Psikanaliz ve Edebiyat
Edebiyat ile psikodinamik ve psikiyatrik olarak en ciddi ilgilenen bilim adamı hiç kuşkusuz Freud’dur. Freud’un bilinçaltı ile buna bağlı olarak geliştirdiği cinsel baskılama ve dışavurum kuramları, ilk olarak bizzat Freud tarafından edebiyata uygulanmıştır. Freud’un, teorilerini geliştirirken, Antik Yunan Edebiyatı ve mitolojilerinden gereğinden fazla yararlandığı da bilinen bir gerçektir.
Freud’un edebiyat sürecine hep dışarıdan baktığı, ürüne çok ilgi göstermekle birlikte, yaratım sürecini zihninde canlandıramadığı ve bu yüzden de edebiyata ve edebiyatçıya buz gibi bir bilim adamı soğukluğu ile yaklaşarak işin sırrına eremediği sıklıkla iddia edilmiştir. Oysa tarafsız bir inceleme gösterecektir ki, Freud edebiyat ve edebiyatçıya yaklaşırken olabildiğince alçakgönüllü davranmış ve eseri diğer psikanalistler gibi yargılamak yerine, analizlerini ‘sanat eseri eleştirisi’ sınırlarının dışına çıkmadan sunmaya olabildiğince özen göstermiştir.
Birçok bilim adamı, sanatçıyı ve dolayısıyla da edebiyatçıyı psikopatolojik bir travma içerisinde görürken, Freud tam tersine, yaratıcılığın psikopatoloji ile değil, normal psikodinamik ile daha yakından ilgili olduğunu savunmuştur.
Edebiyatçı, yaratıcılık sürecinde bilinçdışının imge ve simgelerini kullanır; kullanmak zorundadır. Bu, bir yaratıcı ego gerilemesidir. Edebiyatçı bütünleşmiş bir egoya sahipse, bu gerileme ile kolaylıkla başa çıkar ve yarattıkları kâğıt üzerinde kalır; gerçek hayatını etkilemez. Fakat iyi bütünleşmemiş bir ego sahibiyse söz konusu edebiyatçı, sanatsal yaratı süreci içerisinde iken kendisini kolaylıkla bir psikozun orta yerinde bulabilir.
Freud ve psikanaliz düşüncesi, sanatçının tüm faaliyetlerini bilinçdışı alanlara indirger. Freud, burada oldukça yanılmış, diğer konulardaki üstün analiz yeteneğine rağmen, kuramının çok ama çok doğru olduğuna o kadar inanmıştır ki, estetik kaygıyı neredeyse yaratıcı sürecin dışında tutmuştur. Bu nedenle psikanaliz, yaratma süreci ile ilgili ancak belirli düzeyde ve belirli bir çerçeve içerisinde görüş sunabilir. Freud da zaten, ilerleyen yaşlarında, psikanalizin sanatsal yeteneğin doğasını aydınlatma ve sanatçının çalışma yöntemlerini açıklama konularında hiçbir şey yapamadığını itiraf etmiştir.
Freud’un bu konudaki bir diğer önemli görüşü de, yazma eylemini oyun oynama eylemi ile eşitlemesidir. “Çocuk oyun oynarken ne yaparsa, yaratıcı yazar da aynı şeyi yazarken yapar.” görüşünü öne sürerek, yazma eyleminin bir öğrenme ve eğlence kaynağı olduğu kadar bir deşarj kaynağı olarak da kullanıldığının altını çizer. Çocuk oyun oynayamayacak kadar büyüdüğünde fantezi kurmaya başlar. Freud, aynı zamanda, mutlu kişilerin asla fantezi kuramadığı görüşünü de öne sürer. Böylece edebiyatçıları doyumsuz kişiler olarak betimleyip, onların yapıtlarını da doyumsuzluklarının bir dışavurumu ya da eşdoyurumu olarak kabul eder.
Freud, yaratıcı yazarlığı bu biçimde, ‘sadece fanteziden ibaret bir şey’ olarak küçümser ve estetik kaygıları da neredeyse hiçbir önemi yokmuşçasına devreden çıkartır. Freud’un sanata ve edebiyata bakış açısındaki temel problem de şundan başka bir şey değildir: Estetik değerlendirmeden yoksun bir bilim adamı vurdumduymazlığı.
Öte yandan, sanatçılara çok daha yakın duran, kendisi de bir sanatçı olan Jung’ın, sanata ve sanatçıya bakışı daha yakın ve sıcaktır. Kolektif bilinçdışının taşıyıcıları olarak sanatçıyı, insanlık tarihinde üstün özelliklerle ayrı bir yere koyar ve onu Freud’un aksine yüceltir. Jung, kişisel bilinçdışının kolektif bilinçdışının bir parçası olduğunu ve bu bilinçdışı alanının insansal ve hayvansal geçmişten ‘arşetipler’ içerdiğini öne sürer. Yaratıcı yazma yeteneği olan insanlarda, bu arşetiplerin bilinçdışı canlanışı gerçekleşir ve bu insanlar sanatsal yapıtlarını böylece ortaya koyarlar.
Edebiyatçılar bu açıdan bakıldığında, insanlığın ortak bilinçdışı deneyim ve kültürel özelliklerini çağa ve yaşanılan güne taşıyan kişiler olarak evrensel bir işlev görmektedirler. Nevrozlar ya da başka psişik rahatsızlıklarda da arşetipsel belirtiler ortaya çıkabilmektedir; fakat sanatçılığı, başka bir deyişle yaratıcılığı, bir nevroz belirtisi olarak görmek mümkün değildir. Freud’un gözden kaçırdığı bu ayrımı Jung ortaya koymuştur.
Kaynaklar
1. Alper Y., Yaratıcı – Sanatçı Psikodinamiği ve Şiir – Psikiyatri İlişkisi, OkuyanUS Yayınları, 1. Baskı, Şubat 2001, İstanbul.
2. Alper Y., Bayraktar E., Karaçam O., Herkes İçin Psikiyatri, Era Yayıncılık, 1997, İstanbul
3. Colp, Jr. R. Psychiatry and The Creative Process, Kaplan HI, Freeman AM, Sadock BJ, Compherensive Textbook of Psychiatry, 3. Cilt, 3. Baskı, Williams and Winkins Comp, 1980, Sf: 3112 – 21
4. Freud S., Sanat ve Sanatçılar Üzerine, Çev. Kamuran Şipal, Bozak Yayınları, 1979, İstanbul.
5. May R., Yaratma Becerisi, Çev. Oysal A., Metis Yayınları, 1987, İstanbul.
6. Storr A., Yaratma Dürtüsü, Yayınevi Yayıncılık, 1992, İstanbul.
7. Tunalı I, Sanat Ontolojisi, 3.Baskı, Sosyal Yayınlar, 1984.
8. Velioğlu S., Akıl Hastası ve Sanatçı, Yaşam Yayınları, 1978, İstanbul