İster basit bir konu, isterse önemli bir karar hakkında ya da iki kişi ya da bir grup insan arasında olsun, çatışma, yaşamın bir parçasıdır. Oysa başarılı bir çözüm bulmak, hatta çatışmadan kaçınmak, genellikle mümkündür. Ne yazık ki pek çok insan, çatışmayla başa çıkmayı, "kişisel" algılama biçimlerinden dolayı, kendileri açısından çok zorlaştırır. Aşağıda, insanların çatışmayla başa çıkmak için kullandıkları birtakım ortak yöntemler bulunuyor. Bunlar, "yapıcı" olmayıp, bir kez farkına varıldığında, kendinden emin ve olumlu bir tavırla karşı çıkılabilecek ya da tüm tarafların birlikte çalışmasıyla değiştirilebilecek niteliktedir. Bazı olası yaklaşımlar aşağıda sunulmuştur.
1. Başkalarını Suçlamak
Bu teknik, çocukluk yıllarına dayanır. Çatışmanın içindeki kişi, o yıllarda sorunla ilgili olarak başkalarını ya da bir başka şeyi suçlamıştır. Kişi, yetişkin biri olarak da söz konusu durumun sorumluluğunu üstlenmek istemez. Açıkça kendini gösteren bir tekniktir ve çatışmanın adil ve sağlıklı bir yaklaşımla çözülebilmesi için, üzerinde durulması ve mücadele edilmesi gerekir.
2. Suçluluk Duygusu Yaratmak
Suçluluk duygusu, eğer göz yumulursa, kişinin duygusal ve iş yaşamında her şeyi berbat edebilir. Hem korkudan, hem de kızgınlığı ya da acıyı içe atıp sıradan bir "kurban" haline gelmekten kaynaklanır. Hiçbir "üretici" amacı yoktur (suçluluk duygusu ve vicdan farklıdır; vicdan, zaman zaman hissedilmesi doğal ve sağlıklı bir his olabilir) ve bu "mod"a girmiş kişinin etrafındaki herkesin moralini bozar. Suçluluk duygusu yaratan insanlar, bu tepkisel durumdan sıyrılıp çatışmaya ve sorumluluk almaya yönlenmelidirler; her zaman hepimizin elimizden gelenin en iyisini yaptığımızı bilmek de çoğu zaman yardımcı olur.
3. Sinirlenmek ya da Kabalaşmak
Bu duruma çatışmalarda sık rastlanır. Genellikle, böyle bir davranış içindeki insan, kendi hakkındaki gerçek hislerini gösterir. Bunu o anda kabul etmek, onun için çok zordur. Çatışmalarla sinirlenip kabalaşarak başa çıkan insanlar, geçmişlerinde kendileri de böyle muamele görmüşler ve kendileri için bu üslubu geliştirmişlerdir. Bundan kurtulmaları için, arkadaşlarının, ailelerinin ve iş çevrelerinin kendilerine öğüt ve/ya da iyi destek vermesi ve diplomatik olarak tavır koyması gerekir. Çatışmayla başa çıkmak, "öğrenilen bir tepki"dir; dolayısıyla, yardım alınarak ve zaman içinde, kişi gerçekten davranışını ve eski inançlarını değiştirmek istiyorsa, "unutulabilir."
4. Geçmişi Su Yüzüne Çıkarmak
Mevcut sorun ya da çatışmalar hakkında konuşmaktan kaçınmanın bir yolu, konuyu değiştirmek ya da geçmişte olanları gündeme getirerek konudan uzak kalmaya çalışmaktır. Geçmiş, geride kalmıştır. Kişinin oturup "şimdiki" konular hakkında konuşması istenmeli ya da kişi buna yönlendirilmelidir. Geçmişe dönmek, mevcut çatışmayla başa çıkmanın haksız ve kaçamak bir yoludur. Kişiye bir kez doğrudan ama sakin bir tavırla ne yaptığı sorulursa, belki çatışma çözülmez; ama en azından gerçek ve mevcut konular hakkında konuşulur.
5. Özür Dilemek
Özür dilemek, çocukluğumuzda yanlış bir iş yapıp sorumluluğunu almaya korktuğumuz zamanlar başvurduğumuz sık rastlanılan bir durumdur. Pek çoğumuz, yaşamımız boyunca, geç kalmak, önemli tarihleri unutmak, işle ilgili ya da kişisel sorunlar gibi şeyleri açıklamak için çok kez özür dilemişizdir. Kişi, özür dilemeyi bırakıp çatışma ya da sorundaki payını kabul etmeye karar verdiği an, çözüme ya da durumu iyileştirmeye giden yol açılır.
6. Sorumluluk Almamak
Bu, bir çatışma durumunda başkalarını suçlamaktan her tür sorumluluğu reddetmeye kadar, farklı biçimlerde ortaya çıkar. Bu, bir "çıkmaz sokak"tır ve çatışmayla başa çıkmak için etkisiz bir yoldur. Bu da çocukluk yıllarına dayanır. Bir sorun yaratma ya da ona katkıda bulunma konusunda herkes kendi payına düşen sorumluluğu almaya bir kez karar verdiğinde, çok geçmeden, çözüme yönelik yapıcı plan ya da tartışmalar ortaya çıkacaktır. Yetişkinler olarak, yaptığımız her şeyden sorumluyuz. Zamanın yüzde 100'ünde "seçmek" durumunda kalırız. Seçmek, sonuçları etkileyen olaylar yaratmaya yardımcı olur. Hepimiz, seçimimize dayanan bir durumun sonucundan bir ölçüde sorumluyuz.
7. İletişime Geçmeyi Reddetmek - Sessiz Tedavi
Bu, gene çocukluk yıllarında bir şekilde öğrendiğimiz ya da tanık olduğumuz ve bazen, en azından bazı kişi ve durumlar söz konusu olduğunda, "işe yaradığına" kanaat getirdiğimiz pasif bir tekniktir. Sorun şu ki, bir çatışmaya dahil olan insanlar arasında iletişim olmadan, çatışma çözülemez ve pek çok durumda daha kötüye gidebilir. Bu davranış ortaya çıktığında, iletişim kurmayı reddeden kişinin ona arkadaşça ve dostça yaklaştığınızı bilmesini sağlamak yardımcı olabilir. Çatışmayı "çözmek" istiyorsunuzdur ve sözcüklerinizin, ifadelerinizin ve ses tonunuzun mümkün olduğunca uzlaşmacı olması önemlidir. Sessiz duran kişi korkmaktadır. Onlara bu korkudan kurtulmaları için yardımcı olun; muhtemelen, açılacak ve konuşacaklardır. Ve onları çatışmayla bu şekilde başa çıkmaktan (başa çıkmamaktan) uzaklaştırmak, epey sabır ve zaman gerektirecektir.
8. Bir Hastalık Yaratmak/Uydurmak
Çatışmalar, hem duygusal, hem de fiziksel açıdan stresli ve yorucu olabilir. Çatışmalarla etkin bir biçimde başa çıkamayan kişiler, çatışma hakkındaki korku ve duygularını içlerine atarlar ve bazı hastalık belirtileri ortaya çıkar. Bunlar, migren ağrıları, mide sancıları, çeşitli ağrı ve acılar, hatta astım krizleri şeklinde olabilir. Çocukken pek çoğumuz, zorlanacağımızı düşündüğümüz durumlardan kaçmak için hastalık numarası yaptık ya da kendimizi hasta olmaya zorladık. Ne yazık ki bazı insanlar, yetişkinken de aynı biçimde çatışmalarla başa çıkmaya çalışırlar. Ne yaptıklarını bilmeleri ve bir yetişkin olarak, çatışmalarla (ya da belki genel olarak yaşamla) üretici ve sağlıklı bir biçimde mücadele etmeden önce yaşamla olgun ve sağlıklı bir biçimde başa çıkmanın yolunu bulmaları gerekir. Arkadaşınız, sevdiğiniz ya da yakın bir iş arkadaşınız iseler, sabır ve destek, kişinin çatışmayla daha iyi ve üretici biçimde başa çıkma yollarını anlamasına epey yardımcı olacaktır.
9. Sorunu Görmezden Gelmek
Bu "kafasını kuma gömmüş devekuşu" tekniğidir. Hiç sorun yokmuş, başkalarının tartışmaları gereken ve tartışmak istedikleri sorunları varmış, bunu sorun olarak görmüyormuş ve bu konu tartışmaya değmezmiş gibi davranmak son derece yaygındır. Hepimiz başka insanlar tarafından saygı görmeyi isteriz, özellikle de bu insanlarla kişisel ya da işle ilgili bağlantılarımız varsa. Tanıdığımız insanların bizimle paylaşma ihtiyacı duydukları her tür konuyu dinlemek, nazik bir davranıştır ve saygı göstergesidir. Kişi, konuların kendisine anlatılmasına izin verip halen "kendi" açısından bir sorun olmadığını söylüyorsa, konunun ne kadar sert ya da saldırgan bir tutumla çözüleceğine karar vermek, işin içinde bulunan diğer insanlara düşer. Bazen her şeyi oluruna bırakmak, bizim için daha kolay ve sağlıklıdır. Önemli bir konu olmadıkça ve hem yaşamımızda, hem de ilişkilerimizde stres ve baskı yaratıyorsa, "haklı" çıkmak için çabalamaya değmez. Elbette her "çatışma," farklıdır ve bu seçimi kendimizin yapması gerekir.
10. Çatışmayı/Konuyu Küçümsemek
Bunun klasik örneği, bir sorunu kendisiyle paylaşan birine "Pireyi deve yapıyorsun" şeklinde yanıt veren bir kişidir. Bu tür klişeler kullanan kişi, çatışmayla ilgili diğer kişilerin duygularını hafife almaktadır. Aynı zamanda, saygısızlık söz konusudur. Bu davranışı sergileyen insanlarla uğraşmak için güçlü olmak, kendine güvenmek, mümkün olduğunca soğukkanlı davranmak, sizin duygularınıza önem vermelerini istemek ve sizin gerçeklerinize daha fazla saygı ve ilgi ile bakmaları için her tür çabayı sarf etmek gerekir. Genellikle bu kişiler, inkar da ederler, çatışmada "kendilerine düşen paydan" korkarlar ve bu yüzden korkuyla yönlendirilen bir bakış açısına sahiptirler. Yapılabilecek en iyi şey, olabildiğince dostça bir atmosfer yaratmak, kişiye arkadaşça ve pozitif bir tavırla yaklaşmak ve zaman içinde kendi endişe ve hislerinizi benimsetmeyi sürdürmektir. Neyse ki sonunda, savunma kalkanlarını indirecek ve sizi ve durum hakkında söylenenleri daha gerçekçi bir bakış açısıyla dinleyeceklerdir.
Özel Arama
20 Nisan 2008 Pazar
SUÇLULUK DUYGUSU ÜZERİNE BİR ANALİZ
Suçluluk duygusu yalnış bir hareket yaptığını düşünen insanın kendini affedememesinden kaynaklanır. Burada önemli olan, bireyin yalnış yaptığına dair inancıdır.Yalnışın bireye veya başkalarına olumsuz etkisinin olmuş veya olmamış oluşu, yada diğer kişilerin bireye incinmiş yada incinmemiş oluşu hiç önemli değildir. Söz konusu yalnış, sadece düşünce yada duygu seviyesinde de olabilir. Yapılan yalnış bir iş için kendinizi suçlarsınız çünkü kendinizi affedemezsiniz.Bu tecrübeyi geçmişte bırakıp hayatınıza devam edemezsiniz.
Zaman zaman herkez kendini suçlu hisseder, ancak bazı insanlar bu duyguyu daha sık deneyimlerler.Ne zaman hata yapsalar,uzun süre bu hatayı unutamaz ve bu nedenle kendilerini çok kötü hissederler. Eğer kendini sık sık suçlu hisseden kişilerden biriyseniz muhtemelen aşağıdaki özelliklerin bir veya birkaçına sahipsiniz demektir.
*Kendine güvensizlik
*Mükemmelliyetcilik
*Kızgınlık duygularını atamamak
*Affedememek
*Depresif olmaya eğilim
*Endişe halleri
*Daima kontrollü olma ihtiyacı
Bu özellikler kişiyi suçluluk duygusuna ittiği gibi suçluluk duygusuda kişiye bu özellikleri getirir.Bu bir fasit dairedir.
Suçluluk duygusunu yenebilmek için bazı öneriler:
Güvendiğiniz bir kişi ile yaptığınıza inandığınız hatayı paylaşabilirsiniz.Hatanızı paylaştığınız zaman,belki de yaptığınızın o kadar da korkunç bir şey olmadığını farkedeceksiniz.
Eğer kendine güven sorunları yaşıyorsanız, kendinizin affedilmeye değer bir insan olduğunuzu tamamen anlayıncaya kadar kendine güven konusu üzerinde çalışmanız gerekebilir.
Depresyonunuz varsa bu sorunu çözmeye çalışınız.
Mükemmelliyetcilik ve daima kontrollü olma ihtiyacı, suçluluk duygusunu yenebilmenizin önünde duran en önemli engellerdir.Bu eğilimlerden kurtulmaya çalışınız.
Neden kendinizi suçlu hissettiğinizi anlayamıyorsanız,anılarınızı yazmaya başlayın. Bunun suçluluk duygusunun sebebini bulabilme konusunda çok yararı olacaktır.Sebebi bulursanız kendinize şunu sorun. Kendimi neden affedemiyorum? Kendimi affedebilmek için ne yapmalıyım?Kendimi suçlu hissetmek benim için ne gibi bir amaca hizmet ediyor? Bana ne kazandırıyor?
Hataların hayatımızda çok önemli bir yeri olduğunu hepimizin bilmesi gerekiyor.Hata yaparak öğreniriz.Suçluluk duygunuzun sebebini kavradığınız zaman,bu tecrübenin size ne öğrettiğini çıkartmaya çalışın.Eğer herhangi birşey öğrenmediğinizi düşünüyorsanız,düşünmeye devam edin.Bu hatadan ne öğrenebileceğinizi bulmaya çalışın. Mükemmel olmak zorunda olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? O nedenle mi kendinizi affedemiyorsunuz? Aynı hatayı başka birisi yapmış olsa ona ne söylerdiniz?
Suçluluk duygusundan bir günde kurtulabilmek muhtemelen mümkün değildir. Eğer suçluluk duygusu yaşamaya eğilimli bir kişiyseniz, düzenli olarak bu problemi nasıl aşabileceğiniz konusu üzerinde çalışınız.Suçluluk duygusundan kurtulduğunuzda nasıl bir yaşamınızın olacağını,neler hissedeceğinizi hayal etmeye çalışınız.Geçmişi geride bırakabilmek,kabullenme ve affetme kavramları üzerinde çalışınız.
Zaman zaman herkez kendini suçlu hisseder, ancak bazı insanlar bu duyguyu daha sık deneyimlerler.Ne zaman hata yapsalar,uzun süre bu hatayı unutamaz ve bu nedenle kendilerini çok kötü hissederler. Eğer kendini sık sık suçlu hisseden kişilerden biriyseniz muhtemelen aşağıdaki özelliklerin bir veya birkaçına sahipsiniz demektir.
*Kendine güvensizlik
*Mükemmelliyetcilik
*Kızgınlık duygularını atamamak
*Affedememek
*Depresif olmaya eğilim
*Endişe halleri
*Daima kontrollü olma ihtiyacı
Bu özellikler kişiyi suçluluk duygusuna ittiği gibi suçluluk duygusuda kişiye bu özellikleri getirir.Bu bir fasit dairedir.
Suçluluk duygusunu yenebilmek için bazı öneriler:
Güvendiğiniz bir kişi ile yaptığınıza inandığınız hatayı paylaşabilirsiniz.Hatanızı paylaştığınız zaman,belki de yaptığınızın o kadar da korkunç bir şey olmadığını farkedeceksiniz.
Eğer kendine güven sorunları yaşıyorsanız, kendinizin affedilmeye değer bir insan olduğunuzu tamamen anlayıncaya kadar kendine güven konusu üzerinde çalışmanız gerekebilir.
Depresyonunuz varsa bu sorunu çözmeye çalışınız.
Mükemmelliyetcilik ve daima kontrollü olma ihtiyacı, suçluluk duygusunu yenebilmenizin önünde duran en önemli engellerdir.Bu eğilimlerden kurtulmaya çalışınız.
Neden kendinizi suçlu hissettiğinizi anlayamıyorsanız,anılarınızı yazmaya başlayın. Bunun suçluluk duygusunun sebebini bulabilme konusunda çok yararı olacaktır.Sebebi bulursanız kendinize şunu sorun. Kendimi neden affedemiyorum? Kendimi affedebilmek için ne yapmalıyım?Kendimi suçlu hissetmek benim için ne gibi bir amaca hizmet ediyor? Bana ne kazandırıyor?
Hataların hayatımızda çok önemli bir yeri olduğunu hepimizin bilmesi gerekiyor.Hata yaparak öğreniriz.Suçluluk duygunuzun sebebini kavradığınız zaman,bu tecrübenin size ne öğrettiğini çıkartmaya çalışın.Eğer herhangi birşey öğrenmediğinizi düşünüyorsanız,düşünmeye devam edin.Bu hatadan ne öğrenebileceğinizi bulmaya çalışın. Mükemmel olmak zorunda olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? O nedenle mi kendinizi affedemiyorsunuz? Aynı hatayı başka birisi yapmış olsa ona ne söylerdiniz?
Suçluluk duygusundan bir günde kurtulabilmek muhtemelen mümkün değildir. Eğer suçluluk duygusu yaşamaya eğilimli bir kişiyseniz, düzenli olarak bu problemi nasıl aşabileceğiniz konusu üzerinde çalışınız.Suçluluk duygusundan kurtulduğunuzda nasıl bir yaşamınızın olacağını,neler hissedeceğinizi hayal etmeye çalışınız.Geçmişi geride bırakabilmek,kabullenme ve affetme kavramları üzerinde çalışınız.
19 Nisan 2008 Cumartesi
SUÇLULUK
SUÇLULUK
"Çocuk olma, Sonya," dedi Raskolnikov yavaşça. "Onlara karşı ne suç işledim ben? Niçin gideyim? Gidip de ne diyeceğim ben? Bütün bunlar kuruntudan başka bir şey değil... Kendileri milyonlarca insanın canına okuyorlar, üstelik de bunu erdem sayıyorlar. Hepsi alçak ve sahtekar onların, Sonya! Hayır, gitmeyeceğim! " Acı bir gülümsemeyle ekledi: "Hem gidip ne diyeceğim onlara; Kadını ben öldürdüm ama paraları almaya cesaret edemedim, bir taşın altına gizledim mi diyeceğim? Ama alay ederler o zaman benimle, aptala bak, paraları bile alamamış derler. Korkak ve aptal! Hiç ama hiç bir şey anlamayacaklardır, Sonya; anlamaya layık insanlar da değiller zaten! Hayır, gitmeyeceğimim! Çocuk olma, Sonya..." Sonya ellerini ona doğru uzatmış: "Acı çekeceksin, çok acı çekeceksin..." diye tekrarlıyordu Raskolnikov, dalgın dalgın: "Hem ben belki de kendime iftira ediyorum," dedi. "Bit değil, daha bir insanım belki ve kendimi mahketmekte acele ediyorum... Daha savaşacağım..." Dudaklarında kibirli bir gülümseme belirdi. "Böyle bir acıyı taşıyıp durmak! Üstelik de hayat boyunca..!"
SUÇ ve CEZA/ Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ
Yasalara göre suç, yapılmaması gereken bir eylemi gerçekleştirmektir. Sınırları belirlidir, maddeleri bellidir ve cezaları bellidir. Oysa ne kadar çok suçluluk duygusu öğretilir doğduğumuz andan itibaren bize ve sınırsızdırlar. Maddeleri yoktur ezberleyebileceğimiz ve cezaları sonsuzdur çoğu kez ömür boyu taşıdığımız.
ÇOCUKLUĞUN SUÇU...
"Yemek istemiyorum" dediğimizde, annemiz "ama sen yemezsen ben üzülür, hasta olurum. Tansiyonum çıkacak, senin yüzünden öleceğim" der. Öylece başlar suçluluk duyguları. Annenizin üzülmesine ve hasta olmasına neden olmak az bir suç mudur? Yemek yenince ceza bitmiş olmaz üstelik. Uslu olmak, onların istediği gibi davranmak, kurallara uymak gerekir. Yoksa anne babanızın tüm sıkıntılarının, kavgalarının suçu sizindir. Anneniz bu evliliğe sırf sizin için katlanıyordur, sizi taşırken de, doğururken de acı, eziyet çekmiştir. Ve tek suçlu sizsinizdir. Nasıl ödenir bu suçların bedeli? Ve daha da önemlisi ödenemezse nasıl taşınır o küçücük çocuk omuzlarda? Ebeveynler için suçluluk duyguları, çocuğu idare etmek için etkili bir yöntemdir. Erişkin döneme geldiğinde de devam eder. Onlar sizin için çok şey yapmıştır ama siz uzaktasınızdır, aramıyorsunuzdur. Aslında nasıl der aileler? Annelik babalık karşılıksız yapılan bir iştir. Evet, açıktan hiçbir şey istenmez çoğunlukla ama bu suçluluk duygusu az bir bedel midir? Okulda devam eder öğretilen suçluluk duyguları. "Çalışmadığın için oldu, beni hayal kırıklığına uğrattın, oysa ne kadar inanmıştım sana." Ve bu kadar öğretiye dayanamayan çocuk da öğrenir karşısındakine suçluluk hissettirmenin gücünü. "Başkalarının aileleri izin veriyor ama, siz beni sevmiyorsunuz, siz iyi anne baba değilsiniz". Bu sefer suçluluk duygularıyla kararsız kalma ya da yanlış kararlar alma sırası ailededir.
SEVGİLİNİN SUÇU...
Çocukluktan öğrenilen suçluluğun erişkin döneme doğru uygulanım yeri başka sevdiklerinizdir. Sevgiliniz hoşlanmadığınız bir şey yaparsa "beni sevmiyorsun" diye başlayıp, "sevseydin yapmazdın" la devam edersiniz. "Yaptıklarından sonra, sizden nasıl birşey isteyebilir" Amacınız isteklerinizi yapmasıdır. Ne kadar çok suçluluk hissederse o kadar kolay olur. Ama bazen unuturuz, suçluluk duyguları o denli artar ki, sizin yanınızda kalıp ceza çekmektense, giderek kendini cezalandırmayı seçebilir. Hele eski suçların listesini tutuyor ve her fırsatta tarih ve gün belirterek tekrarlyorsanız...
TOPLUMUN YARATTIKLARI
Kilolusunuz, perhiz yapmanız gerekiyor. Karar verdiniz, başladınız da. Birden kendinizi yememeniz gereken birşeyi yerken buldunuz. Yerken suçluluk duymazsınız, ama perhizde olduğunuzu bilen biri "Ne yapıyorsun?" derse, lokma boğazınıza dizilir. Oysa sizin duyacağınız suçluluk yediğiniz bittikten sonra olacaktır. Pişmanlık duyacaksınızdır, ama kendinizi affetmeniz daha kolay olabilecektir. Ya sizi görenin verdiği suçluluk duygusu? "Yanlış davranıyorsun, böyle konuşulur mu?" ya da "Bunu mu giydin?" Tüm bu ve benzeri sözlerin yarattığı suçluluk duygusu bazen, gerçek suçdan daha ağır cezaya neden olur. Soyutlanma, utanma, uzaklaşma hapise girmekten daha mı basittir? Din ve ahlak kuralları da suçluluk yaratmaya yöneliktir. Kuralların dışında davranmışsanız suçluluk hissetmeniz gerekir. Bu suçluluk duygusuyla pişman olmanız ve yeniden yapmamanız beklenir sizden.
KENDİ SUÇLULUĞUMUZ
Hiç kimse size bir şey söylemez. Hatta çoğu kez olup bitenden haberleri bile yoktur. Ama sizin içinizde bir suçluluk duygusu, sizle birlikte var olan, her yere giden o duygu... Ömer Seyfettin'in 'Kaşağı' öyküsünü bilir misiniz? Hani kaşağıyı kırıp, kendi yerine kardeşinin ceza almasına göz yuman çocuğun, kardeşi ağır hastalandığındaki duygularını ne güzel anlatır. Pişmandır ama pişmanlık ne gerçeği değiştirir ne de suçluluğu giderir. Bir de bize ilişkin suçluluk vardır. Adeta varolamanın suçluluğu ki o bambaşka bir süreçtir anlaşılması, çözülmesi, yazılması gereken. Oysa geçmiş için suçluluk duymak geçmişi değiştirmez, tıpkı gelecek için duyulan endişenin geleceği değiştiremediği gibi.
Prof. Dr. Bengi Semerci
"Çocuk olma, Sonya," dedi Raskolnikov yavaşça. "Onlara karşı ne suç işledim ben? Niçin gideyim? Gidip de ne diyeceğim ben? Bütün bunlar kuruntudan başka bir şey değil... Kendileri milyonlarca insanın canına okuyorlar, üstelik de bunu erdem sayıyorlar. Hepsi alçak ve sahtekar onların, Sonya! Hayır, gitmeyeceğim! " Acı bir gülümsemeyle ekledi: "Hem gidip ne diyeceğim onlara; Kadını ben öldürdüm ama paraları almaya cesaret edemedim, bir taşın altına gizledim mi diyeceğim? Ama alay ederler o zaman benimle, aptala bak, paraları bile alamamış derler. Korkak ve aptal! Hiç ama hiç bir şey anlamayacaklardır, Sonya; anlamaya layık insanlar da değiller zaten! Hayır, gitmeyeceğimim! Çocuk olma, Sonya..." Sonya ellerini ona doğru uzatmış: "Acı çekeceksin, çok acı çekeceksin..." diye tekrarlıyordu Raskolnikov, dalgın dalgın: "Hem ben belki de kendime iftira ediyorum," dedi. "Bit değil, daha bir insanım belki ve kendimi mahketmekte acele ediyorum... Daha savaşacağım..." Dudaklarında kibirli bir gülümseme belirdi. "Böyle bir acıyı taşıyıp durmak! Üstelik de hayat boyunca..!"
SUÇ ve CEZA/ Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ
Yasalara göre suç, yapılmaması gereken bir eylemi gerçekleştirmektir. Sınırları belirlidir, maddeleri bellidir ve cezaları bellidir. Oysa ne kadar çok suçluluk duygusu öğretilir doğduğumuz andan itibaren bize ve sınırsızdırlar. Maddeleri yoktur ezberleyebileceğimiz ve cezaları sonsuzdur çoğu kez ömür boyu taşıdığımız.
ÇOCUKLUĞUN SUÇU...
"Yemek istemiyorum" dediğimizde, annemiz "ama sen yemezsen ben üzülür, hasta olurum. Tansiyonum çıkacak, senin yüzünden öleceğim" der. Öylece başlar suçluluk duyguları. Annenizin üzülmesine ve hasta olmasına neden olmak az bir suç mudur? Yemek yenince ceza bitmiş olmaz üstelik. Uslu olmak, onların istediği gibi davranmak, kurallara uymak gerekir. Yoksa anne babanızın tüm sıkıntılarının, kavgalarının suçu sizindir. Anneniz bu evliliğe sırf sizin için katlanıyordur, sizi taşırken de, doğururken de acı, eziyet çekmiştir. Ve tek suçlu sizsinizdir. Nasıl ödenir bu suçların bedeli? Ve daha da önemlisi ödenemezse nasıl taşınır o küçücük çocuk omuzlarda? Ebeveynler için suçluluk duyguları, çocuğu idare etmek için etkili bir yöntemdir. Erişkin döneme geldiğinde de devam eder. Onlar sizin için çok şey yapmıştır ama siz uzaktasınızdır, aramıyorsunuzdur. Aslında nasıl der aileler? Annelik babalık karşılıksız yapılan bir iştir. Evet, açıktan hiçbir şey istenmez çoğunlukla ama bu suçluluk duygusu az bir bedel midir? Okulda devam eder öğretilen suçluluk duyguları. "Çalışmadığın için oldu, beni hayal kırıklığına uğrattın, oysa ne kadar inanmıştım sana." Ve bu kadar öğretiye dayanamayan çocuk da öğrenir karşısındakine suçluluk hissettirmenin gücünü. "Başkalarının aileleri izin veriyor ama, siz beni sevmiyorsunuz, siz iyi anne baba değilsiniz". Bu sefer suçluluk duygularıyla kararsız kalma ya da yanlış kararlar alma sırası ailededir.
SEVGİLİNİN SUÇU...
Çocukluktan öğrenilen suçluluğun erişkin döneme doğru uygulanım yeri başka sevdiklerinizdir. Sevgiliniz hoşlanmadığınız bir şey yaparsa "beni sevmiyorsun" diye başlayıp, "sevseydin yapmazdın" la devam edersiniz. "Yaptıklarından sonra, sizden nasıl birşey isteyebilir" Amacınız isteklerinizi yapmasıdır. Ne kadar çok suçluluk hissederse o kadar kolay olur. Ama bazen unuturuz, suçluluk duyguları o denli artar ki, sizin yanınızda kalıp ceza çekmektense, giderek kendini cezalandırmayı seçebilir. Hele eski suçların listesini tutuyor ve her fırsatta tarih ve gün belirterek tekrarlyorsanız...
TOPLUMUN YARATTIKLARI
Kilolusunuz, perhiz yapmanız gerekiyor. Karar verdiniz, başladınız da. Birden kendinizi yememeniz gereken birşeyi yerken buldunuz. Yerken suçluluk duymazsınız, ama perhizde olduğunuzu bilen biri "Ne yapıyorsun?" derse, lokma boğazınıza dizilir. Oysa sizin duyacağınız suçluluk yediğiniz bittikten sonra olacaktır. Pişmanlık duyacaksınızdır, ama kendinizi affetmeniz daha kolay olabilecektir. Ya sizi görenin verdiği suçluluk duygusu? "Yanlış davranıyorsun, böyle konuşulur mu?" ya da "Bunu mu giydin?" Tüm bu ve benzeri sözlerin yarattığı suçluluk duygusu bazen, gerçek suçdan daha ağır cezaya neden olur. Soyutlanma, utanma, uzaklaşma hapise girmekten daha mı basittir? Din ve ahlak kuralları da suçluluk yaratmaya yöneliktir. Kuralların dışında davranmışsanız suçluluk hissetmeniz gerekir. Bu suçluluk duygusuyla pişman olmanız ve yeniden yapmamanız beklenir sizden.
KENDİ SUÇLULUĞUMUZ
Hiç kimse size bir şey söylemez. Hatta çoğu kez olup bitenden haberleri bile yoktur. Ama sizin içinizde bir suçluluk duygusu, sizle birlikte var olan, her yere giden o duygu... Ömer Seyfettin'in 'Kaşağı' öyküsünü bilir misiniz? Hani kaşağıyı kırıp, kendi yerine kardeşinin ceza almasına göz yuman çocuğun, kardeşi ağır hastalandığındaki duygularını ne güzel anlatır. Pişmandır ama pişmanlık ne gerçeği değiştirir ne de suçluluğu giderir. Bir de bize ilişkin suçluluk vardır. Adeta varolamanın suçluluğu ki o bambaşka bir süreçtir anlaşılması, çözülmesi, yazılması gereken. Oysa geçmiş için suçluluk duymak geçmişi değiştirmez, tıpkı gelecek için duyulan endişenin geleceği değiştiremediği gibi.
Prof. Dr. Bengi Semerci
Suçluluk ve Pişmanlık
SUÇLULUK & PİŞMANLIK
"Bir başkasına zarar verecek şekilde hata yaptığınızda ya da hata yaptığınızı düşündüğünüzde hissettiğiniz duygu hangisidir?" sorusuna verilecek cevap kuşkusuz “duruma göre değişir” olacaktır. Fakat dikkatli bir şekilde gözlediğinizde belli duyguları yaşamaya daha yatkın olduğunuzu fark edebilirsiniz. Hele bu kişiler önemsediğiniz kişiler ise bu durum daha fazla ortaya çıkar.
İnsanın her türlü yaşantısına duygular eşlik eder. Bu duygular da hiçbir zaman tekil bir duygu olmayıp, bir çok duygudan oluşan bir duygu demetidir. Bu duygu demeti içindeki duyguları ayrıştırabilmek çoğu zaman mümkün olmamakla birlikte, bunların ayrıştırılması insanın kişilik yapısı ile ilgili önemli ipuçları verir. Aynı durum bir başkasına zarar verecek şekilde hata yapan ya da hata yaptığını düşünen kişiler için de geçerlidir. Yaşanan rahatsızlık verici duygulanım içinde bir çok duygu bulunur; fakat böyle bir durumda yaşanan temel duygular arasında üzüntü, pişmanlık ve suçluluk duyguları vardır. Çoğu zaman bunların karışımı bir duygulanım yaşanıyor olmakla birlikte bunların ayrıştırılması, hangisinin daha egemen durumda olduğunu görmek kişinin kendini tanıması açısından çok önemlidir.
Üzüntü, esas olarak bir başkasının düştüğü durum için kişinin üzülmesini ifade eder. Kişinin yaşadığı duygulanıma suçluluk ya da pişmanlığın karışmadığı durumlarda kişi var olan durumda kendine ait bir sorumluluk olmadığını düşünür. Kişi ya hiç bir sorumluluğu olmadığını ya da sorumluluğu olsa bile kendi payına düşeni yapabildiği kadarıyla yaptığını düşünür ve hiçbir kuşku duymadan bu inancı taşır. Suçluluk ve pişmanlık duygularında ise kişi kendisinin sorumluluğu olduğunu düşünür. Hatta kendini suçlamaya eğilimli bazı kişiler hiçbir sorumluluğu olması bile kendini suçlayabilir. Kabaca bakıldığında pişmanlık ve suçluluk duyguları arasında pek bir farklılık olmadığı düşünülebilirse de işin aslı çok farklıdır.
Pişmanlık ile suçluluk arasındaki en önemli fark özellikle suçluluğun daha fazla süperego (üstbenlik) [halk arasında vicdan)] kökenli olmasıdır. Suçluluk duygusu, kişinin kendisini kınayan, suçlayan, eleştiren bir iç ses olarak hissedilir. Yalnız üzüntü ve pişmanlık hisseden bir kişiden farklı olarak suçluluk hisseden kişi kendisini değersizleştirir. Yaptıkları yanlışı kendi çerçevesi içinde sınırlı tutmayarak özsaygılarını sarsacak biçimde kendisini eleştirir ve kınar. Pişmanlıkta ise suçluluktan farklı olarak kişi kendisini eleştirse bile, bu eleştiri özsaygısını sarsacak nitelikte değildir. Kişi kendi hatasını görür ve bunu kabullenir
Yapılan bir şeyin yanlış olduğuna nasıl karar verildiği önemlidir; yersiz yere kendini suçlamaya eğilimli olan kişiler katı bir üstbenliğe sahip, aşırı vicdanlı kişilerdir. Kimseye öfkelenmemesi ve kimseyi kırmaması gerektiğini düşünen kişileri örnek olarak ele alabiliriz. Kimseye öfkelenmemesi gerektiğini düşünenler en ufak öfke hissettiklerinde bunu izleyerek hemen suçluluk hissetmeye başlarlar. Kimseyi kırmaması gerektiğini düşünenler, karşıdakinin kırıldığını düşündükleri anda suçluluk hissetmeye başlarlar.
Bu duygular insanı davranışlarını değiştirmeye ya da başlamadan engellemeye yönlendirir. Suçluluk, üzülmek ve pişman olmak farklı nitelik taşır. Bir hata yapan bazı kişiler yalnız üzüntü ve pişmanlık hissederken, bazılarının suçluluk hissetmesi süperego’larının farklılığından ve öfkeyi işleyiş biçimlerinden kaynaklanır.
"Bir başkasına zarar verecek şekilde hata yaptığınızda ya da hata yaptığınızı düşündüğünüzde hissettiğiniz duygu hangisidir?" sorusuna verilecek cevap kuşkusuz “duruma göre değişir” olacaktır. Fakat dikkatli bir şekilde gözlediğinizde belli duyguları yaşamaya daha yatkın olduğunuzu fark edebilirsiniz. Hele bu kişiler önemsediğiniz kişiler ise bu durum daha fazla ortaya çıkar.
İnsanın her türlü yaşantısına duygular eşlik eder. Bu duygular da hiçbir zaman tekil bir duygu olmayıp, bir çok duygudan oluşan bir duygu demetidir. Bu duygu demeti içindeki duyguları ayrıştırabilmek çoğu zaman mümkün olmamakla birlikte, bunların ayrıştırılması insanın kişilik yapısı ile ilgili önemli ipuçları verir. Aynı durum bir başkasına zarar verecek şekilde hata yapan ya da hata yaptığını düşünen kişiler için de geçerlidir. Yaşanan rahatsızlık verici duygulanım içinde bir çok duygu bulunur; fakat böyle bir durumda yaşanan temel duygular arasında üzüntü, pişmanlık ve suçluluk duyguları vardır. Çoğu zaman bunların karışımı bir duygulanım yaşanıyor olmakla birlikte bunların ayrıştırılması, hangisinin daha egemen durumda olduğunu görmek kişinin kendini tanıması açısından çok önemlidir.
Üzüntü, esas olarak bir başkasının düştüğü durum için kişinin üzülmesini ifade eder. Kişinin yaşadığı duygulanıma suçluluk ya da pişmanlığın karışmadığı durumlarda kişi var olan durumda kendine ait bir sorumluluk olmadığını düşünür. Kişi ya hiç bir sorumluluğu olmadığını ya da sorumluluğu olsa bile kendi payına düşeni yapabildiği kadarıyla yaptığını düşünür ve hiçbir kuşku duymadan bu inancı taşır. Suçluluk ve pişmanlık duygularında ise kişi kendisinin sorumluluğu olduğunu düşünür. Hatta kendini suçlamaya eğilimli bazı kişiler hiçbir sorumluluğu olması bile kendini suçlayabilir. Kabaca bakıldığında pişmanlık ve suçluluk duyguları arasında pek bir farklılık olmadığı düşünülebilirse de işin aslı çok farklıdır.
Pişmanlık ile suçluluk arasındaki en önemli fark özellikle suçluluğun daha fazla süperego (üstbenlik) [halk arasında vicdan)] kökenli olmasıdır. Suçluluk duygusu, kişinin kendisini kınayan, suçlayan, eleştiren bir iç ses olarak hissedilir. Yalnız üzüntü ve pişmanlık hisseden bir kişiden farklı olarak suçluluk hisseden kişi kendisini değersizleştirir. Yaptıkları yanlışı kendi çerçevesi içinde sınırlı tutmayarak özsaygılarını sarsacak biçimde kendisini eleştirir ve kınar. Pişmanlıkta ise suçluluktan farklı olarak kişi kendisini eleştirse bile, bu eleştiri özsaygısını sarsacak nitelikte değildir. Kişi kendi hatasını görür ve bunu kabullenir
Yapılan bir şeyin yanlış olduğuna nasıl karar verildiği önemlidir; yersiz yere kendini suçlamaya eğilimli olan kişiler katı bir üstbenliğe sahip, aşırı vicdanlı kişilerdir. Kimseye öfkelenmemesi ve kimseyi kırmaması gerektiğini düşünen kişileri örnek olarak ele alabiliriz. Kimseye öfkelenmemesi gerektiğini düşünenler en ufak öfke hissettiklerinde bunu izleyerek hemen suçluluk hissetmeye başlarlar. Kimseyi kırmaması gerektiğini düşünenler, karşıdakinin kırıldığını düşündükleri anda suçluluk hissetmeye başlarlar.
Bu duygular insanı davranışlarını değiştirmeye ya da başlamadan engellemeye yönlendirir. Suçluluk, üzülmek ve pişman olmak farklı nitelik taşır. Bir hata yapan bazı kişiler yalnız üzüntü ve pişmanlık hissederken, bazılarının suçluluk hissetmesi süperego’larının farklılığından ve öfkeyi işleyiş biçimlerinden kaynaklanır.
14 Nisan 2008 Pazartesi
Aşkın Halleri
Aşkın Halleri
( Popüler Psikiyatri Dergisi'nden Alıntı -bloga bir nevi çay molası:)- )
Yanmazsan olmazsın. Ağlamaz isen, çöllere düşmez isen, inlemez isen tamamlanmazsın. 'Mecnun olup çöle düşmeyeceksen/Ne Leyla'yı çağır ne çölü incit' dedi bu toprakların bir türküsü... Çölü incitme! Onun uğruna cefa çekmeyi göze almıyorsan varlık vadisinde berduşluk etme. Ol ya da öl. Olmak için sefer etmen gerek, kendinden sefer etmekle başla işe, kendi evinden ayrıl ve yola koyul. Belki bir çölü aşman gerekecek, belki yedi vadiden geçeceksin, belki de bir dağı aşman istenecektir senden. Aşkın bir çabayla sınanacak önce. Ayrılıkla imtihan edileceksin. Ona ayan olan sana, sana ayan olan ona ayan olacak. Aranızdaki sessizlik sır tutmayacak. Eğer aşk 'sadakatin kapısında köpeklerle birlikte beklemek'se bundan erinmeyeceksin. Ruhun onu beklemekle dem tutacak. Kendinden ölerek onda olacaksın. Sessizliğin sesiyle... Kuş sürülerini ürkütmeden... Rüzgarla, yağmurla, ırmak ve dağlarla konuşarak yanlızca. 'Ben rüzgarım sen ateş/Seni alevlendiren benim' diye gözyaşında yıkanarak. 'Sen uyuduğunda/kapanan benim gözlerimdi. diyecek kadar o olacaksın. Aşkın olduracak, hem seni hem onu.
Günümüzün aşkları görünmek istiyor. Kıyıda köşede gizlenmek istemiyor, bilinmek, ilan edilmek, ses çıkarmak istiyor. Özlemek istemiyor aşık, derhal kavuşmak istiyor, chatleşmek, mesajlaşmak, cep telefonuyla onu hep kapsama alanında tutmak, hapsetmek, boğmak istiyor. AŞK, beklemeye tahammül etmiyor. Aşık sevmek değil sevilmek derdinde. Sevilsin, şu karanlık dünyada kendisine bir ışık dehlizi açılsın, bu dünyada sevilmeye değer olduğunu birisi kendisine söylesin istiyor. Yücelmek için yüceltiyor, sevilmek için seviyor, Istıraba tahammülü yok, yanmaya gelemiyor, varlığını alevde eriten bir pervane yerine kandile sitem okları yağdıran bir pervane olmayı yeğliyor. Gürültü yapıyor. 'Ne olur beni sev!' diye ulu orta bağırıyor, sessiz bir ağlayışla yapılmadığı için bu çğrı, masum bir yakarı olmadığı için ötelerden yankı bulmuyor.
Aşk artık sessizliğe katlanamıyor. Aşık sanıyor ki ne kadar ses olursa o kadar iyi anlaşacak, çıkardığı sese karşılık bir ses istiyor, iniltisine bir iniltiyle cevap verilsin istiyor. Oysa o cep telefonu her çaldığında sesler daha bir anlamsızlaşıyor. Hiçbir şey iletmeyen, bir çağrı, bir duygu taşımayan her konuşma, insanı kendi zindanına daha da çok gömüyor. Fazladan sarf edilen her kelime, oluş çabasıyla sınanmamış her söz, sevgiliyi sırlar mağarasına daha çok çekilmeye mecbur ediyor. Fuzuli sözler aramıza sırlardan bir duvar örüyor. Aşkın işlevi eskilerde perdeleri yırtmak iken şimdilerde örtülere bürümek. Sevgiliden saklanmak ve kendinden saklanmak. Oysa aşığın feryadı susuşunda gizlidir. 'Ancak söylenemeyen aşk aşktır' diye yazmıştı Blake. O asırlar öncesinden seslenen Mevlana'yı yankılar gibiydi: 'Dil, kelimeler birçok şeyi açıklar ama aşk, üzerine kelimeler düşmediğinde daha berraktır'. İnsanların mezartaşlarından ve kitabelerden daha çok bildikleri vehmiyle durmadan konuştukları bir çağda, gökler susuyor. ve aşk, günümüzde yaramaz bir çocuk gibi tepinip yaygara koparıyor. Modern dünya her türlü tasallut aletiylesuskun aşıkları bertaraf ediyor. SMS'ler, chat odaları, telefonlar insanın iç uzayını boş yer bırakmamazcasına dolduruyor. Sessizlik bütün asaletiyle hayatımızın her cephesinden geri çekiliyor. Ruhumuzun kıyılarını döven ses dalgaları bize ne bir özlem duygusu ne de bir kavuşma heyecanı bırakıyor. Hız ve gürültü, sonunda aşkın yüzlerce yıllık anlamını da yutuyor...
Doç. Dr. Kemal Sayar
Aşkın Halleri
Yanmazsan olmazsın. Ağlamaz isen, çöllere düşmez isen, inlemez isen tamamlanmazsın. 'Mecnun olup çöle düşmeyeceksen/Ne Leyla'yı çağır ne çölü incit' dedi bu toprakların bir türküsü... Çölü incitme! Onun uğruna cefa çekmeyi göze almıyorsan varlık vadisinde berduşluk etme. Ol ya da öl. Olmak için sefer etmen gerek, kendinden sefer etmekle başla işe, kendi evinden ayrıl ve yola koyul. Belki bir çölü aşman gerekecek, belki yedi vadiden geçeceksin, belki de bir dağı aşman istenecektir senden. Aşkın bir çabayla sınanacak önce. Ayrılıkla imtihan edileceksin. Ona ayan olan sana, sana ayan olan ona ayan olacak. Aranızdaki sessizlik sır tutmayacak. Eğer aşk 'sadakatin kapısında köpeklerle birlikte beklemek'se bundan erinmeyeceksin. Ruhun onu beklemekle dem tutacak. Kendinden ölerek onda olacaksın. Sessizliğin sesiyle... Kuş sürülerini ürkütmeden... Rüzgarla, yağmurla, ırmak ve dağlarla konuşarak yanlızca. 'Ben rüzgarım sen ateş/Seni alevlendiren benim' diye gözyaşında yıkanarak. 'Sen uyuduğunda/kapanan benim gözlerimdi. diyecek kadar o olacaksın. Aşkın olduracak, hem seni hem onu.
Günümüzün aşkları görünmek istiyor. Kıyıda köşede gizlenmek istemiyor, bilinmek, ilan edilmek, ses çıkarmak istiyor. Özlemek istemiyor aşık, derhal kavuşmak istiyor, chatleşmek, mesajlaşmak, cep telefonuyla onu hep kapsama alanında tutmak, hapsetmek, boğmak istiyor. AŞK, beklemeye tahammül etmiyor. Aşık sevmek değil sevilmek derdinde. Sevilsin, şu karanlık dünyada kendisine bir ışık dehlizi açılsın, bu dünyada sevilmeye değer olduğunu birisi kendisine söylesin istiyor. Yücelmek için yüceltiyor, sevilmek için seviyor, Istıraba tahammülü yok, yanmaya gelemiyor, varlığını alevde eriten bir pervane yerine kandile sitem okları yağdıran bir pervane olmayı yeğliyor. Gürültü yapıyor. 'Ne olur beni sev!' diye ulu orta bağırıyor, sessiz bir ağlayışla yapılmadığı için bu çğrı, masum bir yakarı olmadığı için ötelerden yankı bulmuyor.
Aşk artık sessizliğe katlanamıyor. Aşık sanıyor ki ne kadar ses olursa o kadar iyi anlaşacak, çıkardığı sese karşılık bir ses istiyor, iniltisine bir iniltiyle cevap verilsin istiyor. Oysa o cep telefonu her çaldığında sesler daha bir anlamsızlaşıyor. Hiçbir şey iletmeyen, bir çağrı, bir duygu taşımayan her konuşma, insanı kendi zindanına daha da çok gömüyor. Fazladan sarf edilen her kelime, oluş çabasıyla sınanmamış her söz, sevgiliyi sırlar mağarasına daha çok çekilmeye mecbur ediyor. Fuzuli sözler aramıza sırlardan bir duvar örüyor. Aşkın işlevi eskilerde perdeleri yırtmak iken şimdilerde örtülere bürümek. Sevgiliden saklanmak ve kendinden saklanmak. Oysa aşığın feryadı susuşunda gizlidir. 'Ancak söylenemeyen aşk aşktır' diye yazmıştı Blake. O asırlar öncesinden seslenen Mevlana'yı yankılar gibiydi: 'Dil, kelimeler birçok şeyi açıklar ama aşk, üzerine kelimeler düşmediğinde daha berraktır'. İnsanların mezartaşlarından ve kitabelerden daha çok bildikleri vehmiyle durmadan konuştukları bir çağda, gökler susuyor. ve aşk, günümüzde yaramaz bir çocuk gibi tepinip yaygara koparıyor. Modern dünya her türlü tasallut aletiylesuskun aşıkları bertaraf ediyor. SMS'ler, chat odaları, telefonlar insanın iç uzayını boş yer bırakmamazcasına dolduruyor. Sessizlik bütün asaletiyle hayatımızın her cephesinden geri çekiliyor. Ruhumuzun kıyılarını döven ses dalgaları bize ne bir özlem duygusu ne de bir kavuşma heyecanı bırakıyor. Hız ve gürültü, sonunda aşkın yüzlerce yıllık anlamını da yutuyor...
Doç. Dr. Kemal Sayar
Aşkın Halleri
Irvin Yalom ve Varoluşçu Psikoterapi
Irvin Yalom ve Varoluşçu Psikoterapi
Yalom’a göre:
“Varoluşçu psikoterapi bireyin varolmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir terapi yaklaşımıdır....
Dinamik psikiyatriden bahsedersek, hangi terapist dinamik olmamayı, yani ağır miskin durgun, hareketsiz olmayı kabul ederdi? Hayır ,terim güç kavramını içeren özel teknik bir kullanıma sahiptir.
Freud’un insanın anlaşılmasına en büyük katkısı, zihinsel işleyişin dinamik modeli olmuştur. Bireyin içinde çatışmalı güçlerin bulunduğunu ve hem adaptif hem de psikoptolojik olan düşünce ,duygu ve davranışını bu çatışmalı güçlerin bir sonucu olduğunu öne süren model. Üstelik bu güçler çeşitli farkındalık düzeylerinde bulunmaktadırlar. Bazıları gerçekten tamamen bilinçdışıdır. Bir bireyin psikodinamikleri o kişinin içinde işleyen çeşitli bilinçdışı ve bilinçli güçleri, güdüleri ve korkuları içermektedir.
Problemli hastayla uğraşan uzman ,bireydeki ,hiç dokunulmamış esas çatışmaları nadiren inceleyebilmektedir. Hasta bunun yerine inanılmaz derecede karmaşık endişelere kümesine sığınmaktadır.Birincil endişeler derine gömülmüştür, bunun üstüne bastırma ,inkar ,yer değiştirme ve sembolleştirme katmanları yığılmıştır. ...”
Var oluşçu dinamiklerle, Freudyen ve neo Freudyen dinamikler arasındaki bir başka büyük fark “derinliğin” tarifini içermektedir. Freud’a göre, araştırma her zaman kazıyı gerektirmektedir. O, bir arkeologun sabrı ve titizliğiyle çok katmanlı ruhu kazıyıp asıl noktaya, yani bireyin hayatındaki en baştaki olayların psikolojik kalıntılarının bulunduğu temel çatışma katmanına ulaşmıştır. En derin çatışma en baştaki çatışma anlamına gelmektedir.Bu nedenle , Freud’un psikodinamikleri gelişimsel temellidir.Temel ya da birincil terimleri kronolojik olarak alınmalıdır. Her biri “ilk” sözcüğüyle eşanlamlıdır.Buna uygun olarak, örneğin, temel anksiyete kaynakları en eski psikoseksüel felaketler olarak düşünülmektedir. Yani ,ayrılma ve iğdiş edilme...
Var oluşçu dinamikler gelişimsel modele bağlanmamıştır. Temel ile ilk yani önemli olan ile kronoloji olarak önde gelen sözcüklerinin aynı kavramlar olduğunu varsaymak için zorlayıcı bir neden yoktur. Derinlemesine araştırma, insanın geçmişi araştırması anlamına gelmemektedir.... insanın olduğu hale nasıl geldiğini değil ne olduğunu düşünmektir....
Bazı terapistler var oluşçu kaygılarla uğraşmaktan yalnızca evrensel oldukları için değil, bunlarla yüzleşmesi korkunç olduğu için de uzak dururlar. .. varoluşun getirileriyle yüzleşmek acı verir, fakat sonunda iyileştirir....”
Yalom çok sayıda Avrupalı psikiyatristin Freud’un indirgemeci görüşüne (bütün insan davranışlarını dürtü temeline bağlamak), materyalizmine (en yüksektekini en alçaktaki bağlamında açıklamak[üst belirleme kastediliyor sanırım]), ve determinizmine (bütün zihinsel işleyişlere mevcut olan tanımlanabilir faktörlerin neden olduğu inancı) karşı çıktığını bildiriyor.
“Çeşitli var oluşçu analizciler temel bir yöntemsel nokta konusunda aynı fikirdedirler: Analizci, hastaya görüngübilimsel olarak yaklaşmalıdır.Yani ,hastanın yaşantısal dünyasına girmeli ve anlayışı bozan ön varsayımlarda bulunmadan bu dünyanın olgularını dinlemelidir.Varoluşçu analizciler içinde en iyi bilinenlerinden olan Ludwig Binswanger, “yalnızca tek bir uzay ve zaman yoktur, insan sayısı kadar çok zaman ve uzay vardır” demiştir.”
1950’lerde hümanist psikoloji oluşturuldu. Bazen psikolojide “üçüncü güç” (davranışçılar ve Freudyen analitik psikolojiden sonra) olarak adı geçen hümanist psikoloji artan üye kayıtları ve binlerce akıl sağlığı uzmanının katıldığı yıllık toplantılarıyla güçlü bir organizasyon haline geldi. 1961 yılında American Association of Humanistic Psychology yazı kurulunda Carl Rogers,Rollo May, Lewis Mumford, Kurt Goldstein,Charlotte Buhler, Abraham Maslow, Aldous Huxley ve James Bugental gibi ünlü isimlerin yer aldığı Journal of Humanistic Psychology’i kurdu.
Yeni kurulan organizasyon kendini tanıtmak için bazı girişimlerde bulundu. 1962 yılında resmi olarak şunları açıkladı.
Hümanist psikoloji birincil olarak, ne pozitivist ya da davranışçı kuram, ne de klasik psikanalitik kuramda sistematik bir yeri olmayan insan kapasitesi ve potansiyelleri ile ilgilenmektedir. Örneğin aşk ,yaratıcılık, benlik, gelişme, organizma, temel gereksinim giderilmesi, kendini gerçekleştirme, yüksek değerler, var olmak, olmak, kendiliğindenlik, oyun, mizah, sevgi, şefkat, doğallık, ego üstünlüğü, nesnellik, özerklik, sorumluluk, anlam, adil davranış, aşkın deneyim, psikolojik sağlık ve ilgili kavramdır.
1963 te derneğin başkanı James Bungental beş temele öneri ortaya koydu.
1.insan insan olarak, parçalarının toplamının yerine geçer (yani insan parça işlevlerinin bilimsel olarak incelenmesiyle anlaşılamaz)
2.insan, insani bağlamda varlığına sahiptir (yani,insan kişiler arası yaşantıya aldırmayan parça işlevleriyle anlaşılamaz.)
3.insan farkındadır (ve insanın sürekli, çok katmanlı öz farkında-lığını tanımada yetersiz olan psikolojiyle anlaşılmaz. )
4.insanın seçimleri vardır (insan varlığının seyircisi değildir, kendi yaşantılarını kendi yaratır).
5.insan kasıtlıdır (geleceği hedefler, amaçları, değerleri ve anlamı vardır)
Yalom üslubunca nazik ama radikal bir şekilde Freud eleştirisi yapıyor.
Freud’da görmeye alıştığımız gelişimsel bir kuramdır. Her aşama bir sonraki aşama ile bağlantılı her parça ise bütün ile bağlantılıdır.
Yalom’un aktarımında ise Freud’un “ihmal ettiği” her şey yeniden önemseniyor. Bütünlüğü vurgulayan, insan iradesini ön plana çıkaran, insani değerlerin önemini vurgulayan bir kuramdan söz ediliyor.
Benim temel hedefim var oluşçuluğu ele almak değil. Bu psikiyatrinin ötesine giden bir boyut.
Şüphesiz bizzat Yalom’un Avrupa ve Amerika var oluşçuluğu arasındaki farkı anlatırken ikinci dünya savaşını mevzubahis etmesi gibi derin sosyal ve politik nedenleri olan bir konu.
Bizi burada daha çok ilgilendiren bir vakanın var oluşçu psikoterapi ve psikoanaliz açısından iki ayrı şekilde ele alınmasının önemi.
Yalom’a göre:
“Varoluşçu psikoterapi bireyin varolmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir terapi yaklaşımıdır....
Dinamik psikiyatriden bahsedersek, hangi terapist dinamik olmamayı, yani ağır miskin durgun, hareketsiz olmayı kabul ederdi? Hayır ,terim güç kavramını içeren özel teknik bir kullanıma sahiptir.
Freud’un insanın anlaşılmasına en büyük katkısı, zihinsel işleyişin dinamik modeli olmuştur. Bireyin içinde çatışmalı güçlerin bulunduğunu ve hem adaptif hem de psikoptolojik olan düşünce ,duygu ve davranışını bu çatışmalı güçlerin bir sonucu olduğunu öne süren model. Üstelik bu güçler çeşitli farkındalık düzeylerinde bulunmaktadırlar. Bazıları gerçekten tamamen bilinçdışıdır. Bir bireyin psikodinamikleri o kişinin içinde işleyen çeşitli bilinçdışı ve bilinçli güçleri, güdüleri ve korkuları içermektedir.
Problemli hastayla uğraşan uzman ,bireydeki ,hiç dokunulmamış esas çatışmaları nadiren inceleyebilmektedir. Hasta bunun yerine inanılmaz derecede karmaşık endişelere kümesine sığınmaktadır.Birincil endişeler derine gömülmüştür, bunun üstüne bastırma ,inkar ,yer değiştirme ve sembolleştirme katmanları yığılmıştır. ...”
Var oluşçu dinamiklerle, Freudyen ve neo Freudyen dinamikler arasındaki bir başka büyük fark “derinliğin” tarifini içermektedir. Freud’a göre, araştırma her zaman kazıyı gerektirmektedir. O, bir arkeologun sabrı ve titizliğiyle çok katmanlı ruhu kazıyıp asıl noktaya, yani bireyin hayatındaki en baştaki olayların psikolojik kalıntılarının bulunduğu temel çatışma katmanına ulaşmıştır. En derin çatışma en baştaki çatışma anlamına gelmektedir.Bu nedenle , Freud’un psikodinamikleri gelişimsel temellidir.Temel ya da birincil terimleri kronolojik olarak alınmalıdır. Her biri “ilk” sözcüğüyle eşanlamlıdır.Buna uygun olarak, örneğin, temel anksiyete kaynakları en eski psikoseksüel felaketler olarak düşünülmektedir. Yani ,ayrılma ve iğdiş edilme...
Var oluşçu dinamikler gelişimsel modele bağlanmamıştır. Temel ile ilk yani önemli olan ile kronoloji olarak önde gelen sözcüklerinin aynı kavramlar olduğunu varsaymak için zorlayıcı bir neden yoktur. Derinlemesine araştırma, insanın geçmişi araştırması anlamına gelmemektedir.... insanın olduğu hale nasıl geldiğini değil ne olduğunu düşünmektir....
Bazı terapistler var oluşçu kaygılarla uğraşmaktan yalnızca evrensel oldukları için değil, bunlarla yüzleşmesi korkunç olduğu için de uzak dururlar. .. varoluşun getirileriyle yüzleşmek acı verir, fakat sonunda iyileştirir....”
Yalom çok sayıda Avrupalı psikiyatristin Freud’un indirgemeci görüşüne (bütün insan davranışlarını dürtü temeline bağlamak), materyalizmine (en yüksektekini en alçaktaki bağlamında açıklamak[üst belirleme kastediliyor sanırım]), ve determinizmine (bütün zihinsel işleyişlere mevcut olan tanımlanabilir faktörlerin neden olduğu inancı) karşı çıktığını bildiriyor.
“Çeşitli var oluşçu analizciler temel bir yöntemsel nokta konusunda aynı fikirdedirler: Analizci, hastaya görüngübilimsel olarak yaklaşmalıdır.Yani ,hastanın yaşantısal dünyasına girmeli ve anlayışı bozan ön varsayımlarda bulunmadan bu dünyanın olgularını dinlemelidir.Varoluşçu analizciler içinde en iyi bilinenlerinden olan Ludwig Binswanger, “yalnızca tek bir uzay ve zaman yoktur, insan sayısı kadar çok zaman ve uzay vardır” demiştir.”
1950’lerde hümanist psikoloji oluşturuldu. Bazen psikolojide “üçüncü güç” (davranışçılar ve Freudyen analitik psikolojiden sonra) olarak adı geçen hümanist psikoloji artan üye kayıtları ve binlerce akıl sağlığı uzmanının katıldığı yıllık toplantılarıyla güçlü bir organizasyon haline geldi. 1961 yılında American Association of Humanistic Psychology yazı kurulunda Carl Rogers,Rollo May, Lewis Mumford, Kurt Goldstein,Charlotte Buhler, Abraham Maslow, Aldous Huxley ve James Bugental gibi ünlü isimlerin yer aldığı Journal of Humanistic Psychology’i kurdu.
Yeni kurulan organizasyon kendini tanıtmak için bazı girişimlerde bulundu. 1962 yılında resmi olarak şunları açıkladı.
Hümanist psikoloji birincil olarak, ne pozitivist ya da davranışçı kuram, ne de klasik psikanalitik kuramda sistematik bir yeri olmayan insan kapasitesi ve potansiyelleri ile ilgilenmektedir. Örneğin aşk ,yaratıcılık, benlik, gelişme, organizma, temel gereksinim giderilmesi, kendini gerçekleştirme, yüksek değerler, var olmak, olmak, kendiliğindenlik, oyun, mizah, sevgi, şefkat, doğallık, ego üstünlüğü, nesnellik, özerklik, sorumluluk, anlam, adil davranış, aşkın deneyim, psikolojik sağlık ve ilgili kavramdır.
1963 te derneğin başkanı James Bungental beş temele öneri ortaya koydu.
1.insan insan olarak, parçalarının toplamının yerine geçer (yani insan parça işlevlerinin bilimsel olarak incelenmesiyle anlaşılamaz)
2.insan, insani bağlamda varlığına sahiptir (yani,insan kişiler arası yaşantıya aldırmayan parça işlevleriyle anlaşılamaz.)
3.insan farkındadır (ve insanın sürekli, çok katmanlı öz farkında-lığını tanımada yetersiz olan psikolojiyle anlaşılmaz. )
4.insanın seçimleri vardır (insan varlığının seyircisi değildir, kendi yaşantılarını kendi yaratır).
5.insan kasıtlıdır (geleceği hedefler, amaçları, değerleri ve anlamı vardır)
Yalom üslubunca nazik ama radikal bir şekilde Freud eleştirisi yapıyor.
Freud’da görmeye alıştığımız gelişimsel bir kuramdır. Her aşama bir sonraki aşama ile bağlantılı her parça ise bütün ile bağlantılıdır.
Yalom’un aktarımında ise Freud’un “ihmal ettiği” her şey yeniden önemseniyor. Bütünlüğü vurgulayan, insan iradesini ön plana çıkaran, insani değerlerin önemini vurgulayan bir kuramdan söz ediliyor.
Benim temel hedefim var oluşçuluğu ele almak değil. Bu psikiyatrinin ötesine giden bir boyut.
Şüphesiz bizzat Yalom’un Avrupa ve Amerika var oluşçuluğu arasındaki farkı anlatırken ikinci dünya savaşını mevzubahis etmesi gibi derin sosyal ve politik nedenleri olan bir konu.
Bizi burada daha çok ilgilendiren bir vakanın var oluşçu psikoterapi ve psikoanaliz açısından iki ayrı şekilde ele alınmasının önemi.
DİLBİLİM – BİLİNÇDIŞI İLE İLİŞKİSİ
DİLBİLİM – BİLİNÇDIŞI İLE İLİŞKİSİ
Fiona Faraci
ARALIK 2003
“İnsan, varolduğu günden bu yana sürekli olarak, içinde bulunduğu evreni tanımaya çalışmış, ancak bu çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi olmuştur. Bunun nedeni ise, en gelişmiş canlı olan insanın, yine insan tarafından incelenmiş olmasıdır”.
(Engin Geçtan).
Birey, kendini korumak ve geliştirmek adına toplumları oluşturmuştur. Toplum içerisinde yaşayan en gelişmiş varlık ve kendini, dil aracı ile
ifade eden tek canlı insandır. Dilin öznesi hem birey hem kültür diyebiliriz.1 Dil, bireyin bir toplum içerisinde kendini ve başkalarını tanımak için
kullandığı bir araçtır. Dilin öznesi birey dediğimiz zaman, kişinin kendine özgü bir dil anlayışı olduğunu ifade etmiş oluruz, ama bu özgün ifadenin ne denli toplumsal öğelerden ayrıştığını saptamak ta zordur. Bu ikileme, Jung bir açıklama getirmiştir; “İnsan ruhlarının birbirlerinden bu denli ayrı olduklarını tanımak yaşamımın en şaşırtıcı deneyimlerinden biri olmuştur… Bireysel bilincimize karşın, yine de benlik bilinci, denizde yüzen bir gemiyi anımsatırcasına ırksal bilinçaltının engin sahası üzerinde yer alır… kökensel bilinçaltı da bireysel bilinçleri sarar çepeçevre” (Jung, 1944, s.42) Dil ne kadar sözlü ve yazılı anlatım içerisinde var ise, simgesel düzeyde de etkinliğini sürdürmektedir. “Dilin simgeselliği” ise bilinçdışında, düşüncelerin farklı bir anlatım tarzı, (örneğin; metaforik anlatım), içerisinde ifade edilen bir düzeyde daha etkin olarak görülmektedir. Murat Tura’ya göre, yapılan temel hatalardan biri, öznenin oluşumunda dil’in rolünü göz ardı etmekle oluşur. İnsan, ancak “Simgesel Düzen’e”, yani dil’e girdiği zaman biyolojik bir varlık olmaktan çıkarak kültürel bir varlık, özne olur.
Dilin, bilinçdışı ile ilişkisini anlamak üzere, Freud ve Lacan’ın konu ile ilgili yaklaşımları ele alınacaktır. Ayrıca, Bourdieu’nün simulacra adını verdiği yeni “gerçek” dünyaya ve bilinçdışı ile bağlantısına kısa bir geçiş yapılacaktır. Son olarak, bilinçdışı olguların, dil kullanımı ve otorite simgesinden nasıl etkilendiği ortaya konulacaktır.
Dr. Boone’a göre, beynimiz, dil aracılığı ile ifade edilen düşüncelerimizi iki ayrı mesaj olarak aynı anda ortaya koymaktadır. İlk mesaj, “ileriye dönük” (açık) olandır. Dil yardımı ile ifade edilen bu mesaj çeşidi, bilinç düzeyinde olan ve kişiler arası etkileşimi sağlayan bir ifade biçimidir. Boone’un ikinci dil aktarımına tekamül eden sözcük ise, ters (kapalı) aktarımdır ve bilinçdışı süreçlerle beslenmektedir. Bu düşünceye göre, ters aktarım kişinin iletişim sırasında ne hissettiğini ifade etmektedir ve birinci mesaj şeklini tamamlamaktadır. Kapalı aktarım, konuşma düzeyinde kendini birçok bilinçdışı metaforlar aracılığı ile ortaya koymaktadır. Boone’a göre, metaforlar bilinçdışının resimsel olarak ortaya çıkışını simgelemektedir. Ters aktarım kuramını birçok düşünür ve araştırmacı “saklı dil” olarak adlandırmıştır. Bilinçdışı’nın kendini yüzeyde ifade etme biçimleri farklılaşır ama kişinin “bilinçsiz” aktarımı dil ile ifade edildiği derecede ve sürece birçok anlam taşır. Kişinin kendini ve etrafında gelişen olayları anlatım şekli (açık veya kapalı olabilir) bir klinisyen için her zaman önemli ve açıklayıcıdır.
Bilinçdışının yüzeye yansıtılma biçimi birçok farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Freud, araştırmalarında dil sürçmelerine oldukça geniş bir yer vermiştir ve onları psikolojik veriler olarak algılamış ve araştırmıştır. Freud’a göre, her bir dil sürçmesi, derin bilinçdışı motivasyon sonucu ortaya çıkmaktadır ve bilimsel adları “parapraxes’dır”. Freud, “Bilinçdışı bir düşüncenin, sonradan bilince doğru yolunu zorlayabilmek için kendini bilinçöncesine taşımaya çalıştığından söz edebiliriz” der. (Freud; Düşlerin yorumu II). Bu açıklamasında, Freud sadece dil sürçmelerini ele almamaktadır, düşlerin ve onların aktarımından ortaya çıkabilecek bilinçdışı mesajları da kastetmektedir. Freud’a göre, dil ile aktarılan her bilgi parçacığı içerisinde bir bilinçdışı öğesi bulunmaktadır. Dil sürçmesi hataları üç farlı şekilde ortaya çıkabilir. Bunlardan ilki, anlam hatası olabilir, ikincisi ise ses hatası ve son olarak anlam ve ses hataları olarak görülebilir. Freud, düşlerin bilinçdışını yansıtan metaforlarla dolu hikayeler olduğunu ifade etmiştir. Her metafor “insanı kendinden biraz daha uzaklaştırır”, kendini anlamasını ve tanımasını zorlaştırır. Bir metafor ile ifade edilen bir bilgi (kişisel bilgi) kişinin kendini anlamasını zorlaştırır, burada birey farklı – kendinden uzak – bir anlatım kullanarak açık bir şekilde algılanabilecek veya algılayabileceği bilgiden uzaklaşır. Kendini tanımak veya kişisel bir düşüncenin bilincine varabilmek için, insan daha sade ve yalın ifadelere ihtiyaç duyar. Bireyin “kabullenmekte” zorluk çektiği birçok düşünce (bunların içine tabular da girer) bilinçdışı mekanizmalar tarafından “örtük” bir şekilde ifade edilir (üstte belirtildiği gibi bir metafor veya dil sürçmesi aracılığı ile olabilir).
Freud, bilinçdışı’nın içeriğini bilinç düzeyine getirerek kişinin gelişiminde önemli adımlar atılabileceğini düşünmüştür. Ama, “Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır” argümanına dayanan ünlü düşünür Lacan, bunun imkansız bir düş olduğunu ifade eder. Lacan’a göre, bilinçdışı ulaşılamaz ve kontrol edilemez olmakla birlikte ego veya “ben” aslında sadece insanların düşünce karmaşasına uğramamaları için varsanılan illüzyonlardır. Lacan, Mirror Stage adını verdiği çalışmasında, çocukların, bir illüzyon olan benlik duygusuna nasıl ulaştıklarını araştırmıştır. Lacan bilinçdışının bir dil gibi yapılandığını ifade ederken Freud’un kullandığı “yoğunlaştırma” (condensation) ve “yer değiştirme” (displacemet) kavramlarından yardım almaktadır. Bu iki kavramda dilbilim ile bire bir ilişkilidir ve anlamın metaforlarda olduğu gibi yoğunlaşmalarda veya metonymlerde olduğu gibi yer değiştirdiğini ifade etmektedir. Lacan, bireyin bilinçdışı öğelerini bilinç düzeyine getirme olasılığı olmadığını daha açık ifade etmek için bir sembol kullanmıştır; (S). Bu sembol Lacan’a göre kişinin bölünmüş benliğini imgelemektedir. Başka bir değişle, birey bölünmüştür, kendisi ile ilgili ulaşabileceği (bilinç düzeyinde) ve ulaşamayacağı (bilinçdışı öğeler) bilgiler ile kaplıdır ve “benlik” duygusunun oluşumu bu nedenle sadece bir hayaldir. “Bilinç kendini ancak dilin yani toplumsal-uzlaşımsal bir kurumun dolayımıyla ele alabilir. İnsan kendi varoluş gerçeğini olduğu gibi değil, ancak dilin ona sunduğu, kendi kuralları olan bir yapıdan dolayımlanarak biçimlendirebilir, düşünebilir ve ifade edebilir. Bu dolayım, insanın kendisine yabancılaşma sürecini mümkün kılar. Zira, bilinçdışı da insanın kendi gerçeğini kültürel bir koddan dolayımlanarak kavramak zorunluluğuna bağlanır” (Hakan Kızıltan, 2002, s. 2). Lacan’a göre, bilinçdışı “sürekli dönen bir çark’a” benzer çünkü kendisi de Derrida gibi bir şeyin “gerçek” anlamına asla ulaşılamayacağına inanır. Derrida’nın söyleminde olduğu gibi, Lacan bir anlamın merkezi olduğuna inanmamaktadır ve bu düşüncesini dilin bilinçdışı ile olan ilişkisine taşımıştır. Başka bir deyişle, bilinçdışına ulaşmanın bir İllüzyon olduğunu ifade ederken, Lacan, ulaşılması gereken “gerçek” anlama (burada bilinçdışında bulunan öğeler) ancak yaklaşılabileceğini ama, anlamın kişiyi her zaman başka bir anlama doğru sürükleyeceğini düşünmektedir. Lacan ile Freud’ü ayıran aslında bu düşüncedir. Freud bilinçdışının dil ile ifade edildiği sürece, ona ulaşılabileceğini ve bilinç düzeyine getirilerek daha “sağlıklı” bir varlık “oluşturulabileceğini” düşünmüştür. Lacan ise, dilin kıvraklığı nedeni ile ve ulaşılan “verilerin” yorumlanabilme çeşidine dayanarak bunun bir hayal olduğunu ifade etmiştir.
Bir örnek ile Freud ve Lacan’ın dile ve bilinçdışına yaklaşımlarının farklılığı ifade edilebilir. Beyond the Pleasure Principle adlı bir araştırmasında, Freud on sekiz aylık olan yeğeninin oynadığı bir oyundan söz etmektedir. Çocuk, ipe bağlı bir makara ile oynamaktadır ve onu her öne doğru attığında “burada” ve her arkaya doğru attığında ise “yok oldu” demektedir. Freud bu durumu yorumlarken, bir eşyanın yokluğunu annenin yok olma ihtimaline bağlı, çocukta oluşabilecek anksiyeteye benzetirken, eşyanın tekrar ortaya çıkışını bu endişe uyandıracak durumun yok olmasına bağlamıştır. Burada, dil aracılığı ile çocuğun sembolik düşünceyi oluşturmaya çalıştığı gözlenebilir. Bir eşyanın veya kişinin o anda orada olmamasının tekrar ortaya çıkmayacağı anlamına gelmemektedir artık. Lacan ise aynı “vakayı” incelemiş ve araştırmalarının sonucunu dile bağlamıştır. Lacan’a göre, bu durum çocuğun sembolik evreye veya dilin yapısına girişini betimlemektedir. “Dil, her zaman yok olanla veya olmayanla ilişkilidir” der Lacan. Kelimelere ancak istenilen bir şey yok olduğunda ihtiyaç duyulur Lacan’a göre, ve eğer etrafımızdaki dünya “gereken” her şey ile donatılmış olsaydı kelimelere gerek duyulmayacaktı. Lacan’a göre kayıp olmayan yerde dil var olamaz. Burada tekrar Lacan için, bilinçdışı’na ulaşmanın neden bir rüya, hayal veya illüzyon olduğu açıkça belirtilmektedir. Kelimeler eğer sadece kayıpları ararken var oldu ise ve bilinçdışı insanoğlu için bir bilinmez ise, o zaman bilinçdışı da bir kayıp sayılmalıdır. Kişi burada kendini tanımlama ve tamamlama olanağına sahip değildir. Bunun nedeni ise dilin sübjektivitesidir.
Dil, modernite’den postmoderniteye geçişinde oldukça önem taşımıştır. Artık, farklı bir “gerçek” olgusu yaratılmıştır ve bu değişime Baudrillard simulacra adını vermiştir. Bu “yeni dünyada”, temsil artık “gerçekten” daha “gerçek” hale gelmiştir. Baudrillard şöyle der; “biz, toplum olarak gerçek ile olan bağlantımızı koparmış bulunuyoruz”. Baudrillard dilin ve yaratılan gerçekliğin bizi var olmayan bir dünyaya taşıdığını söylemektedir. Dilin kıvraklığı sayesinde, belki bilincimizin dahil ulaşamadığı bir “gerçekliğe” doğru ilerlemekteyizdir. Baudrillard’ın burada ortaya koyduğu “yeni dünya” olgusu bilinçdışının bir yansıması olabilir. Farklı ifadelerle, resimlerle, çizgiler ve sembollerle birey ve belki de toplumun kendisi, bilinçdışı var olan olguların yansımasını yaşatmaktadır ve onu bir simulacra olarak yaşamaktadır. Simulacralar, “gerçeğin” bir kopyasıdır, hatta kopyanın kopyasıdır. Burada, Lacan’ın dil ile anlamın ilişkisi göz ardı edilmemelidir. Lacan’a göre, bilinçdışına ulaşamamanın nedeni dilin tek anlamlı olmadığı düşünülürse ve simulacraların kopyanın bir kopyası olduğu, o zaman Baudrillard ve Lacan arasındaki bağlantı kurulabilir. Eğer “gerçeğe” ulaşmanın yolu dil yardımı ile olacak ise ve bu iki düşünürün kuramları doğru ise, o zaman “gerçeğe” ulaşmak, bilinçdışına ulaşmak kadar bir illüzyon olacaktır.
Dilin kullanımı ve kimin tarafından ne şekilde kullanıldığı bilinçdışı mekanizmalarda yoğun bir etki yaratabilmektedir. Loftus (1993), terapistlerin dil kullanımının hastaların “sahte anılar” oluşturmasında nasıl bir etken olduklarını araştırmıştır. Son yıllarda, 1970’lerden beri, “sahte anılar” konusu yoğun tartışmalara yol açmıştır. Amerika’da bu konu ile ilgili dava sayısı artmıştır ve yoğun ilgi uyandırmaktadır. Yıllar sonra, kişi “tecavüz” veya benzeri nedenlerden dolayı, baba, kardeş veya yakın çevresinden bireylere dava açmaktadır. Bunlardan birçoğu “gerçek” vakalar olmasına rağmen, bazıları ise “sahte anı” olarak değerlendirilmektedir. Bu araştırmasında, Loftus, terapi esnasında kullanılan yönlendirici (imalı) dilin etkisini araştırmıştır. Loftus’a göre, birçok terapist hastalarının bastırılmış anılarını ortaya çıkarmak adına yönlendirici bir dil kullanmaktadır. İnsanlar bu durumda var olmayan anılar “yaratma” eğiliminde olabilirler. Loftus birçok örnek cümle vermektedir; “biliyor musun, deneyimlerime göre, seninle aynı sorunlarla başa çıkmaya çalışan birçok insan çocukken çok acı deneyimlere maruz kalmıştır – dayak yemiş veya saldırıya uğramış olabilirler. Ve senin başına böyle bir şeyin gelip gelmediğini merak ediyorum”, veya “semptomlarına bakılırsa, taciz edilmiş olma ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Bu konuda bana neler anlatabilirsin?”, veya daha kötüsü “bana tacize uğrayan insanları çağrıştırdın. Söyle bana o pislik sana neler yaptı?”. Bu tarz yaklaşımlar hastayı derinden etkileyebilir ve “sahte anı” oluşumunu güçlendirebilir. Loftus ayrıca Robinowitz’in yaklaşımına da yer vermektedir. Robinovitz’e göre, bir anı oluşturmak bazen bir kişi için çok önemlidir çünkü etrafınızdaki kişilerin belirli anıları vardır ve bu baskı insana var olmayan şeyler hayal ederek başkaları gibi olma arzusu ile “sahte anılar yaratmaya” kadar gidebilir.
“Anılarımıza ulaşma arzusu yeni, sahte anılar oluşturmamıza yol açabilir” (Loftus, 1993, p. 529).
Loftus (1994), terapistlerin etkisini ölçmek üzere yaptığı araştırmaların haricinde “sahte anılar” konusunda birçok makale yazmıştır. Gerçekleştirdiği araştırmalarının birinde, Eileen Franklin’in yıllar sonra babasını en yakın arkadaşını tecavüz edip öldürmekle suçladığı bir vakanın geçerliliğini değerlendirmiştir. Eileen tarafından polise verilen tüm ifadelerde, bundan yıllar önce gazetede yazılan ve yanlış olan ifadeler bulunmaktaydı. Bu cinayet gerçekleştiği zaman, gazetelerde daha geçerliliği saptanmamış bulgular bulunmaktaydı. Araştırma sonucunda gazetede yazanlardan farklı tespitler ve bulgulara ulaşılmasına rağmen, Eileen’in ifadesi tam tamına gazetede yazanlara uymaktaydı. Başka bir değişle, Eileen daha çocukken gerçekleşmiş olan bu olayı ailesinden duymuş ve yıllar sonra (terapi seanslarının da etkisi ile) farklı bir şekilde yorumlayarak “sahte bir anı” oluşturmuştur. Burada, bir kez daha dilin ve dış etkenlerin bilinçdışına ne denli etki ettiği görülmektedir. Bilinçdışında var olan bir “resim”, farklı yorumlanabilir, bir çok anlam taşıyabilir ve çeşitli yollardan bilinç düzeyine ulaşarak insanı yanılgıya uğratabilir.
Dilbilim ve bilinçdışı yoğun bir etkileşim içerisindedir. Bir çok düşünür, dilin kullanım çeşitlerinin bilinçdışını yansıtmada en etkin yol olduğunu savunmuştur. Bazıları ise, bilinçdışının yansıtılmasında dilin önemini vurgulayarak, bu etkileşimin “yanlış” veya “sahte” sonuçlar doğurabileceği sonucuna ulaşmıştır. Dil ile ifade edilen her bilgi, farklı kişiler tarafından farklı şekillerde yorumlanabilir. Bir kültürde anlamlı olabilecek bir ifade biçimi başka bir topluluk veya kültür içerisinde aynı önemi ve anlamı taşımayabilir. Burada, Derrida’nın düşünceleri önem kazanmaktadır. Derrida’ya göre, bir bireyin bir yazıdan, bir sözden veya bir resimden çıkaracağı her anlam kişiye özgüdür. Bu düşünceye, Jung’dan etkilenerek, kültür etkisini eklemek de mümkündür. Birçok düşünürün argümanları göz önünde bulundurulursa, determinist bir yaklaşım almanın yanlış olduğu görülecektir. Dil, Freud’ün savunmalarında olduğu gibi bilinçdışının bir “sözcüsüdür” ama yanılsamalara yol açabileceğini ve farklı şekillerde yorumlanabileceğini de göz ardı etmemek gerekmektedir.
Kaynakça:
*İnsan Olmak (Engin Geçtan, Metis, 2002).
*Bilgi Toplumuna Geçiş. Sorunsallar / Görüşler, Yorumlar / Eleştiriler ve Tartışmalar, (İlhan Tekeli, S. Çetin Özoğlu, Bahattin Akşit, Gürol Irzık, Ahmet İnam, Türkiye Bilimler Akademisi, Aralık 2002)
*Loftus, E. F. (1993). The reality of repressed memories. American Psychologist, 48, 518-537.
*Loftus, E. F. & Katcham, K. (1994). The myth of repressed memories. NY: St- Martin’s Press.
*Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi (C.G. Jung, Say Yayınları, 1999)
*Düşlerin Yorumu II (S. Freud, Payel Yayınevi, 2. basım, 1996)
*Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (S. Murat Tura, Ayrıntı Yayınları, 2. basım, Mart 1996).
*İçgörü. com J. Lacan ve Psikanaliz özeti, Lacan’ın yaşamı ve Psikanaliz’e katkısı. (Hakan Kızıltan, makale yayın tarihi, 2002)
Dilin kullanımı ve kimin tarafından ne şekilde kullanıldığı bilinçdışı mekanizmalarda yoğun bir etki yaratabilmektedir. Loftus (1993), terapistlerin dil kullanımının hastaların “sahte anılar” oluşturmasında nasıl bir etken olduklarını araştırmıştır. Son yıllarda, 1970’lerden beri, “sahte anılar” konusu yoğun tartışmalara yol açmıştır. Amerika’da bu konu ile ilgili dava sayısı artmıştır ve yoğun ilgi uyandırmaktadır. Yıllar sonra, kişi “tecavüz” veya benzeri nedenlerden dolayı, baba, kardeş veya yakın çevresinden bireylere dava açmaktadır. Bunlardan birçoğu “gerçek” vakalar olmasına rağmen, bazıları ise “sahte anı” olarak değerlendirilmektedir. Bu araştırmasında, Loftus, terapi esnasında kullanılan yönlendirici (imalı) dilin etkisini araştırmıştır. Loftus’a göre, birçok terapist hastalarının bastırılmış anılarını ortaya çıkarmak adına yönlendirici bir dil kullanmaktadır. İnsanlar bu durumda var olmayan anılar “yaratma” eğiliminde olabilirler. Loftus birçok örnek cümle vermektedir; “biliyor musun, deneyimlerime göre, seninle aynı sorunlarla başa çıkmaya çalışan birçok insan çocukken çok acı deneyimlere maruz kalmıştır – dayak yemiş veya saldırıya uğramış olabilirler. Ve senin başına böyle bir şeyin gelip gelmediğini merak ediyorum”, veya “semptomlarına bakılırsa, taciz edilmiş olma ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Bu konuda bana neler anlatabilirsin?”, veya daha kötüsü “bana tacize uğrayan insanları çağrıştırdın. Söyle bana o pislik sana neler yaptı?”. Bu tarz yaklaşımlar hastayı derinden etkileyebilir ve “sahte anı” oluşumunu güçlendirebilir. Loftus ayrıca Robinowitz’in yaklaşımına da yer vermektedir. Robinovitz’e göre, bir anı oluşturmak bazen bir kişi için çok önemlidir çünkü etrafınızdaki kişilerin belirli anıları vardır ve bu baskı insana var olmayan şeyler hayal ederek başkaları gibi olma arzusu ile “sahte anılar yaratmaya” kadar gidebilir.
“Anılarımıza ulaşma arzusu yeni, sahte anılar oluşturmamıza yol açabilir” (Loftus, 1993, p. 529).
Loftus (1994), terapistlerin etkisini ölçmek üzere yaptığı araştırmaların haricinde “sahte anılar” konusunda birçok makale yazmıştır. Gerçekleştirdiği araştırmalarının birinde, Eileen Franklin’in yıllar sonra babasını en yakın arkadaşını tecavüz edip öldürmekle suçladığı bir vakanın geçerliliğini değerlendirmiştir. Eileen tarafından polise verilen tüm ifadelerde, bundan yıllar önce gazetede yazılan ve yanlış olan ifadeler bulunmaktaydı. Bu cinayet gerçekleştiği zaman, gazetelerde daha geçerliliği saptanmamış bulgular bulunmaktaydı. Araştırma sonucunda gazetede yazanlardan farklı tespitler ve bulgulara ulaşılmasına rağmen, Eileen’in ifadesi tam tamına gazetede yazanlara uymaktaydı. Başka bir değişle, Eileen daha çocukken gerçekleşmiş olan bu olayı ailesinden duymuş ve yıllar sonra (terapi seanslarının da etkisi ile) farklı bir şekilde yorumlayarak “sahte bir anı” oluşturmuştur. Burada, bir kez daha dilin ve dış etkenlerin bilinçdışına ne denli etki ettiği görülmektedir. Bilinçdışında var olan bir “resim”, farklı yorumlanabilir, bir çok anlam taşıyabilir ve çeşitli yollardan bilinç düzeyine ulaşarak insanı yanılgıya uğratabilir.
Dilbilim ve bilinçdışı yoğun bir etkileşim içerisindedir. Bir çok düşünür, dilin kullanım çeşitlerinin bilinçdışını yansıtmada en etkin yol olduğunu savunmuştur. Bazıları ise, bilinçdışının yansıtılmasında dilin önemini vurgulayarak, bu etkileşimin “yanlış” veya “sahte” sonuçlar doğurabileceği sonucuna ulaşmıştır. Dil ile ifade edilen her bilgi, farklı kişiler tarafından farklı şekillerde yorumlanabilir. Bir kültürde anlamlı olabilecek bir ifade biçimi başka bir topluluk veya kültür içerisinde aynı önemi ve anlamı taşımayabilir. Burada, Derrida’nın düşünceleri önem kazanmaktadır. Derrida’ya göre, bir bireyin bir yazıdan, bir sözden veya bir resimden çıkaracağı her anlam kişiye özgüdür. Bu düşünceye, Jung’dan etkilenerek, kültür etkisini eklemek de mümkündür. Birçok düşünürün argümanları göz önünde bulundurulursa, determinist bir yaklaşım almanın yanlış olduğu görülecektir. Dil, Freud’ün savunmalarında olduğu gibi bilinçdışının bir “sözcüsüdür” ama yanılsamalara yol açabileceğini ve farklı şekillerde yorumlanabileceğini de göz ardı etmemek gerekmektedir.
Kaynakça:
*İnsan Olmak (Engin Geçtan, Metis, 2002).
*Bilgi Toplumuna Geçiş. Sorunsallar / Görüşler, Yorumlar / Eleştiriler ve Tartışmalar, (İlhan Tekeli, S. Çetin Özoğlu, Bahattin Akşit, Gürol Irzık, Ahmet İnam, Türkiye Bilimler Akademisi, Aralık 2002)
*Loftus, E. F. (1993). The reality of repressed memories. American Psychologist, 48, 518-537.
*Loftus, E. F. & Katcham, K. (1994). The myth of repressed memories. NY: St- Martin’s Press.
*Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi (C.G. Jung, Say Yayınları, 1999)
*Düşlerin Yorumu II (S. Freud, Payel Yayınevi, 2. basım, 1996)
*Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (S. Murat Tura, Ayrıntı Yayınları, 2. basım, Mart 1996).
*İçgörü. com J. Lacan ve Psikanaliz özeti, Lacan’ın yaşamı ve Psikanaliz’e katkısı. (Hakan Kızıltan, makale yayın tarihi, 2002)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)