Sartre ve Freud
Bilinçdışının psyche'yi açıklama doğrultusunda bir kuramın temeli olamıyacağını, daha 1939'da, Esquisse d'une Théorie des Emotions'da [bundan sonra Esquisse diye anılacak] belirtmişti Sartre. Bilinç ve bilinçdışı: Freud'cu 'psikanaliz kuramı', bu iki ayrı alandan bilinci edilgin olanla sınırlıyor, bilinçdışını bu edilginliğin imlediği kavramsal bir alan olarak kuruyordu. Esquisse'in diliyle söylersek: bilincin ediminin anlamı, edimin dışındaydı, ya da imlenen imleyenden koparılmıştı. Sartre bu 'kopma'yı, psikanaliz kuramının bilinç [imleyen] ile bilinçdışı’nı [imlenen], ayrışmış ontolojik düzlemlere koyması olarak anlıyor. Bilinç olgusu, diyor Sartre, neyi imliyorsa ona [imlenen'e], belirli bir olayın sonucu olan bir nesne bu olaya nasıl bağlanıyorsa böyle bağlanmıştır. Psikanalitik kuramda, bilinçle bilinçdışı arasındaki bağıntı, dışsal bir bağıntıdır öyleyse, nedensellik bağıntısıdır. Bu bağıntının doğası üzerinde durur Sartre. Örneğin, der, bir dağbaşında sönmüş bir ateşin küllerine raslasak, 'burada birileri ateş yakmış olmalı!' deriz. O birileri külde yokturlar ama, kül ile bir nedensellik bağıntısı içindedirler. Külle ateş arasında bu doğrultuda bir bağıntı olduğunu önceden bilmeyen biri, külün oradan birilerinin geçmiş olduğunu gösteren bir im olduğunu bilemez. Öyleyse, bilinç olgularını nesneler [örneğin, kül] gibi bir 'im' kılan, ona anlam veren bağıntıyı, bilincin dışında mı aramalıyız? Böyle yaparsak bilinci imlenen'le olan bağıntısı açısından bir nesne durumuna getirmiş olmaz mıyız? Bir başka deyişle, bilinçle [imleyen] ile bilinçdışını [imlenen] birbirinden ayrışmış ontolojik düzlemlere koymuş olmuyor muyuz?
Sartre’ın 'psikanaliz kuramı’nı eleştirişi burada başlıyor. Bilincin dışında bilinçdışını konutlamak, psyche'nin türdeşliğini yıkmak anlamına geliyor. Sartre için bu, Descartes'çı Cogito'nun da yıkılısı demek. Oysa bilinç kendisi-için-varlık’tır (l’étre-pour-soi), nesneyse kendinde-varlık (l'étre-en-soi). Cogito'yu, kendisi-için varlık’ın [bilincin] yapısını kuran katmanlar olarak tanımlar Sartre. Cogito kuramı, der, kendisi-için-varlık’ın bir objeye yönelmişliği (intentionalité) bağlamında bu objenin farkına varmayı olduğu kadar, objenin farkında olduğunun farkında olmayı da içerir. Ve Cogito'nun katmanları çıkar karşımıza: cogito reflexif objenin farkında olmak; cogito préreflexif, objenin farkında olduğunun farkında olmaktır. Kendisi-için-varlık’ı, kendinde-varlık’tan ayran bir belirlenimdir Cogito. Dolayısıyla cogito préreflexif varsa, bilinçdışı olamaz Reflexif ve préreflexif Cogito bağıntılarıyla yapılanmış, aşkın kendisi-için-varlık’ın farkında olmadığı hiçbirşey yoktur.
Sartre’ın heyecan (l'emotion) kuramı da, Freud'un 'psikanaliz' kuramının temellendirdiği heyecan nosyonunun yeniden yapılandırılmasıdır. Freud, heyecanın bilinçdışından kaynaklandığını savunur. Heyecan, Freud'a göre, bilinçten kaynaklanmayan bir boşalım sürecinin bilinçli algılanışıdır. Oysa Sartre, heyecanı bilincin bir bölümü olarak görür; böyle olduğu için de bir objeye yönelmiştir heyecan, anlamı da bu objeyle temellenir. Tıpkı, der Sartre, sözcüklerimin neyi imliyorlarsa onunla anlam kazanmaları gibi... Anlam, benim sözlerimle dış dünya arasında nedensel ya da tüme varım yoluyla belirlenmiş bir bağlantıyla gerçekleşmiyor, sözcüklerle imledikleri arasında gerçekleşiyor. Daha doğrusu, neyi imliyorlarsa onunla anlam kazanıyorlar. Sartre'da yönelmişlik ile imlemek birbiriyle örtüşen alanlar oluyor böylece. Bilinç, ayrılmaz bir bölümü olan heyecanın belirli bir objeye yöneldiğinin farkında olduğu gibi, bu yönelmişlikte neyi imlediğinin de, Cogito'nun yapısı gereği, farkında olacaktır. Doğallıkla objenin neyi imlediğinin, imlenenin ne olduğunun belirtik (explicite) olması gerekmez; yoğunlaştırmanın (condensation) kerteleri vardır. Bu yüzden Sartre’ın yaptığı, 'psikanaliz' kuramının bilinçdışı nedenlerinin yerine, fenomenolojik kuramın belirtik olarak bilinmeyen, bilinçli seçme'sini koymaktır. Sartre bu durumu, L'Etre et Le Néant’da, bilinç ve seçme bir ve ayni şeydir, diye belirtecektir.
Biz yine Esquisse’e dönelim. Sartre sürdürür sözlerini: heyecan dünyayı belirli bir biçimde kavramaktır. Heyecanı, dünyanın dönüştürülmesi olarak da tanımlıyor Sartre. Gerçekte edimlerimizle dönüştürürüz dünyayı; belirli amaçlara belirli araçları kullanarak gidilecek rasyonel 'yol'ların uyumlulaştırılmış bir haritasıdır dünya. Bu hodolojik haritayı çıkararak dünyayı bizim yaptığımız birşeymiş gibi görürüz, kendimizin kılarız. Heyecan, der Sartre, bu hodolojik harita’nın belirlediği, 'kullanılabilir bir bütün olarak dünya’nın ise yaramaz olduğunda ortaya çıkar. Bütün ussal yollar kapanınca, dünyayı büyüse1 bir edimle dönüştürmeye kalkarız. Heyecan, dünyayı büyüyle dönüştürmektir, der Sartre: Heyecan, kullanılabilir dünyanın ansızın gözden kaybolması, büyünün onun yerini almasıdır.'
Sartre L'Etre et le Ne'ant’da bilinçdışının olanaksızlığı sorununa yeniden döner. Ama bu kez, 'psikanaliz' kuramını eleştirmekle kalmayacak, bu kurama görüngübilimsel çerçeve içinde bir almaşık getirmeyi deneyecektir. Bu kendini-aldatma (mauvaise foi) kuramıdır.
'Kendini-aldatma'yı, bilincin kendi olumsuzlamasını dışa yöneltmek yerine, kendine doğru yöneltmesi olarak tanımlar Sartre. Kendini-aldatma, bir olumsuzlama olması yönünden yalan'a benzer. Yalancı, yalan söylerken gizlediği, söylemediği doğrunun [hakikatin] ne olduğunu bilir. Bir insan, bilmediği birşey hakkında yalan söyleyemez-olanaksızdır bu. Sartre, yalancının da bir tanımını yapar: Yalancı, doğruyu kendi içinde evetleyen (affirmant), sözlerinde değilleyen (niant) kişidir Aldatmaya niyetlenmiştir yalancı, bu niyetini kendinden gizleme gereğini duymaz. Bilinç, yalanla, Öteki'nden gizlice varolduğunu evetler. Kendini aldatma da insanin kendi kendine söylediği bir yalan olarak tanımlanabilir. Ama bir ayrımla: kendini-aldatma içinde olan biri, tatsız bir doğruyu [hakikati] örtbas etmekte ya da tatlı bir yalanı doğruymuş gibi sunmaktadır. Kendini-aldatma içinde, der Sartre, doğruyu Öteki'nden değil, kendimden (altını ben çizdim H.Y) gizliyorumdur. Yalandaki aldatan/aldatılan ikiliği kendini-aldatma' da ortadan kalkar. Yalan, Öteki'yle 'birlikte olma'nın (mitsein) aşılmasıdır.’
Sartre burada da bir proje'den sözeder. Proje, kendini-aldatmanın kavranmasını ve préreflexif bilincin kendini-aldatma ile gerçekleştirilmesini içerir. Yalancı ile yalanın söylendiği kişi, ayni kişidir; demek ki, der Sartre, yalancı olarak benim, aldatılan olarak kendimden gizlediğim doğruyu [hakikati] bildiğim anlamına gelir. Birbirinden ardzamanlı olarak gerçekleşmiş bir 'ikilik görünüşü" değildir bu. Projenin tekil yapısı içinde gerçekleşir, Öyleyse, diye sorar Sartre, yalan onu koşullandıran ikilik ortadan kaldırılmışken, varlığını nasıl sürdürebilir?
Güçlükler bitmiyor, Sartre'a göre. Bilincin yarısaydamlığından (translucidité) doğan daha başka sorunlar da var. Kendini-aldatma içinde olmak, kendini-aldatmanın bilincinde olmaktır. Çünkü, diyor Sartre, bilincin varlığı, varlığın bilincidir. Değişken psişik yapısına karşın [Sartre, değişkenlik için 'metastable' sözcüğünü kullanıyor] özerk ve sürekli bir formu vardır kendini- aldatmanın. Birdenbire sahihliğe ya da kinizme doğru değişse bile kendini-aldatma içinde yasayabilir insan. Bu, kendini-aldatmanın bir yasam stili olduğu anlamına gelir. Değişkenliğine karşın sürekliliği yüzünden kendini-aldatmayı ne reddedebiliriz, ne de onaylayabiliriz.
Bu güçlüklerden kurtulabilmek için, psikanaliz kuramının 'bilinçdışı' kavramına başvurduğunu belirtir Sartre. Psikanaliz kuramı, aldatan/aldatılan ikiliğini yeniden temellendirebilmek içn bir sansür düzeneği önerir. Bu kuram, davranislarin anlamı konusunda öznenin kendi kendini aldattığı varsayımını getirir. Onu somut varlığında [bilinç düzeyinde] kavrar, doğruluğu [bilinçaltı düzeyinde] içinde kavrayamaz. Freud, psyche'yi ikiye böldü, der Sartre: Id ve Ego. bilinçdışı psyche'mle olan ilişkilerimde ayrıcalıklı bir konumum yoktur Freud'a göre. Doğrunun [hakikatin] bulgulanmasını psikanaliste [hekime] bağlar Freud. Hekim, Öteki'dir. Öteki ise bilinçdışımla bilinçli yasamım arasında bir dolayımdır (mediation): bilinçdışı tez'le bilinçli antitez arasında bir sentezi gerçekleştirir. Ben, kendimi Öteki'nin dolayımında kavrarım. İd’imle olan bağlantımda Öteki'nin konumundayımdır.
Oidipus kompleksi konusunda Sartre, Pierce gibi düşündüğünü belirtir: deneysel bir düşün’dür bu kompleks, ya da bir varsayım. Freud'de psikanaliz, kendini-aldatma'nın yerini alır; yalanın temel koşulu olan aldatan/aldatılan ikiliğinin yerine İd ve Ego ikiliğini koyar. İd’i, bilincin ayrılmaz bir bölümü olmaktan çikarir Freud, bir kendinde-varlık’a (l'etre- en-soi), nesneye dönüştürür.
Sartre’ın L'Etre et le Ne'ant’da 'psikanaliz' kuramına yönelttiği eleştiriler burada temellenir. Bir kere bilinçdışını,n [İd’in] konumunun bir nesnenin konumu olamıyacagını söyler Sartre. Nesne, kendisiyle ilgili sanılarımıza (conjectures) kayıtsızdır; oysa İd doğruya [hakikat] yaklaşırken bu sanılara çok duyarlıdır (touche'). Freud'un, hekim doğruya yaklaşırken bir direncin ortaya çıkmasından sözetmesi bundan dolayıdır. Bu direnç, dışardan kavranan nesnel bir edimdir: hasta ya konuşmaz, ya düşlemlerini anlatır ya da sağaltmadan [tedavi] cayabilir. Peki, direnç gösteren bölüm hangisidir, diye sorar Sartre, İd mi, Ego mu?. Bilinçli olguların psişik bütünlüğü olarak Ego olamaz bu direncin kaynağı. Doğruya yaklaşıldığını bilemez Ego; çünkü kendi tepkilerinin anlamıyla olan bağıntısı, hekimin bağıntısı gibidir: Ego, olsa olsa, hekimin öne sürdüğü varsayımların olasılık kertesini nesnel olarak görebilir. Dahası, der Sartre, bu olasılık Ego'ya kesinliğin (certitude) sınırında görünür; bundan da tedirginlik duymasına gerek yoktur; psikanalitik sağaltmayı bilinçli kararıyla seçen Ego'dur. Sartre sorar: [Bu durumda] hastanın, hekimin açıklamalarından tedirgin olduğunu, dolayısıyla de bir yandan direnç gösterirken bir yandan da, kendi gözünde sağaltmayı sürdürmek isteyen biriymiş gibi gösterme aldatmacasını yasadığını mı söylemeliyiz? Bu bir kendini-aldatma'dır, ve bu kendini-aldatma'yı bilinçdışıyla açıklamamız sözkonusu degildir; bütün bunlar bilinç düzleminde olup bitmektedir çünkü. Dahası, diyor Sartre, direnci psikanalistin suyüzüne çıkartmaya çalıştığı kompleksten kaynaklandığı varsayımıyla da açıklayamayız. Burada kompleks, psikanalistin yardımcısıdır: kompleks, tıpkı hekimin istediği gibi, suyüzüne çıkmak istemektedir. Sansür düzeneğine oyun oynayan; suyüzüne çıkmasını engellemesine karşın sansürün engellerini asarak bilinç düzlemine çıkma savaşımı veren bu komplekstir.
İmdi, direnci ne Ego’yla açıklayabiliyoruz ne de kompleksin yapısıyla. Öyleyse direnci, sansür düzleminde aramak gerekir. Sorunların, ya da hekimin varsayımlarının, baskıya almaya (refouler) çalıştığı gerçek dürtülere (tendances) yaklaşıp yaklaşmadığını, bilse bilse sansür düzeneği bilebilir. Neyi ya da neleri bastırdığını bilen odur sadece; etkinliğini ayırdederek uygulayabilmek için neyi bastırdığını bilmek durumundadır çünkü. Sansür düzeneği baskıya alma (refoulement) işlemini seçerek uygulayacaksa, [“hangi dürtüler baskıya alınacak, hangilerine izin verilecek?”] yaptığı seçmenin farkında olmak (se représenter) zorundadır. Başka nasıl olabilir ki? Diye sorar Sartre: yasal cinsel tepilere (impulsion) , açlık, uyku, susuzluk gibi gereksemelere izin verirken, ötekileri baskıya almasını başka nasıl açıklarız? Sansür düzeneği, baskıya alma gereksemesi duyulan tepileri, onları ötekilerinden ayirdettiğinin bilincinden olmadan nasıl ayırabilir? Alain, bilmek bildiğini bilmektir, demişti. Sartre bunu bilmek, bildiğini bilmenin bilincidir, diye yeniden söylüyor. Böylelikle direnç, sansür düzleminde baskıya alinmiş olan farkında olma’yı (une représentation) du refoulé); psikanalistin sorularının yöneldiği sonucun ne olduğunun kavranmasını; baskıya alinmiş kompleksin doğruluğu [hakikati] ile bu doğruluğu suyüzüne çıkarmayı amaçlayan hekimin varsayımlarının karşılaştırıldığı bir sentetik ilintiyi içerir. Bütün bu işlemler, der Sartre, sansür düzeneğinin kendi bilincinde olduğunu gösterir. Nasıl bir kendinin-bilinci’dir bu? Sartre söyle söyler: bu, baskıya alınmış olan dürtünün bilincinde olduğunun bilincinde olmamak için, bilincinde olduğunu gösterir. Bu da, sansür düzeneğinin kendini-aldatma içinde olması değilse nedir? der Sartre.
Psikanaliz kuramı, böylece, kendini-aldatma'yı ortadan kaldırmayı denemiş, oysa giderek, bilinçle bilinçdışı arasında kendini-aldatma içinde bir özerk bilinç çıkarmıştır. Sartre, psikanaliz kuramının kendini-aldatmayı yok edemediğini, dolayısıyla psikanalizin kendini-aldatmanın yerini alamıyacagını gösterir böylece. Kendinden bir şeyler gizleyen bir reflexif düşün’ün özü, tekil bir psişik düzenek, dolayısıyla de birliğin içinde ikili bir etkinliği içerir: bir yandan gizlenecek olanı saptamak ve korumak, öte yandansa baskiya almak ve saklamak. Bu etkinliğin iki görünümü de birbirlerinin bütünleyicisidirler. Sartre söyle düşünür: sansür düzeneği aracılığıyla bilinci bilinçdışından ayırmakla psikanaliz kuramı, bu edimin iki evresini ayırmayı başaramamıştır. Kendini belli sembolik formların arkasında gizleyen tepinin baskıya alınmasına gelince, Sartre'a göre, tepinin (i) baskıya alınmış olduğunun bilinci; (ii) neyse o olduğu için geriye itilmiş olduğunun bilinci; ve (iii) bir gizlenme projesi olmadan kendini gizlemesi sözkonusu değildir. Yoğunlaştırma (condensation) ve aktarma (transference), tepinin kendisini etkileyen bu değişimleri açıklayamaz. Sartre söyle bağlar sözlerini: “bilinç, sansürün ötesinde hem istenen hem de yasaklanan bir sonuca varılacağı konusunda bir kavrayışı içermiyorsa, tepinin simgesel ve bilinçli doyurumuna bağlanmış olan hazzı ya - da bunaltıyı nasıl açıklayabiliriz?
Kaynak: Hilmi Yavuz - Felsefe Yazıları, Yazko Yayınları 2. Kitap 1982 Sayfa: 105-110
Özel Arama
9 Ağustos 2009 Pazar
Sartre ve Freud
Etiketler:
bilinç,
bilnçdışı,
ego,
freud,
id,
jean poul sartre,
psikanaliz,
psikanaliz kuramı,
sartre,
sig,
sigmund
Psikoloji Karşısında Irkçılık
Memleketimizde son senelerde, mahreci şüpheli bir ihracat malının, bulunmaz bir hint kumaşı gibi, memleketimizin fikir ve kıymet âlemine sürülmesi yolunda gösterilen gayretler beni bu satırları yazmağa sevk etti. Mahreci şüpheli bu ihracat malı ırkçılıktır.
Biz bir millet olarak kendimizi kimseden aşağı görmeyiz ve değiliz. Milletimizin kabiliyetine, hakikî medeniyet ve kültür istidadına, «mükellef olduğu insaniyet vazifelerine» sarsılmaz ve bütün bir imanımız vardır. Fakat bununla, ortada dolaşan, haris ve sergüzeştçi maksatlarla ileri sürülmüş olan yabancı malı ırkçılık propagandasını katiyen birbirine karıştırmamalıdır. Kendimizi hiç kimseden aşağı görmemek insan olmak haysiyeti ile en esaslı haklarımızdan biridir. Fakat, zaman zaman muhtelif memleketlerde, hakikat temelinden mahrum olarak ileri sürülmüş olan ırkçılık propagandası insanın insanlık duygusuna kıran yapmacık bir yaygaradan başka bir şey değildir.
Emperyalizmin büyük gelişme devresinde müstevliler kendilerinde üstün beşerî kıymetler görürler, buna dayanarak başkalarını kendi refahları uğrunda esir gibi kullanmayı en tabiî bir hak telâkki ederlerdi. Halbuki hakikî üstünlükleri tekniklerinde idi. Teknik ise hiç bir insan zümresinin fıtrî olan imtiyazlı malı değildir. Nitekim, dün makine kullanmıyan bir çok insanlar bugün kullanıyorlar; dün uçmıyanlar bugün uçuyorlar. Teknik, dünya medeniyetinin müşterek mahsulüdür ve gitgide dünyanın müşterek malı olmak yolundadır. Misalimizi en yakından alalım. Yakın zamana kadar biz makine kullanmazdık; o devirde makine kullanan Avrupa’ya hayrandık. İçimizde, bu hayranlığın doğurduğu aşağılık duygusuna müptelâ insanlar makineyi, tekniği, Avrupanın fıtrî bir imtiyazı telâkki ederler, bizim buna hiç bir zaman erişemiyeceğimizi sanırlardı. Halbuki bugün memleketin bir ucundan öteki ucuna, şimalinden cenubuna, en büyük teknisiyeninden en küçük işçisine kadar hep Türk olan bir teşkilâtın işlettiği trenler içinde binlerce insan her gün seyahat etmektedir. Türkiyede ağır sanayiin gelişmesinin bel kemiğini teşkil edecek olan Karabükte demiri su gibi akıtmak için gece gündüz yükselen alevler daha şimdiden Türk mühendisinin, Türk ustasının, Türk işçisinin emeği ile yükselmektedir. Çok süratli bir gelişme temposu içinde, Türkiyenin her tarafına yayılan teknik okullara köyden, kasabadan gelen çocukların gösterdikleri yüksek kâbiliyet, tekniğin hiç bir insan zümresinin imtiyazlı malı olmadığını gösteren en güzel misallerden biridir.
İlmî cihetten şu acıklı halle karşılaşıyoruz. Muhtelif milletlerin muhtelif cemiyet kuruluşu, tarih ve kültür şartları altında, hiç şüphesiz her birinin kendine mahsus hususiyetleri ve orijinal kültür tezahürleri vardır. Muhtelif milletler, tarihlerinin ve coğrafyalarının durumuna göre, medeniyet ve kültür seviyesi ve başarısı bakımından muhtelif inkişaf safhalarında bulunuyorlar. Irkçılar bundan derhal büyük neticelere sıçrıyorlar. Zekâ, karakter, mizaç, kavrayış ve sanat kabiliyeti gibi psikolojik hususlarda bazı milletlerin değişmez bir surette ırkan üstün yaratılmış olduklarını büyük bir velvele ile ortaya sürüyorlar. Bunu, ırk psikolojisi sahasında Garp ilminin en son sözü olarak göstermeğe çalışıyorlar. Bu bir yalandır; ilim namına yapıldığı için hem de iğrenç bir yalandır. Bu suretle her şeyden evvel bitaraf, yahut daha doğrusu yalnız hakikat tarafında olması lâzım gelen ilmi kendi sergüzeşt arzularına, hırslarına âlet etmiş oluyorlar.
Irk psikolojisi sahasında yapılmış olan birçok ilmî araştırmaların neticeleri üstün ırklar, aşağı ırklar diye bir tasnife varmaktan çok uzaktır. Bugünün hakikaten ilmi olan ırk psikolojisi henüz gelişme devresindedir. Eski zamanlardan bugüne kadar, hodbin duygularla ileri sürülmüş olan ırk, medhiyelerinin ilmi bir ırk psikolojisi ile hiç bir ilişiği yoktur. Bunun fena ve geciktirici bir tesiri olmuştur. Henüz ilk gelişme devresinde bulunan hakikî ırk psikolojisinin araştırmaları ırk üstünlüğü fikrine varmış olmaktan çok uzaktır, hatta karsılaştığı problemler o kadar karışıktır ki birçok müşkilleri halletmeden bunu ele alabilecek bir durumda değildir.
Bugün dünyada ileri zihniyet, ileri görüş, ileri kuvvetler olduğu gibi irtica da vardır. Her yerde saldırış halinde bulunan kara kuvvetler de vardır. Irkçılar irtica hortlağı ile, kara kuvvetlerle birliktir. Artık mahreci şüpheli bir yabancı malı olan, kara kuvvetlere demagoji yapmak fırsatını veren ırkçılık hakkında bir karar vermeliyiz. Ancak o zaman millî hudutları içinde ileri bir kültür ve medeniyet yaratmak yolundaki başarılarımıza yabancı demagojilerle içimiz bulanmadan daha büyük bir hızla devam edebiliriz.
***
Aşağıdaki satırlarda ırklar arasında yapılan mukayeseli zekâ ölçülerinin verdiği neticeleri anlatmağa çalışacağız. Bunun için önce zenciler, sonra nordik, alpen ve akdenizliler üzerinde yapılan ölçmeleri ele alacağız.
İlk araştırmalarda zekâ testlerinde zenciler beyazlara nisbetle düşük neticeler vermişti. Fakat bundan, bütün zencilerin zekâsının düşük olduğu neticesini çıkarmak doğru değildir. Bir gurup zenci almak, bunların, geldikleri muhite bakmadan, bütün zenciler hakkında bir hükme varmak keyfî bir hareketten başka bir şey olmaz. İlk Cihan Harbinde, Amerikan ordusundaki ruhiyatçılar bile geldikleri muhitlere göre zencilerin farklı zekâ neticeleri verdiklerini kaydetmişlerdir. Amerikan ordusundaki ruhiyatçıların 1917 de elde ettikleri neticelere göre Birleşik Devletlerin şimalinden gelen zencilerin cenuptan gelen zencilere, zekâ itibarile üstün olduğu ve bazı şimal devletlerinden gelen zencilerin cenuptan gelen beyazlara bile üstün bulunduğu meydana çıkmıştır. (Amerikada Birleşik Devletlerde şimal, zencilere karşı daha müsamahakârdır, daha insanca muamele eder; cenupta ise, dahili harpler neticesinde resmen esaretten kurtulmuş olmalarına rağmen, zenciler ekseriya insan yerine konmaz, hemen hemen esir muamelesi görür.)
Son zamanlarda elde edilen hakikatler bu olayları kuvvetlendirmiştir. Umumiyet itibarile şimaldeki zenci çocukları ile cenuptaki zenci çocuklarının zekâ bölümleri arasında, şimalliler lehine, yedi derecelik bir zekâ farkı vardır. Umumiyetle şimaldeki beyazların zekâsı yine şimaldeki zencilerden biraz üstündür, fakat bu her zaman böyle değildir. Nitekim, Kaliforniyada Los Angeles'te zenci ilk mektep çocuklarının zekâsını ölçen Clark bunların ortalama zekâ bölümünü 104,7 olarak tespit etmiştir ki beyazlar için de kabul olunan ortalamanın (ki 100 dür) biraz üstündedir.
Peterson ve Lanier on iki yaşındaki beyaz ve zenci çocuklara cenupta Nashville şehrinde, şimalde Chicago ve New-York şehirlerinde olmak üzere üç ayrı şehirde test tatbik etmişlerdir. Bu araştırıcılar bulmuşlardır ki, cenuptaki Nashville şehrinde beyaz çocuklar zenci çocuklara bâriz bir surette üstündürler. Chicago'da bu üstünlük pek azdır, New-York'ta ise hemen hiç üstünlük yoktur. Demek oluyor ki, zenci zekâsı her zaman her muhitteki beyaz zekâsından düşük değildir. Bazı muhitlerde, zenci zekâsı bazı beyazlara üstündür. Zenci zekâsının düşük olduğu hallerde bile, bu, zencilerin zekâsı bütün beyazlardan düşük demek değildir, beyaz ortalamasından düşük demektir. Bu hallerde bile onlardan düşük olan beyaz zekâları vardır.
Şimalde zencilerin cenuptakilere zekâ itibarile üstün olmasını ırkçılığa mütemayil olanlar şimalde zencilerin daha müsait fırsatlara mazhar olmaları, cenuptakilerin esirliğe yakın bir muamele görmesi keyfiyeti ile izah etmekten kaçınmışlardır, bunu zekâ itibarile daha seçkin zencilerin şimale göç etmelerile izah etmeğe çalışmışlardır.
Son zamanlarda Columbia Üniversitesinde yapılan araştırmalar zekâ itibarile üstün zencilerin şimale göç ettikleri ve şimalde, testlerde yüksek derece alanların bu seçkin zenciler olduğu fikrini çürütmüştür. Columbia Üniversitesi araştırmaları serisinde muhtelif cenup şehirlerinde cenuptan şimale göç eden çocuklara ait on beş senelik (1915 – 1930) mektep karneleri tetkikten geçirilmiştir. Bu tetkikten maksat, cenuptan şimale göç eden zencilerin zekâ ve sınıf başarısı bakımından cenupta kalanlara nisbetle daha üstün olup olmadığını meydana çıkarmaktır. Eğer üstün ise demektir ki, şimale gidenler zekâ itibarile hakikaten üstün, seçkin zencilerdir; eğer değilse denebilir ki, şimaldeki zencilerin üstünlüğünü temin eden âmil muhit şartlarıdır, cenuptaki esarete yakın olan muamele yerine şimalde insan olarak nisbeten daha iyi gelişme fırsatlarına mazhar olmalarıdır.
Araştırmaların neticesi sarihtir. Seçkin, üstün zencilerin şimale göç ettikleri hususunda hiç bir delil elde edilmemiştir. Şimale gidenler ortalama zenci seviyesini temsil ediyorlar. Hatâ cenuptaki şehirlerden birinden göç edenler sarih bir surette ortalama zenci zekâsının aşağısında bulunan insanlardır. Şu halde, şimaldeki zencilerin zekâ itibarile cenuptakilere üstün olmaları müsait muhit şartlarile izah edilmek icabeder.
Şimalde zenci zekâsının gelişmesinin müsait muhit şartlarından ileri geldiğini gösteren araştırmalardan birini hülâsa edelim: Bu araştırma da Columbia Üniversitesinde yapılan araştırmalardan biridir. Şimalde New-York'un Harlem semtinde oturan cenuptan gelme yüzlerce çocuk alınmıştır. Bunlar New-York'ta oturdukları müddetin uzunluğuna göre tasnif olunmuşlardır. Bu tasniften sonra bu çocuklara zekâ testleri tatbik edilmiştir. Testlerin neticeleri göstermiştir ki, zekâ , derecesi; bir hadde kadar New-York'ta oturulan müddetin uzunluğu nisbetinde yükseliyor. Bu çocukların içinde ortalama zekâ dereceleri en aşağı olanlar cenuptan New-York'a yeni gelmiş olanlardır, ortalama zekâ dereceleri en yüksek olanlar New-York'a en eskiden gelmiş olanlardır. New-York'ta dört sene oturduktan sonra cenuptan gelenlerin derecesi bu şehirde doğmuş olanların derecesile denkleşiyor. New-York'a geldikten sonra her sene artan bir gelişme göze çarpıyor.
Daha evvel zikrettiğimiz gibi cenuptaki zencilerin zekâsı şimaldeki beyazlara nazaran düşkün olduğu halde şimalde beyazlara yaklaşıyor ve cenuptaki beyazlara üstün olduğu haller de oluyor. Bundan şu hükme varabiliriz ki, zencilerin yaşadıkları hayat şartları müsaitleştikçe zenci zekâsı ile beyaz zekâsı arasındaki fark azalıyor, hayat şartları müsavileştikçe zekâ gelişmesi de denkleşiyor.
Amerika'ya giden göçmenlere tatbik edilen ilk zekâ testleri İngiltere, Almanya, İskandinavya gibi şimal Avrupa memleketlerinden gelenlerin zekâlarının İtalya ve Yunanistan gibi cenup Avrupa memleketlerinden ve Polonyadan gelen göçmenlere üstün oldukları neticesini vermişti. Birinci Cihan Harbinde Amerika ordusundaki ruhiyatçılar da bunu bulmuşlardı.
Göçmenler üzerinde yapılan tetkiklerden elde edilen bu neticeler onların mensup oldukları milletlerin umum nüfusunu temsil ettiklerini gösterir mi? Amerikaya beş on sene zarfında giden mahdut sayıda göçmenler memleketlerinin ortalama zekâsını gösterir mi? Memleketlerinde karşılaştıkları iktisadî ve diğer zorluklar yüzünden, yahut Amerika'daki akrabalarının ve tanıdıklarının Amerika para diyarıdır diye 1929 buhranından evvel verdikleri tasvirlerin tesiri altında memleketlerinden ayrılan bu insanlar memleketlerinin ortalama bir numunesi olarak alınabilir mi ? Yukarıda hülâsa ettiğimiz neticeye kati bir kıymet biçmeden evvel bu suallere cevap vermek icabeder Biraz sonra göreceğimiz gibi bunların tetkikine girişildiği zaman bu hükmün çok acele verilmiş keyfî bir hüküm olduğu gün gibi meydana çıkıyor. Çünkü Profesör Hankins'in dediği gibi «Amerikaya gelen göçmenler mensup oldukları memleketleri doğru olarak temsil eden insanlar değildirler. »
Bundan başka, evvelâ ırk nazariyeleri iddialarının ortaya attığı diğer mühim bir noktaya da cevap vermek lâzımdır. Bugün dünyanın en büyük biyoloji bilginlerinden biri olan Huxley'in 1933 de çıkan: «Biz Avrupalılar» adlı kitabında sarih bir surette bir defa daha ortaya koyduğu gibi bugün saf, karışmamış denebilecek hiçbir Avrupa milleti yoktur. Millet birliği ile ırk birliği ayrı ayrı şeylerdir. Bugünün büyük mücadelesinde aynı ırktan insanların ayrı milletler içinde birbirile boğazlaştığını görüyoruz. Avrupa'dan Amerika'ya gelen göçmenleri geldikleri memleketlere göre ayırmak ırk üstünlüğü, iddiaları bakımından hiçbir şey ifade etmez. Çünkü, bu insanları evvelâ haiz oldukları antropolojik vasıflara göre ayırmak icabeder. Çünkü nordikler Almanyada bulunduğu gibi Fransada da, İtalyada da vardır. Alpenler Fransada olduğu gibi Almanyada da vardır, Akdenizliler italyada bulunduğu gibi Fransada da vardır. Amerikanın en tanınmış antropoloji bilginlerinden Prof. Lowienin «Biz Medeni miyiz?» adlı kitabında yazdığı gibi, meselâ, «ele bir İtalyan aldığımız zaman onda ne derece Nordik kanı olduğunu bilmiyoruz.» Kitabında, bazı milletlerin zekâ üstünlüğü neticesini ortaya atan Brigham bile bu delillerin yükü altında 1930 da fikrinin yanlış esaslara dayandığı neticesini ilân etmek zorunda kalmıştır. Bu suretle hatasını düzelterek yüksek bir ilim namuskârlığı göstermiştir.
Antropolojik ölçüler alındıktan sonra tatbik edilen zekâ testleri, ırkla zekâ arasında kayde değmiyecek derecede ehemmiyetsiz bir korelasyon bulunduğu neticesini vermiştir. 1928 de American Naturalist dergisinde Estabrooks'un çıkardığı araştırmada bu neticeyi görüyoruz.
Nordikler, Alpenler ve Akdenizliler arasındaki mukayeseli zekâ tetkiklerinin en önemlisi Columbia Üniversiteleri psikoloji şubesinde yapılmıştır. Son derece ilmî ihtimamlar gösterilerek yapılan bu araştırmalar Almanyanın, Fransanın, İtalyanın içlerine kadar gidilerek yapılmıştır. Her üç memlekette tipik bir nordik gurup, tipik bir alpen gurup ve tipik bir Akdenizli gurup ele alınmıştır. Bunlara zekâ testleri tatbik edilmiştir. Yalnız İtalyadan nordik gurup, Almanyadan Akdenizli gurup seçilmemiştir. Ele alman nordik, alpen ve Akdenizli gurupların mümkün olduğu kadar karışmamış olması için şehirler değil, her gurubunun en kesif olarak bulunduğu köyler seçilmiştir. Bundan başka, bu memleketlerin en büyük şehirleri arasında olan Paris, Roma ve Hamburg'dan da orta halli birer gurup seçilerek bunlara da zekâ testleri tatbik edilmiştir. Bunların muayyen antropolojik guruplardan olmasına dikkat edilmemiştir. Çünkü burada bulunmak istenen şey, büyük şehirlerin tesiridir.
Her guruba altı muhtelif test tatbik edilmiştir. Sonra bunlar, bu sahada en iyi ölçülerden biri olan Pintner - Paterson sayı ölçüsü esasına göre birleştirilmiştir.
İstatistik ve test tekniğinin incelikleri iyice tartılarak yapılan bu araştırmaların neticeleri sarih bir surette gösteriyor ki, insanlar arasında ırkî bir zekâ üstünlüğü yoktur, buna mukabil şehirlilerin zekâsı köylülere nazaran daha ziyade inkişaf etmiştir. Fakat bu üstünlüğü ırkla değil, olsa olsa şehrin hayat şartlarının hazırladığı kolaylıklarla yâni muhit ile izah edebiliriz. Bu netice havadan atılmış bir söz değildir. Ciddî araştırmaların verdiği hükümdür. Çünkü Nordikler, Alpenler ve Akdenizliler arasındaki ırk farkları cüzîdir, ve, istatistik tâbirile dayanılır (reliable) değildir. Alman Nordik gurubunun yüksek netice vermesine mukabil Fransız Nordik gurupu düşük netice vermiştir. İtalyan Akdenizli gurubunun düşük netice vermiş olmasına mukabil, Fransız Akdenizli gurubu yüksek netice vermiştir. Burada sarih olarak görülüyor ki, guruplar arasında müşahede edilen zekâ farklarında ırkî bir esas yoktur. Buna mukabil, şehir-köy gibi hayat şartları ve kültür esası vardır.
Son zamanlarda hem Amerikada, hem Avrupada yapılan bir araştırmada yukarıda varılan neticenin kuvvetlendiğini görüyoruz. 1935 de Franzblau tarafından New-York'ta, Wisconsin'de, Kopenhag'da, ve Roma'da yapılan tetkik Amerikada Avrupa göçmenleri üzerinde ilk yapılan araştırmaların ne kadar hatalı olduğunu gösteriyor. Franzblau Amerika'da, zekâ testleri kullanarak, İtalyan ve Danimarkalı kızların zekâsını ölçmüş ve Danimarkalı kızların üstünlüğü neticesine varmıştır. Bundan sonra, Roma'daki İtalyan ve Kopenhag'daki Danimarkalı kızların zekâsını ölçmüştür ve arada kayde değer bir zekâ farkı olmadığını tesbit etmiştir. Bu araştırmanın hususi ehemmiyeti şunu göstermesindedir ki, Amerikaya gelen göçmenlerin geldikleri memleketlerin umum nüfusunu temsil ettiğini farzederek neticelere varmak yanlıştır. Bu yanlışlıklar bertaraf edilerek, yapılan tetkikler ise, zekâ farklarında ırkın değil, yaşama şartlarının, muhitin âmil olduğunu gösteriyor.
Yine bu tetkiklerde görülüyor ki, Hamburg'un zekâ seviyesi Alman köyünden ziyade Paris'e yakındır. Paris'in zekâ seviyesi, Fransız köyünden ziyade Roma'ya yakındır.
Şu halde, ırkçılar şunu da iddia edemezler imi ki, zekâyı yükselten bu büyük şehirler, bu şehirleri kuran milletlerin mensup oldukları ırkların fıtrî cevheri ile meydana gelmiştir. Bu iddia da kökünden çürüktür. Bunun çürüklüğünü bilmek için âlim olmıya da lüzum yoktur, yalnız bir nebzecik dünya tarihi bilmek kâfidir. Medeniyet, kültür, büyük şehir dünyada hiçbir milletin inhisarlı malı değildir. Bir takım iktisadî, siyasî, tarihî, kültürel şartların tesiri altında dünyanın muhtelif yerlerinde büyük medeniyetler doğmuş, gelişmiş, dağılmış ve ölmüştür. İnsan zekâsının gelişmesi için müsait fırsatlar bahşetmiş olan Hamburg, Paris ve Roma gibi şehirler yokken, dünyanın başka yerlerinde zamanlarına göre büyük şehirler kurulmuştur. Evvelâ Almanların büyük Hamburg'u ortada yokken, Çinliler ve Türkler büyük bir medeniyet kurabilmişlerdi. Dünyanın en büyük biyoloji âlimlerinden biri olan Huxley'in dediği gibi, Almanlar henüz bir medeniyet eseri gösteremeden Yunanlıların büyük bir medeniyeti vardı ve Almanlara kültürsüz ,şimal barbarları diyorlardı. (Huxley, «Biz Avrupalılar», s. 223, 1935).
Kaynak: Başoğlu, M. Ş. (1943). Psikoloji Karşısında Irkçılık. Yurt ve Dünya, 4 (25), 7-13.
Biz bir millet olarak kendimizi kimseden aşağı görmeyiz ve değiliz. Milletimizin kabiliyetine, hakikî medeniyet ve kültür istidadına, «mükellef olduğu insaniyet vazifelerine» sarsılmaz ve bütün bir imanımız vardır. Fakat bununla, ortada dolaşan, haris ve sergüzeştçi maksatlarla ileri sürülmüş olan yabancı malı ırkçılık propagandasını katiyen birbirine karıştırmamalıdır. Kendimizi hiç kimseden aşağı görmemek insan olmak haysiyeti ile en esaslı haklarımızdan biridir. Fakat, zaman zaman muhtelif memleketlerde, hakikat temelinden mahrum olarak ileri sürülmüş olan ırkçılık propagandası insanın insanlık duygusuna kıran yapmacık bir yaygaradan başka bir şey değildir.
Emperyalizmin büyük gelişme devresinde müstevliler kendilerinde üstün beşerî kıymetler görürler, buna dayanarak başkalarını kendi refahları uğrunda esir gibi kullanmayı en tabiî bir hak telâkki ederlerdi. Halbuki hakikî üstünlükleri tekniklerinde idi. Teknik ise hiç bir insan zümresinin fıtrî olan imtiyazlı malı değildir. Nitekim, dün makine kullanmıyan bir çok insanlar bugün kullanıyorlar; dün uçmıyanlar bugün uçuyorlar. Teknik, dünya medeniyetinin müşterek mahsulüdür ve gitgide dünyanın müşterek malı olmak yolundadır. Misalimizi en yakından alalım. Yakın zamana kadar biz makine kullanmazdık; o devirde makine kullanan Avrupa’ya hayrandık. İçimizde, bu hayranlığın doğurduğu aşağılık duygusuna müptelâ insanlar makineyi, tekniği, Avrupanın fıtrî bir imtiyazı telâkki ederler, bizim buna hiç bir zaman erişemiyeceğimizi sanırlardı. Halbuki bugün memleketin bir ucundan öteki ucuna, şimalinden cenubuna, en büyük teknisiyeninden en küçük işçisine kadar hep Türk olan bir teşkilâtın işlettiği trenler içinde binlerce insan her gün seyahat etmektedir. Türkiyede ağır sanayiin gelişmesinin bel kemiğini teşkil edecek olan Karabükte demiri su gibi akıtmak için gece gündüz yükselen alevler daha şimdiden Türk mühendisinin, Türk ustasının, Türk işçisinin emeği ile yükselmektedir. Çok süratli bir gelişme temposu içinde, Türkiyenin her tarafına yayılan teknik okullara köyden, kasabadan gelen çocukların gösterdikleri yüksek kâbiliyet, tekniğin hiç bir insan zümresinin imtiyazlı malı olmadığını gösteren en güzel misallerden biridir.
İlmî cihetten şu acıklı halle karşılaşıyoruz. Muhtelif milletlerin muhtelif cemiyet kuruluşu, tarih ve kültür şartları altında, hiç şüphesiz her birinin kendine mahsus hususiyetleri ve orijinal kültür tezahürleri vardır. Muhtelif milletler, tarihlerinin ve coğrafyalarının durumuna göre, medeniyet ve kültür seviyesi ve başarısı bakımından muhtelif inkişaf safhalarında bulunuyorlar. Irkçılar bundan derhal büyük neticelere sıçrıyorlar. Zekâ, karakter, mizaç, kavrayış ve sanat kabiliyeti gibi psikolojik hususlarda bazı milletlerin değişmez bir surette ırkan üstün yaratılmış olduklarını büyük bir velvele ile ortaya sürüyorlar. Bunu, ırk psikolojisi sahasında Garp ilminin en son sözü olarak göstermeğe çalışıyorlar. Bu bir yalandır; ilim namına yapıldığı için hem de iğrenç bir yalandır. Bu suretle her şeyden evvel bitaraf, yahut daha doğrusu yalnız hakikat tarafında olması lâzım gelen ilmi kendi sergüzeşt arzularına, hırslarına âlet etmiş oluyorlar.
Irk psikolojisi sahasında yapılmış olan birçok ilmî araştırmaların neticeleri üstün ırklar, aşağı ırklar diye bir tasnife varmaktan çok uzaktır. Bugünün hakikaten ilmi olan ırk psikolojisi henüz gelişme devresindedir. Eski zamanlardan bugüne kadar, hodbin duygularla ileri sürülmüş olan ırk, medhiyelerinin ilmi bir ırk psikolojisi ile hiç bir ilişiği yoktur. Bunun fena ve geciktirici bir tesiri olmuştur. Henüz ilk gelişme devresinde bulunan hakikî ırk psikolojisinin araştırmaları ırk üstünlüğü fikrine varmış olmaktan çok uzaktır, hatta karsılaştığı problemler o kadar karışıktır ki birçok müşkilleri halletmeden bunu ele alabilecek bir durumda değildir.
Bugün dünyada ileri zihniyet, ileri görüş, ileri kuvvetler olduğu gibi irtica da vardır. Her yerde saldırış halinde bulunan kara kuvvetler de vardır. Irkçılar irtica hortlağı ile, kara kuvvetlerle birliktir. Artık mahreci şüpheli bir yabancı malı olan, kara kuvvetlere demagoji yapmak fırsatını veren ırkçılık hakkında bir karar vermeliyiz. Ancak o zaman millî hudutları içinde ileri bir kültür ve medeniyet yaratmak yolundaki başarılarımıza yabancı demagojilerle içimiz bulanmadan daha büyük bir hızla devam edebiliriz.
***
Aşağıdaki satırlarda ırklar arasında yapılan mukayeseli zekâ ölçülerinin verdiği neticeleri anlatmağa çalışacağız. Bunun için önce zenciler, sonra nordik, alpen ve akdenizliler üzerinde yapılan ölçmeleri ele alacağız.
İlk araştırmalarda zekâ testlerinde zenciler beyazlara nisbetle düşük neticeler vermişti. Fakat bundan, bütün zencilerin zekâsının düşük olduğu neticesini çıkarmak doğru değildir. Bir gurup zenci almak, bunların, geldikleri muhite bakmadan, bütün zenciler hakkında bir hükme varmak keyfî bir hareketten başka bir şey olmaz. İlk Cihan Harbinde, Amerikan ordusundaki ruhiyatçılar bile geldikleri muhitlere göre zencilerin farklı zekâ neticeleri verdiklerini kaydetmişlerdir. Amerikan ordusundaki ruhiyatçıların 1917 de elde ettikleri neticelere göre Birleşik Devletlerin şimalinden gelen zencilerin cenuptan gelen zencilere, zekâ itibarile üstün olduğu ve bazı şimal devletlerinden gelen zencilerin cenuptan gelen beyazlara bile üstün bulunduğu meydana çıkmıştır. (Amerikada Birleşik Devletlerde şimal, zencilere karşı daha müsamahakârdır, daha insanca muamele eder; cenupta ise, dahili harpler neticesinde resmen esaretten kurtulmuş olmalarına rağmen, zenciler ekseriya insan yerine konmaz, hemen hemen esir muamelesi görür.)
Son zamanlarda elde edilen hakikatler bu olayları kuvvetlendirmiştir. Umumiyet itibarile şimaldeki zenci çocukları ile cenuptaki zenci çocuklarının zekâ bölümleri arasında, şimalliler lehine, yedi derecelik bir zekâ farkı vardır. Umumiyetle şimaldeki beyazların zekâsı yine şimaldeki zencilerden biraz üstündür, fakat bu her zaman böyle değildir. Nitekim, Kaliforniyada Los Angeles'te zenci ilk mektep çocuklarının zekâsını ölçen Clark bunların ortalama zekâ bölümünü 104,7 olarak tespit etmiştir ki beyazlar için de kabul olunan ortalamanın (ki 100 dür) biraz üstündedir.
Peterson ve Lanier on iki yaşındaki beyaz ve zenci çocuklara cenupta Nashville şehrinde, şimalde Chicago ve New-York şehirlerinde olmak üzere üç ayrı şehirde test tatbik etmişlerdir. Bu araştırıcılar bulmuşlardır ki, cenuptaki Nashville şehrinde beyaz çocuklar zenci çocuklara bâriz bir surette üstündürler. Chicago'da bu üstünlük pek azdır, New-York'ta ise hemen hiç üstünlük yoktur. Demek oluyor ki, zenci zekâsı her zaman her muhitteki beyaz zekâsından düşük değildir. Bazı muhitlerde, zenci zekâsı bazı beyazlara üstündür. Zenci zekâsının düşük olduğu hallerde bile, bu, zencilerin zekâsı bütün beyazlardan düşük demek değildir, beyaz ortalamasından düşük demektir. Bu hallerde bile onlardan düşük olan beyaz zekâları vardır.
Şimalde zencilerin cenuptakilere zekâ itibarile üstün olmasını ırkçılığa mütemayil olanlar şimalde zencilerin daha müsait fırsatlara mazhar olmaları, cenuptakilerin esirliğe yakın bir muamele görmesi keyfiyeti ile izah etmekten kaçınmışlardır, bunu zekâ itibarile daha seçkin zencilerin şimale göç etmelerile izah etmeğe çalışmışlardır.
Son zamanlarda Columbia Üniversitesinde yapılan araştırmalar zekâ itibarile üstün zencilerin şimale göç ettikleri ve şimalde, testlerde yüksek derece alanların bu seçkin zenciler olduğu fikrini çürütmüştür. Columbia Üniversitesi araştırmaları serisinde muhtelif cenup şehirlerinde cenuptan şimale göç eden çocuklara ait on beş senelik (1915 – 1930) mektep karneleri tetkikten geçirilmiştir. Bu tetkikten maksat, cenuptan şimale göç eden zencilerin zekâ ve sınıf başarısı bakımından cenupta kalanlara nisbetle daha üstün olup olmadığını meydana çıkarmaktır. Eğer üstün ise demektir ki, şimale gidenler zekâ itibarile hakikaten üstün, seçkin zencilerdir; eğer değilse denebilir ki, şimaldeki zencilerin üstünlüğünü temin eden âmil muhit şartlarıdır, cenuptaki esarete yakın olan muamele yerine şimalde insan olarak nisbeten daha iyi gelişme fırsatlarına mazhar olmalarıdır.
Araştırmaların neticesi sarihtir. Seçkin, üstün zencilerin şimale göç ettikleri hususunda hiç bir delil elde edilmemiştir. Şimale gidenler ortalama zenci seviyesini temsil ediyorlar. Hatâ cenuptaki şehirlerden birinden göç edenler sarih bir surette ortalama zenci zekâsının aşağısında bulunan insanlardır. Şu halde, şimaldeki zencilerin zekâ itibarile cenuptakilere üstün olmaları müsait muhit şartlarile izah edilmek icabeder.
Şimalde zenci zekâsının gelişmesinin müsait muhit şartlarından ileri geldiğini gösteren araştırmalardan birini hülâsa edelim: Bu araştırma da Columbia Üniversitesinde yapılan araştırmalardan biridir. Şimalde New-York'un Harlem semtinde oturan cenuptan gelme yüzlerce çocuk alınmıştır. Bunlar New-York'ta oturdukları müddetin uzunluğuna göre tasnif olunmuşlardır. Bu tasniften sonra bu çocuklara zekâ testleri tatbik edilmiştir. Testlerin neticeleri göstermiştir ki, zekâ , derecesi; bir hadde kadar New-York'ta oturulan müddetin uzunluğu nisbetinde yükseliyor. Bu çocukların içinde ortalama zekâ dereceleri en aşağı olanlar cenuptan New-York'a yeni gelmiş olanlardır, ortalama zekâ dereceleri en yüksek olanlar New-York'a en eskiden gelmiş olanlardır. New-York'ta dört sene oturduktan sonra cenuptan gelenlerin derecesi bu şehirde doğmuş olanların derecesile denkleşiyor. New-York'a geldikten sonra her sene artan bir gelişme göze çarpıyor.
Daha evvel zikrettiğimiz gibi cenuptaki zencilerin zekâsı şimaldeki beyazlara nazaran düşkün olduğu halde şimalde beyazlara yaklaşıyor ve cenuptaki beyazlara üstün olduğu haller de oluyor. Bundan şu hükme varabiliriz ki, zencilerin yaşadıkları hayat şartları müsaitleştikçe zenci zekâsı ile beyaz zekâsı arasındaki fark azalıyor, hayat şartları müsavileştikçe zekâ gelişmesi de denkleşiyor.
Amerika'ya giden göçmenlere tatbik edilen ilk zekâ testleri İngiltere, Almanya, İskandinavya gibi şimal Avrupa memleketlerinden gelenlerin zekâlarının İtalya ve Yunanistan gibi cenup Avrupa memleketlerinden ve Polonyadan gelen göçmenlere üstün oldukları neticesini vermişti. Birinci Cihan Harbinde Amerika ordusundaki ruhiyatçılar da bunu bulmuşlardı.
Göçmenler üzerinde yapılan tetkiklerden elde edilen bu neticeler onların mensup oldukları milletlerin umum nüfusunu temsil ettiklerini gösterir mi? Amerikaya beş on sene zarfında giden mahdut sayıda göçmenler memleketlerinin ortalama zekâsını gösterir mi? Memleketlerinde karşılaştıkları iktisadî ve diğer zorluklar yüzünden, yahut Amerika'daki akrabalarının ve tanıdıklarının Amerika para diyarıdır diye 1929 buhranından evvel verdikleri tasvirlerin tesiri altında memleketlerinden ayrılan bu insanlar memleketlerinin ortalama bir numunesi olarak alınabilir mi ? Yukarıda hülâsa ettiğimiz neticeye kati bir kıymet biçmeden evvel bu suallere cevap vermek icabeder Biraz sonra göreceğimiz gibi bunların tetkikine girişildiği zaman bu hükmün çok acele verilmiş keyfî bir hüküm olduğu gün gibi meydana çıkıyor. Çünkü Profesör Hankins'in dediği gibi «Amerikaya gelen göçmenler mensup oldukları memleketleri doğru olarak temsil eden insanlar değildirler. »
Bundan başka, evvelâ ırk nazariyeleri iddialarının ortaya attığı diğer mühim bir noktaya da cevap vermek lâzımdır. Bugün dünyanın en büyük biyoloji bilginlerinden biri olan Huxley'in 1933 de çıkan: «Biz Avrupalılar» adlı kitabında sarih bir surette bir defa daha ortaya koyduğu gibi bugün saf, karışmamış denebilecek hiçbir Avrupa milleti yoktur. Millet birliği ile ırk birliği ayrı ayrı şeylerdir. Bugünün büyük mücadelesinde aynı ırktan insanların ayrı milletler içinde birbirile boğazlaştığını görüyoruz. Avrupa'dan Amerika'ya gelen göçmenleri geldikleri memleketlere göre ayırmak ırk üstünlüğü, iddiaları bakımından hiçbir şey ifade etmez. Çünkü, bu insanları evvelâ haiz oldukları antropolojik vasıflara göre ayırmak icabeder. Çünkü nordikler Almanyada bulunduğu gibi Fransada da, İtalyada da vardır. Alpenler Fransada olduğu gibi Almanyada da vardır, Akdenizliler italyada bulunduğu gibi Fransada da vardır. Amerikanın en tanınmış antropoloji bilginlerinden Prof. Lowienin «Biz Medeni miyiz?» adlı kitabında yazdığı gibi, meselâ, «ele bir İtalyan aldığımız zaman onda ne derece Nordik kanı olduğunu bilmiyoruz.» Kitabında, bazı milletlerin zekâ üstünlüğü neticesini ortaya atan Brigham bile bu delillerin yükü altında 1930 da fikrinin yanlış esaslara dayandığı neticesini ilân etmek zorunda kalmıştır. Bu suretle hatasını düzelterek yüksek bir ilim namuskârlığı göstermiştir.
Antropolojik ölçüler alındıktan sonra tatbik edilen zekâ testleri, ırkla zekâ arasında kayde değmiyecek derecede ehemmiyetsiz bir korelasyon bulunduğu neticesini vermiştir. 1928 de American Naturalist dergisinde Estabrooks'un çıkardığı araştırmada bu neticeyi görüyoruz.
Nordikler, Alpenler ve Akdenizliler arasındaki mukayeseli zekâ tetkiklerinin en önemlisi Columbia Üniversiteleri psikoloji şubesinde yapılmıştır. Son derece ilmî ihtimamlar gösterilerek yapılan bu araştırmalar Almanyanın, Fransanın, İtalyanın içlerine kadar gidilerek yapılmıştır. Her üç memlekette tipik bir nordik gurup, tipik bir alpen gurup ve tipik bir Akdenizli gurup ele alınmıştır. Bunlara zekâ testleri tatbik edilmiştir. Yalnız İtalyadan nordik gurup, Almanyadan Akdenizli gurup seçilmemiştir. Ele alman nordik, alpen ve Akdenizli gurupların mümkün olduğu kadar karışmamış olması için şehirler değil, her gurubunun en kesif olarak bulunduğu köyler seçilmiştir. Bundan başka, bu memleketlerin en büyük şehirleri arasında olan Paris, Roma ve Hamburg'dan da orta halli birer gurup seçilerek bunlara da zekâ testleri tatbik edilmiştir. Bunların muayyen antropolojik guruplardan olmasına dikkat edilmemiştir. Çünkü burada bulunmak istenen şey, büyük şehirlerin tesiridir.
Her guruba altı muhtelif test tatbik edilmiştir. Sonra bunlar, bu sahada en iyi ölçülerden biri olan Pintner - Paterson sayı ölçüsü esasına göre birleştirilmiştir.
İstatistik ve test tekniğinin incelikleri iyice tartılarak yapılan bu araştırmaların neticeleri sarih bir surette gösteriyor ki, insanlar arasında ırkî bir zekâ üstünlüğü yoktur, buna mukabil şehirlilerin zekâsı köylülere nazaran daha ziyade inkişaf etmiştir. Fakat bu üstünlüğü ırkla değil, olsa olsa şehrin hayat şartlarının hazırladığı kolaylıklarla yâni muhit ile izah edebiliriz. Bu netice havadan atılmış bir söz değildir. Ciddî araştırmaların verdiği hükümdür. Çünkü Nordikler, Alpenler ve Akdenizliler arasındaki ırk farkları cüzîdir, ve, istatistik tâbirile dayanılır (reliable) değildir. Alman Nordik gurubunun yüksek netice vermesine mukabil Fransız Nordik gurupu düşük netice vermiştir. İtalyan Akdenizli gurubunun düşük netice vermiş olmasına mukabil, Fransız Akdenizli gurubu yüksek netice vermiştir. Burada sarih olarak görülüyor ki, guruplar arasında müşahede edilen zekâ farklarında ırkî bir esas yoktur. Buna mukabil, şehir-köy gibi hayat şartları ve kültür esası vardır.
Son zamanlarda hem Amerikada, hem Avrupada yapılan bir araştırmada yukarıda varılan neticenin kuvvetlendiğini görüyoruz. 1935 de Franzblau tarafından New-York'ta, Wisconsin'de, Kopenhag'da, ve Roma'da yapılan tetkik Amerikada Avrupa göçmenleri üzerinde ilk yapılan araştırmaların ne kadar hatalı olduğunu gösteriyor. Franzblau Amerika'da, zekâ testleri kullanarak, İtalyan ve Danimarkalı kızların zekâsını ölçmüş ve Danimarkalı kızların üstünlüğü neticesine varmıştır. Bundan sonra, Roma'daki İtalyan ve Kopenhag'daki Danimarkalı kızların zekâsını ölçmüştür ve arada kayde değer bir zekâ farkı olmadığını tesbit etmiştir. Bu araştırmanın hususi ehemmiyeti şunu göstermesindedir ki, Amerikaya gelen göçmenlerin geldikleri memleketlerin umum nüfusunu temsil ettiğini farzederek neticelere varmak yanlıştır. Bu yanlışlıklar bertaraf edilerek, yapılan tetkikler ise, zekâ farklarında ırkın değil, yaşama şartlarının, muhitin âmil olduğunu gösteriyor.
Yine bu tetkiklerde görülüyor ki, Hamburg'un zekâ seviyesi Alman köyünden ziyade Paris'e yakındır. Paris'in zekâ seviyesi, Fransız köyünden ziyade Roma'ya yakındır.
Şu halde, ırkçılar şunu da iddia edemezler imi ki, zekâyı yükselten bu büyük şehirler, bu şehirleri kuran milletlerin mensup oldukları ırkların fıtrî cevheri ile meydana gelmiştir. Bu iddia da kökünden çürüktür. Bunun çürüklüğünü bilmek için âlim olmıya da lüzum yoktur, yalnız bir nebzecik dünya tarihi bilmek kâfidir. Medeniyet, kültür, büyük şehir dünyada hiçbir milletin inhisarlı malı değildir. Bir takım iktisadî, siyasî, tarihî, kültürel şartların tesiri altında dünyanın muhtelif yerlerinde büyük medeniyetler doğmuş, gelişmiş, dağılmış ve ölmüştür. İnsan zekâsının gelişmesi için müsait fırsatlar bahşetmiş olan Hamburg, Paris ve Roma gibi şehirler yokken, dünyanın başka yerlerinde zamanlarına göre büyük şehirler kurulmuştur. Evvelâ Almanların büyük Hamburg'u ortada yokken, Çinliler ve Türkler büyük bir medeniyet kurabilmişlerdi. Dünyanın en büyük biyoloji âlimlerinden biri olan Huxley'in dediği gibi, Almanlar henüz bir medeniyet eseri gösteremeden Yunanlıların büyük bir medeniyeti vardı ve Almanlara kültürsüz ,şimal barbarları diyorlardı. (Huxley, «Biz Avrupalılar», s. 223, 1935).
Kaynak: Başoğlu, M. Ş. (1943). Psikoloji Karşısında Irkçılık. Yurt ve Dünya, 4 (25), 7-13.
Etiketler:
antropoloji,
deneysel istatiksel,
ırk,
ırk psikolojisi,
ırkçılık
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)