojiden, sosyolojiden, anatomiden ne kadar haberdar olabildi? Bu bilim dallarını Allah adına okuyamıyan Müslümanlar materyalizmi (tabiatçılığı, doğacılığı) ne kadar önleyebildi?<br /><br />Allah'ın yarattıklarını, Allah adına incelemeyip (Allah adına okumayıp da) neyin adına okuyacağız? Alak Suresi'nin ikinci ayetinde neden çocuğun teşekkülünden (embriyon safhalarından) bahsediliyor?<br /><br />Dedik ya geçim derdine düşen Müslümanlar, materyalistlere teslim olunca, kendi ruhunu inkar eden psikoloji öğretmenlerinin elinde kaldılar. Bunlar, psikolojinin Yunanca'daki mânâsını da bir yana bırakıp "insan ve hayvan davranışlarının bilimi"(1) olarak tarif ettiler. Böylece insanı biyolojik varlık olarak ele alıp, insanın, insanlık yönünü görmemezlikten geldiler. İnsanlıktan çıkan insanlar da terörist, anarşist, ayyaş, kumarbaz, şu, bu oldular. İnsan olamazlardı, çünkü onlara insanlığı öğreten yoktu.<br /><br />Materyalizmden ve spiretualizmden uzak kalıp, bilimlere bilim adına bakan ecnebi ilim adamları, psikolojiyi, "Ruhun yaptığı işleri inceleyen bilim dalı" diye tarif ettiler.<br /><br />Ruhun varlığı kabul edilirse bunda iki cihet meydana çıkar. Biri insana, öbürü Yaratan'a bakar.<br /><br />İnsana bakan cihet: Gerek organik kimyaya ve gerekse biyolojiye göre, insanın yapısı toprağa eşittir. Topraktan yaratılan organlarımız ruh sayesinde hayvandan farklı oluyor. Mesela dana beyniyle insan beyni yapı ve şekil bakımından birbirine çok benzer. Fakat dana beyni ilimle, teknolojiyle, tahsille meşgul olamaz. İnsandaki sınırsız kabiliyetler de ruhla izah edilir.<br /><br />Yaratan'a bakan cihete gelince: Tıb dünyasında canlı organizmanın yapılmadığı, yapılamıyacağı bir gerçek. Öyle ise canlı organizmayı yaratan var. Müslümanlar ilimde geri kalınca, ilimde ilerliyenler, Allah isminin yerine tabiatı, doğayı oturttular. Yani, Yaratan'ı inkar edemediler, Mevla diyecek yerde Leyla deyip, ilmin yönünü saptırdılar.<br /><br />Fizik, kimya ve astronomiye göre herşey hareketlidir. Hareket, hayata delildir. Cansız dediğimiz cisimler atomlardan yaratıldığı için, onlarda da elektron hareketi vardır. Öyle ise taş ve demir gibi cisimler cansızdır. Fakat hayatsız değil, bunlardaki elektron hareketine kimya deliliyle enerji denir.<br /><br />Allah'ın Hayat sıfatı, cansızlarda enerji, diğerlerinde can olarak tecelli eder ve kainat, bir makine gibi çalışır. İnsandaki ruh ise, mevcut medeniyetin mimarı!<br /><br />Eğer bu ruh insanda olmasaydı, ilim ve teknoloji de olmazdı.<br /><br />İnsanı yaratan Allah, İslâmiyeti göndermiştir. İnsanın yapısı ne kadar mükemmelse, İslâmiyet de o kadar mükemmeldir ve İslâm'a uyan Müslüman da mükemmel olur.<br /><br />İslâm'a uymayan veya uyamıyan insanlar, çok şeyleri idare etti. Amma kendini idare edemeyip, en yüksek makamda, en geniş imkanlar içinde berbat bir hayat yaşadı. Böylece psikoloji de gayesinden uzaklaşmış oldu veya faydalı olamadı.<br /><br />––––––––––––––<br /><br />1. Psikoloji, Selman Erdem, 1969 Ankara, Sh. 6</p>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-44081310025579801062008-12-29T00:02:00.004+02:002008-12-29T01:03:44.033+02:00BORDERLINE - Sınır Durum Vakaları<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_5bJ7YCVgevkGQ3Mnq4mG4u0vx0PKYueK3JRVobrtcX6yTZJdbJq_FuGECGVqrxioweTQdYEEYT_-rxZLTm1SuZTOaYQ05IXI8vQpeNwpHqflfV1_313aAyL4w7EXDrdP8HFg6bhqAWE/s1600-h/borderline.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5284965934504144178" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 250px; CURSOR: hand; HEIGHT: 320px" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_5bJ7YCVgevkGQ3Mnq4mG4u0vx0PKYueK3JRVobrtcX6yTZJdbJq_FuGECGVqrxioweTQdYEEYT_-rxZLTm1SuZTOaYQ05IXI8vQpeNwpHqflfV1_313aAyL4w7EXDrdP8HFg6bhqAWE/s320/borderline.jpg" border="0" /></a><br /><span style="color:#660000;">YOKLUĞUN SINIRINDAKİ HAYATLAR</span><br /><br />Modern dönemlerin birçok olumsuz tezahürü onlarda mevcut; derin bir boşluk duygusu, değersizlik hissi, anlamsız bir acısı, istikrarsızlık… Borderline, yani sınır durum vakaları böylesi duyguları tüm şiddetiyle yaşıyor. Onların sayısı aramızda her geçen gün artıyor.<br /><br />‘Havada uçuşan renkler düşün, hepsi benim ama bir bütünlük yok. Her zaman karşıdakine göre şekillenen biriyim.” “Sürekli bana heyecan veren şeyler arıyorum. İstikrar benim için çok sıkıcı, ruhum daralıyor.” “Nefret ve sevgiyi âdeta bir arada yaşıyorum.” “Bir anda geliyor, beynime kan gibi sıçrıyor. O an her şeyi yapabilirim.” “Kendimi bir hiç gibi, pislik gibi hissettiğimde bunu yıkmam lazım. Öyle anlarda siyahlaşıyorum. Ben karardıkça dünya da kararıyor. Bana canım diyen sanki canın çıksın diyor.” “Terk edilme korkusu bütün ruhuma, varlığıma hâkim oluyor.” “İçimde ciddi bir boşluk duygusu var, herkes tek ama ben yarımım resmen.”<br /><br />Bu cümleler ‘borderline’ yani sınır durum vakalarına ait. Onlardan herhangi biriyle karşılaştığınızda bu ifadelerin benzerlerini duymanız muhtemel. Türkiye’de de sayıları hızla artıyor. Toplumsal geçiş süreçleri, modern ile geleneksel hayatlar arasında sıkışmışlık, genetik faktörler, çevresel etkiler gibi pek çok sebebi var bu patolojinin; fakat en çok da yetiştirilme şeklinden kaynaklanıyor. Genelde annenin çocuğuna yeterince ilgi göstermemesi ve tam manasıyla kendini verememesinin sonucu bu yarım hayatlar.<br /><br />Bir nevi modern zamanların hastalığı borderline. Kariyer telaşı, başarı hırsı, eğlence merakı anneleri fiziken, değilse zihnen evlerinden yavaş yavaş uzaklaştırdı. Birçok ev hanımı anne için bile evlat sahibi olmak çocuk bakıcılığına eş değer. Aynı çatı altındaki çocuk ile anne-baba arasında mesafeler var artık. Annesinin gözüne baktığında kendini göremeyen çocukların kaderi borderline. Acılarının sebebi gibi neticesinin de kaynağı günümüz hayat şartlarından besleniyor. Varoluşsal sorunları sonuna kadar yaşayan, boşluk hissi ile mücadele eden, değersizlik karmaşasında bocalayan, acı çeken, âdeta modern hayatın tüm olumsuz semptomlarını üzerinde taşıyan kişiler bunlar. Özetle; hayata bir türlü tutunamayanlar…<br /><br /><span style="color:#660000;">BİR YERDE DURAMIYORUM</span><br /><br />Dilek ile psikiyatrının odasında tanışıyoruz. Keyfi yerinde görünüyor… Doktoru, en ciddi borderline vakalardan birinin karşımda olduğunu söylüyor. 26 yaşındaki Dilek, 7 yıldır terapi görüyor. “Benim bir sıkıntım yoktu, uyuşturucu kullandığım için annem beni doktora getirdi. Yoksa hayatımdan memnundum.” diyor. Sınır durumu nasıl yaşadığını sorduğumuzda, “Borderline vakaların en önemli özelliği, yapacaklarının sınırlarını bilmemek.” diye özetliyor hâlini. Dilek beş yıl içerisinde yedi defa intihar girişiminde bulunmuş, terapiye başlamadan önce esrar, kokain gibi uyuşturucular kullanmış. Birkaç psikiyatr değiştirdikten sonra kendisini tedavi edeceğine inandığı birine rastlamış. Yedi yıllık terapi sonucunda ciddi değişiklikler gözlense de tedavisinin kırklı yaşlara kadar devam edeceğini öğreniyoruz.<br /><br />Sıradan değil, heyecan veren şeylerden hoşlanıyor Dilek. Onun için heyecan hissetmesi varlığını algılamasına denk âdeta. Bu arayış, Dilek’i gündelik hayatın temposunun da uzağına düşürmüş. İstikrar problemi yaşadığı için lisedeki devamsızlık sorununu doktor raporlarıyla aşabilmiş. Bir işte çalışabilmesi de zor görünüyor: “Ben duramıyorum bir yerde. Tahammülsüzlük çok fazla.” İstikrarlı davrandığı alanlar; uyuşturucu kullanmak, annesi ve doktoruyla dalaşmak.<br /><br /><span style="color:#660000;">GENETİK VE ÇEVRE ETKİSİ</span><br /><br />Dilek ile konuşurken doktoru araya giriyor: “Şu an heyecanlı, canlı biri var karşında; fakat bu her an değişebilir ve karanlık bir ifadeye dönüşebilir.” Vakaların bir anı bir anını tutmuyor. İyi kendilik ve kötü kendilikleri arasında gidip gelirken etrafındaki insanlar için de hayli yıpratıcı olabiliyorlar. Dilek bir yıl önce evlendiği eşine bir gün “Sen dünyanın en mükemmel insanısın.” dediği hâlde diğer gün her türlü hakareti ettiğini anlatıyor. Annesi de ilişkilerinde bu fevriliklerden nasibini alıyor. Her daim kızına destek olan Nursel Hanım’dan Dilek’in babasının şizofren olduğunu ve dokuz yaşındayken kızının gözleri önünde vefat ettiğini öğreniyoruz.<br /><br />Dilek yedi yıldır devam ettiği terapilere eskisi kadar sık gelmiyor. Daha önceki fevri davranışları törpülenmiş, artık aklına her geleni o anda yapmıyor. İlerisi için tek temennisi bir çocuğunun olması. Fakat doktorundan şimdilik bu konuda izin alamamış.<br /><br />Dilek’in karakterinde borderline kişilik bozukluğunun hemen tüm emarelerini görmek mümkün. Biz onun ışıltılı bir anına denk geldik. Fakat kötü kendiliğe geçtiği zamanlarını da kendinden, annesinden ve doktorundan dinledik. Dilek gibi tüm borderline vakalarını anlamak için geçmişlerine gitmek gerekiyor. Zira sınır durumun ortaya çıkma sebebi biraz genetik ama büyük oranda da yetiştirilme şeklinden, çocuğun anne ile ilişkisinden kaynaklanıyor.<br /><br /><span style="color:#660000;">VARLIK İLE YOKLUK ARASINDA</span><br /><br />Sınır durumları daha iyi anlamak için 18-24 ay arasındaki evrelerine gitmek gerekiyor. İki büyük teorisyen Otto Kernberg ve James F. Masterson, borderline oluşum mekanizmasında Mahler’in ‘yeniden yakınlaşma evresi’ dediği bu döneme dikkat çekiyor. Sınır durumları kavramak için ayna nöronları hakkında fikir sahibi olmakta da fayda var.<br /><br />Karşımızdakinin yüz ifadesini okumamıza yarayan ‘ayna nöronları’nın keşfi 1996’ya dayanıyor. Yeni doğan bebeğin başkalarının bakışlarına karşı hassasiyeti bu nöronlar sayesinde aktifleşiyor. Doğumdan sonra bu nöronlar çalışmaya başlıyor ve çocuk ‘oral dönem’ denen süreçte sadece fiziksel değil psikolojik olarak da her şeyi içine alarak zihninde bir nesne tasarımı kurguluyor. Böylece bir dünya temsili tasarlıyor. Bu ‘simülasyon programı’nın ana gövdesinin meydana gelmesi ilk 12 ayda gerçekleşiyor. Kapı, pencere, anne, baba gibi her şeyi zihninde kurduğu bu dünyaya yerleştiriyor çocuk; fakat en önemli karakteri yani kendisini göremediği için bu tasarım eksik kalıyor. Burada anne faktörü ve ayna işlevi devreye giriyor. Çocuk kendisini ancak annesinin gözlerinde görerek varlığını hissediyor. Normal bir anne bebeğine yaklaştığında gözünde oluşan pırıltı ile çocuk kendisi arasında ilişki kuruyor. Böylece annesinin gözündeki ışığı alarak simülasyon programında kendisi için ayrılmış yere yerleştiriyor. Annenin gözündeki ışıltı, öğrenilecek bir şey değil, tamamen fıtrat kaynaklı. Fıtratın önüne başka şeyler geçtiğinde, mesela şehir hayatında bu doğal ışık sanki perdeleniyor. Meşguliyetler, yorgunluk, telaş, endişe bir şal gibi düşüyor annenin bakışlarının önüne.<br /><br />Peki ya çocuk annenin gözünde ışıltıyı göremezse? Annenin zihni dağınıksa, çocuğuna bir ayak bağıymış gibi bakıyorsa, kendi evde ama aklı dışarıdaysa… Veyahut sarhoş kocası içip içip birazdan gelip kendisini dövecek diye kaygılanıyorsa. İşte böylesi durumlarda annenin evladına o ışıltılı bakışı vermesi zorlaşır. O zaman çocuğun zihnindeki dünya da öyle sönük ve karamsar bir hâl alır. Bebek kendini var hissedemez, etkisiz eleman gibidir. Simülasyon programında kendisini temsil eden bir temsilci yoktur. Yetişme dönemindeki bu duygu hâli kişinin ömrü boyunca peşini bırakmaz. Tüm hayatı boyunca varlığını sorgulayacaktır.<br /><br /><span style="color:#660000;">BEN BURADA MIYIM?</span><br /><br />Uzmanlar borderline vakalarının ömürleri boyunca ‘Ben burada mıyım değil miyim?’ duygusuna kapıldığını anlatıyor. Hastalar bu yokluk hissini aşabilmek için heyecan hissettirecek eylemlere başvuruyor: Jilet atmak, cinsellik, alkol, uyuşturucu, hızlı araba kullanma, adrenalin sporlarına ilgi göstermek, mafyatik işlere karışmak ya da antisosyal eğilimler; şiddet, suç vs… Bu fiillerin tek amacı kişinin var olduğunu hissetme kaygısı.<br /><br />Sınır durumlar kötü kendilik hâlindeyken yaptıkları bu eylemler sayesinde iyi kendiliğe geçerler; fakat orada da uzun süre kalmayacaklardır. Psikoterapi Enstitüsü Derneği Başkanı Tahir Özakkaş bu gidiş gelişleri sembolleştirerek açıklıyor: “Bunların insan ilişkilerine baktığımızda üç tabaka görürüz. Magma, yeryüzü ve atmosfer (ya da buzullar tabakası). Normal insanların ilişkilerinde yeryüzü daha geniştir. Ama borderline magmada iç-içe geçen sıcak, coşkulu bir mutluluk ilişkisi yaşar; eğer orada bir kırılma, incitilme yaşarsa direkt kutuplara geçer. Soğuk ve acımasızdır. Kar fırtınası, tipi gibi eser, kavurur, her şeyi bozar. Borderline magma ya da kutupta bulunur; aradaki ince yeryüzüne nadiren uğrar, bu nedenle sağlıklı, mantıklı ilişkiyi kurması çok zordur.”<br /><br />Sınır durum iyi dünyasındayken tüm ışıltısını dünyaya yansıtır. En iyi anne, baba, sevgili, doktora vs. sahiptir. Hayat dolu ve enerjiktir. Mutlu göründükleri için etraflarında da çok dikkat çeker, âdeta enerji yayarlar. Fakat burada onu incitecek en küçük bir his kötü dünyasına geçmesine sebep olur. Burada karanlıktır ve âdeta bulunduğu ortamda silikleşir. Artık dünyanın en kötü anne, arkadaş, doktoruna vs. sahip olduğunu düşünmektedir. Bu iki dünya arasındaki uçurum ne kadar büyükse vaka da o kadar patolojiktir.<br /><br />Tahir Bey’in anlattıklarını tüm şiddetiyle yaşayan bir örnek 35 yaşındaki Neslihan. Nefret ve sevgi, iyi ile kötü arasında gidip gelen bir hayatı var onun. Gri tonlara yer yok: “O kadar olgunlaşmamış bir benlik ki borderline, dışarıdaki en küçük olumluluk yahut olumsuzluktan aşırı etkileniyor. Mesela bu sabah gittiğim doktor bana ‘Ellerin ne kadar güzel’ dedi ve ben aşırı mutlu hissettim kendimi. Normal bir insan böyle bir olumluluk karşısında göklere çıkmaz, olumsuzluk sonucunda da yerin dibine batmaz. Fakat sınır durumda iniş çıkışlar had safhadadır. Hangi alanda etkileniyorsa bir vakit sonra cehennem azabına döner.”<br /><br />Borderline vakaların bu derece farklı uçlarda salınmalarının sebebi, ilkel bir savunma olan bölme mekanizmasını kullanmaları. Ruhsal gelişimin 1-3 yaş evrelerinde çocukların kullandığı bir mekanizma bu. Bebeklikte dünya yarım yarım algılanır; iyi ya da kötü. Annemiz bizi sevdiğinde iyi, kızdığında da kötü annedir. İyi anne karşısında sevilen, kötü anne karşısında da sevilmeyen tarafımız aktifleşir. Bölme mekanizması sayesinde bu iki dünya tasarımı ayrı tutulur. Normal insanlarda 1,5-5 yaş arası annenin aynı anne, kendinin aynı kendi ve dünyanın aynı dünya olduğu entegrasyonuna girilir. Bu sentezin sağlanmasında yine kilit rol sağlıklı anneye düşer. Tutarlı davranış sonucu çocuk bu iki dünya arasında gidip gelmenin nedenselliğini keşfeder ve farklı algılar giderek birbirine yaklaşır, sonunda da bütünleşir. Eğer anne de hayatı bölme üzerinden algılıyorsa o zaman bu mekanizma aktif kalır. Hayatı ve kendini sevgi ve nefretin aşırı tonları üzerinden algılayan, dolayısıyla zıt kutuplarda yaşayan bir karakter çıkar ortaya.<br /><br /><span style="color:#660000;">ÇOCUĞU MECBURİYETTEN DEĞİL, İÇTEN SEVMELİ</span><br /><br />Peki, anne nasıl bir tavır geliştirmeli çocuğuna karşı? “Annenin normal olması, bölme mekanizmasını kullanmaması, bir iyi kendiliğe bir kötü kendiliğe geçmemesi önemli.” diyor Psikoterapi Enstitüsü Derneği Başkanı Tahir Özakkaş ve bir misalle açıklıyor: “Anne bir gün işten gelir, çocuk yerde oyuncaklarıyla oynamaktadır. Anne iyi kendiliktedir ve evladını okşar, sever. Ertesi gün müdüründen fırça yemiş gelir eve. Çocuk yine yerde oyuncaklarıyla oynamaktadır. Fakat bu defa ‘Ne dağıtıyorsun ortalığı?’ diye azar işitecektir. Anne tutarlı bir tavır geliştirmemiştir ve çocuğa bu hâl sirayet eder. Annenin çocuğu cezalandırması kabul edilebilir bir şeydir ama çocuğun karşısında bütünlük, tutarlılık gösterebilmesi hayati önem taşır. Örneğin çocuk her mutfakta oynadığında anne kızıyorsa bunun bir mantığı vardır.”<br /><br />Çocuğun iki dünyayı birleştirebilmesi için annenin davranışlarındaki bu nedenselliği yakalayabilmesi önemli. Aksi takdirde, annenin neden bir iyi bir kötü olduğunu kavrayamaz. İyi bir şey yaptığında annede yansımasını görmez, böylece çocuk olumlu tavrını anlamaz ve kendini kötü hisseder. Kötü bir şey yapmadığı hâlde azar işitir ve yine ne olduğunu bilmemektedir. Oysa anne ya mutsuz ya da kafası farklı bir şeyle meşguldür.<br /><br />Annenin çocuğuna ilgi gösterirken mekanik bir hâle dönüşmemesi de önemli. Bunun en uç örneğini obsesif kompülsif annelerde görmek muhtemel. Her daim ilgili, bir dediğini iki etmeyen fakat vazife bilinciyle yaklaşan annelerin de çocuğa ihtiyacı olan duyguyu vermediği biliniyor. Tahir Özakkaş, içten sevmek ile mecburiyetten sevmek arasındaki farka dikkat çekiyor: “Siz hayatta mesleğinizi ön planda tutuyorsanız, çocuğunuzu ihmal edersiniz. İlgi göstereyim diye vicdan azabından, sorumluluk duygusundan beslenen bir sevgi gösterirseniz işe yaramaz. Kaliteli vakit geçiriyorum dersiniz, hâlbuki burada tepkisellikten kaynaklanan bir tavır vardır ve çocuk bunu algılar. Annenin çocuğunu benimseyerek sevmesi ayrı, kariyer endişesi ile yoğun ve telaşlı bir maratonun arasında çılgınca eve koşup bir saat çocuğumla vakit geçireceğim demesi ayrı. Çocuk burada kendini eşya gibi hisseder.”<br /><br />Peki, çalışan kadınların çocukları borderline tehdidi altında mı? Uzmanlar annenin daha çok normalliğine vurgu yapıyor. Psikolog Ufuk Maviengin, “Anne çalışıyor olabilir, esas nokta çocuğa sevgisini aktarabilmesi.” diyor ve ekliyor: “Ben başarılı bir iş kadınının bunu başarabileceğini zannetmiyorum.”<br /><br /><span style="color:#660000;">ERKEKLER NARSİST, KADINLAR BORDERLİNE</span><br /><br />Görüştüğümüz psikiyatr ve psikologlar borderline vaka sayısının her geçen gün yükseldiğini, katıldıkları uluslararası konferansların da bu tespiti doğruladığını söylüyor. Türkiye’de son yıllarda artış gözlense de Batı’nın borderline vakalarına aşinalığı geçmiş yıllara dayanıyor, bunu yıllar önce bestelenen şarkılar, çekilen filmler de gösteriyor. Madonna, Bon Jovi gibi sınır durumlardan ilham alan Scorpions’un şarkı sözleri şöyle: “Sınırda yürüyoruz, soğuk kitlelere karşı… Yangınlardan atladık, güçlü rüzgârlara gidiyoruz…” 1999 yılında çekilen Almanya-ABD ortak yapımı ‘Aklım karıştı’ (Girl interupted) filminde borderline patolojisine sahip karakteri Winona Ryder canlandırıyor. Onun küçük bir kediye bile nasıl muhtaç kalabildiğini, tanımadığı bir hasta bakıcı ile rahatça bir gecelik ilişki yaşayabildiğini görüyoruz filmde.<br /><br />Batı’da daha çok ünlü hastalığı olarak anılıyor borderline. Magazin dünyasında çok sayıda sınır durum patolojisinin varlığına değiniliyor. Filmlerde, şarkı sözlerinde olduğu gibi gerçek hayatta da bu hastalığın öznesi genelde kadınlar. Literatüre göre sınır durumların yüzde 70’i kadın. Modern hayat şartlarında erkekler daha çok narsist, kadınlar da borderline olma eğiliminde. Öte yandan, sıklıkla sınır durumun annesi de bir sınır durum vakası fakat obsesif kompülsif ya da narsist annelerin de kızlarının borderline patolojisine etkileri oluyor. “Borderline kızı borderline” diye bir ifade bile kullanılıyor.<br /><br />Psikolog Ufuk Maviengin’e göre kadınlarda borderline vakaların daha çok görülme sebebi normalde de sevgi ve nefret duygularını güçlü yaşamaları. ADAM Sosyal Bilimler Araştırma Merkezi Koordinatörü Tarık Çelenk farklı bir zaviyeden bakıyor. Ona göre insanlık tarihinden bu yana kadın, toplumlardaki tüm dönüşümlerin/devrimlerin simgesel odak noktası. Sosyo-psikolojik değişimlerin etkisi altında en çok kadınlar kalıyor. Bu sebeple toplumsal dönüşümün bir ürünü borderline vakalarının daha çok kadınlarda görülmesi şaşırtıcı değil.<br /><br />Tahir Özakkaş bunu yine çocukluk dönemiyle açıklıyor. Çocuk 1,5-2 yaştan itibaren özdeşim yapmaya başlar. Kız çocuk kendine anneyi, erkek de babayı model alır. Eğer anne borderline ise yani hâlâ bölme mekanizmasını kullanıyorsa bu çocuğu etkiler. Erkek çocuk da 2 yaşından sonra daha çok anneden kopar ve babaya yaklaşır. Babanın yapısı ‘sahte kendilik’ olsa bile borderline anneye göre daha tutarlıdır. Böylece çocuğa problemli de olsa tutarlı bir kimlik kazandırır. Baba yoksa ya da zayıf bir kişilikse erkek çocuklar da annenin etkisinde kalır ve borderline görülebilir.<br /><br /><span style="color:#660000;">YA İNANDIĞI GİBİ YAŞAMALI…</span><br /><br />25 yaşındaki Nuri bu örneğe kısmen uyuyor, onun da sorunları daha çok babasıyla alakalı. Dolayısıyla annesiyle de çocuklukta doğru bir ilişki kuramamış. Nuri’nin psikolojik tedavi alma sebebi bir buçuk yıl önce yaşadığı bir ayrılık. Bir senedir terapi görüyor. “Hayatı iyi ve kötü diye ikiye bölerek yaşıyorum.” diyor.<br /><br />Nuri, imam hatip lisesi mezunu. Okulda pek sıkıntı yaşamaz fakat iş hayatına problemli başlar. O dönemde kendini eğlenceye, içkiye, uyuşturucuya verir. Geceleri arkadaşlarıyla takılır ve sınırsız, korkusuz her zevke dalar. Akşam eve gelene kadar sorun yoktur; ne zamanki başını yastığa koyar o zaman vicdan azabı peşini bırakmaz. Bütün dinî inançlarını bir kenara bırakmış olmanın ıstırabını yaşar. Bilinci onu âdeta cezalandırır, halüsinasyonlar, kâbuslar görür. Fakat bir gün sonra yine aynı hataya düştüğü çok olur. Nuri’nin bu ikiye bölünmüş hayatı nişanlandıktan sonra daha da kötüye gider. Başlarda her şey tozpembe görünür fakat kısa sürede hezeyanlar katlanarak artar. Sonunda kendini terapi koltuğunda bulur.<br /><br />Terapistine göre Nuri’nin en önemli sorunu dinî inançlarıyla ilgili: “Bu arkadaşımın dinî inançlarla ilgili sorunlarına net bir cevap vermesi gerekiyor. Ya inandığı gibi yaşamalı ya da yaşadığı gibi inanmalı.”<br /><br /><span style="color:#660000;">TOPLUMSAL GEÇİŞ SÜRECİ ETKİLİ</span><br /><br />Dünyada sınır durumların arttığından bahsettik. Türkiye’de de borderline vakaların sayısında ciddi bir patlama var. Çekirdek ailenin ortaya çıkması, şehir hayatı ve adaptasyon sorunları, geleneksel ile modern hayat arasındaki bocalamalar bu patolojilerin artmasındaki önemli etkenler.<br /><br />“Toplumsal geçiş süreçlerinde bu tür vakaların oranı artar. Modernizasyona geçişle birlikte toplumumuzda bir kimlik bocalaması, krizi ortaya çıktı. Kişiler kendilerini ve ailelerini tanımlamakta zorlanmakta. Geleneksel ile cemiyet yapısı arasındaki çelişkiler kişiyi bunalıma sokmakta ve aidiyet sorunu yaşatmakta. Bunlar borderline vakalara da çanak tutmakta.” diyor Tahir Özakkaş. Hastalarının çoğu üst düzey yönetici olmasına rağmen içinden çıkamadıkları yalnızlık duygusu yüzünden ve patolojik aşklar yaşadıkları gerekçesiyle kapısını çalıyorlar. Bu tarz vakaların geçmişine bakıldığında genelde aynı manzara çıkıyor: Taşralı oldukları hâlde kendilerini oraya ait hissetmiyorlar, merkezdeler ama kentsoylu aileye de tam ait değiller. Bu iki hâl arasında cebelleşme de Özakkaş’a göre sınır durumu tetikliyor. Zira borderline patolojide aidiyet çok önemli.<br /><br />Din psikolojisi üzerine çalışan Prof. Dr. Ali Köse de toplumsal yapıdaki değişime dikkat çekiyor: “Modern hayat, çeşitli kolaylıklar yanında manevi buhranları da beraberinde getirdi. Yabancılaşmayı doğuran süreç, bireyler arasındaki ilişki gibi anne-çocuk ilişkisini de etkiledi. “İnsan teması” dediğimiz hissiyat bile yok oldu artık. Hâlbuki dokunma hissi aynı zamanda manevi temasın basamaklarından biri.”<br /><br /><span style="color:#660000;">MUHAFAZAKÂR BORDERLİNE </span><br /><br />Ufuk Maviengin, Nuri örneğindeki gibi muhafazakâr kesimde de borderline vakaların sayılarının arttığına vurgu yapıyor. Tabii ki kadınlar bu süreçten bir kat daha fazla etkileniyor: “Özellikle muhafazakâr kesimin okumuş kadınları arasında borderline çok yaygın. Çünkü cinsellik ve şiddet gibi belli dürtülerini daha çok bastırmak zorundalar. Okuma yazma bir vakte kadar tatmin eder; ama insan yapısı bir yaştan sonra çiftleşmek ve üremek ister. Çağdaş hayatta evlilik yaşı otuzlara kadar tırmandı. Bu örneklerin içlerinde cinsellik ve öfke birikmesi var. Sonuçta ani patlamalar ortaya çıkıyor.”<br /><br />Sınır durumların kendilerini kötü hissettiklerinde ilk başvurdukları, günübirlik ilişkiler ki Amerika’daki örneklerde ani bir kararla evsizlerle bile beraberlik yaşayanlar çok. Uyuşturucuya sığınmak, hızlı bir yaşantının içine girerek mümkün mertebe kendi ile baş başa kalmamak da borderline sığınaklarından. Anadolulu ya da ‘muhafazakâr borderline’da ise tezahürler farklı: Lüks tutkusu, maddiyat ile sürekli üstün görünme arzusu, iyi giyinme, gösterişli evler, arabalar… Kendini değerli hissetmek, değersizlik hissinin sürüklediği o korkunç dünyadan uzak durmak için ümitsizce ve biteviye uğraşlar... Bu nedenle muhafazakâr kesimdeki kadınların daha çok narsisistik savunmalara yöneldiği fark edilmiş. Bu kişilerin ayırt edici özellikleri özetle şöyle: Gerçek bir kişilikleri yok, başkalarının bakışlarına, düşüncelerine çok hassaslar ve hayatlarını bu şekilde organize etmekteler. Yani bunların varlık merkezleri kendi içlerinde değil âdeta dışlarında konumlanmış.<br /><br />Tahir Özakkaş, tezahürleri açısından bizdeki borderline vakalarının Batı’dakilerden farklı olduğunu söylüyor: “Batı’dakiler bizdeki sınır durumu pek bilmez. Bizim şehre gelmiş, okumuş kızlarımızın bir kısmı Batı tarzı borderline. Klasik Anadolu tarzı ailelerdekilerin görüntüleri ise farklıdır. Öfke krizine girer, saçını başını yolar, elbiselerini keser, gizli intihar girişimlerinde bulunur, kendini değersiz hisseder, kayınvalide-gelin tartışmaları şiddetlidir. Bizdeki borderline Batı’dakinden farklıdır.”<br /><br /><span style="color:#660000;">BORDERLİNE, TELEFONDAKİ SESİNDEN BELLİ OLUR </span><br /><br />Muhafazakâr ya da değil, Ufuk Maviengin telefondaki sesten danışanın borderline olup olmadığını tahmin edebiliyor. Birçok terapistin aksine Ufuk Bey borderline vakalarını tercih ediyor. Maviengin’in psikolojik danışmanlık merkezini rahat tasarlamasının amacı danışanlarının kendini evinde gibi hissetmesi. “Borderline ilk telefon çaldırdığında korku, panik ve acil yardım ihtiyacındaki bir ses tonu çıkar karşıma.” Bu sesin ardından merkeze gelen kişilerin sorunu genelde benzerdir: Ciddi bir ayrılık yaşanmıştır ve kişi kendini enkaz gibi hissetmektedir. Benlik değeri sıfırlanmıştır. Kendini hayal et dendiğinde yapamaz çünkü benlik algısını yitirmiştir. Maviengin vakaların önce hikayesini dinliyor, daha sonra hücum terapisi uyguluyor. Bu süre içinde borderline hakkında bilgilendirme süreci de işliyor. Böylece vaka öğrendikleri ile kendi durumu arasında köprü kurabiliyor.<br /><br />Bu tarz terapi uygulayan psikiyatrların hastalarıyla konuştuğumuzda patolojilerine vâkıf olduklarını görüyoruz. Öyle ki bu bilgilendirme süreci bazılarını meslek değiştirme kararına kadar getirmiş. Maviengin’e danışanlardan dördü yüksek lisans yapıp psikoterapist olmaya niyetlenmiş.<br /><br />Şu an için bir televizyonda çalışan Sevinç de onlardan biri. Önümüzdeki dönem yüksek lisansa başvurmayı planlıyor. Onun hikâyesini dinlediğimizde de klasik bir borderline çıkmazıyla karşılaşıyoruz. Sevinç, uyuşturucu bağımlısı babasını 4 yaşında kaybetmiş. İntihar ederek vefat eden babasını hiç hatırlamıyor. Sekiz yaşına kadar üvey babasını öz zanneder; fakat bir gün komşusu, annesi çamaşır asarken kulağına yaklaşır ve ‘Seni kandırıyorlar, baban üvey’ der. Ailesine sorduğunda bilgisi doğrulanır. Annesinde de o dönemlerde, şimdi tedavisini gördüğü, paranoid şizofreninin emareleri görülmeye başlar. Anne figürü belirsizdir Sevinç’te; çocuğunu bir sever, bir nefret eder. Çünkü sevmediği adamdan dünyaya gelmiştir.<br /><br />Sevinç de dürtüsel olarak hep kaçar alkolik üvey babasından. Kendine bir türlü zemin bulamaz: “Havada uçuşan renkler düşün, o renklerin hepsi benim ama bir bütünlük yok. Her zaman karşıdakine göre şekillenen biriyim.” diyor. Kimi zaman alkolik üvey babaya kimi zaman da şizofren anneye… Karşıdakine göre şekillenmek, borderline patolojinin temel özelliklerinden biri.<br /><br /><span style="color:#660000;">YOĞUN BİR ACI, BOŞLUK DUYGUSU</span><br /><br />Sevinç, üniversite yıllarında da sorunlar yaşar. Zaman zaman çevresindeki insanlara saldırdığı da olur. İçindeki öfkeyi bir şekilde boşaltmak ihtiyacındadır: “Kendimi hiç gibi hissettiğimde bunu yıkmam lazım. Resmen o anlarda pislik gibi hissedersin, siyahlaşırsın. Ben karardığımda dış dünya da kararıyor. Bana canım diyen sanki canın çıksın diyor.” Kötü kendilikte iken dünyayı da, kendini de kötü algılamanın tezahürü bu hâller. Borderline tamamen dışarıyı kendi ruh hâline göre biçimlendiriyor, onun için de çevresi tarafından dengesiz olarak algılanıyor.<br /><br />Sevinç, borderline vakalarda sıkça görülen cinselliğe sığınmak ya da uyuşturucu kullanmak fikrinden hep uzak durmuş. Kuralcı yapısının bir sonucu bu; babasının uyuşturucu bağımlılığı, üvey babasının alkolikliği de onun mesafesinin başka bir sebebi. Onda dürtüsel sıkıntı alışverişe düşkünlük şeklinde tezahür etmiş. Üniversite mezuniyetinden sonra evlenmek ve iş sahibi olmayı kendine hedef edinmiş ve ikisini de gerçekleştirmiş. “Hedefsiz kaldığımda ciddi bir boşluk duygusu ve yoğun bir acı içinde buluyorum kendimi.” diyor.<br /><br />Sevinç bundan bir buçuk yıl önce terapiye başlamış. O da tüm vakalar gibi tedavi sürecinde terapistine tabiri caizse deli gibi bağlanmış: “Terapi bize kendimizi sevmeyi öğretiyor. Sen değerlisin diyor. Ben uzun süre bütünleşemedim.” Onun hipnoz seansında da bu bütünleşmenin ne derece zor yaşandığını görebiliyoruz. Hipnozda Sevinç’in ikiye bölünmüş karakterinin birbiri ile yaptığı ilginç konuşmayı izliyoruz. Kötü kendilik elindeki hayali bıçakla iyi kendiliği tehdit ediyor. Ancak terapistin telkinleriyle sakinleşiyor. Sevinç’in bebeklik ve çocukluk yaşlarına gittiği hipnozlarını da Meviengin’in danışmanlık merkezinde izliyoruz. Her yaşta o dönemdeki hâl ve mimiklerine bürünüyor Sevinç. Borderline vakalarının kendisi kadar iyileşme sürecinin de ne kadar fantastik olduğuna bir kere daha şahitlik ediyoruz.<br /><br /><span style="color:#660000;">‘YUMURTA KABUKLARI ÜZERİNDE YÜRÜMEK GİBİ’<br /></span><br />“Terapiste çok bağlanıyorsun. Anneye babaya yükleyemediklerini ona aktarıyorsun. Terapistinden de aynı alakayı bekliyorsun, göremeyince afallıyorsun. Çünkü bildiğin bir şablon değil. Terapist sana başka türlü bir davranış biçimi gösteriyor ve bunu uygulamak gerçekten kolay değil.” diyen Sevinç, tedavi döneminde MSN’de Maviengin’i göremediğinde telaşlanıp ‘Hayatta mısın?’ diye aradığı çok olmuş. Bu yaklaşım, borderline vakalar için oldukça sıradan. Terapistlerine anne aktarımı yaptıkları için, psikiyatrları olmadığında yaşayamayacaklarını hissettikleri bir dönem dahi geçiriyorlar. Ama çocuğun annesinden ayrışıp özerk bir birey hâline gelmesi gibi bu vakalar da zamanla terapistlerinden aynı biçimde ayrışıyorlar. Böylece çocukluklarında gerçekleştiremedikleri ‘ayrışma-bireyleşme’ sürecini psikiyatrın şahsında gerçekleştiriyorlar. Terapistler için bu süreç oldukça zorlayıcı.<br /><br />Bu yüzden psikiyatrların geneli sınır durumları tercih etmiyor. Kapısını çaldığımız bazı doktorlar, hasta müracaatlarının artacağı korkusuyla görüş vermek dahi istemedi. Fakat borderline ile çalışan doktorlar hâllerinden memnun. Psikiyatr Ender Karaca, sürekli meydan okuyan bu kişilerin, terapistin de varoluşunu etkilediğine inanıyor: “Borderline ile terapi çok zevkli, ortam içinde sürekli bir şeyler oluyor. Genelde zeki bir insan çıkar karşınıza ve siz sürekli zihninizi zinde tutmalı, sahiciliğinizi yitirmemelisiniz. Çünkü her an onun oyununa gelebilirsiniz.”<br /><br />Yaklaşık beş yıldır borderline vakalarını özellikle tercih ediyor Ender Karaca. 15-20 kişiyi en az iki senedir takip ediyor. Onlara köşeli, didaktik, kendi ifadesiyle ‘ortodoks’ bir terapi değil, yapılandırmaya dönük bir yöntem uyguluyor. Karaca’nın “Bu kişilerle ilişkiye girmek, yumurta kabukları üzerinde yürümek gibidir.” sözü terapistler için sınır durumun ne kadar zor olduğunu özetliyor.<br /><br /><span style="color:#660000;">CENNETE YA DA CEHENNEME HOŞ GELDİN!<br /></span><br />Sınır durumun terapisti ile geçirdiği süreç, esasında ömrü boyunca bir türlü tecrübe edemediği normal ilişkiyi yaşamaktan ibaret. Fakat bunun gerçekleşebilmesi için borderline nazarında terapistin sınavı geçmesi elzem. Aksi takdirde psikiyatra tedavi edebilme şansı vermez. “Hastalarımız bize iyi kendiliğinde geldiğinde çok iyidir, ama bizim bir cümlemizle tetiklendiğinde burayı dağıtır, saldırmaya kalkabilir; biraz önce size cenneti yaşatan insan cehenneme hoş geldin der. Toplumsal ilişkilerde böyle davrandığında insanlar onu dışlar ve sistem aynı şekilde çalışmaya devam eder.” diyor Tahir Özakkaş. Terapistin burada tüm olanları, söylenenleri içinde eritebileceği bir olgunlukta davranması önem arz ediyor.<br /><br />Psikiyatrın ilk etapta vazifesi, hayatta yakınlaştığı her erkekle yatan bir borderline vakanın ilk defa terapisti ile farklı bir ilişkiyi tecrübe etmesini sağlamak. Herkesten daha fazla samimileştiği hatta onsuz olamayacağını düşündüğü terapistiyle hep aynı mesafede durmak zorunda kalan borderline için bu normal ilişkiler için de ilk adımdır. Borderline başlangıçta yaklaşır, terapist uzaklaşır, bunun üzerine borderline küser ve uzaklaşır, bu kez terapist ona yaklaşır. Böylece terapistin ona olan mesafesi hiç değişmez. Ömründe ilk kez böyle bir ilişki yaşayan borderline bunu içine alır ve benimserse büyük bir mesafe katetmiş demektir.<br /><br /><span style="color:#660000;">HERKES TAM AMA BEN YARIMIM </span><br /><br />Sınırda yaşayan bu vakalarda görülen diğer bir belirgin özellik de terk edilme korkusu. Borderline, terki engellemek için her türlü çılgınlığı göze alır. Genelde intihar tehdidine başvurur ve çoğu zaman da teşebbüs eder. Sınır durumun terk edilmesinin, bir annenin 2 yaşındaki çocuğunu terk etmesi gibi ağır ve trajik sonuçları vardır. Borderline üzerine yazdığı kitapta James F. Masterson buna ‘terk depresyonu’ adını veriyor.<br /><br />“Bunu bizzat yaşadım” diyor 35 yaşındaki Neslihan. “Rüyalarımdan titreyerek uyandığımda bunu hissettiğim çok oluyordu. İçimde ciddi bir sızı ile uyanıyordum ve terk edileceğim diye korkuyordum. Ama bunun nedenini bilmiyor ve yaşadığım ilişkime yoruyordum.” Neslihan da intihar etme fikrine çok defa kapılmış ya da karşısına çıkan insanlardan intikam alma isteği doğmuş içine. “O kadar tamamlanmamış bir yapı ki insanı ne yaptığını bilmediği bir noktaya götürüyor. Düşünmeden, tamamen dürtüsel hareket ediyorsun. Başıma ne geldiyse bundan kaynaklanmıştır. O anlık, düşünmeden…”<br /><br />Borderline vakaların hikâyeleri çok önemli. Neslihan dört yaşlarındayken, çok düşkün olduğu babası İtalya’ya gider. Bunun üzerine deliye döner. Divanın altında, buzdolabının içinde aklına gelen her yerde babasını arar. Bu gidişten annesini mesul tutar, “Sen yaptın, yoksa babam beni bırakıp gitmezdi.” der. Sonunda babası geri döner. Yine de terk edilme korkusu, aşırı bağlanma huyu o dönemlerden bugüne miras kalır.<br /><br />Neslihan’ın bunu en şiddetli yaşadığı süreç erkek arkadaşıyla geçirdiği on yıl olmuş. “O varsa varsın, yoksa yok.” diyor. Aslında karşısındakini özne değil, nesne gibi algıladığını itiraf ediyor. Kendini yarım hissediyor, hep karşı cinsten birine sırtını yaslama ihtiyacı duyuyor. Yıllardır benliğine ve ayrıldığı erkek arkadaşına çok zarar verdiğini söylüyor Neslihan: “Gündüz sevgiline düzgün davranmıyorsun, sorun yoksa bile çıkarıyorsun. Nasıl olsa beni terk edecek fikri var hep. Hem boğuyorsun hem de boğuluyorsun.”<br /><br /><span style="color:#660000;">NEDEN BU KADAR ÇOK ACI ÇEKİYORUM?</span><br /><br />Terapiye başlayalı beş ay olmuş. “Belki terapiye başlamasaydım ben de birilerine zarar verecektim. Bir iyi ‘ben’ var bir de kötü ‘ben’. Kötü ben ruhuma daha çok hâkim olmaya başladığında psikoloğa danışmaya karar verdim.” diyor Neslihan. Terapiye başladıktan sonra ‘Neden birine bağımlı yaşıyorum ki?’ fikri hâkim olmaya başlamış. Neslihan, mutlu olmayı öğrenmeye çalışıyor terapilerine paralel.<br /><br />Borderline vakaları, geleneksel yapıdan modern hayat tarzlarına geçişlerin sefasından çok cefasına şahit olanlar. Onların hikâyelerinde çoğumuzunkinden bir parça var. Önemli bir farkla; biraz daha acılı, sancılı ve hezeyanlı…<br /><br /><br /><span style="color:#660000;">BORDERLİNE, FREUD DÖNEMİNDE BİLİNMİYORDU</span><br /><br />Borderline hastaların özellikle ağır vakaları uzun yıllar delilikle etiketlendiler. Fakat hayatlarının büyük bir bölümünde, düşünceleri normal insanlar kadar sağlıklı olan bu hastalar için zamanla deliliğin sınırında anlamında borderline kelimesi kullanılmaya başlandı. Freud zamanında ağır nevroz olarak görülüyorlardı. O dönemler sadece üç yapı ele alınırdı: normal, nevroz ve psikoz. Bu yaklaşım uzun yıllar devam etti. Borderline hastalara bu dönemde, borderline şizofreni, gizli şizofreni gibi çok farklı isimler verildi. 1960'lara kadar borderline vakalar ayrı bir kategoride değerlendirilmedi. Özellikle Otto Kernberg'in çalışmaları ile borderline patolojisi daha iyi anlaşılmaya başlandı. Günümüzde Freud döneminin aksine ruhsal aygıtın gelişmesinde artık dört aşama ele alınıyor: normal insan, daha az olgunlaşmış nevrotik, daha az yapılanmış borderline ve ağır psikoz vakalar.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-2598685116495845812008-12-07T02:17:00.002+02:002008-12-07T02:21:15.544+02:00sosyal Anksiyete<em><span style="color:#993300;">Sosyal anksiyete nedir?</span></em><br /><br />Sosyal anksiyete, kendini başka insanların yanında endişeli ve sinirli hissetmektir. Bunun altında yatan, şiddetli utanç duyma korkusu ya da bir sınıfta veya seminerde konuşuyormuş gibi değerlendirildiğiniz ve izlenildiğiniz sosyal ortamlarda ve grup durumlarında aşağılanma korkusudur.<br /><br /><span style="color:#993300;"><em>Ne kadar sıklıkta olur?</em></span><br /><br />Sosyal anksiyetenin yaygınlığı konusundaki araştırmalar karma olmasına rağmen, sosyal anksiyetenin kadınlarda ve erkeklerde genel olarak eşit olduğu bulunmuştur. Sosyal anksiyete, herhangi bir zaman diliminde genel popülasyonun %7sinden fazlasını etkilemektedir.<br /><br /><em><span style="color:#993300;">Sosyal anksiyeteyle karşı karşıya kalırsam neler yaşayabilirim?</span></em><br /><br />Sosyal anksiyete durumunda yaşayacaklarınız aşağıdaki gibidir:<br /><br /><br />*Başkalarının yanında utangacım.<br /><br />*Sosyal ortamlarda insanların beni izlediğini, bana baktığını ya da beni yargıladıklarını hissediyorum<br /><br />*Başkalarının sinirli olduğumu görmelerinden endişe duyuyorum<br /><br />*Başka insanlar etrafımdayken asla rahat hissetmiyorum.<br /><br />*Sosyal ortamlarda kendimden utanmaktan ya da küçük düşürmekten korkuyorum; örneğin, aptalca birşey söyleyeceğimden korkuyorum.<br /><br />*Korkumun genelde aşırı ve nedensiz olduğunu biliyorum.<br /><br />*Sosyal ortamlardan ya uzak dururum ya da sosyal ortamlara büyük sıkıntı içinde tahammül ederim.<br /><br />*Terleme,titreme, hızlı kalp atışı, nefes darlığı, karın bölgesinde sıkıntı, kızarma, ağız kuruluğu, karıncalanma hissi, kaslarda seyirme, güçsüz bacaklar ve yetersiz konsantrasyon.<br /><br /><em><span style="color:#993300;">Sosyal anksiyetenin sebeplerinden bazıları nelerdir?</span></em><br /><br />Sosyal anksiyetenin gelişmesindeki en önemli faktör arkadaşlar tarafından alay edilme ya da ebeveyn tarafından reddedilme hissi gibi çocuklukta yaşananları içeriyor gibi gözükmektedir. Bu durum,çocuklarda utangaçlığın gelişmesine sebep olur ve ergenlikte, önemli derecede arkadaş baskısı olduğu zaman, bu utangaçlık sosyal anksiyeteye dönüşür. Diğer araştırmalar da sosyal çekingenliğe biyolojik bir zayıflığın neden olabileceğini söylemektedir.<br /><br /><br /><em><span style="color:#993300;">Sosyal anksiyete durumunda ne düşünebilirim?<br /></span></em><br /><br />Sosyal anksiyete genellikle ergenliğin sonlarına doğru başlar ve devam etmekte ısrarlıdır- özellikle de kişi tedbirli olmaya meyilli olduğu içindir ve bu sebepten diğer insanların ona karşı gerçek reaksiyonlarını test etme olanağını yakalayamaz.<br /><br /><em><span style="color:#993300;">Bu sorunla kendi başıma nasıl baş edebilirim?</span></em><br /><br />Kendinize karşı sert olmamayı deneyin. Örneğin, kendinizi başkalarından daha küçük görüyorsanız, sizin sergilediğiniz ve başkalarının çekici bulduğu özellikleri geçekten değerlendirmeyi deneyin.<br /><br />-Herkesin görünmese de korkuları ve güvensizlikleri olduğunu aklınızda tutun.<br /><br />-Nasıl hissettiğiniz hakkında güvendiğiniz biriyle konuşmayı deneyebilirsiniz.<br /><br />-Birtakım nefes alma alıştırmalarını-endişelendiğinizi hissettiğiniz anda üç kere derin nefes alma gibi-deneyebilirsiniz.<br /><br />-Endişelerinizi büyütüyor olabilirsiniz. Örneğin, “aptalca” şeyler söylediğinizi düşünüyor olabilirsiniz, ama gerçekte başkaları sizin gibi düşünmüyor olabilir ya da düşünüyorlarsa da bunu farklı değerlendirirler (“şirin” ya da “sevimli”).<br /><br /><em><span style="color:#993300;">Yardıma ihtiyacım olduğunu nereden bilebilirim?</span></em><br /><br /><br />Eğer endişe düzeyinizin yüksek olduğunun ve günlük hayatınıza, akademik yaşamınıza, kişisel ilişkilerinize ve kendinize olan saygınıza zarar verdiğinin farkına varırsanız, yardım almanız gerektiğini düşünebilirsiniz.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-23291162804749646472008-09-23T20:43:00.001+03:002008-09-23T20:48:06.631+03:00Sineterapi Nedir?Sinemanın insan üzerinde yarattığı korku, heyecan, öfke, sevinç, coşku ve aşk gibi duyguların işlenmesine, analizine ve olumlu modelleme temellerine danan bir yöntemdir sinema terapisi. Bu yöntemle duyguların artan şiddetini terapilerimizde itici ekstra bir güç olarak kullanırız.<br /><br /> Filmde işlenen konu ve karakterler üzerinden analizler yapılıp danışanlarımızın doğrudan yaşadıkları sorunla alakalandırırız. Hikayeler ve metaforlar üzerinden yapılan psikoterapiler için etkili bir araçtır sine-terapi. Sinema, hikaye ve metaforlar anlamında geniş bir kaynak gibidir. Sanki gerçek yaşamın tamamı damıtılarak sinemada sunulur bizlere. İnsana dair ne varsa sinemada bulmak mümkündür. Bu zenginlik görsel ve işitsel yönü ile insan üzerinde derin etkiler ve duygusal dalgalanmalar yaratır. Amacımız sinemanın insan üzerinde yarattığı duygusal esinti ile yelkenlerimizi doldurup psikoterapi yolculuğunda daha hızlı yol almaktır. <br /><br /> Ayrıca danışanlarımızın film üzerine yaptıkları konuşmalar, analizler onların stresle baş etme stratejileri, kimlik örüntüleri ve bilinçdışı savunma düzenekleri hakkında bize net bilgiler verir. Bu bilgilari de psikoterapilerimizin bir parçası haline getiririz.<br /><br /> Yaptığımız çalışmalarda filmleri 3 boyutlu olarak anlamaya ve analiz etmeye gayret ediyoruz. Bunun için filmi nasıl izlemeleri gerektiği ile ilgili kısa bir bilgilendirmenin ardından, önceden belirlediğimiz filmle ilgili sorular veriyor ve bunla ilgili düşüncelerini yazmalarını istiyoruz. <br /><br /> 1)Bir filmi seyrederken yanlıca senaryoda geçen konuyu takip edebilirsiniz. Bu genellikle herkesin yaptığı gibi konuyu takip etmekten ibarettir. <br /><br />2)Senaristin konu içerisine gizlediği sembolik mesajları yakalayabilirsiniz. Burada konunun ötesinde filmde verilmek istenen mesajı algılarsınız.<br /><br />3)Senaristin de düşünmediği, ancak senaryoyu yazarken istemeden beyaz perdeye yansıttığı bilinçdışını analiz edebilirsiniz. Tahmin edebileceğiniz gibi asıl bizim üzerinde durduğumuz kısım.<br /><br /> Analizde ağırlık 2 ve 3. boyut üzerinde toplanıyor. Bunun sebebi şu; Bir filmde senaristin bilinçdışı o fark etmeden beyaz perdeye yansımış ise ve bu film kitleler tarafından büyük bir coşku ile karşılanıyor ve insanları akın akın sinemaya çekiyorsa, film bilinçdışımızda evrensel bir çelişkiye, sıkıntıya temas ediyor demektir. Evrensel düzeydeki bir bir çelişki ise herkeste ortaktır. Analiz edilmesi, işlenmesi en temeldeki dürtülerimize deşarj imkanı verecektir.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-82899183922490181582008-09-23T20:33:00.005+03:002008-09-23T20:42:05.214+03:00SİNEMATERAPİ - MATRIX<p><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj4SNeab_q-LW9Fu93BHpkBxk9wcbD90LBfpjUY-M0DPbT7kxKWfmcGJuXw5-xMN4gil9Cl_AKEoTIIj4tb6d5M6DOIJzJKYdFxT-pitV-8stm8KoV8TmDpPlbMv68pAuo0J1WaZzHBNDc/s1600-h/Matrix-Poster01.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5249272426888447250" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; CURSOR: hand; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj4SNeab_q-LW9Fu93BHpkBxk9wcbD90LBfpjUY-M0DPbT7kxKWfmcGJuXw5-xMN4gil9Cl_AKEoTIIj4tb6d5M6DOIJzJKYdFxT-pitV-8stm8KoV8TmDpPlbMv68pAuo0J1WaZzHBNDc/s320/Matrix-Poster01.jpg" border="0" /></a><br /><br />İnsan eli ile üretilen, ortaya koyulan eserin her birinin psikolojik açıdan analiz değerleri yüksektir. İnsan ortaya koyduğu, ürettiği her eserde bilerek yada bilmeyerek kendini iç dünyasını, yaşadığı dünyayı, yaşamı – ölümü ve yeniden doğuşu anlatır. Bu anlatılar sözel anlatımdan başlayıp, tiyatroya son olarak da gelişen görsel ve işitsel efektlerle ile beyaz perdeye kadar değişik yollardan nesilden nesile aktarılır. Masallar hikayeler anlatıldığı yere ve zamana göre değişiklikler gösterseler de, temelde anlatılan hikayelerin özünde, hep aynı düşünsel simgelerin ve konuların işlendiğini görürüz. Bugün sinemada da bunu yaşıyoruz. GERÇEK Mİ DÜŞ , DÜŞ MÜ GERÇEK? Varoluşumuz kadar eski olan bu soru Matrix filmiyle yine gündeme geldi.<br /><br />İlkçağ filozoflarından platon idealar sistemi diye bir düşünce atmıştır ortaya. Bu düşünceye göre 5 duyu ile algıladığımız nesneler gerçek değil, gerçeğin birer yansıması olan gölgelerdir. Gerçeğe ulaşmak için akıl yürütmemiz gerekir. Platon bu düşünceyi yaklaşık 2400 yıl önce ortaya atmış ve daha iyi anlaşılabilmesi için mağarada yüzü duvara dönük yaşayan bir esirin hikayesini anlatmıştır. Mağaradaki bu esir, dışarıdaki gerçek nesnelerin yansıyan gölgelerini görüyordur bu duvarda. Gölgeleri gerçek sanır. Oysa bu gölgeler asıl nesnelerin sadece birer yansımasıdır. Köle yüzü hep duvara dönük olduğu için gerçek dünya hakkında ancak bu gölgelere bakarak bir akıl yürütebilir. Tabii eğer gölgelerin gerçek olup olmadığından şüphelenebilirse.<br />Buradan yola çıkan Platon yaşadığımız dünyayı beş duyu ile algılayan bizlerin de aynı durumda olduğunu ileri sürer. Beş duyu ile algıladığımız nesnelerin işte bu gölgeler gibi sadece gerçeğin birer yansıması olduğunu ileri sürer.<br /><br />Bu hikayenin 2400 yıl önce anlatıldığını söylemiştik. Ancak bugün bu hikaye beyaz perde de olsa hala değişik biçimlerde anlatılıyor. Her ne kadar gelişen teknolojinin nimetlerinden yararlanılarak bazı değişiklikler yapılsa da hikayenin özü yine aynı. Evet Matrix den bahsediyorum. 2400 yıl önceki platonun mağaradaki köle hikayesinin çağdaş versiyonu. Hikayenin özü yine aynı, mağarada köle olduğunun farkına varıp, özgürlüğe, gerçeği bulmaya, özüne ulaşmaya duyulan merak ve arzu.<br /><br />Kültürümüzde de bu tür anlatılar oldukça yaygındır. Tasavvufa göre tüm dünyadaki nesneler, aslında tanrının birer yansımalarıdır. Asıl olan tanrıdır. Bizler dahil tüm varlıklar onun farklı şekillere bürünmüş tezahürleriyizdir. Ve her varlık varoluşu gereği özüne doğru akmak, onunla bütünleşmek arzusundadır. Akarsuların birleşerek denize akmak istemeleri gibi. İşte tasavvufa göre de bu özünden kopuş ve ayrılık bizi tıpkı platonun mağarasındaki köle gibi<br />gölgeler dünyasının esiri yapar.<br /><br />Yukarıdaki örneklerden sonra şu soruyu sormak gerekir. Bizler bir düş dünyasında mı yaşıyoruz? Gerçek dediğimiz elle tutup gözle gördüğümüz dünya, aslında gerçeğin bir yansıması olabilir mi? Eğer bu saydıklarımızın, hiçbir bilimselliği olmayan saçmalıklar olduğunu, masallar veya hikayeler olduğunu düşünüyorsanız, sıkı durun. Fizikte şuan popüler olan 11 boyutlu evren teorisine göre, bu mümkün. </p><p><br />Şu an yaşadığımız evren 4 boyutlu bir evren. En, boy, genişlik, ve zaman. Bir fotoğraftaki resim ise 2 boyutlu sadece eni ve boyu var resmin kalınlık ve zaman yok. Nasıl ki 4 boyutlu evrenin yansıması 2 boyutlu bir fotoğraf olabiliyor ise, 11 boyutlu evrenin yansıması da, bizim yaşadığımız 4 boyutlu evrenimiz olabiliyor ünlü fizikçi Hawkging'e göre.<br /><br />Pek iyi bu ve benzeri bazı hikayeler niçin binlerce yıldır anlatılıyor, oynanıyor, filme çekiliyor olabilir acaba. Tarih içerisinde hemen her kültürün efsanelerinde masallarında, varolan ve özünde aynı konunun işlendiği bu ve benzeri hikayelerin kaynağı ne? Bu kültürler birbirlerinden habersiz, nasıl oluyor da benzer efsaneler, hikayeler, metaforlar yaratıyor ve benzer sorular sorabiliyorlar. Bu ortaklık yoksa bizim aynı bütünün-gerçeğin tezahürleri olduğumuza mı işaret? Eğer gerçekten öyle ise, biz o bütünün gölgeleri olmuş olmazmıyız?<br />Son olarak bütün bunlar doğru ise ne içinyaşıyoruz? Dahada köyüsü bütün bunlar birer saçmalıksa ne için yaşıyoruz...<br /><br /><br />PSİKO-SOSYAL ANALİZİ<br /><br />Gösterime girdiğinde herkeste büyük ilgi uyandırdı. Tv. Programlerı yapıldı, yazıldı. Hatta bir felsefe dergisinde ''Kırmızı hap mı? Mavi hap mı?'' diye kompozisyon yarışmaları bile düzenlendi. Filmin bukadar ilgi görmesini, kimileri hareketli sahnelere ,kimileri ise taşıdığı dinsel temalara bağladı.<br /><br />Bence filmin bukadar büyük ilgi görmesinin altında yatan ana neden, bilinçdışının telafi edici yönü. Bilinçdışı tehlikeyi herzaman olduğu gibi bizden önce farketti. Ve bu filmin yazılması, çekilmesi kaçınılmaz oldu. Gösterime girdiğinde ise bilinçdışımızın ihmal edilmiş yönleri, bizi bu filme çekti. Pekiyi, neydi bu bilinçdışının ihmal edilen yönleri? Ve bizi neye karşı uyarıyorlardı.<br /><br />Serinin birinci filiminde, özellikle vurgulanan tek şey vardı ''GERÇEK NEDİR?'' ve ''UYAN'' ... Pekiyi biz gerçekten uyuyormuyuz?... Gördüğümüz herşey aslında bir yanılsama, bir düş mü?... Eğer, dış dünyanın gerçekliğini beş duyumuzla (görme,işitme ,tat,koku ve dokunma) test ediyorsak, beş duyumuz ,sadece sinirsel iletiyle beynimize ulaşan elektirik sinyallerinden ibaret. Dolayısıyla gördüğümüz herşeyin bir yanılsama olması ihtimali mümkün. Ancak ben bu tartışmayı, felsefecilere bırakıp, olayı somut dünyadan hareketle, bilinçdışı içerikler açısından değerlendirmek istiyorum.<br /><br />Evet bugün biz bir düş dünyasında değiliz, bir küvezde yaşamıyoruz ve başımızdan kollarımıza kadar kablolar yok. Ancak, yaşadığımız dünyada kendi korunma reflekslerini oluşturmuş hakim siyasal, ekonomik, kültürel bir yapı var. Ve bu yapı kendi devamlılığı için, oluşturduğu ideal insan tipinin üzerinde yükseliyor. Hem de giderek artan bir hızla. Yükseldikçe de (Matrıxdeki makinalar gibi.)onu yaratan insanın kontrolünden çıkıyor.<br /><br />Bu yapının insan doğasına nekadar uyduğunu ise günümüz insanının kalabalıklaştıkça yalnızlaşan, ekonomik olarak kalkındıkça, ruhsal olarak dibe vuran yaşamına bakarak anlayabiliriz.<br /><br />Kontrolden çıkan bu sistemimin görünmez kabloları bize sürekli ''Mutlusun, terfi ettin, zengin bir adamla evlisin, yeni bir araba aldın,okulu bitirdin'' demesine rağmen taa içimizde..., derinliklerimizde...,tanımlayamadığımız..., bizi rahatsız eden ve sürekli dönüp duran birşeyler var. Neo; nun içinde dönüp duran ve onu sürekli rahatsız eden o şey gibi. O şeydi Neoyu Morpheusa götüren . Ve yine o şey sizi bu yazıyı buraya kadar okumaya iten...<br /><br />Ancak Neo, varoluşsal yolculuğuna , Morpheusa gitmekle değil, Kırmızı hapı seçmekle başlar. Morpheus ona yolu gösterir , ancak seçimi Neo yapar ve tavşan deliğinin derinliklerine doğru gizemli bir yolculuğa çıkar. Hemde geri dönülmez bir yolculuğa.<br /><br />Pekiyi şimdi de ben size soruyorum ,Varoluşsal yolculuğunuzda; KIRMIZI hap mı? yoksa MAVİ hap mı?....<br /><br />NE o... Tavşan deliği çokmu karanlık.......... :)<br /></p>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-89732056211158068132008-09-23T19:50:00.004+03:002008-09-23T20:32:21.148+03:00HÜCUM TERAPİSİ<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh0CbgIo681rsdUNFJ_JRwL48IXLQv64tEN9MN6aoF1kFcLjdxizf0C94hb4UYrBaGiyRtim7_0BOFIJwok0wrPzJ-sI-TzrtTDVnPx5aa-xaOB0u9mYdsU_3OsrCaDS2WbMaGtNSXs_G4/s1600-h/ying-yang.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5249269419866278786" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh0CbgIo681rsdUNFJ_JRwL48IXLQv64tEN9MN6aoF1kFcLjdxizf0C94hb4UYrBaGiyRtim7_0BOFIJwok0wrPzJ-sI-TzrtTDVnPx5aa-xaOB0u9mYdsU_3OsrCaDS2WbMaGtNSXs_G4/s400/ying-yang.jpg" border="0" /></a> Uygulanan yoğun bir terapi programıdır. İnsana hasta ve hastalık perspektifinde değil, gelişen ve hızla değişen değerler karmaşası içerisinde kaybolmuş ve kendi yolunu arayan, boşlukta bir varlık olarak yaklaşırız. Bunun için onunla birlikte girdiğimiz bu yolculuğu tedavi değil ruhsal, duygusal bir eğitim ve gelişim süreci olduğunu aklımızdan çıkarmayız. Bu süreçte hedefimiz ise bildiklerimizi danışanlarımıza öğreterek, onların uygulamalı bir biçimde psikolojik analiz yapabilme ve empati-sempati kurabilme yeteneklerini artırmaktır. Böylece birey kendi ile, etrafını kuşatan nesneler ile veya diğer insanlarla derinlemesine tatmin edici ilişkiler yaşayabilir. Bu yüzdendir ki sadece ruhsal sorunu olan arkadaşların değil yaşamında ve ilişkilerinde kaliteyi arttırmak ve daha görerek hissederek yaşamak isteyen herkesin böyle bir süreçten geçmesi, gerektiğine inanıyoruz. Böyle bir sürecin bu arkadaşlara iş, aile, okul ve özel ilişkilerinde belirgin bir kalite artışını sağlayacağını düşünüyoruz.<br /><br /><span style="color:#990000;">HÜCUM TERAPİSİNDE NELER YAPILIR?</span><br /><br />İlaçlar bir psikiyatrın gözetiminde kademeli olarak bıraktırılır. Hipnozla birlikte bilişsel, davranışçı, dinamik ve varoluşçu tekniklerin hepsi birden bütüncül perspektifte kullanılır. Nelerin kullanılacağına danışanlarımızın durumuna göre bizler karar veririz.<br /><br />Danışanlarımız 10 gün boyunca saat 10:00 ila 18:00 arası tedavinin uygulanacağı terapi merkezinde vakit geçirirler. Günde 2-3 saat bire bir terapiye girerler. Toplam 40 saatlik bireysel bir programdır. Günün geri kalanında ise sinema terapisi uygulanır. Sinema terapisi bizim geliştirdiğimiz etkili bir yöntemdir. Bazı sinema filmlerinin özel bir yöntemle izletilmesi esasına dayanır. 10 günlük süre zarfında danışanlarımızın %90'nında değişen oranlarda ilerleme kaydedilir. Görüşmeler haftada bir iki haftada bir ve ayda bir şeklinde azalan periyotlarla son bulur. Ayda bire düştükten bir süre sonrada danışanlarımızla yaptığımız karşılıklı görüşme sonucunda, eğer bize hazır olduklarını söylerlerse terapiyi noktalarız.<br /><br />Bu süreç boyunca ve sonrasında danışanlarımıza bize istedikleri anda (24 saat) ulaşabilme imkanı tanırız. Terapi bitmiş dahi olsa en az 2 yıl boyunca danışanlarımızı mail veya telefon yolu ile takip eder durum ve gidişatları ile ilgili onlardan bilgi alırız.<br /><br />Hücum terapisi dört aşamadan oluşur. İlk aşamada derinlemesine bir yaşam öyküsü alınır. İkinci aşamada danışanlarımız bilgilendirilerek, duygusal empatik yeteneklerinin arttırıldığı bir duygusal- ruhsal eğitim süreci yaşarlar. Üçüncü aşamada ise artan yetenekleri ve sezgi gücü ile kendilerini ve çevrelerini tıpkı bizler gibi analiz edebildikleri bir döneme girilir.<br />Bu dönemde kazanılan beceriler grup terapilerinde test edilir. Danışan grup içerisinde diğerlerini ve kendini analiz edebilir. Ne kadar gelişme kaydettiğini görme imkanı bulur. Artık kendilerindeki gelişmeleri veya sorunları bizler kadar net görürü bir hale gelmiştir.<br /><br />Dördüncü ve son aşamada ise artık değişmesi gereken duygu ve davranışları danışanlarımız net bir şekilde görür. Bu son aşamada danışanlarımıza öğrettiğimiz kendi kendine hipnoz yöntemi ve davranışçı bazı tekniklerle hastalıklı yönün üstüne gidebilir görünmez olan düşmanı daha net görüp yok edebilir hale gelir.<br /><br /><br /><span style="color:#990000;">HÜCUM TERAPİSİNDE AŞAMALAR</span><br /><br /><span style="color:#993300;">1)ANLATMAK:</span>Danışanın kısa ön bilgileri alındıktan sonra serbestçe sorununu anlattığı bölüm<br /><br /><span style="color:#993300;">2)BİLGİLENMEK:</span> Danışan, sorunu hakkında terapist tarafından bilgilendirilir. Sorun analitik yönelimli bütüncül psikoterapi perspektifinde formüle edilir.<br /><br /><span style="color:#993300;">3)KAVRAMAK:</span> Sorunu hakkında bilgilenen danışan bu bilgileri yaşadığı sorunla ve dış gerçeklikle alakalandırma becerisi kazanır. Bilgiyi sindirir.<br /><br /><span style="color:#993300;">4)İÇGÖRÜ:</span> Kendisi hakkındaki tasarımını daha doğru bir zemine oturtmaya başlar. Eksiklerini fark eder. Savunma düzeneklerini bilir ve yakalar. Bunları kabullenmede zorluk yaşamaz.<br /><br /><span style="color:#993300;">5)UYGULAMA:</span> Sorunları ve nedenleri konusunda derin bir iç görü kazanan danışanın bunları değiştirmeye çalışması, iradi bir çaba göstermesi. Eski alışkanlıkların ve dürtülerin hastalıklı davranışı zorlamasına karşın, danışan iradi bir çaba ile sağlıklı olan davranışı uygular.<br /><br /><span style="color:#993300;">6)DEĞİŞİMİN İÇSELLEŞMESİ:</span> İlk başlarda zorlanarak yapılan sağlıklı davranışların otomatikleşmesi benliğin bir parçası haline gelmesi. Bu aşamada sağlıklı davranışlar artık danışanın kişiliğinin bir parçası olmuştur.<br /><br /><span style="color:#993300;">7)TRAVMAYA DAYANIKLI HALE GELMEK:</span> Gelecekte karşılaşılması muhtemel travmalara karşı danışanın etkin baş edebilme stratejileri ve yaşam becerileri kazanmasını sağlayarak değişimi kalıcı hale getirmek.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-73375035921307467042008-08-23T23:10:00.004+03:002008-08-24T00:21:10.654+03:00HAMİLELİKTE STRES<span style="color:#660000;">Stres Nedir:</span><br /><br />Stres organizmanın, tehdit edici bir durum karşısında bedensel ve ruhsal olarak zorlanmasıdır. Mekanizmamız duygusal, zihinsel, bedensel bütünlükten oluşur. Stres organizmanın "normalde" uyum içinde çalışan bu mekanizmasının bozulmasına sebep olur. Stresin oluşumu genellikle belirli bir değişiklik olduğunda ortaya çıkan beklentilerle doğrudan ilintilidir. Beklentiler kişisel ve çevresel olabilirler. Kişisel Stres Kaynakları, zihinsel işleyiş ve alışkanlık halindeki davranışlarla tanımlanır ve "Başarılı olmalıyım", "herkes beni sevmeli" gibi içsel mesajları barındırır. Çevresel Stres Kaynakları ise önemli yaşam olayları ve günlük sıkıntılarla tanımlanır. Ölüm, ciddi hastalık, hamilelik, zor ve zahmetli tedavi, doğal afetler gibi durumları içerir.<br /><br /><br /><span style="color:#660000;">Hamilelik Dönemindeki Stres Faktörleri:<br /></span><br />*Evlilikte yaşanan sorunlar (maddi sorunlar, ilişki sorunu, cinsel sorunlar)<br /><br />*Çevre ile ilişkilerde yaşanan sorunlar (eşin ailesi ile geçimsizlik, anne adayından yüksek beklentiler)<br /><br />*Sosyo-kültürel etkiler (içiçe geçmiş aileler, antidemokratik aile ortamları, aile içi şiddet, işsizlik)<br /><br />*Daha evvelden yaşanan düşük, bebek ölümü, ağır kanamalar<br /><br />*Planlanmamış ve istenmeyen hamilelik<br /><br />*Hamilelik döneminde ortaya çıkan sağlık problemleri<br /><br />*Her türlü madde kullanımı<br /><br />*Hamilelik sonrası ile ilgili kişisel beklentilerin endişe ve kaygı içermesi<br /><br />*Doğumla ilgili korku ve kaygı<br /><br /><br /><span style="color:#660000;">Hamilelik Döneminde Stres Belirtileri: </span><br /><br />-Kişisel beklentileri yüksektir (Mükemmel bir anne olmalıyım, hata yapmamalıyım)<br /><br />-Sık sık olumsuz düşünceler içinde boğulur (Çocuğum sağlıklı olmayacak, bir şeyler ters gidecek)<br /><br />-Anksiyete ve depresyon belirtileri gösterir.<br /><br />-İlişkilerinde sürekli çatışma içindedir.<br /><br />-Karar verme ve problem çözme becerilerini kullanmakta zorluk çeker.<br /><br />-Panik ve öfke nöbetleri geçirir.<br /><br />-Sağlığına, yeme düzenine ve egzersizlerine yeterli önemi vermekte zorluk çeker veya<br />yapamamaktan ötürü aşırı kaygılanır.<br /><br />-Kendini değersiz ve yetersiz görür.<br /><br />-Uyku düzeni bozulur.<br /><br /><br /><span style="color:#660000;">Stresin Annelik ve Bebek Üzerindeki Etkisi:</span><br /><br />Her ne kadar, çelişkili sonuçlar olsa da, yapılan araştırmalar, hamilelik döneminde yaşanan stres ve aşırı kaygının, erken doğum ya da bebeğin düşük kilolu doğumu gibi sonuçlara vardığını ispatlıyor. Hamilelik döneminde ağır stres koşulları ile yaşamak durumunda kalan kadınların, daha az stres yaşayanlara oranla, prematüre doğum yapma konusunda 4 kat daha riskli oldukları tespit edilmiştir. Prematüre doğum, annenin ve annenin çevresindekilerin, doğan bebeğin sağlığı konusunda beklentilerinin olumsuz olmasına, her an kötü bir şey olabilir kaygısına yol açmakta, bu da yaşanan stresi daha da arttırmaktadır.<br /><br />Hamilelik döneminde yaşanan "yoğun" stresin rahim içindeki bebeği etkileyebildiği, özellikle bebekteki kortizol seviyesini yükselttiği, bu sebeple dünyaya gelen bebeğin, ileriki yaşlarda daha kaygılı bir yapıya sahip olabileceği, araştırmalarla saptanmıştır. Ancak bu bilgi ile "hamilelik döneminde stres yaşanılmamalıdır" gibi bir sonuca varılmamalı, yaşanan stresin, aşırı kaygı ve depresyon gibi kendini gösterip günlük işleyişi ciddi anlamda engelliyor hale gelmesi durumunda, bebeğe olumsuz etki edebileceği göz önünde bulundurulmalıdır.<br /><br />Hamilelikte yaşanan stres, hamilelik sonrası depresyonu tetikleyebileceği gibi, annenin kendi öz bakımını ihmal etmesine, madde kullanımına yönelmesine sebep olabilir. Hamilelik döneminde stres yaşayan anne adayının, doğum sonrası çocukla iletişimde de sorun yaşaması muhtemeldir. Yapılan araştırmaya göre, hamilelik döneminde ve bebeğin ilk yıllarında annenin depresyon geçirmesi, çocuğun sosyal ve bilişsel gelişimine, olaylar karşısında başa çıkma ve problem çözme becerilerine olumsuz etki edebileceği söylenmektedir.<br /><br /><br /><span style="color:#660000;">Hamilelikte Stresten Uzak Durmak için Yapılması Gerekenler:</span><br /><br />- Hamilelik döneminin, daha evvelki yaşantılarından farklı olduğunu ve özel bir döneme girdiklerini kabullenmeliler.<br /><br />- Günlük hayatlarında yapmaya alıştıkları her türlü aktiviteyi gözden geçirip, hangilerinin bu özel dönemde daha yapılabilir olduğunu saptamalılar. Aksi takdirde, kendilerinden beklentileri çok yüksek olup, bunları yerine getiremeyince sıkıntı hissedebilirler.<br /><br />- Aktivite planlamakta fayda var. Belli başlı ihtiyaçlar düzene sokulmalıdır. Düzenli yemek yeme, fiziksel aktiviteye, zihinsel egzersizlere ve sosyal ilişkilere zaman ayırmak gerekmektedir. Tüm bunların bir planı ve programı olduğunda, bu özel dönemi dolu dolu geçirdiklerini hissedeceklerdir.<br /><br />- Her şeyi kontrol altında tutma isteklerini bir süreliğine ertelemeli ve olanları olduğu gibi kabul etme becerisi kazanmalıdırlar.<br /><br />- Hamilelik dönemi ile ilgili pek çok kişi fikir verebilir, herkesin söylediklerini dikkate almak anne adayı için yorucu olabilir. Bu sebeple, anne adayının kendi gözlemini üstlenen doktorun dediklerini dikkate almalı ancak kendi ihtiyaçlarını kendisi belirlemelidir. Bedenini ve zihnini en iyi tanıyan kendisi olduğundan, ihtiyaçlarını belirleme konusunda kendisine güvenmelidir.<br /><br />- Eşle ve yakın çevresi ile açık ve net iletişim kurmalıdır. Anne adayının yaşadıkları kendine özeldir ve bir başkası tarafından anlaşılması zor olabilir, bu sebeple ihtiyaçlarını, hislerini ve isteklerini çekinmeden dile getirmelidir.<br /><br />- Anne adayı gibi eş de stres yaşayabilir, bu sebeple anne adayının eşine karşı duyarlı ve anlayışlı olması da ilişkinin sağlıklı ilerlemesi için gereklidir.<br /><br />- Hamilelikle ilgili bilgi toplamalı. Yaşanan dönemin zorlukları, olumlu tarafları, karmaşaları ve en önemlisi duygusal etkileri ile ilgili bilgi edinmelidir.<br /><br />- Rahatlama egzersizleri (nefes, hamile yogası, meditasyon) hamilelik döneminde işe yarar. Kalp atışları, kan basıncı, stres hormonu ve kas gerginliği azalır, zihin de tüm bu fiziksel değişimlerden olumlu etkilenir. Kaygı ve depresyon ile baş etmede, bedeni rahatlatmak, öncelikle zihni rahatlatmanın ve endişe ve kaygılardan uzaklaşmanın yoludur. Her gün veya gün aşırı, bu egzersizlerden faydalanmalıdır.<br /><br />- Duygu iniş çıkışlarının, olumsuz düşünce ve inançların ortaya çıktığı bir dönem olduğundan, hamileliğin olumlu ve olumsuz tarafları ile ilgili başından itibaren bir günlük tutulması yardımcı olacaktır.<br /><br />- Hamilelik döneminde psikolojik destek alınması, duyguları ifade etmek, yapıcı ve alternatif düşünme yöntemleri geliştirmek, başa çıkma becerileri kazanmak açısından yardımcı olacaktır.<br /><br /><br /><em><span style="font-size:85%;">Klinik Psk. Derya Utku</span></em>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-32244182071699028572008-08-21T00:39:00.003+03:002008-08-21T00:47:52.577+03:00Depresyonda Psikoterapi TedavisiPsikoterapi, geleneksel anlamda psikolojik sıkıntıları olan kişilere, sıkıntılarının ne olduğunu anlamalarına, kökenleri hakkında bir iç görü kazanmalarına ve bunlara uygun çözüm yollan bulmaları için öneriler getiren her türlü yöntem diyebiliriz. Psikoterapiye belli bir kuramın getirdiği, belli bir açıklama ve bu açıklamayla uyuşan bir çözümleme yolu olarak da bakabiliriz. Günümüzde çok farklı ve çok sayıda psikoterapiler kullanılıyor. Bunları birtakım ortak yönleri var ve bu ortak yönler de öncelikle kişinin problemini normalleştirmek, yani bu sıkıntıların başka insanlarda da olduğu ve bunlarla ilgili bilgi sahibi olunduğu söylenerek kişiye umut aşılamak, bu problemi sistemli bir yaklaşımla anlamak ve tedavi etmek diyebiliriz.<br /><br /><span style="color:#ff6600;"><span style="color:#996633;">Psikoterapi nin moral verici konuşmalardan ya da diğer rahatlatıcı şeylerden farkı ne?</span><br /></span><br />Aile ya da komşular da geçici rahatlamayı sağlayabilir; ama psikoterapiyi uygulayan psikoterapist her şeyden önce eğitimli biri ve sorunu olan kişiyle bireysel bir yakınlığı olmadığı için tarafsız davranabilir. Ayrıca, kişiye getirdiği iç görüler ve önerdiği çözüm yolları açısından da belli bir kuram ve araştırmalara dayalı ektin stratejileri uygulayabilir.<br /><br /><span style="color:#996633;">Psikoterapi ortalama ne kadar sürer?</span><br /><br />Bu, kişiden kişiye ve yaklaşımdan yaklaşıma değişir. Son yıllarda yapılan araştırma bulgularına göre, depresyon tedavilerinde en etkili psikoterapi yöntemi bilişsel-davranışsal terapiler.Bu terapilerin özelliği, depresyonun en yoğun olduğu, tedavinin başında haftada l ya da 2 kere hastayla psikoterapistin bir araya gelmesi ve görüşmeler arasında kalan zamanda da ev ödevlerinin uygulanması.Bunlara hasta ve terapist birlikte karar verdikleri için daha yaygın etkileri olabiliyor bunların. Bu terapiler 14-20 hafta sürebiliyor. Bu, hemen hemen en kısa sürede en etkin terapi yöntemi, diğerleri daha uzun sürebilir. Birçok araştırmada bu terapilerin bazı durumlarda ilaç kadar etkili olduğu gözlenmiş. Bu alanda çok net sonuçlara ulaşmak zor olsa da, bilişsel-davranışsal terapiler bittiği zaman ilaçlarla aynı etkiyi veriyor, fakat daha uzun süre etkisinin devam ettiği görülüyor. İlaç alırken belki vücutta kimyasal değişim sağlanabiliyor ama, bilişsel terapide kişi kendi düşünce sistemini, kalıplarını fark edebilme, sorgulama ve değiştirebilme fırsatı buluyor. Kişinin belki çocukluğundan beri taşıdığı örneğin, yetersizlik duygusunu sorgulayarak değiştirebilmesi mümkün. Ama, dinamik oryantasyonlu dediğimiz, bilinçaltına itilmiş bazı anıların, düşüncelerin kişiyi rahatsız ettiği ve kişinin bunları fark edip çözümlemesi gerektiğini kabul eden yaklaşımlar çok daha uzun süren psikoterapi süreçleri gerektirebilir.<br /><br />Günümüzde depresyon tedavisinde en yaygın olarak bilişsel-davranışsal psikoterapi kullanılıyor.<br /><br /><span style="color:#996633;">Bu farklı yöntemlerin amaçları ya da hedefleri de farklı mı?</span><br /><br />Psikoterapiler hemen hemen beş değişik düzey üzerinde çalışır. En üst düzeyde kişinin semptomlarını ya da çevreyi değiştirerek kişinin kendisini iyi hissetmesini sağlamaya yönelik; ikinci düzeyde, daha çok kişinin düşüncelerini değiştirmeye çalışarak iyileşmesini sağlayan; üçüncü düzeyde aileyi, sistemi değiştirmeye yönelik; daha alt düzeyde daha genel sistemler üzerine ve en alt düzeyde de derinde yatan çatışmaları çözmeye yönelik yöntemler olarak beş değişik düzeyde çalışır psikoterapiler. Bu nedenle süreleri de farklı olabiliyor.<br /><br /><span style="color:#996633;">Psikoterapi her zaman etkili mi ya da tek başına yeterli olabilir mî?</span><br /><br />Psikoterapi her zaman herkese uygun olmayabilir. Bilişsel-davranışsal terapilerin uygun olması için her şeyden önce kişinin motivasyonu yüksek olmalı, terapistle iyi bir ilişkinin kurulabilmesi, kişinin bu modeli benimseyebilmesi ve içselleştirebilmesi, kendisini sözel olarak ifade edebilmesi gerekli ve kişinin psikoterapiden beklentileri önemli. Bir de kişiye psikoterapi pahalı gelebilir. Devlet hastanelerinde çok fazla hasta olduğu için uzun uzun psikoterapi yapılamıyor.<br /><br />Depresyonda bizim en fazla üstünde durduğumuz şey, ölüm düşüncesi ve intihar riski. Eğer hastada intihar riski varsa, mutlaka tedaviye ilaçla başlamak gerekir. Semptomlar hafifleyip, kontrol altına alındıktan sonra ve dikkati toparlandığında hasta, psikoterapiden yararlanabilir.<br /><br /><span style="color:#996633;">Depresyon yineleyebilen bir rahatsızlık. Hasta psikoterapistine karşı bağımlılık geliştirebilir mi?<br /></span><br />Kişi bir psikoterapiden geçmişse, belli bir iç görü kazanmış oiuyor ve yaşamla başa çıkarken belli yaklaşımlarının onu depresyona götürebileceğini ya da depresyona yatkınlığı olduğunu bildiği için terapiden sonra bir daha depresyona girme eşiğine geldiğinde kendisi bunun daha fazla farkına varabiliyor. Bilişsel terapiler aslında bir eğitim sürecidir, kişiye çok fazla bakış açısı ve strateji öğretiyoruz. Kişi kendi kendisine de onları uygulayabiliyor. Bu, ev ödevleriyle de pekiştirilen bir şey. Ayrıca, bilişsel terapilerde depresyonun yenilenmesinin önlenmesi için program yapılır. Diyelim kişi kendisini çok iyi hissediyor, testler de bunu doğruluyor. Biz o kişiye depresyonunuz geçti gidin demiyoruz; alt ay sonra bir daha görüşelim diyoruz. Böylece kişiyi, eğer nüks etmeye yatkınlık görürse kendisinde o zaman neler yapabileceği konusunda önceden hazırlayan bir program yapıyoruz. Bunlara aşılama seansları diyoruz ve altı ay sonra bir daha görüyoruz hastayı. Terapi tamamen kesilmiyor, bir takip sürecine giriyoruz.<br /><br />Hasta eğer terapistine bağımlı hale gelmişse hem kötü bir terapi yapılmış, hem de terapi beklenen başarıya ulaşamamış diyebiliriz. Çünkü, depresyonda en önemli şeylerden biri bağımlı olmaya yatkınlık. İşbirliği ilkesi çok önemli modern terapilerde. Belirli amaçlarla verilen ve bu amaçların hastaya doğru bir biçimde anlatıldığı ev ödevleri de bu işbirliğini, ekip çalışmasını pekiştirir.<br /><br />Depresyona yatkınlığı etkileyen risk faktörleri olduğunu biliyoruz. Örneğin, kadınların sosyalleşmeyle öğrendikleri başa çıkma stratejilerinin onları depresyona daha yatkın hale getirmesi ya da küçük yaşta anne baba kaybı, fakirlik gibi etkiler var. Dolayısıyla, önleyici toplumsal çalışmaların yapılması gerektiği bilincinin yerleşmesi gerekiyor. Bireyleri depresyona karşı dayanıklı hale getirebilmek için neler yapılabilir türünden geniş çaplı çalışmalar yapılmalı.<br /><br /><em><span style="font-size:85%;">Elif Yılmaz<br /><br />Bilim Teknik, Aralık 2003 </span></em>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-71353438735072198772008-08-20T23:56:00.003+03:002008-08-21T00:06:17.293+03:00Düşünce ŞemalarıGündelik hayatımızda sorunlara yol açabilen endişe,sıkıntı, çökkünlük ve öfke patlamaları gibi rahatsızlık verici duygusal durumların oluşmasına düşünce şemalarımızdaki bazı kusurlar katkıda bulunmaktadır. Çevremizden etkilenerek ya da oluşan olaylarla aynı zamanda bizi o an için rahatlatsın diye kullandığımız bazı düşünceler alışkanlık haline gelerek, otomatik olarak kullanılmaya başlanır.<br /><br />Bu tarz düşünce şemalarının ortak özelliği, gerçeklik ilkesinden ve akılcılık temelinden ayrılmış olmalarıdır. Bunlar:<br /><br /><span style="color:#660000;">1-Filtre oluşturma:<br /></span><br />Karşılaştığınız durumlar ya da olayların tek bir yönü sizin için önem ifade ediyor, diğer alanları anlam taşımıyorsa, o kısımları hesaba katmıyorsanız filtre oluşturmaktasınız. Bazı kişiler yaşadıkları bir olay başkaları için ne kadar güzel olursa olsun, onun içinden olumsuz bir durumu adeta cımbızla çıkartırlar. Eğer kişinin duygusal yapısı çökkünlüğe eğilimli ise kendilerinin küçümsendiği ya da kayıp yaşantılarını öne çıkarabilirken; öfkeye eğilimliler kendilerine haksızlıkta bulunulduğunu; endişeli,evhamlı kişilerde kendileri ya da çevrelerindekilerle ilgili tehdit olarak algıladıkları şeyleri ön plana çıkarabilirler. Bu durumda bizi rahatsız edebilecek olaylar adeta mikroskoptan bakar gibi büyür, diğer güzel taraflar küçülür.<br /><br />Bu durum kendi geçmişimizi düşündüğümüz anlarda da kendini göstermektedir. Eskileri düşündüğümüzde sadece üzücü, kaygı verici, sinirlendirici ya da kararsız kaldığımız durumları daha çok hatırlıyor ve diğer anılar çok kolay bir şekilde aklımıza gelmiyorsa, gene bilinçaltımız aynı işlemi otomatik olarak yapıyor demektir.<br /><br /><span style="color:#660000;">2- Ya hep ya hiç tarzında kutuplarda düşünmek:</span><br /><br />Aslında her şeyin iyi ya da kötü özellikleri vardır. Hiçbir şey sadece beyaz ya da sadece siyah olmayıp , gri ya da lila renk tonlarındadır. Ying-yang durumu gibi (her siyahın içinde bir beyaz; her beyazın içinde de siyah bir bölüm olduğu şeklinde uzak doğu felsefesine ait bir model).<br /><br />Yani olaylar, insanlar, durumlar ya iyidir ya kötü şeklinde sadece masallarda görülebilen iki durumda bulunur.<br /><br />Bu tür bir düşünce temelinde eğer bir şey yeterince mükemmel değilse, o yetersizdir ve kötüdür. Bu şekilde mükemmeliyetçi bir düşünce yapısı, kişinin kendisi için belirlediği yüksek hedefler ve niteliklere ulaşamadığı zaman, kendini başarısız ve yetersiz hissetmesine yol açar. Bu da beraberinde depresif ve kişinin kendisi ve çevresine eleştirel yaklaştığı bir duygulanımı getirir.<br /><br />Bu düşünce yapısında hataya ve olağan olmak kabul edilir bir durum değildir. Bir tek hata kişinin dünyanın en mantıksız kişisi olduğu düşüncesini oluşturabilir. Bir kişinin kendine ait bir sıkıntısı nedeniyle, size yönelik bir unutkanlığı ya da hatası o kişiyi silmenize ve yok saymanıza neden oluyorsa bu şekilde düşünüyorsunuz demektir.<br /><br /><span style="color:#660000;">3- Aşırı genellemeler yapmak:</span><br /><br />Karşılaştığınız bir olay nedeniyle, hemen olayın sonucunu bütün hayatınıza yönelik yargı haline getirip, yetersiz verilerle genelleme yapıyorsanız bu düşünce şemasını kullanıyorsunuz demektir. Belli bir durumda yaşadığınız bir olumsuz olay, daha sonra yaşayabileceğiniz benzeri olaylarda da yaşanacak şeklinde bir düşüncenin oluşmasına yol açabilmektedir. Bunun eseri olarak bir kişi sizi görmeden yanınızdan geçtiğinde, “bak işte bana selam vermedi, yeterince bana değer vermiyor, sevmiyor” şeklinde gerçek olmayan bir düşünceyi oluşturabilmektedir. Sabah karşılaştığınız bir aksilik “ kötü başladı her şey ve her şey kötü gidecek şeklinde genellemelere yol açabilmektedir. Kişinin konuşma içeriği sık sık herkes, hiç kimse,her şey, her zaman, hiçbir zaman gibi ifadelerle doludur. Bu tür düşünce yapısı ile, kişinin hayatı sınırlanır ve çok küçük çaplı bir ilişki ağı oluşur.<br /><br /><span style="color:#660000;">4-İnsan sarrafı olma ( karşısındakinin ruhunu okuma):</span><br /><br />Başkaları hakkında kolayca fikirler ileri sürerek onların davranışlarının temeli, amacı ve sonraki hareket tarzları ile kendinizi bağlayıcı kararlar alıyorsanız bu tarz bir düşünce şemanız var demektir. Bu şekilde başkalarının hissettikleri, olaylardan etkilenişleri yönünde hipotezler üretirsiniz. Doğal olarak, bu tarz bir düşünce yapısı kişinin olaylar ya da kişilere karşı bakışından etkilenmektedir. Yani kendinizde olan bir takım davranış şekillerini karşınızdakine yansıtırsınız. Karşınızdakinin düşündüğünü sandığınız şey , aslında sizin düşündükleriniz ve hissettiklerinizin bir yansımasıdır. Başkalarının yapacağını düşündüğünüz davranışlar ya da hisler, doğal olarak o kişilerin genel hareket ya da hissediş tarzı olmayacaktır. Ancak siz onların farklı davranacağını düşünerek, gereksiz ya da olumsuz tavırlar alabilirsiniz. “ bu durumda muhakkak kızmış olmalı, benden bunun acısını çıkarır” şeklindeki yaklaşımlar gibi.<br /><br /><span style="color:#660000;">5- Olası en olumsuz temayı senaryolaştırma: </span><br /><br />Çok ufak bir durumun sonucunda kişinin o olayın bir felaketle sonlanıp, olası bir facia haline getirmesidir. Kişi bu nedenle yakınlarından birinin başına gelen bir sorunun, kendisi ile benzerliği olmasa da kendi başına geleceğini düşünebilir. Normal vücutsal belirtiler bile bir kanser habercisi olarak düşünülebilir. Ekonomik olarak sıkıntıya düşen birisi, eşi ve çocuklarının kendisini terk edeceği ve kimsesiz olarak bir köprü altında yaşayacağını umutsuzluk içinde hayal edebilir. Bir kaza geçirebileceği korkusu ile hayatını kısıtlayabilir. Bu kişilerin konuşma içerikleri “eğer , ya...”gibi sözcüklerle doludur.<br /><br /><span style="color:#660000;">6-Kişiselleştirme- sorumluluk sahibi hissetme:</span><br /><br />Çevrenizdekilerin söylediklerinden ya da yaptıklarından kendinize yönelik uygunsuz anlamlar çıkarmanız söz konusudur. Bu yapıyı kullanan kişiler sürekli olarak, kendilerini çevrelerindekilerle kıyaslarlar. “ben arkadaşlarım kadar para kazanmadığım için eşim bana böyle davranıyor” şeklinde düşünüp huzursuz hissedebilirler. Bu kişilerin kendilerine güvenleri yeterince kuvvetli olmadığından, devamlı olarak kendilerini olumsuz anlamda başkaları ile kıyaslayıp, olaylardan sorumlu hissederler. Çevreden gelen her bir uyaranı ( bakış, söz, davranış vb) kendinize verdiğiniz değerin bir ölçütü olarak görürsünüz.<br /><br /><span style="color:#660000;">7-Kontrol odağınızın durumu:</span><br /><br />Kendinizi eğer çevresel şartların, etrafınızdakilerin kontrolüne, olayların akışına bırakıyorsanız, etrafınızdakilerin yörüngesine ,onların dümen suyuna giriyorsanız kendiniz güçsüz hissedeceksinizdir. Bu durumda hayatınızda herhangi bir değişim yapamayacağınızı düşünebilecek ve aciz hissedeceksiniz. Etrafınızdakileri ve dışınızdaki dünyayı da bu durumda göreceksiniz. Sonuçta olumsuz durumlara düştüğünüzde , bundan başkalarını sorumlu addedip, onları suçlayacaksınız. Aşırı bir kadercilik düşüncesi ile bu durumlarla karşılaştığınız için her şeyi sineye çekip, çözüm yolları aramaya da çalışmayacaksınız. Dolayısı ile kendinizi kurban olarak algılayacaksınız ve ‘ilahlar kurban istedi’ şeklinde düşünüp, hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Oysa ki hayatınızın dümeninizi elinize alarak, yaşamınızın tek sorumlusu siz olduğunuzu idrak ederek, kendi kararlarınızı almakta aktif olsanız hayattan daha çok keyif alabilirsiniz. Yanlış da yapsanız, deneme yanılma en iyi öğrenme yolu olduğundan, bu deneyim size çok şeyler öğretecektir.<br /><br />Bu durumun tam tersinin olması, kontrol odağınızın aşırı derecede sizde toplanması halidir. Kendiniz aşırı güçlerle donanmış hissedebileceğiniz için etrafınızdakilerin eylemlerinden kendinizi sorumlu tutar hale gelebileceksiniz. Kendinizi mitolojideki tüm dünyayı omuzları üzerinde taşıyan ‘Atlas’ gibi hissedeceksiniz. Bu tarz bir hissediş, etrafınızdakilerin gereksinimlerine aşırı duyarlı olma şeklinde bir sınırsızlık hali, her türlü gereksinimleri giderebilecek kadar kendini adeta tanrı gibi hissetme durumu ve bu ihtiyaçların karşılanması sorumluluğunun başkasına değil de kendinize ait hissetmenizden kaynaklanmaktadır. Bu şekilde etrafınızdakileri size muhtaç ve korunması, desteklenmesi, beslenmesi gereken kişiler olarak algılayacak, onların yapmaları gereken sorumlulukları üstlenecek, adeta ağır işçilik yapar hale geleceksiniz. Dolayısı ile etrafınızdakilerin mutluluk, dert ve sorunlarından kendinizi sorumlu tutacaksınız. Bunların hepsini yapmaya çalıştığınızda çok yorulup kendi hayatınızı yaşayamayacaksınız. Asıl yapmanız gerekenleri yapamayıp, ulaşabileceğiniz başarıları göremeyeceksiniz. Bu kadar bölündüğünüz için, yakınlarınızdan kişi başına ayırdığınız vakit de azaldığından, yaptıklarınızın yeterli görülmediğini anlayıp, boşa kürek çekmiş hissedebileceksiniz. Bu kadar koşuşturma içinde bunları elinizden gelebildiği kadar yaptığınızda mutlu olabilecek , sıklıkla da doğal olarak yetişemediğinizde kendinizi suçlu ve mutsuz hissedebileceksiniz. Bir arkeolojik kazı bölgesinde şöyle bir yazı ile karşılaşılmış “kendini bil, kendini tanı, sen sadece bir insansın”.<br /><br /><span style="color:#660000;">8-Bireysel adalet algısı :</span><br /><br />Bireysel ilişkilerinizde size özel, sizin başkalarına ya da başkalarının size yönelik yapılması gerektiğinizi düşündüğünüz, çok da objektif olamayabilecek bir takım kural ve yönetmelikleriniz vardır. Eğer sevgiliniz sizi sevseydi, hep yanınızda olurdu; arkadaşınız gerçek bir dost olsaydı, size istediğiniz miktarda borç verir hatta hibe ederdi; benim bu iş yerimde çalışmamı gerçekten isteseler ve bana değer verselerdi, en yüksek zammı bana verirlerdi, hayat ve insanlar yeterince adil olsalardı... gibi düşünceler kişinin etrafına yönelik hipotezler üretmesi, kişiyi mutsuzluğa sürükler. Mutlaka sizin bakış açınız başkalarının bakış açısından farklıdır. Suyun üzerinden suya bakacak olursanız dibi çok yakın görürsünüz, oysa gerçek çok farklıdır, suya daldığınızda yakın gibi gözüken dibi bulamayabilirsiniz. Bu şekilde düşünerek hareket etmek, kendinizi mutsuz hissettireceği gibi,kişiler arası sorunlar yaşamanıza da yol açabilir.<br /><br /><span style="color:#660000;">9-Duygularınızın doğruluğundan taviz vermemek:</span><br /><br />Burada sözü edilen şey, duygularınız neyi söylüyorsa ona körü körüne inanmanızdır. Eğer kendinizi suçlu, başarısız, değersiz hissediyorsanız mutlaka öylesinizdir, o tür bir davranış yapmışsınızdır şeklindeki düşünüş tarzı sizi çökkün hissettirecektir. Kendinizi kızgın hissediyorsanız muhakkak çevrenizdekiler sizi kızdıracak bir şey yapmıştır şeklindeki gene bu tarz bir düşünce de etrafınızdakilerle daha da olumsuz şeyler yaşamanıza yol açabilir. duygularımız düşüncelerimizle el ele dolaşmaktadır. Eğer herhangi bir şekilde düşünceleriniz mantık çerçevesinden, gerçeklik ve objektiflikten uzaklaşıyor ise, buna uygun şekilde hissedersiniz. Sadece mantık ya da sadece duygulara dayanan ilişki ve evliliklerin yürümeyeceği gibi mantık ve duygular bir arada yaşamalıdır.<br /><br /><span style="color:#660000;">10- Kendinizi değil, çevrenizdekileri değiştirme düşüncesi:<br /></span><br />Etrafınızdakilerin hareket ya da düşüncelerini değiştirebilirseniz, insanlar sizin mutluluğunuza hizmet edebilir hale gelirler şeklinde komik olacak ama biraz emperyalist bir bakış açısı insanlarla aranıza aşılması güç Berlin duvarları örebilir. Benzer bir şekilde bulunduğunuz yeri değiştirirseniz sorunlardan kurtulabileceğiniz düşüncesidir. Aslında değiştirmeniz gereken ve değiştirebileceğiniz şey sadece sizin kendi düşünüş ve davranış şekillerinizdir. ‘İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır’ diyen atasözünde olduğu gibi, önce biz kendimizi düzeltmeliyiz. Başkalarını kendi kafamızdaki şekle uydurmak için baskı, şiddet, tehdit, ısrar, duygu sömürüsü elbette ki geri tepecektir. Bu davranışları gören kişi yeterince kuvvetli olmasa bile, Gandi gibi pasif direnişle kendi haklılığını gösterecektir. Tüm ilgi odağınız bu tarz bir düşünüş yapısı ile, çevrenizdekilere yönelecek dolayısı ile kendi kişiliğinizi geliştiremeyecek ve bilgeliğe giden yolda kazalar yapmanıza yol açacaktır. Unutmayın mutluluğunuz sadece size bağlıdır, başkalarının davranışlarına değil.<br /><br /><span style="color:#660000;">11-Önyargı ile çevrenizdekileri sınıflamak:</span><br /><br />İnsanların sizi rahatsız eden bir özelliği nedeniyle onları yaftalamak onlarla ilişkileriniz bozacaktır. Sizinle tanışmamış bir kimsenin sizinle konuşmaması onu soğuk bir kişi yapmaz. Aynı şekilde iş yerinizdeki bir üstünüz işinde titiz bir insansa, bu onun insafsız, acımasız bir insan olduğunu da göstermez. İnsanları yeterince tanımadan, kendinizi onların yerine koyarak empati yapamadan davranırsanız, hatalı sonuçlara ulaşırsınız. Elbette ki, bu görüşlerinizin bir bölümünde haklı olabilirsiniz ancak her insanın olumlu yönleri olabildiği gibi olumsuz yönleri de vardır. Bunları göremezseniz onları sevebilme ve yakın hissedebilme olanaklarınızı harcamış olursunuz. Bu da sonuçta ilişki çemberinizin daralıp, yalnız kalmanıza ve bir takım güzel şeyleri paylaşarak mutlu olmanıza engel olacaktır. Bir patron “ bana çalışırken kahkaha atacak adam bulun” demiş. Çalıştığınız yerden mutlu olmaya çalışırsanız verimli olursunuz.<br /><br /><span style="color:#660000;">12-İnsanları günah keçisi haline getirip, suçlu aramak:</span><br /><br />Kişiler eğer kendi sorumluluklarını yerine getirmez ve sonuçları nedeniyle sıkıntı yaşarlarsa kolayca suçlanacak birisi olduğunu bilmek onları kısa bir süre için rahatlatabilir. Bu şekilde kendi sorumluluğunuzda olan bazı şeyleri hatası olmayan kişilere yıkarak, ilk planda rahatlayabilirken, uzun erimde etrafındakilerle ilişkilerinin bozulmasına sebep olduğundan mutsuz olacaktır. Siz üzerinize düşen incelemeyi yapmadan, gerekli seçme şanslarınızı kullanmadan, istekleriniz yeterince dile getirmeden, yeri geldiğinde hayır demeden bir takım davranışlarda bulunursanız, bunu izleyerek karşınıza çıkan olumsuz sonuçlar nedeniyle çevrenizdekilerin size kötülük yaptığını, düşmanca davrandığını, haksızlık yaptığını düşünebilirsiniz. Bazı durumlarda sorumluluk almamak için yorgun ,bitkin hissettiğini öne sürebilirler. Bu durumlarının fark edilmeyerek kendilerinden sorumluluklarını yerine getirmeleri istendiğinde, çevrelerini durumlarını anlamamakla öfkelenerek suçlayabilirler. Halk arasında “hem suçlu, hem güçlü” denen tarzda bir davranış şekli ile zeytinyağı gibi üste çıkabilirler. Alışveriş yapan kişi, aldığı malı kendisi seçmektedir. Aldığı mallar arasında bozuğu ayıklamaz, ayırmazsa suçun büyük bölümü kendine aittir. Temelde yatan şey sorumluluk alıp, bu sorumluluğu yürütebilecek kararlı, dengeli özgüvene sahip olamamaktır. Unutmayınız ki her zaman haklı olamazsınız.<br /><br /><span style="color:#660000;">13-Kalıplaşmış mutlaka-asla düşünce yapısı:<br /></span><br />Bu düşünce yapısında aşırı derecede, olması ya da olmaması gereken belirli hareketler ve kurallar silsilesi vardır. Bu kurallar Hammurabi kanunları gibi kesin nitelikler taşır ve tartışılamaz. Duygularımı daima kontrol etmeliyim, asla yanlış yapmamalıyım, adeta bir granit gibi sürekli güçlü olmalıyım gibi.Bunlardan en ufak bir taviz bile verilmemesi gereklidir o kişiye göre. Bu nedenle sizin kurallarınız, düşünüş, giyim tarzınız vb. özelliklerinizin dışında hareket eden kişiler tahammül edilemez, sıkıntı uyandıran kişiler haline gelir. Onlar size göre ötekidir, yabancıdır, zarar vericidir. Bu düşünce tarzına göre her şey tek tip , bir örnek olmalıdır. Çok sesliliğe tahammül yoktur. Böyle düşünerek hayatınızı kısıtlarsınız, başkalarından bir şeyler öğrenemezsiniz. Sürekli olarak yapmalı-yapmamalı,olmalı-olmamalı dersiniz. Kendinizi geliştiremez ve kendinizi sevemezsiniz, her şeyi görev haline getirirsiniz. Kendinizden çok fazla şeyler bekleyerek, rahat edemezsiniz. Etrafınıza karşı hoşgörünüz azaldığı gibi, kendi hareket serbestinizi de kısıtladığınız için mutsuzluğa giden yolunuzu kendiniz açarsınız.<br /><br /><span style="color:#660000;">14- Kendini doğruluk abidesi olarak görme:<br /></span><br />Devamlı olarak, kendi fikirleri ve hareket tarzının haklılığını, doğruluğunu, gerekliliğini ispata yönelik bir savunma davranışı içinde olmanızdır konu edilen düşünce şeması. Farklı görüşler sizi ilgilendirmemekte, sizin için önemli olan şey, fikirlerinizi değiştirilemez şekilde koruyup, çevreye ifade etmeye çalışmaktır. Hata yapmadığınıza inanırsınız ve bu nedenle farklı bakışları onların yanlışıdır aslında.<br /><br />Halk arasında “sabit fikirlilik” olarak bilinen bu durum, esnek olmayan bir düşünce yapısıdır ve kişinin gelişime kapalı olması sonucunu getirir. Görüşleri babadan oğula geçen bir tarzda ,onlarla benzer kalıplar şeklindedir. Bireysel düşüncelerinize uymayan , diğerlerinin daha mantıklı olan savlarını destekleyen bulgular yok sayılıp, hesaba katılmaz. Başkalarının düşünce, his ve davranışlarını objektif olarak tartamadan, kişinin kendisinin hep bir şeylere hakkı olduğu şeklindeki algıları çevreleri ile sorunlar yaşamalarına neden olur. Kişiler daima kendilerini merkez alır, hep “nalıncı keseri” gibi düşünsel açıdan durumları kendi taraflarına yontarlar. “haklıyım çünkü...; bu benim en doğal hakkım” şeklinde konuşurlar.<br /><br /><span style="color:#660000;">15- Ödüllendirilme beklentisi: </span><br /><br />Bu düşünce şeklinde insanlara ve çevreye karşı öylesine özverili olacaksınız ki, insanların gözünde çok yükseklere çıkacaksınızdır. Sürekli gerekli gereksiz fedakarlıklarda bulunurlar. Bu şekilde hareket edip, daha iyi bir karşılık bulma , daha çok sevilme ve ilgi görme beklentisinde olan kişiler yüksek beklentilerine uygun bir karşılık göremediklerinde hayal kırıklığına uğrarlar ve insanları nankör, soğuk kişiler olarak görebilirler. Bu tür ödüllendirilme beklentisi ile hareket etmek kişilerde başkaları üzerinde bir takım haklar sahibi oldukları yönünde haksız bir bakış açısına sokabilir. Bu da kişinin çevresi ile ilişkilerinde sorunlar yaşayıp, mutsuz olmasını getirmektedir.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-31045054381861889182008-07-06T03:57:00.002+03:002008-07-06T04:02:12.457+03:00DOĞUM SONRASI DEPRESYONDoğumdan hemen sonraki dönem pek çok kadın için adeta bir rüya gibidir. Eve yeni gelen bir bebek aileye neşe ve mutluluk saçtığı kadar stresli de yaratır. Eve yeni bir bireyin katılışı kadınların önemli bir kısmında zihinsel ve duygusal değişikliklere yol açar.<br /><br />Zihinsel ve duygusal durumu etkileyen bu durumları melankoli, depresyon ve psikoz olarak sınıflandırabiliriz.<br /><br /><span style="color:#993300;">Doğum sonrası "Melankoli"<br /></span><br />Kadınların yaklaşık % 85'inde doğumdan sonra melankolik bir durum görülür. Bu gerçek bir duygulanım bozukluğundan çok doğumun normal bir parçası olarak kabul edilmelidir. En sık doğumdan sonraki ilk haftada ortaya çıkar.<br /><br />Annelerde uyku problemleri, ağlama krizleri, üzgün görünme halsizlik, baş ağrıları, konsantrasyon güçlükleri, şaşkınlık, sinirlilik, iştahsızlık problemleri görülebilir. Bu tablo çok önemli değildir. Genelde 1-2 hafta içinde şikayetler kendiliğinden kaybolur. Ancak bu kısa geçiş döneminde ailesinin ve eşinin anlayışlı davranması ve kendisine yardımcı olmaları gereklidir.<br /><br />Annelerin %10-15'inde melankoli tablosu iki haftadan uzun sürebilir. Bu durumda depresyon söz konusu olabilir ve profesyonel yardım gerekebilir.<br /><br /><span style="color:#993300;">Doğum sonrası "Depresyon"<br /></span><br />Doğum sonrası depresyon; tanım olarak doğumdan sonraki 4 hafta içinde, herhangi bir zamanda majör depressif bir dönem yaşanmasıdır.<br /><br />Kadınların bir kısmında görülen doğum sonrası depresyon melankoliden daha farklı ve ciddi bir durumdur. Ancak bazı kadınlarda bu süre 6 haftaya kadar uzayabilir.<br /><br />Nedenleri tam olarak bilinmemekle birlikte doğumdan sonra ani gelişen hormonal değişimlerin etkili olduğu düşünülmektedir. Başka bir neden de "psikolojik stres" lerdir. Bebeğe karşı aşırı bir sorumluluk duygusunun gelişmesi olayın altında yatan bir diğer sebep olabilir.<br /><br />Kadının eşiyle olan anlaşmazlıkları ya da ekonomik problemler olayı alevlendirebilir. İlk defa anne olanlar veya eşi ile ayrı olan kadınlar dahi yüksek risk altındadır. Daha önceki gebeliklerinden sonra depresyon yaşayanlarda da daha sık görülür.<br /><br />Genelde doğumdan sonraki 1-5. günler arasında belirtiler başlar. Hafif depresyonda en sık görülen bulgular halsizlik, isteksizlik, sinirlilik, unutkanlık ve değişik korkulardır. Bunlara genelde uyku problemleri eşlik eder. Biraz daha ileri vakalarda bu belirtilere aksiyete (endişe), panik atak, ağlama krizleri, bebeğe karşı ilgisizlik, ciddi uyku bozuklukları ile ölüm ve intihar düşünceleri eklenir.<br /><br />Doğum sonrası depresyona % 5 oranında rastlanır. Eskiden sosyal statü ve evlilik ilişkilerinin depresyon ile ilişkisi olmadığı düşünülürken yeni çalışmalarda fakir ve bekar kadınlarda 2 kat daha sık görüldüğü ileri sürülmektedir.<br /><br />Genç yaşta anne olanlarda da 2-3 kat fazla görülür. Gebelik esnasındaki duygu durumu ile doğum sonrası depresyonun bir ilişkisi bulunamamıştır.<br /><br />Doğum sonrası depresyonun tedavisi majör depresyon ile hemen hemen aynıdır. Genelde hastalar psikoterapi ve antidepresan ilaçlardan fayda görürler. Emzirenlerde antidepresan kullanımı önerilmediğinden tedavi esnasında kadın doğum ve psikiyatri hekimlerinin birlikte tedavi planı yapmaları uygun olacaktır.<br /><br />Emzirmenin olumlu etkileri nedeniyle hafif vakalarda ilaç tedavisi yerine sadece psikoterapi yeterli olabilir. Hastaların 2/3'ünde şikayetler en geç 1 yıl içinde kaybolur. Geri kalan vakalarda ise birden fazla sayıda depresif atak görülür.<br /><br /><span style="color:#993300;">Doğum sonrası "Psikoz"</span><br /><br />Postpartum (doğum sonrası) görülen en ciddi psikolojik hastalıktır. Gebelikten önceki yıla göre karşılaştırıldığında hastalığa yakalanma riski 20 kat fazladır.<br /><br />Psikoz; düşünce bozukluğu veya gerçekle gerçek olmayanın ilişkinin kaybedilmesi olarak tanımlansa da ciddi duygulanım bozuklukları da bu şekilde sınıflandırılabilir.<br /><br />Halüsinasyonlar (gerçekte olmayan şeyleri görme ya da duyma) veya hezeyanlar (gerçekle ilgisi olmayan şeylere inanma) olabilir. Önceden kestirilemeyen duygu dalgalanmaları görülür. Genelde doğumdan sonra 2 gün-3 hafta arasında belirtiler ortaya çıkar.<br /><br />Hezeyanlar özellikle bebek üzerine odaklanır. Bazı durumlarda anne bebeğe karşı aşırı koruyucu obsesyonlar (takıntılar) geliştirebilir. Hatta bazı vakalarda da intihar düşünce ve girişimleri bile olabilir.<br /><br />Postpartum psikoz son derece acil ve profesyonel yardım gerektiren ciddi bir durumdur. Sıklıkla hastaneye yatırılarak tedavi gerekir. Uygun tedavi ile % 95 oranla hastalar 2-3 ay içinde iyileşir.<br /><br /><br /><span style="color:#993300;">Doğum sonrası depresyonda öneriler</span><br /><br />Doğum sonu depresyon, hemen her kadında görülebilen, geçici bir dönemdir. Bu dönemi en iyi ve rahat bir biçimde atlatabilmek için aşağıdaki önerilerimizi uygulayınız.<br /><br /><br />-Kendinizi aşırı derecede yormayınız. Uyku zihinsel sağlık açısından çok önemlidir.<br /><br />-Bebeğiniz uyurken siz de uyumaya çalışınız.<br /><br />-Bebeğinizin hareketleri uykunuzu bozuyor ise onu başka bir odaya almayı deneyiniz.<br /><br />-Eşinizle bir vardiya sistemi geliştirin ve bu şekilde bebekten sadece siz sorumlu olmayınız.<br /><br />-Bebeğe bakım konusunda etrafınızdaki akraba ve arkadaşlarınızdan yardım isteyin. Bu sayede kendinize dinlenecek zaman ayırın.<br /><br />-Gebelik esnasında ve emzirme döneminde beslenmenize dikkat edin.<br /><br />-Kendinizi çaresiz ve güçsüz hissediyorsanız bir psikolog veya psikiyatrdan destek almak için zaman kaybetmeyiniz.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-88508188940046149562008-07-06T03:51:00.004+03:002008-07-06T03:57:11.628+03:00BENLİĞİN SAVUNMA MEKANİZMALARI<div align="justify">Savunma mekanizmaları gerek kişinin ortama adaptasyonunda ve gerekse gelişiminde çok önemli bir rol oynar. Kişilik Gelişimi’nin en göze çarpan ve önemli gerçeklerinden biri, onun sürekli olarak değişimidir. Bu değişim hayat boyunca devam etmekle beraber, en belirgin olarak bebeklik, çocukluk ve ergenlik devrelerinde gözlemlenir.<br /><br />Gelişim süresince ego, yapısal olarak farklılaşır, dinamik olarak da enerjinin dürtüsel kaynakları üzerine olan kontrolünü arttırır.<br /><br />Tüm kişilikte oluşa gelen değişiklikler, beş koşulun sonucu ortaya çıkar.<br /><br />* Olgunlaşma<br />* Dış dünyadan kaynaklanan ve düş kırıklığı ile sonuçlanan üzüntü verici uyarılar<br />* Kişisel yetersizlikler<br />* Sıkıntı<br /><br />Kişinin olgunlaşma süreci içinde karşılaştığı tüm engelleyiciler ve bunlarla savaşımı, bu engelleri yenme yolunda ortaya koyduğu uğraş, onun kişiliğini geliştirir. Bu gelişimde ego, ait olduğu organizmayı koruma gayretiyle bir takım Savunma Mekanizmaları yaratır. Normal veya nörotik her şahıs, hayata uyumda bu savunma mekanizmalarından birini veya birkaçını kullanır.En çok kullanılan savunma mekanizmaları şunlardır :<br /><br /><span style="color:#993300;">Bastırma<br /></span><br />Psikanalitik yayınlarda en erken tanınmış ve hakkında en genış biçimde tartışılmış olan A.Freud'a göre bütün savunmaların temeli olan savunma mekanizması bastırmadır(represyon). Bastırma,istenmeyen id dürtülerinin istek ve duyguların bilince çıkmasına engel olan bir ego işlevidir. Kişi farkında olmaksızın kendisini rahatsız edecek olan bir takıö dürtülerinden kurtulmuş olur. Bilince çıktığında kişiyi zorlayacak bir takım duygu,düşünce,dürtü ve anılar bastırılarak bilinçten uzaklaştırılmış olur. Bu süreç ego ile id arasında sürekli yaşanan bir süreçtir ve egonun bunu sağlamak için enerji harcaması gerekmektedir. İd'in libidinal enerjisine karşı egonun bu ruhsal enerjisine karşı yatırım denmektedir. Kişide yatırım-karşı yatırım dengesi sürekli değişkenlik gösterir. Egonun yatırımı daha güçlü olduğu sürece bilinçdışı libidinal id dürtüleri bastırılmış olarak tutulur ve bilince çıkartılmazlar. Ancak id enerjisinin arrtığı durumlarda egonun bastırma gücü yetmeyecek ve başka savunma mekanizmaları devreye sokacaktır.<br /><br /><span style="color:#993300;">Yalıtma (izolasyon)</span><br /><br />Freud'un 'duygu yalıtımı' diye adlandırdığı ama zamanla sadece yalıtım olarak adlandırılan savunma mekanizmasıdır. Kişi geçmişte yer aldığı bir takım olumsuz acı veren anıları düşünceleri,fantazileri(düşleri) duygusundan yalıtarak,duygusunu yaşamaksızın hatırlar. Bilinç o anıyı ancak duygusal boyutundan soyutlayarak kabul edebilmektedir. Kişi örneğin geçmişte,bir yakınını kaybettiği bir kazayı,hiç bir üzüntü yaşamadan,sanki o olay başkasının başından geçmiş,o bir gözlemci,izleyiciymiş gibi duygusuz bir biçimde anlatabilir. Bu duygu çok sonraları olabileceği gibi travmatize edici olay yeni olduğu zaman da olabilir.<br /><br /><span style="color:#993300;">Zıt Tepkiler Kurma (Reaksiyon-Formsyon)</span><br /><br />Bu savunma mekanizmasında temel işleyiş dürtüsel olan,bilinçdışı olan bir duygunun düşüncenin,anının,bilinçte tersini,aşırı vurgulamaktır. Örneğin kişi bilinçdışı olarak nefret ettiği kişiyi bilinçli olarak aşırı derecede sever. Böylece bir çok kabul edilmez duygu yerine toplumun olumlu bulduğu,ahlaki değer yargılarının kabul ettiği duygular ortaya konmuş olur. Nefrete karşı sevgi,kabalığa karşı nazik olma,inatçılık yerine aşırı uysallık,kirli,pis,pasaklı olmak yerine titiz olmak gibi durumlar ortaya çıkar. Bu duygulanımların ters yönde işlemesi de söz konusu olabilir. Örneğin kabul edilemez bir sevgi (yasak sevgi vb.) yerine kişi bilinçli olarak nefret duygusunu ortaya koyabilir.<br /><br /><span style="color:#993300;">Yapma-Bozma (Un-doing)</span><br /><br />Kişinin günlük yaşantısında ya da düşüncelerinde yaptığını sandığı olumsuz eylemlerin sonucunu ortadan kaldırmak,yapılmamış gibi saymak amacıyla bir takım hareketler,eylemlerdir. Bir bakıma reaksiyon-formasyon'a benzeyen bu mekanizma da yine Obsesif-Kompulsif Bozukluk veya O.K Kişilik Bozukluğu vb. durumlarda görülür. Kişi elektrik düğmelerini açıp kapayarak,fırın düğmelerini açıp kapayarak önce o olumsuz eylemi yaptırıyor sonra tekrar kapatarak olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırıyor,yani eylemini iptal ediyor. Bilinçdışı olarak ölmesini istediği kişiyi düğmeyi açarak öldürüyor sonra kapatarak tekrar hayata döndürüyor gibi bir mekanizma işlemektedir.<br /><br /><span style="color:#993300;">Yadsıma (Bilinçdışı inkar)</span><br /><br />Kişi egosu için tehlikeli olarak algıladığı bir takım duygu,düsünce,anılarını ve gerçekleri bilinçdışı olarak farkında olmaksızın yoksayarak,yokmuş ya da olmamış gibi davranır. Bu kişinin kendisini (egosunu) korumaya yönelik bilinçdışı bir eylemdir. Örnek olarak bir takım laboratuvar örnekleriyle kanser olduğu kanıtlanmış eğitimli ve durumu anlayacak kişilerin böyle bir olay yokmuşçasına davranmlarını gösterebiliriz. Yine başka tür düşüncelerini kişi kendisine yakıştıramadığında da yadsımaktadır. Kendisi değil de başkaları o düşünceyi taşıyormuş gibi olumsuz şeyi dışarı yansıtmaktadır.<br /><br /><span style="color:#993300;">Gerilme (Regresyon)</span><br /><br />Kişinin ulaştığı gelişmişlik düzeyi bunaltı doğuracak bir düzeyde ise kişi daha önceki bir döneme gerileme eğilimi gösterir. Bilinçdışı işleyen bu süreçte kişi çocuksu davranışlar sergileyebilir. Asıl psikoz dediğimiz,ciddi akıl hastaliklarında (şizofreni vb.) kullanılan bu mekanizma en ilkel mekanizmalardan biridir. Bilinçdışının malzemesini bilince çıkartma ve sanat ürünü olarak oluşturma çabasında yararlı bir işlev görür.<br /><br /><span style="color:#993300;">Yansıtma (Projeksiyon)</span><br /><br />Kişinin kendisinde algıladığı ama asla kendine yakıştıramadığı bir takım dürtü,duygu,düşüncelerini bastıramadığı,yadsıyamadığı duygu,düşünce vb.'nin kendisinde değil de dışarıda,başkalarında olduğunu ve kendisine yönelik olumsuz şeyler yapılacaği biçiminde bir düşünce geliştirmesidir. Birisine çok öfkelenen ve bilinçdışı olarak onu öldürmek isteyen kişi bu duygunun,düşüncenin ne kadar kötü olduğunu algılar ve o düşüncenin kendisine ait değil falanca kişiye ait olduğunu ve kendisini suçladığını,öldürmek istediğini vb. söyler. Özellikle paranoid (şüpheci) hastalardaki en temel mekanizma budur. Nefret ettiği,yok olmalarını istediği kişilerin kendisinden nefret ettiklerini,kendisini zehirleyip vb. yolla öldüreceklerini söyleyebilir.<br /><br /><span style="color:#993300;">Yer Değiştirme (Deplasman)<br /></span><br />Bir duygu ya da dürtünün,asıl nesnesine (psikanalitik açıdan insan) yöneltilmesinin yoğun sorunlar getireceği durumlarda,bir başka nesneye yöneltilmesine denir. Freud'un ayrıntısıyla tanımladığı bu mekanizma,at korkusu olan küçük Hans'ın analizinde çocuğun asıl korkusunun (babadan korku) at orkusuyla yer değiştirmiş olmasıyla açıklanabilir. Özellikle fobik bozukluklarda görülen bir savunmadır. Kedi,köpek,böcek korkusu,dışarı çıkamama,kalabalığa girememe vb.<br /><br /><span style="color:#993300;">Akla Uygun Hale Getirme (Rasyonalizasyon)</span><br /><br />Benlik için acı,sıkıntı veren bazı dürtü ve duygular akla yatkın ve sıkıntı vermeyen bir hale getirilmeye çalışılırlar. Bir başkasına karşı yaptığı yanlışları çeşitli açıklamalarla haklı gösterme çabası vb. durumlar buna örnektir. Tembellik yapan insanların kendilerine çeşitli bahaneler bulması,alkolik kişilerin her gün kendilerine içme nedenleri bulma çabaları vb.<br /><br /><span style="color:#993300;">Döndürme (Konversiyon)</span><br /><br />Çok yoğun bir sıkıntı yaşayan,ağır bir sterese uğramış kişi o yoğun sıkıntısını yatıştırmaya yönelik birçok savunma mekanizması kullanır. Ama yetmeyince konversiyon dediğimiz bedenin herhangi bir işlevini iptal eden bir davranış sergiler. Örneğin kolu-bacağı tutmaz,yürümez olabilir. Komada gibi yatalak bir duruma geçebilir. Kısmen bilinç kaybı olabilir,körlük,sağırlık vb olabilir. Böylece önce kendisine sıkıntı veren durumdan kurtulmuş ve çevresindeki insanların ilgisini görmüş olur. Bütün bunlar bilinçıdışı olan kişinin farkında olmadığı işleyişlerdir. 'Numara' yapıyor gibi algılanmaması gereken ilgi ve özen gösterilmesi gereken önemli süreçlerdir.<br /><br />Entelektüalizasyon : Kişinin asıl bunaldığı durumu anlatmak yerine onu bir bilim adamı tutumuyla açıklamaya çalışma biçiminde bir savunma mekanizmasıdır. Örneğin kişi duyumsadığı ve kendisini çok rahatsız eden insest (yakını,kan bağı olan birine cinsel ilgi) duygusunu dile getirmek yerine insestin eski çağlardan beri varolan,şu şu krallıklarda yaşanmış bir durum olduğunu anlatır. Entellektüel açıklamalarla,asıl yapması gerekeni,içinden geçen duygu,düşünceleri anlatmak yerine ayrıntılarla görüşmeyi anlaşılmaz hale getirme tipik bir örnektir.<br /><br /><span style="color:#993300;">Düş Kurma (Fantazi)</span><br /><br />İnsanın dış dünyada doyuramadığı istek ve dürtülerini düşler kurarak doyurma çabasıdır. Çocukluk ve ergenlik yıllarında çok kullanılan bir metabolizma olmakla birlikte içe dönük erişkinlerde yoğun biçimde kullanılabilir. Sanatsal yaratının vazgeçilmez bir olanağı olarak işlev görür. Genel olarak insanların günlük yaşantısını, işini, okulunu vb. aksatmıyorsa hiç bir sakıncasi yoktur. Ama engelliyorsa kişinin bir psikiyatrist ile görüşmesi uygun olur.<br /><br /><span style="color:#993300;">Yüceleştirme (Süblimasyon)</span><br /><br />Çocuğun büyüme sürecinde taşıdığı olumsuz dürtüleri,duyguları toplumun kabul edemeyeceği yasak vb. bir davranışı toplumun olumlu bulduğu bir davranış,eylem biçimine çevirerek olumlu şeyler yapmasıdır. Örneğin saldırganlık dürtüsü yoğun olan bir çocuğun boksa eğlim duyarak herkesin olumladığı,alkışladığı büyük bir boksör olmasi gibi. Bilimsel merak,sanatçılık vb. yüceleştirme örnekleridir. Yüceleştirmeyi diğer savunma mekanizmalarından ayıran en temel fark her hangi bir sıkıntıya karşı ortaya konmamasıdır. Diğer tüm savunmaların aşırı oluşu hastalık olurken bunda böyle bir şey söz konusu değildir.</div>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-90900729355564071372008-07-06T00:08:00.006+03:002008-07-06T02:00:17.756+03:00Travmalar ve Travmalarla Başetme YollarıÖzellikle son yıllarda ülkemizde ve dünyanın genelinde sıkça yaşanmaya başlanan deprem ve sel gibi diğer doğal âfetler, savaşlar ve silâhlı çatışmalar, trafik kazaları, saldırılar, işkence ve tecavüz gibi olaylara mâruz kalan kişiler korku, dehşet ve çâresizlik yaşamaktadırlar. Çok yakın geçmişte Çin’de yaşanan ve tüm dünyayı üzüntüye boğan deprem felâketi ile beraber yeni vak’aların da ortaya çıkacağı kesindir. Bu olaylar insanın ruh sağlığını olumsuz etkilemekte ve etkisi yıllarca sürebilecek izler bırakabilmektedir. Günlük rutin işleyişi ve işlevselliği bozan, beklenmedik bir şekilde gelişen, dehşet, endişe ve panik yaratan, kişinin yaşamış olduğunu anlamlandırmaya çalışma süreçlerini bozan bu tür olayları “travmatik yaşantılar” olarak adlandırmaktayız. Travma, ruhsal ve/veya bedensel bütünlüğü bozan her türlü yaralanmaya, örselenmeye verilen genel isimdir.Daha detaylı bir açıdan baktığımızda, “ruhsal travma” kapsamına fiziksel ve duygusal tâcizler (dövülme, gasp olayları, çocukluk çağından beri süregelen sevgisiz ortam, sağlık, eğitim, barınma ve beslenme gereksinmelerinin karşılanamaması vb.), cinsel tâcizler, doğal âfetler, yangınlar, trafik kazaları, savaşlar ve çatışmalardan etkilenmek girmektedir. Ruhsal travmayı izleyen dönemde bâzı kişilerde önce “Akut Stres Bozukluğu”, bâzı kişilerde de bunun sonrasında “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” veya diğer adı ile “Posttravmatik Stres Bozukluğu” dediğimiz bir durum gelişebilmektedir. Akut Stres Bozukluğu travma oluşumundan sonraki ilk 1 aylık süre içinde gözlenir. Travma Sonrası Stres Bozukluğu’nda ise travmatik olayın üzerinden 1 ay geçmiş olmasına rağmen olayın etkilerinin hâlâ devam etmesi söz konusudur.<br /><br />Amerikan Psikiyatri Birliği’nin 2000 yılında yayınladığı zihinsel bozuklukları tanımlama ve sınıflama sistemine göre (DSM-IV-TR) <em>Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)</em> için tanı ölçütleri şu şekilde belirlenmiştir:<br /><br />1. Kişi aşağıdakilerden her ikisinin de bulunduğu bir biçimde travmatik bir olayla karşılaşmıştır:<br /><br />•Kişi, gerçek bir ölüm veya ölüm tehdidi, ağır yaralanma veya kendisinin veya başkalarının fizik bütünlüğüne bir tehdit olayını yaşamış, böyle bir olaya tanık olmuş veya böyle bir olayla karşı karşıya gelmiştir.<br /><br />•Kişinin tepkileri arasında aşırı korku, çaresizlik veya dehşete düşme vardır. Çocuklarda ise bu tepkiler yerine dezorganize veya ajite davranış şeklinde dışavurum görülmektedir.<br /><br />2. Travmatik olay aşağıdakilerden biri veya daha fazlası yoluyla sürekli olarak yeniden yaşanır:<br /><br />• Olayın sıkıntı veren anıları düşlemler, düşünceler veya algılar şeklinde elde olmadan tekrar tekrar hatırlanır. Yine çocuklarda travmanın kendisi ya da değişik yönleri tekrar tekrar oynadıkları oyun formatında sergilenmektedir.<br /><br />• Olay sık sık, sıkıntı veren bir biçimde rüyada görülür. Çocuklarda da bu rüyalar içeriğini anlamadan görülen korkunç rüyalar olarak ortaya çıkmaktadır.<br /><br />• Kişi travmatik olay sanki yeniden oluyormuş gibi davranır veya hisseder.<br /><br />• Kişi travmatik olayın bir yönünü çağrıştıran veya andıran iç veya dış olaylarla karşılaştığında yoğun bir psikolojik sıkıntı duyar ve/veya fizyolojik tepki (çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı gibi) gösterir.<br /><br />3. Kişi aşağıda belirtilen kaçınma davranışlarından en az üçünü yaşar ve genel tepki düzeyinde azalma görülür:<br /><br />• Travmaya eşlik etmiş olan duygu, düşünce veya konuşmalardan kaçınma çabaları.<br /><br />• Travma ile ilgili anıları uyandıran etkinlikler, yerler veya kişilerden uzak durma çabaları. (örn. trafik kazası geçirmiş bir kişi araba kullanmak veya arabaya binmek istemeyebilir; uyku esnasında depreme mâruz kalmış bir depremzede uyuyamaz veya geceleri yalnız kalamaz.)<br /><br />• Travmanın önemli bir yönünü anımsayamama.<br /><br />• Önemli etkinliklere karşı ilginin veya bunlara katılımın belirgin olarak azalması.<br /><br />• İnsanlardan uzaklaşma veya insanlara yabancılaştığı duyguları.<br /><br />• Duygulanımda kısıtlılık (örn. sevme duygusunu yaşayamama, “taşlaşmış” gibi olma.)<br /><br />• Bir geleceği kalmadı duygusunu taşıma (örn. bir mesleği, evliliği, çocukları veya olağan bir yaşam süresi olacağı beklentisi içinde olamama).<br /><br />4. Aşağıdakilerden ikisinin veya daha fazlasının bulunması ile belirli, “artmış uyarılmışlık” belirtilerinin sürekli olması:<br /><br />• Uykuya dalmakta veya sürdürmekte güçlük.<br /><br />• Huzursuzluk ve yerinde duramama hâli veya öfke patlamaları.<br /><br />• Düşüncelerini belirli bir konu üzerinde yoğunlaştırmada zorluk çekme.<br /><br />• Her an tetikte olma, aşırı dikkatlilik.<br /><br />• Aşırı irkilme tepkisi gösterme (örn. telefon sesleri, kapı çarpması, kamyon gürültüsü gibi sesler kişilerin âniden irkilmelerine sebep olup oldukça sıkıntı verebilir.)<br /><br /><span style="color:#660000;">TSSB’nda Başlangıç, Süreç ve Gidiş:<br /></span><br />DSM-IV-TR’ye göre semptomların başlangıcını ve süresini belirtmek için aşağıdaki belirleyiciler kullanılmaktadır:<br /><br /><em><span style="color:#990000;">Akut:</span></em> Semptomlar 3 aydan daha kısa sürdüğü zaman.<br /><br /><span style="color:#990000;"><em>Kronik:</em></span> Semptomlar 3 ay veya daha uzun sürdüğü zaman.<br /><br /><em><span style="color:#990000;">Gecikmeli Başlangıçlı:</span></em> Travmatik olayla semptomların başlangıcı arasında en az 6 ay geçtiği zaman.<br /><br />TSSB, çocukluk dönemi de içinde olmak üzere herhangi bir yaşta başlayabilir. Başlangıcın en yüksek olduğu dönem genç erişkinlerdir. Semptomlar genellikle travmadan sonraki ilk 3 ayda başlarsa da semptomlar başlamadan önce aylar, hâttâ yıllar geçtiği de olabilir. Semptomların süresi değişebilir. Klinik vak’aların yarısında 3 ay içinde düzelme olur, birçoğunda da semptomlar travmadan sonra 12 aydan daha uzun sürer. Travmatik olayın şiddeti, süresi ve kişinin olaya yakınlığı böyle bir bozukluk geliştirmeyi belirleyen en önemli etkenlerdir. Toplumsal desteklerin, âile öyküsünün, çocukluk yaşantılarının, kişilik değişkinliklerinin ve daha önceden bulunan zihinsel bozuklukların TSSB geliştirmeyi etkileyebildiğine ilişkin bâzı kanıtlar vardır.<br /><br /><span style="color:#660000;">TSSB için Risk Faktörleri, Cinsiyet Açısından Farklılıklar</span><br /><br />Travmatik olay yaşayan veya yoğun stres yaratan bir kriz dönemi geçiren neredeyse herkes “stres tepkileri” gösterebilir ve problemler yaşayabilir. Bu herkesin hasta olduğu anlamına gelmez. Hâttâ bir süre sonra birçoğu da bu problemlerden büyük ölçüde kurtulabilirler. Bâzı kişiler ise TSSB yaşamaktadır. Âilede psikiyatrik bir bozukluğun olması, erken çocukluk döneminde davranış bozukluklarının olması, eğitim düzeyinin düşük olması, küçük yaşta âileden ayrılma, daha önceden var olan depresyon ve yeterli çevresel desteğin olmaması gibi faktörler TSSB’nin gelişmesi riskini arttırmaktadır.<br /><br />Toplumda her üç kişiden biri hayatlarının belli bir evresinde ağır travma yaşarlar. TSSB bunlardan %10-20’sini etkilemektedir. Hayat boyu TSSB’ye rastlama oranı %8 bulunmuştur. (erkeklerde %6, kadınlarda %8). Kadınlarda cinsel tecavüzler ve fiziksel tâciz daha yüksekken, erkekler de silâhlı saldırı ve çatışma şeklindeki etkenlere daha sık rastlanmaktadır. Kadınlarda semptomlar daha şiddetli olup, hastalık da daha uzun sürmektedir.<br /><br /><span style="color:#660000;">TSSB’de TEDAVİ</span><br /><br />Erken tedavi sorunun sürüp gitmesini engelleyen en önemli etkendir. Bu nedenle, sorunları paylaşmak önemlidir. Yaşanan sorunların bir uzmana danışılması tedavide ilk adım olacaktır. Çünkü travma sonrasında oluşan stres belirtilerinin ilâç ve/veya psikoterapi ile tedavi edilmesi mümkündür. Hastalığın seyrine, hangi belirtilerin ön plânda olduğuna göre gereken ilâç tedavisi mutlaka uzman bir psikiyatr tarafından düzenlenmelidir.<br /><br />Belirli bir travmaya mâruz kalmış bir hasta ile karşılaşan uzmanın yaklaşımında üç ana öğe yer almaktadır:<br /><br />1. Hastaya tam bir destek vermek ve onun yanında olduğunu hissettirmek.<br /><br />2. Hastanın yaşadığı olayı tartışması konusunda onu cesaretlendirmek.<br /><br />3. Yaşadığı rahatsızlıkla ilgili baş etme mekanizmalarını öğretmek.<br /><br />Bunların yanı sıra sedatif ve hipnoz uygulamaları da tedavide son derece yararlı olmaktadır. Hastayı bu rahatsızlığından farmakoterapi ve/veya psikoterapi uygulamaları ile kurtulacağı konusunda ikna etmek, ayrıca hasta ve aileler için ek destek sağlayarak onları TSSB olan hastalar için özel olarak oluşturulan bölgesel ve ulusal destek grupları konusunda bilgilendirmek ve haberdar etmek tedavinin diğer önemli hususları arasında yer almaktadır.<br /><br />TSSB’nin tedavisinde kullanılan psikoterapik tedavi yöntemi davranış terapisi, bilişsel terapi ve hipnoz içerir. Psikoterapilerin kısa süreli yapısı bağımlılık riskini de azaltmaktadır. Terapistin tedavi çerçevesinde edindiği diğer bir rol de hastanın yaşadıklarını inkâr etmesini durdurma ve bunları kabûllenmesini sağlamaya yöneliktir. Hasta travmatik olayla ilgili yaşadığı hisleri ifâde etmede ve anlatmada cesaretlendirildiği gibi gelecekle ilgili plânlar yapması konusunda da yönlendirilmektedir.<br /><br />Hastalığın tedavisinde iki büyük psikoterapik yaklaşım kullanılmaktadır:<br /><br /><em><span style="color:#990000;">1. Hastanın yaşadığı travmatik olayla yüzleştirilmesi:</span></em> Bu yaklaşımda hastanın olayı ve olay anında yaşadıklarını hayâl etmesini teşvik (imajinasyon) etmenin yanı sıra hastanın olayı yaşadığı yer, mekân veya durumda bulundurulması sûretiyle olayı yerinde yeniden canlandırmasını sağlama (in vivo) yöntemleri kullanılmaktadır.<br /><br /><em><span style="color:#990000;">2. Hastaya stres ile baş etme yollarının öğretilmesi:</span></em> Bunların arasında gevşeme (relaksasyon) yöntemleri ve stresin üzerinden gelmenin bilişsel yaklaşımları vardır.<br /><br />Yukarıda bahsi geçen bireysel tedavi tekniklerine ek olarak grup ve âile terapilerinin de TSSB vakalarında yararlı olduğu klinik çalışmalarla kanıtlanmıştır. Grup tedavilerinin avantajları çeşitli travma deneyimleri olanların yaşadıklarını birbirleri ile paylaşmaları ve grup üyelerinin birbirlerini desteklemeleridir.<br /><br />Semptomların belirgin bir şekilde ciddileşmesi, intihar veya diğer hayatî riskler gelişmesi durumunda ise hastanın derhâl hastaneye yatırılması gerekmektedir.<br /><br />TSSB olan çoğu kişi bu konuda bir yardım almamaktadır. TSSB semptomları gösteren bir hasta gerekli olan tedaviyi almadığı takdirde;<br /><br />• Sosyal ve meslekî hayatı ile duygusal dünyasında bozukluklar oluşması (örn. boşanmalar, işsiz kalma, hayattan zevk alamama gibi),<br /><br />• Hayat kalitesinin azalması (örn. madde bağımlılığı gelişmesi, intihar girişimleri gibi),<br /><br />• Diğer fiziksel ve psikolojik sorunlara eğiliminin artması (örn. gastrit, hipertansiyon gibi fiziksel; depresyon, Panik Bozukluğu gibi psikolojik problemler) kaçınılmazdır.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-91369432692881462522008-06-30T23:36:00.003+03:002008-06-30T23:41:37.519+03:00Müzik Terapisi1977'de Amerika müzikle tedaviyi bir bilim dalı olarak kabul etti. Müzik terapisi psikiyatri temelli hastalıklarda 1950’lerden bu yana etkin olarak kullanılıyor. Türkiye, müzikle tedavinin henüz farkında değil. Oysa Farabi, Razi, İbn-i Sina ve Gevrekzade Hasan Efendi gibi Türk alimleri bu alanda çok önemli çalışmalara imza atmışlardı.<br /><br />Felsefe, tıp, astronomi, matematik, musiki gibi on yedi ayrı bilim dalında eserler veren İslam âlimi Yakup El Kindi’nin tüccar komşusunun oğlu birdenbire hastalanır. Yemeden içmeden kesilir. Hastalık, tüccarın işlerini sekteye uğratır; çünkü her işi oğlu yönetmektedir. Hastalığa çare bulunamaz. Bir arkadaşı tüccara, bu hastalığı ancak Kindi’nin tedavi edebileceğini söyler. Tüccar, komşusu Kindi’yi bilmektedir ama şimdiye kadar sürekli aleyhinde konuşmuştur. Yine de aracı vasıtasıyla ondan yardım ister, Kindi de kabul eder. Hastanın nabzını kontrol ettikten sonra musikide hünerli öğrencilerinden birkaçını çağırır. Onlara ne çalmaları gerektiğini söyler ve sürekli o musikiyi icra etmelerini ister. Dakikalar geçtikçe nabzı kuvvetlenen ve nefesi canlanan hasta bir süre sonra kımıldamaya, oturmaya ve konuşmaya başlar. Kindi, tüccara, “Oğluna ne sormak istiyorsan sor?” der. Sorular sorulup cevaplar alındıktan sonra hasta yeniden eski haline döner. Baba müzisyenlerin devam etmesini isteyince Kindi, “Hasta son gayretini gösterdi. Fazlasına imkan yok; çünkü ömrü tamamdır.” diye konuşur.<br /><br />9. yüzyılda meydana gelen bu olay, bitkisel hayattaki bir kişiyi bile musikinin nasıl etkilediğini göstermesi bakımından son derece önemli. Aslında, insanlık müzikteki şifa kaynağının başından beri farkında. Eski Yunan, Roma, Çin ve Mısır’da müziğin tedavi edici özelliğinden faydalanılıyor. Bugün de başta ABD ve Avrupa olmak üzere dünyanın birçok yerinde psikiyatrik hastalıkların tedavisinde müzikten yararlanılmakta. Türkiye’de henüz kurumsallaşamayan konu daha ziyade bireysel faaliyetlerle gündeme geliyor. Ayhan Songar ve Oruç Güvenç gibi isimlerin ön plana çıktığı bu alanda bayrak şimdi psikiyatri uzmanı Dr. Adnan Çoban’da.<br />Adnan Çoban'a göre, Türkiye’de müzikle tedavide batının çok gerisinde kalınmasının sebebi konunun reddi değil, fark edilmemesi. Çalışmaların bireysel düzeyde kalmasının sebebi de bu zaten. Bunun örneğini bizzat yaşayan Çoban, “1997’de müzikterapi eğitimi için yurtdışına gitmek istedim. Elimden tutup da gönderecek hocam olmadı.” diyor. Günümüzde psikiyatrik rahatsızlıklar ‘biyopsikososyal’ çerçevede değerlendiriliyor. Yani hastalığın biyolojik, psikolojik ve sosyal açılardan tedavisi öngörülüyor. Buna kapsayıcı model deniyor. Dr. Çoban müzik terapisinin söz konusu kapsayıcı tedavi yaklaşımına en uygun yöntem olduğunu söylüyor.<br /><br />Adnan Çoban, klasik Türk müziği ile tıp öğrencisiyken uğraşmaya başlar. Prof. Dr. Ayhan Songar’ın İstanbul Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı bünyesinde kurduğu Etnomüzikoloji Merkezi’nde müzikle terapi faaliyetlerini izler. İstanbul Üniversitesi Korosu’nda şef yardımcılığına kadar yükselir. Tıp mezuniyeti sonrasında birçok uzmanlık alanında asistanlık yapar. Sonunda ideali olan ortopediyi kazanır. Ancak, kendisi hem müzikle irtibatını sürdürmek istediği hem de müzikle tedaviye ilgi uyduğu için 1997’de psikiyatriyi tercih eder. O yıl Ayhan Songar vefat eder. İlk iş olarak Songar’ın Etnomüzikoloji Merkezi’nin yolunu tuttuğunda burasının halen bilemediği bir sebeple kapatıldığını öğrenir.<br /><br />Batı dünyası da 20. yüzyılın ortalarında keşfettiği müzikle tedavi ya da terapiyi, alternatif tedavi yöntemi değil, geleneksel tıbba uygun ve kuralları kendine has bilimsel bir tedavi yöntemi olarak kabul ediyor. İkinci Dünya Savaşı’nda yaralanan askerlerin terapisinde müzikten yararlanılır ilk olarak. Ardından, 1947’de ABD’nin Michigan Devlet Hastanesi’nde müziğin tedavi programına alınır. Böylece bu konuda araştırmalar hızlanır. Depresyon, şizofreni, zeka geriliği, alkol ve madde bağımlığı ile mücadelede müzik tedavi yöntemine başvurulur. Yeni teknik ve pratik uygulama biçimleri geliştirilir. Amerikan Müzikterapi Birliği 1997’de bir tanımlama yaparak son noktayı koyar: “Müzikterapi, bazı duyulan bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılamada müziği ve müzik aktivitelerini kullanan uzmanlık dalıdır.”<br /><br />Bugün Batı’da hastane, klinik, gündüz bakımevi, okul, madde bağımlılığı merkezi gibi yerlerde 5 binden fazla uzman, müzik terapisi uyguluyor. Şüphesiz, bunda etkili olan temel faktör son yıllarda müzik ve beyin araştırmalarında elde edilen veriler. Müziğin, özellikle serotonin, norepinefrin, dopamin, melatonin, kortizol, adrenalin, testosteron gibi psikiyatrik hastalıkların oluşumunda etkili hormonlara; kan basıncı, solunum ritmi, solunum kalitesi, nabız sayısı gibi fizyolojik olaylara olumlu etki yaptığı biliniyor artık.<br /><br />Müzikle tedavide bize çok değerli bilgilerin miras bırakıldığını vurgulayan Adnan Çoban, “Bu bilgileri, günümüz anlayışı içinde yeniden gözden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde, geçmişiyle övünüp bir şeyler üretemeyen mirasyedilerden bir farkımız kalmaz. Bugünün Türk hekimlerine, müzikle tedavi konusunda büyük sorumluluklar düşüyor.” diyor. Müzikle tedaviye bilimsel bir çerçeve kazandırmayı amaçlayan Psikiyatri Çoban, araştırmaları sonucunda belirlediği Avusturya’daki Viyana Üniversitesi’nde faaliyet gösteren Entomüzikoterapi Enstitüsü ile temasa geçer. Enstitü’den Dr. Gerhard Tuçek’ten bilimsel destek ister. Klasik Türk Muziği makamları ile Orta Asya müziğini kullanan; ama tamamen bilimsel metodolojiye uygun çalışan Tuçek’in İslam dinine geçerek Kadir ismini aldığını öğrenir. 1990’ların başında kurulan enstitü, müzikle tedavide dünya çapındaki merkezlerdendir. Tuçek’e göre, müzikle tedavi nöroloji, kardiyoloji, onkoloji ve psikiyatri gibi klinik alanların vazgeçilmez bir parçasıdır ve özürlü insanlarla ilgili çalışma alanlarında da önemli bir yere sahiptir.<br /><br /><em><span style="font-size:85%;">Kaynak : aksiyon.com.tr</span></em>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-16871417650476420452008-06-30T23:30:00.002+03:002008-06-30T23:35:17.682+03:00Şizofrenik Alt Tipler<span style="color:#660000;"><em>Paranoid Tip</em></span><br /><br />ICD-10 ve DSM-IV sınıflandırma sistemlerinde yer alan bir alt tiptir. DSM-IV deki tanımına göre başlyca özelliği bir ya da daha fazla sanrı ile uğraşma ya da çoğunlukla duyulan işitsel varsanıların varlığıdır.<br />Paranoid şizofrenik tipi klasik olarak perseküsyon ya da megalomanik sanrılarla karakterizedir. Tipik bir paranoid hasta gergin, kuşkucu, tedbirli ve mesafelidir. Ayryca düşmanca bir tutum takınabilir ve saldırgan olabilir.<br /><br /><span style="color:#660000;"><em>Dezorganiza Tip</em></span><br /><br />İlkel, dizginlenemeyen ve örgütlenmemiş bir davranış biçimine belirgin şekilde gerileme ile kendini gösterir ve katatonik tipin tanı ölçütlerini karşılamaz. Hastalığın başlangıcı genellikle erken yaşta olup 25 yaşından öncedir. Hasta genellikle aktif, fakat amacsız ve yapıcılıktan uzak görünür. Düşünce bozukluğu belirgindir ve gerçeklikle ilişkisi cok azdır. Duygusal tepkiler uygunsuzdur, yersiz gülme ve ağlamalar olasıdır. Uygunsuz ve garip mimikler görülebilir.<br /><br /><em><span style="color:#660000;">Katatonik Tip<br /></span></em><br />Klasik özelliği motor işlevsellikte stupor (tepki yokluğu ve çevredekilerin farkında değilmiş görüntüsü), negativizm (tüm hareket ettirme ve yönlendirme girişimlerine karşı gösterilen hareketsiz direnç), katatonik katilik (hareket ettirmeye yönelik çabalara karşı katy ve değişmez bir vücut pozisyonunun istemli olarak sürdürülmesi), taşkınlık (dış duyaranlardan etkilenmeyen hızlı ve amacsız motor etkinlik), postür alma (uygunsuz ya da garip vücut pozisyonu istemli bir biçimde alma ve genellikle uzun zaman koruma) gibi anormalliklerin ortaya çıkmasıdır. Katatonik taşkınlık ya d stupor durumundaki hastanın kendisine ya da başkalarına zarar vermesini engellemek için iyi bir biçimde denetlenmesi gerekir. Beslenme bozukluğu ve ortaya çıkabilecek diğer olumsuz durumlara karşı dikkatli olunmalıdır.<br /><br /><span style="color:#660000;"><em>Farklılaşmamış Tip<br /></em></span><br />Şizofreni klinik tablosunun genel özelliklerini taşıyan, fakat paranoid, dezorganize ve katatonik tiplerin tanı ölçütlerini karşılamayan hastaları kapsar.<br /><br /><em><span style="color:#660000;">Rezidüel Tip<br /></span></em><br />Aktif belirtilerin ya da diğer şizofreni tiplerinden birini tanı olarak koydurtacak yeterli belirtilerin bulunmadığı, fakat şizofreninin süreğiden bir takım bulgularının var olduğu şizofreni tipidir. Duygusal küntlük, toplumdan uzaklaşma, eksantrik davranışlar, mantıkdışı düşünce ve ılımlı çağrışım çözüklüğü yaygın bulgulardır. Sanrılar ve varsanılar bulunsa bile ön planda değildir ve bunlara güçlü bir duygulanım eşlik etmez.<br /><br /><span style="color:#660000;"><em>Bouffée déelirante (Akut sanrısal psikoz)</em></span><br /><br />Belirtilerin devam süresinin üç aydan daha az oluşuyla şizofreniden ayrılmaktadır. DSM-IV deki şizofreniform bozukluk kategorisine benzerlik gösterir. Fransız psikiyatristleri bu tanıyı alan hastaların %40 ynda hastalıkta ilerleme görüldüğünü ve tanının şizofreniye çevrildiğini bildirmektedirler.<br /><br /><span style="color:#660000;"><em>Latent (Gizli) Tip<br /></em></span><br />Bu hastalarda bazen garip davranışlar ya da düşünce bozuklukları görülebilmekte, fakat belirgin ve sürekli psikotik belirtiler gözlenmemektedir. Geçmişte bu bozukluğa SINIR (borderline) şizofreni adı verilmişti.<br /><br /><span style="color:#660000;"><em>Oneroid Durumlar</em></span><br /><br />Şizofrenik hastalarda oldukça seyrek rastlanan bir durumdur. Oneroid durumlarda kişi bir düşteymişçesine davranır, şaşkındır, yer ve zaman yönelimi bozulmuştur, bilinç bulanıktır, kendinden geçme durumlary görülebilir ve sürekli değişen görsel sanılar vardır. Hasta bir yandan bir uzay gemisinde seyahat etmekte olduğuna inanırken diğer yandan hastahenenin günlük programını titizlikle izler.<br /><br /><em><span style="color:#660000;">Parafreni</span></em><br /><br />Bu terim paranoid şizofreni teriminin eşanlamlısı olarak kullanılır. Terimin diğer kullanımları ilerleyici ve bozulmayla giden bir hastalığın ya da iyi bir biçimde örgütlenmiş sanrısal bir sistemi anlatır.<br /><br /><em><span style="color:#660000;">Yalancı-nevrotik (Pseudoneurotic) Tip</span></em><br /><br />Bazen baslangıçta anksiyete, fobiler, obsesyonlar ve kompulsiyonlar gibi belirtiler gösteren hastalar sonradan düşünce bozukluğu ve psikoz belirtileri ortaya koyabilmektedir. Bu hastalardaki belirtiler adı sayılan belirtilerin dışında ambivalans (aynı nesneye yönelik karşıt duygular taşyma) ve cinsel karmaşa gösterebilmektedir.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-51381187589881577812008-06-30T19:37:00.000+03:002008-06-30T19:39:02.254+03:00Yüz İfadeleri<em>"Ama burada ben hiçkimse değilim. Bir yüzüm yok. Kahverengilere bürünmüş bu koca kalabalık, beni kimliğimden etti... Bir yüz bulacağım. Anıtsal bir yüz. Ve onu bilgelikle, güvenle donatarak bir tılsım gibi takacağım..." (Virginia Woolf, Dalgalar).</em><br /><br />Yüz ifadeleri, beden dilinin hem anlamı en açık sözcüklerini, hem de neden sonuç ilişkisine oturtması en güç bölümünü oluşturuyor.<br /><br />Özellikle gözlerin ve bakışların kazandığı önem, bazı araştırmacıların ilginç çıkarımlar yapmalarına bile neden olmuş. Şempanze ve diğer primatlarda bulunmayan göz akının, bakışlarımızı daha anlamlı ve açık kılmak için gelişmiş olabileceği gibi. Yüz ifadesiyle ilgili olarak modern anlamda yapılan çalışmaların 19. yüzyılda Charles Bell'le, özellikle de ifadenin anatomi ve fizyolojisiyle ilgili olarak yayımladığı kitabyıla başladığı kabul ediliyor. Bell'in çalışmaları, duygusal ifade üzerine yaptığı incelemelerde Darwin'e de esin kaynağı olmuş. Ancak Darwin ve kendisinden sonra gelenlerin yıllar boyunca duygularla dolaysız ilinti kurdukları yüz ifadelerini şimdilerde bu yönüyle sorgulayanlar, ifadelerle duygular arasında bire bir ilişki zorunluluğunun olmadığını savunanlar da yok değil. Evet diyorlar, yüz ifadelerinin duyguları yansıttığı tezi bütünüyle mantyıksız değil; ancak, aslında "her şeyin" duyguları yansıttığı gerçeğinin göz önüne alınması koşuluyla. Hele gerçek duyguları gizleyebilme özelliğinin bile duygulardan kaynaklandığı düşünülecek olursa! Diğer kariı çıkışlar da, hepimizin aynı yüz kaslarına sahip olduğumuz, ancak bu kasların, ifadede farklı kültürlerde farklı kombinasyonlarla kullanılacağı yolunda.<br />Darwin dönemi ve sonrasındaki bilimadamlarından bazılarının, duyguların yapay ve hatta batı kültürünün bir icadı olduğu iddiaları da kayda değer.<br /><br />Günümüzde konu üzerinde en kapsamlı araştırmaları yaptığı söylenen, California Üniversitesi'nden Paul Ekman'sa aynı görüşte değil. Darwin'in kitabının, şimdi Türkçe olarak da yayımlanmış olan (İnsan ve Hayvanlarda Beden Dili, Gün Yayıncılık, 2001) yeni baskısı için yaptığı açıklamalarda şöyle diyor: "Son 30 yıldır yeni ölçüm araçlarını kullanan sistematik araştırma yöntemleriyle Darwin'in yaklaşımının evrenselliği test ediliyor. Ben bu testleri yapan ilk kişilerdenim ve Darwin'in yanıldığının ortaya çıkmasını bekliyordum. Bulgular benim ve birçok diğer davranış bilimcisinin fikirlerini değiştirdi... Darwin, o günden bu yana çok az bilimadamının sorduğu soruları sordu. Birçok bilimadamı duygusal ifadeyi incelerken hangi, nasyl ve ne zaman sorularını sormuşlardı. Her duygunun karşılığı olan ifadeler hangileridir? Bunlar nasıl oluşur? Ne zaman oluşur? Darwin bu sorularla da ilgilendi, ama neden sorusunu soran ilk kişiydi Darwin'in bu soruyu yanıtlamak için ortaya attığı üç ilkenin geçerliliği üzerindeki tartışmalar sonlanmış değil.<br /><br />Birincisi, hareketlerde oluşan bazı ifadelerin amaca yönelik olduğu "kullanılabilir alışkanlıklar" ilkesi; bir diğeri, bazı ifadelerin, diğerleriyle zıt olmaları nedeniyle seçildiği "antitez" ilkesi; üçüncüsü de kendisinin bile açık olmadığını kabul ettiği "sinir sisteminin doğrudan hareketi" ilkesi.<br /><br />Duygularla ilintisi olsun veya olmasın, yüzün ifadedeki ağırlığı ve gücü konusunda kimsenin pek kuşkusu yok. İlk bakışta yüzünden tanıdığımızı düşündüğümüz insanlar olmamış mıdır hepimizin? Ekman'ın bu konuda da ilginç bir yorumu var. Diyor ki bir kişi, korku ya da öfke gibi bir duyguyu uzun süre yaşadıysa, o duygunun yüzünde sıklıkla çalıştırdığı kasların etkisiyle, ifadesi "yüzüne kazınır". Biriyle ilk karşılaşmamızda bile onun duyarlı, sinirli ya da pısırık kişilikli olduğu damgasını, hata payıyla da olsa, büyük olasılıkla bu şekilde vuruveriyoruz.<br />Yaşamın olağan akışı içinde sürekli bir arada bulunduğumuz ya da karşılaştığımız insanların yüz ifadelerini, farkında olmasak bile üç aşağı beş yukarı okuyabiliyoruz. Ancak tüm bu ifadelerin dışında, sözünü etmeye değer ve diğerlerinden daha gizli kalmış bir tanesi daha var: ifadesizliğin, ifadenin ta kendisi olduğu "maske". Maske ifadesine iyi bir örnek, hizmet ettiği eve gelen konukların yanıbaşında dursa da, konuşmalardan bihaber görünen ya da görünmeye çalışan İngiliz uşağı tiplemesi. Ancak bundan çok daha çarpıcısı, Nazilerin, yüzlerinden direnç gösterdikleri anlamını okudukları sessiz ve ifadesiz tutuklulara çok daha fazla işkence etmiş oldukları gerçeği. İzin vermedikleri bu ifadesizliği (!) "fizyonomik başkaldırı" olarak nitelendiren Naziler, bu kişilerde varlığını hissettikleri pasif protestodan açık şekilde ürküyorlardı.<br /><br />Sözlü hale getirdiği dünyada sözsüz dili kullanan tek canlı elbette insan değil. Sırtını kabartarak bacağınıza sürünen, pencerede vızıldayan sineği yakalamaya bütün ruhu ve bedeniyle hazırlanan ya da akvaryumdaki balıkları izlerken gözbebekleri büyümüş, kulakları öne doğru eğilmiş bir kedinin de anlayana kendisi hakkında çok şey söyleyebildiği, bir gerçek. (Darwin'in bu konuda da ayrıntılı çalışmaları var.) Sözsüz dilin ilk kullanıcılarıysa bundan 3,5 milyar yıl önce dünyanın ilk canlı formlarından biri olarak ortaya çıkan mavi yeşil algler. Topluluklar halinde yaşayıp birbirleriyle iletişim kurmak için moleküllerden başka aracıları olmayan bu canlılarla kıyaslandığında insan, iletişimsel donanım bakımından doğrusu hiç de fena durumda sayılmaz! Onu kullanmadaki başarısıysa her şeye rağmen kuşkulu..KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-10530175025430424762008-06-30T19:25:00.000+03:002008-06-30T19:35:15.480+03:00Ses TerapisiSes terapisi kavramı ilk başta tuhaf gelebilir, ve tıbbi araştırma laboratuvarlarını çağrıştırabilir. Ama gerçek şu ki etkileri günlük hayatımızın ta içindedir. Örneğin, güçlü temposu olan bir müziği her duyduğumuzda, sesin ve müziğin enerjimizi ortaya çıkaran etkisini hissederiz. <br />En son ne zaman dansetmekten kendinizi alakoyamadığınız bir parça duymuştunuz?<br /><br />Bulgar psikiyatrist Gorgi Lazanoff, öğrencilerine Barok müzik dinleterek (1700ler; Bach, Vivaldi, Telemon, Handel) ve vurguyla ritmik olarak nefes almalarını sağlayarak, öğrenme kapasitelerini arttırdığını göstermiştir. Bu deneye dayanarak ses ve müziğin sadece fiziksel sağlığımıza değil, duygularımıza ve zihnimize de son derece olumlu etkileri olduğu söylenebilir. <br /><br />Ses Terapisinin kökeni, evrenin tekrarlanan frekanslardan oluştuğu teorisine dayanır. Bilim artık pek çok geleneğin gizemlerini belgelemektedir. Fiziksel, zihinsel, duygusal ya da ruhsal gerçekliklerin varlığı titreşim esasına dayanmaktadır. Elektronların sürekli hareket etmeleri ve titreşimleri buna kanıt sayılabilir. Bütün maddeler, bitkiler, ilaçlar, ve hatta vitaminleri, mineralleri ve diğer besin değerleri ile yiyecekler, biyolojik etkilerini açıklayabilecek şekilde frekans perspektifinden incelenebilir. Bio-Rezonans terapi enerji tıbbının bu ilkelerini araştırmaktadır.<br /><br />Benzer şekilde, bilgisayar programlarıyla analiz edilen insan sesi, canlılığın büyük bir göstergesidir. İnsan sesi ifadenin en güçlü araçlarından birisidir ve böyle olmakla vücut sisteminin güçlü bir temsilcisidir. Bazı bilim adamlarına göre, insan sesi kulağın duymadığını tekrarlayamamaktadır. Belki de kulak beynin üretmediğini duyamamaktadır. Beynin, üstad bir kimyacı olmasının yanı sıra, çok karışık bir ton üreticisi olduğunun ve vücut sistemine frekansla kumanda ettiğinin kanıtlary vardır. <br />Beyin, çeşitli araçlarla ölçülebilen, düzenli tekrarlanan dalga biçemleri yaymaktadır. İnsan sesi de konuşmacının fiziksel ve duygusal sağlığına ve dengesine uygun olarak, çok miktarda frekans bilgisi içeren bir düzenli tekrarlanan dalga biçemi üretir. Her bir insanın sesi kendine özgü ve tek olduğundan, bu iş için kullanılan bir yazılım yardımıyla ortaya çıkarılan ses frekansı analizi haritası, kayıt sırasında o kişinin fiziksel ve/veya duygusal sorunlarını gösterebilir.<br /><br />Ses dalga biçemleri, stres anındaki frekansları bulmak için analiz edilir, ve sonuçlar bizim vitaminler, mineraller, amino asitler ile, ilaçlar ve zehirli maddeler de dahil olmak üzere, bütün diğer maddeler için verdiğimiz deneysel frekans aralıkları ile karşılaştırılır. <br /><br />Bio-Rezonans terapide, kulaklık, hoparlör ya da bir titreşim ileticisi vasıtasıyla iletilen düşük frekansta dalga biçemleri üreten bir ton-kutusundan yararlanılır. Her bir ton-kutusu, her biri 4 ayrı kesin doğru frekans içerebilen 12 kanala kadar programlanabilir. Bu düşük frekanslı dalga biçemleri herhangi bir operasyon gerekmeden vücuda verilebilir; genellikle de anında gözlenebilen etkileyici sonuçlar elde edilmektedir.<br /><br />Araştırma göstermektedir ki, bu yolla uygulanan dalga biçemleri, vücuttaki vitaminleri, mineralleri, amino asitleri ve diğer biyolojik maddeleri harekete geçirmekte, ve ses analizinde önemli görünen, zararlı maddelerle bağlantılı frekansların zehirli etkilerini tersine çevirebilme konusunda ümit verici görünmektedir.KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-69993177170041405112008-06-30T19:19:00.001+03:002008-06-30T19:22:00.707+03:00Psikoterapinin Şartları1- Terapinin nihai görevi hastanın değiştiremediklerini yeniden yorumlamasıdır.<br /><br />2- psikoterapi sistemli ve sürekli bir tedavi biçimidir.Tek bir seansta sihirli değnek değmişçesine değişim gerçekleşmesi beklenemez.<br /><br />3- Sorumluluk yaratmak anlamına gelir.Sorumluluğun farkında olmak,kişinin kendi özünü , kaderini , hayattaki durumunu , duygularını hatta acı çekisini yarattığının farkında olmaktır.<br />Böyle bir sorumluluğu kabul etmeyen , çektiği sıkıntı için başkalarını yada başka güçleri suçlamaya devam eden hasta için hiçbir terapi olası değildir.<br /><br />4- Psikoterapinin başarılı olması için hastanın değişimi gerçekten istemesi ve aktif bir biçimde psikoterapistin vereceği görevleri yerine getirmesi gerekir.<br /><br />5- önemli olan başımıza gelen olaylar değil olayları yorumlayış biçimimizdir.<br /><br />6- Değişim ve gelişim için insanın ihtiyaç duyduğu her şey özünde mevcuttur.Dışardan hiçbir kaynağa ihtiyaç yoktur. Terapist kişiye bu kaynakları nasıl ortaya çıkaracağının ve nasıl etkin bir şekilde kullanacağının farkına varmasını sağlar.<br /><br />7- Terapatik değişim eylem ifade etmelidir.<br /><br />8- Kişinin dünyasını başka hiç kimse onun yerine değiştiremez. Eğer biri değişecekse aktif bir şekilde değişmelidir,yani çaba harcamalıdır.<br /><br /><span style="font-size:85%;"><em>Psk.Tülay KÖK</em></span>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-4254164051671544737.post-86114530245668542462008-06-27T23:41:00.004+03:002008-06-27T23:57:10.076+03:00SOSYAL PSİKOLOJİ<div align="justify">En geniş anlamı ile sosyal psikoloji kişiler arasındaki etkileşimlerin bilimidir. Psikoloji ile sosyoloji arasında kalan bir alanda etkilidir. Psikolojik sosyal psikoloji olayları bireyden çevreye doğru incelerken sosyolojik sosyal psikoloji olayları çevreden bireye doğru inceler.<br /><br />Sosyal psikolojide belli başlı dört kuram vardır.<br /><br />a..Psikoanalitik kuram<br />b..Davranışçı kuram<br />ç..Rol kuramı<br />d..Alan kuramı<br /><br />Sosyal psikolojinin kendi başına bir bilim olarak geçirdiği gelişimi yirminci yy'la kadar olan ve yirminci yy sonrası olarak iki kısımda ele alınır.<br />İlk devre MÖ.520'lerde 'Sana yapılmasını istemediğini sende başkasına yapma' diyen Konfuçus'la baslar. Sonraları Eflatun, birey toplum ilişkilerini vurgularken Aristo, bireyin sosyal davranışa olan etkilerini incelemiştir. MS 1378 sıralarında İbni Haldun insanın yaratılış icabı toplumsal bir varlık olduğunu belirtmiştir.<br />16. ve 17. yy'larda insanın sosyal davranışına ekonomik uyarıcıların etkisi ön plana çıkarken 17. Ve 18.yy'larda İngiliz filozofları sosyal davranışın hangi güdülere dayandığını bulmaya çalışmışlardır. Sonraları sosyolojinin kurucusu sayılan A.Comte'un çalışmaları ve Durkheim'in araştırmaları gelir.<br /><br />1900'lerden sonra bu bilim dalı hızlı bir gelişme sürecine girmiş ve ikinci dünya savaşıyla beraber etkinliğini iyice arttırmıştır. Bugün sosyal psikoloji artık bağımsız bir bilim dalı olmuştur.<br /><br /><span style="color:#660000;">SOSYAL PSİKOLOJİDE TEMEL KAVRAM VE SÜREÇLER<br /></span><br />Toplumların sosyal psikolojik temelleri üyelerinin statü ile rol davranışları ve bu davranışları öneren ve onaylayan normlar ile normların dayandığı değerlerden oluşur.<br />Statü, bir toplumsal sistemde yer alan bireyin yeri hakkında toplumun diğer üyelerinin yaptığı olumlu veya olumsuz nitelikteki değerlendirmelerdir. Yine statü, bireyin çocuk, yetişkin, doktor, mühendis, Türk, müslüman…vs.. gibi kim olduğunu belirler.<br /><br />Bireyler içlerinde bulundukları toplumda birden fazla statüye sahiptirler. Bir kişi ailede baba, işyerinde yönetici, arkadaş grubunda yaşlı olabilir. Herhangi iki birey birbirinden oldukça farklı güdü ve karaktere sahip olsa bile onların gözlenebilir davranışları ayni statüde olmaları halinde benzer olacaktır. Mesela doktorların kişilikleri farklı olmasına rağmen gözlemlenen davranışları birbirine çok benzer. Statü, kişiler arası ilişki yapılarını düzenleyen davranış kalıpları, davranış kuralları konusunda bireye bilgi vererek onun sosyalleşmesini sağlar.<br /></div><div align="justify">Statüler ;<br /><br />1..Toplum içindeki durumuna göre ..(göçmen, Arap, doktor, orta tabakadan, yahudi..vs)<br />2..Sahip olma biçimine göre ..(cinsiyet, yaş, irk, soy)<br />3..Bir örgüt içindeki biçimine göre ..(şef, müdür, işçi)<br />4..Bir çalışma grubundaki konumuna göre ..(lider, birincil grup..vs..)<br />olarak farklı şekilde gruplanabilirler.<br /><br />Rol, bireyin diğer bireylerle ilgili davranışlarında beklenen hareket kalıplarını ifade eder. Statü, bireyin kim olduğunu belirlerken rol, ne yapması gerektiğini belirler.<br /><br />Kişi mesleğiyle ilgili rolde işçi; aile içinde baba; sosyal rolde kurul başkanı ..vs.. olabilir. Belirli bir rolü etkileyen çevre rollerin tümü bir rol takımını oluşturur. Bir role ilişkin beklentiler kesinlikle değişik ya da karşıtsa muhtemelen bir rol çatışması yaşanır. Eve iş götürmesi istenen bir çalışanın karisinin şiddetli tepkisi karşısında ne yapacağını bilemeyişi rol çatışmasına örnek olabilir.<br /><br /><span style="color:#660000;">GRUPLAR VE DAVRANIŞI<br /></span><br />Etimolojik olarak hangi kökten geldiği kesin olarak bilinmemekle beraber 'grup' kelimesinin bir görüşe göre İtalyanca 'gruppa' kelimesinden geldiği sanılmaktadır. Belirli bir süre içinde, belirli hedeflere ulaşmak için rolleri devrederek sosyal ilişkileri devam ettiren kişilerin meydana getirdiği topluluğa grup denir. Bir topluluğun grup olarak nitelenebilmesi için şu beş özelliğe sahip olması gerekir:<br />1..ortak davranış güdüsü<br />2..kişiler arası ilişkileri düzenleyen ortak normlar<br />3..grup içindeki üyelerin durumlarını bildiren rol ayrımının varlığı<br />4..'biz' duygusu<br />5..bu şartların belirli bir süre için varlığı<br /><br />Kişiler grup içinde başka grup dışında başka davranmaktadırlar. İnsanlar genelde yanlış bile olsa gruba uyma eğilimi gösterirler.<br /><br />İnsanlar daima bir grubun üyesi, parçası olmak isterler. Böylece bir takım ihtiyaçları herhangi bir şekilden grup üyesi olarak daha iyi karşılanır. Kişi grubun üyesi haline geldikçe davranışları değişir, grubun dili ile konuşmaya başlar, bir takım normları kabul eder…vs.<br /><br />Grup kararlarına katılma sosyal bir ihtiyaçtır. Hiyerarşik bir grupta ast kendini kararlara ne kadar çok katilmiş hissederse kendini o kadar gruptan hissedecektir. katılma ile kararların kalitesi de iyileşecektir. Grup kararları bireysel kararlara nispeten daha kaliteli ve isabetlidir.<br /><br />Her hangi bir sorunun çözümünde grubun bu işi bireyden daha iyi yapabileceği iddiası iki bakımdan doğrudur:<br /><br />Sorunu arama çalışmasına daha çok kişi katılır. Üyeler arası sürekli ilişki neticesi yanlışlar sürekli düzeltilir. Bir sorun çözümünde, araştırmalar grubunun riske girme eğiliminin bireye göre daha fazla olduğunu göstermiştir. Acil kararlar genellikle gruplar tarafından değil bireyler tarafından verilir. Fakat bireysel çabuk karar yanlış karardaki rizikoyu da içerir. Bu yüzden geciken fakat doğru olan grup kararı tercih edilmelidir.<br /><br /><span style="color:#660000;">LİDERLİK VE DAVRANIŞI</span><br /><br />Sosyal psikolojide, asker grubunun, şirketlerin, resmi dairelerin yönetilmesinden, partilerin ve dini grupların yönetilmesine kadar uzanan "Liderlik" olayı kadar kapsamlı incelenmiş çok az konu vardır.<br /><br />Liderlikten yoksun bir örgüt insan ve makina topluluğundan başka bir şey değildir. Liderlik belirli amaçları şevk ve heyecanla gerçekleştirebilmek için başkalarını ikna edebilme yeteneğidir. Etkin liderliğin örgüt amaçlarının gerçekleştirilmesinde tüm çalışanların gayretlerine yön vermesi gerekir. Lider durumunda bulunan kimse kişileri motive etmedikçe ve onları amaç doğrultusunda yönetmedikçe plânlama, organize etme ve karar verme gibi yönetim fonksiyonları bir yarar sağlamaz. Lider ve yönetici kelimelerinin kesinlikle birbirinin yerine kullanılabileceği söylenemez. Çünkü liderlik, yöneticiliğin bir yan sınıfıdır. Liderliğin etkileme olanağının dayandığı etmenler beş grupta toplanır.<br /><br />1. Meşru güç,<br />2. Ödüller üzerinde denetim,<br />3. Zorlama gücü,<br />4. Uzmanlık,<br />5. Bireysel özellikler.<br /><br />Çok sayıda bireysel özellik incelenmiş olmasına rağmen kişilik ile liderlik arasında kesin bir ilişki kurmak mümkün olmamıştır. Zekâ, girişim, yönetim kabiliyeti, kendine güven, meslek düzeyi bir liderde bulunması arzu edilir nitelikler olsa da bulunmaları zorunlu değildir. Bu tür niteliklere sahip olmayan pek çok önder vardır.<br /><br />Genelde farklı olmayan eklemelere rağmen iki tip liderlik vardır:<br />1. İşe yönelik lider,<br />2. İş görene yönelik lider.<br />En iyi lider davranış biçimini koşullara, gruba ve kişisel özelliklerine uydurabilen liderdir.<br /><br /><span style="color:#660000;">HABERLEŞME VE İLETİŞİM</span><br /><br />Her ne kadar "communication" kelimesinin Türkçe de hem haberleşme hemde iletişim olarak karşılaştırıyorsak da ikisi farklı kavramlardır. Vericiden çıkıp alıcıya ulaşılan durumlarda haberleşme, alıcıdan geri besleme yapılıp tekrar vericiye dönülen durumlarda, yeni etkileşimci haberleşmede ise iletişim kelimesi kullanılmalıdır.<br /><br />İletişimde kaynağın güvenilir olması alıcıyı etkiler. Yüksek prestij sahibi ve güvenilir olarak tanınan haber ileticilerinin ötekilere oranla daha etkili olduklarına ilişkin kanıtlar vardır.<br /><br />İletilen mesajda en uzak fikirli olanlar değiştirilmeye en az yatkın olanlardır. Bir fikrin pekiştirilmesi değiştirilmesinden daha kolaydır. İnsanlar ön yargılarına uygun haberler almaya ve onlara dikkat etmeye eğilimlidirler. İlgilendikleri konulara açık olurlar. Bu, yaş, cinsiyet meslek yada genel kişilik dinamiği ile bağıntılı olabilir.<br /><br />Gazete ve dergiler öteki araçlara göre daha uzun süre kullanılmaktadır. Basılı araçların popülerliği hep açık olmuş ve etkisi genel olarak kabul edilmiştir. Televizyonun hızlı gelişimine karşı radyo ilk zamanlardaki etkinliğini kaybetmemiştir. Yine de reklâmcıların, televizyonun tüketici kararlarındaki etkisinin radyonunkinden üstün olduğuna inandıkları söylenebilir. </div><div align="justify"><br />İnsan kendisinin ve başkalarının davranışlarını kontrol hususunda kelimeleri alet olarak kullanır. Bir kelimenin neyi temsil etmesine mutabık kalındıysa onu temsil eder. Kelime ile obje arasında bir ilişkinin bulunması şart değildir. İletişim yalnız dille olmaz. Sözsüz iletişim de denilen bu tip iletişimde baş hareketleri, vücut hareketleri, yüz ifadesi, ses yönü, bakış istikâmeti… vs. ile olur.<br /><br /><span style="color:#660000;">TUTUM<br /></span><br />Tutum bireyin kendine yada çevresindeki herhangi bir toplumsal konu yada olaya karşı deneyim ve bilgilerine dayanarak örgütlediği bilişsel, duygusal, davranışsal bir tepki ön eğilimidir.<br /><br />Tutumun üç öğesi vardır.<br />1. Bilişsel,<br />2. Duygusal,<br />3. Davranışsal.<br /><br />Buna göre beyin, bir konu hakkında bildikleri ondan hoşlanılmasını söylüyorsa (bilişsel öğe) ve bunu sözleri yada davranışlarıyla ortaya koyar (davranışsal öğe). Birey ancak kendi ruh dünyasında var olan konularla ilgili inanç ve tutumlara sahip olabilir, örneğin her Türk vatandaşının ithalat sınırlamaları yada taban fiyatı konusunda bir tutum yoktur. Tutumu konusuna karşı ya olumlu ya da olumsuz bir tepki eğilimi söz konusudur.<br /><br /><span style="color:#660000;">ÇATIŞMA</span><br /><br />Çatışma terimi en genel anlamda, savaşlardan endüstriyel mücadelelere, rekabete ve en basitinden başkalarından hoşlanılmamasına kadar çeşitli durum ve olayları bünyesine almaktadır. </div><div align="justify"> </div><div align="justify">En genel anlamda çatışmanın insan yapısında var olan ve kalıtsal olduğu öne sürülen saldırgan iç güdülerin bireylerce tek tek yada gruplar halinde ortaya konmanın bir sonucu olduğu söylenebilir. Özellikle tarafların çıkarlarının kendi açısından son derece önem taşıyıp diğer tarafı gözardı ettiği durumda taraflar arası etkileşmenin sonucunda çatışmanın ortaya çıkması için yeterli potansiyelin hazır olduğu söylenebilir.<br /><br />Çatışmaya sebep olan nedenler şöyle sıralanabilir:<br />1. İletişime ilişkin nedenler,<br />2. Sosyal ve biçimsel yapıya ilişkin nedenler,<br />3. Kişisel davranış eğitimlerine ilişkin nedenler. </div><div align="justify"><br />Çatışmaların iki olası sonucu olabilir: Olumlu yada olumsuz. </div><div align="justify">Olumlu sonuçlar şöyle sıralanabilir:<br />1. Çatışma belirli bir durumda ayrık taraflar arasında yakınlaşmayla bitebilir.<br />2. Liderin eksikleri ortaya çıktığından yeni bir liderlik ortaya çıkabilir.<br />3. Eski amaçlar yerini daha iyi ve geniş amaçlara bırakabilir. </div><div align="justify"><br />Çatışmanın hatalı olarak özdeş biçimde kullanıldığı bir olgu saldırganlıktır. Oysa saldırganlık salt zarar verme eylemidir. Çatışma saldırganlık olmadan da sonuçlandırılabilir.<br /><br /><span style="color:#660000;">SOSYAL DAVRANIŞTA ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ<br /></span><br />Çeşitli amaçlar için araştırma yapılabilir. Birinci olarak gerçeği inançtan ayırt etmek, inançları veya kendi geliştirdiğimiz kesinlik kazanmamış konuları isbat etmek ve aynı zamanda kanıtsız savunma tuzağına düşmemek için araştırma yapılır. ( Kanıtsız savunma tuzağı, bilimcinin önerilerini kendi kişisel düşüncelerine dayandırması veya bilimsel bir testten geçmemiş kuramları savunmasıdır.) İkinci olarak araştırma sonuçlarından yararlanmak için araştırma yapılır.<br /><br />1. Araştırmanın aşamaları şöyle sıralanabilir:<br />2. Araştırma konusunun belirlenmesi.<br />3. Hipotez geliştirme.<br />4. Değişkenlerin tanımlanması.<br />5. Anakütle ve örnek.<br />6. Deney serimi.<br />7. Verilerin tanımlanması.<br />8. Veri analizi.<br /><br />Ölçmede karşılaşılan başlıca sorunlar ölçüm araçlarının güvenirliliği ve geçerliliğidir. Güvenirlilik bir ölçümün tekrar tekrar kullanıldığındaki tutarlılığıdır. Geçerlilik ise bir testin ölçmesi gereken şeyi ölçme yeteneğidir.</div>KaRniCHehttp://www.blogger.com/profile/09766171324829672416noreply@blogger.com