Bugünkü konuşmayı ben şu konuya ayırdım: Psikanalizden ben ne anlıyorum ve tarih denen şeyden ne anlıyorum? Bir de o iki konuyu açmaya ayırdım ama ona girmeden önce bu, psikanaliz ve tarihsel maddeciliği bir arada düşünmek denen hikaye hakkında bir iki genel şey söylemek istiyorum. Bu elbetteki ilk önce benim aklıma gelmiş birşey değil. Freud'un, öğrencileri, doğrudan doğruya kendi psikanalizinden geçmiş insanlar arasında, zamanın sosyal demokrat ve Marxist hareketlerine katılmış çeşitli kişiler vardı. Bunların içinde Bernheim, en radikal Marxist olarak bilinirdi; Sandor Ferenczi'nin kısa ömürlü Macar Sosyalist Cumhuriyeti sırasında görev aldığı söylenir; Adler, sosyal demokrat partinin reformist kanadında önemli bir rol almıştır; Wilhelm Reich, doğrudan doğruya komünist partiye üye olarak Freud'un onu psikanalitik görüşler ve cinsel özgürleşme politikası çerçevesinde yorumlayarak ve bunu işçi sınıfının cinsel özgürleşme taleplerini olduğu kadar doğum kontrolüyle ilgili politikalarıyla da birleştirecek bir harekete dönüştürmeye çalışmıştı.
Daha sonra bir şekilde 1910'lar boyunca yükselen devrim dalgasının niye bir devrimle sonuçlanmadığı, işçi sınıfının, Marxist teorinin öngördüğü şekilde niçin davranmamış olduğunu burada hangi öznel sahiplerin nesnel olarak işçi sınıfından Marxizme göre beklenmesi gereken devrimci tarzı göstermemesine yolaçtığını açıklamaya çalışmak üzerine önce belki Adorno ama hızla hemen ardından Erich Fromm, psikanalizm ve Marxizm arasında bir tür köprü kurmaya çalışmıştı.
Herbert Marcuse, çok daha ileriki yıllarda 1960'lar üzerine bir tür teorizasyon geliştirirken, özellikle "Eros ve Uygarlık" kitabında yine benzer bir köprünün yollarını denemiştir. Marcuse ile iletişim halinde olan ve kitabı yeni Türkçe'ye çevrilmiş olan Norman Brown'ın çalışmalarını da bu bağlamda sayabiliriz. Dolayısıyla bir tarihi olan bir diyalog çabasından bahsediyoruz. Ben yine de kendimi bu tarihten biraz sıyırmaya çalışarak konuşmaya çalışacağım.
Bu tarihin ayırd edici özelliği, çok kitabi bir tarih olması. Şöyle ki özellikle bu saydığım isimlerin arasında Reich dışında hemen hepsi psikanalizi Freud'un ve diğer analistlerin yapıtlarından öğrenip bunu belli bir metaforik şekilde toplumsal olana uygulamaya çalışmışlardır. Yani bir şekilde iki teorinin ortak temellerini görüp iki teoriyle birden çalışma gibi bir çalışmaya hiçbirinin girmediği düşünülebilir; dolayısıyla hiçbirinin eserlerinde mesela klinik gözleme hiçbir zaman yer verilmez, tabi Marcuse'unkini tipik örnek olarak ele alacak olursak. Bastırma ve uygarlık arasında Freud'un çok hızlı ve net ilişkiler; uygarlığın varolabilmesi için yoğun bir bastırmanın iş görmesi gerekir; Freud bunun arkasında binlerce klinik gözlem bulundurarak yazıyordu. Marcuse burada bir fazladan bastırma gibi hiçbir klinik gözleme dayanmayan, yalnızca kapitalizmin insanları mutsuz etme potansiyelinden hareketle, yani sokaktaki gözlemlerinden hareketle türettiği, “medeniyeti mümkün kılacak kadar bastırmaya okey ama bu kapitalizm, fazladan bir bastırma sunduğu için kötüdür” gibi bir devrimci iddia ile ortaya çıktı. Ama bu fazladan bastırma, bir analisti tatmin edecek şekilde nedir gibi bir soru sorulduğunda, yani nerede görüyorsun gibi bir soru sorulduğunda, Marcuse'te bunun cevabını bulmaya imkan yoktur.
Kendimi bu tarihten uzaklaştırırken, bu seminerin genel düzeni hakkında bir şey söyleyeceğim. Aslında bu ilk altı yedi seminer boyunca tarih konuşmaktan kaçınacağım. Tam da şundan kaçınmak için: bu gelenek boyunca kurulmuş sürekliliğin psikanalizin kavramlarını kitabi veriler olarak değerlendirme tuzağına düşmemek için. Bu ilk altı yedi hafta boyunca doğrudan doğruya psikanalizin bir takım temel kurallarını atölyeden türetmeye çalışacağım. Süperego kavramına bizim niye ihtiyacımız var? Nerede görüyoruz? Gündelik dilde kullandığımız vicdan kavramıyla ilişkisi ne? Bir analitik görüşme ortamında ne tür olgular bizde süperego diye bir aktörden, bir organdan, bir ruhsal failden bahsetme gereği hissettiriyor? Yüceltme dediğimiz kavram medeniyetin esasını oluşturan, ne zaman yüceltirken görüyoruz birini? Ne oluyor da karşımızda onu biz yüceltme diye tarif etme gereğini duyuyoruz?
Dolayısıyla bu ilk altı yedi haftayı, psikanalizin ABCsini kurma ile ve bunu kitabi olmayan bir tarzda anlatmaya çalışacağım. Yani bir şekilde klinik malzeme ile bağlantılı olarak sunmaya çalışacağım. Bu, girizgahtı.
Şimdi ana konuya geçelim: Psikanaliz ve Tarih. Ben psikanalizden ne anlıyorum? Şimdiye kadar psikanalizi çok saydam ve aşikar bir kelimeymişçesine kullandık. Bir kere en büyük hatayı onu böyle kullanmakla yapmış olduk çünkü bu kavramı hangi bağlamda kullandığımıza bağlı olarak çeşitli şekillerde belki bir yadırgatıcılık tonu içerdiğini düşünerek kullanmamız gerekiyor. Bu bağlamları teker teker ele alacağım. Özellikle de iki önemli bağlam üzerinde duracağım ama bir yanıyla hangi bağlamda konuşursak konuşalım psikanaliz tuhaf bir şeydir. Öncelikle bu tuhaflığın kaydedilmesi gerekir. Neden tuhaf birşeydir? Yakın zamana kadar, insan bilgisinin alabileceği biçim hakkında çok yaygın ve artık sadece felsefi görüş, epistemolojik değil, bayağı gündelik hayata içkin olarak insan bilgisinin alabileceği iki temel biçim ayırd ediliyor. Bu iki temel biçimin sistematize edilmesi 17. Yüzyıla dayanan bir şey ve iki ayrı bilgi türünü mümkün kılan, dünyada iki ayrı türden şey olmasıdır. Bunlardan biri şu karşımızda gördüğümüz bardak, masa, bitki gibi uzayda yer kaplayan, mekanik yasalara göre hareket eden, zaman içinde atomlardan oluştuğunu öğrenmiş olduğumuz, fizik, kimya yasalarının açıklamaya çalıştığı şeyler toplamı. Ama diğer yandan bir başka şeyler toplamı da var ki o da bizler gibi şeyler. Yani ayırd edici özelliği düşünmek olan, diğer bütün yaratıklardan düşünme yeteneği ile ve diğer, uzayda yer kaplayan şeylerin hareketlerini tayin eden yasaları formüle etme yeteneği ile donanmış, konuşan, düşünen, duyan, tutkular sahibi olan varlıklar toplamı. Tabi burada bu ayrımın temelinde bir dizi felsefi problem var. Bir tekil şahıs, ne zaman, karşısında gördüğü bir, uzayda yer kaplayan şeyin kendisi gibi olduğunu anlar? Başkalarının da birer ben olduğunu nasıl anlayabilir...vs. gibi bir dizi problem var ama bir şekilde bir başka insanı anlamakla, bir atomun davranışlarını açıklamaya çalışmanın birbirinden köklü biçimde farklı iki ayrı bilgi faaliyeti olduğu anlayışı, 17-20 yüzyıl arasında giderek kültürün değişik kurumları arasında yerleşiklik kazandı. Bu doğrudan 19.yüzyıl üniversitelerinin örgütlenmesine yansıtıldı; doğal bilimler ve beşeri bilimler. Doğal bilimlerde egemen olan açıklamadır, son kertede her şeyin matematiksel formüllere indirgenmesi hedeflenir. Dolayısıyla günlük terimlerden mümkün olduğu kadar hızla kaçılır. Gündelik terimler olsa olsa mecazi olarak kullanılır ve her zamanki bu gündelik terimlerin, matematik terimler halinde karşılığı bulunmuş olur; ancak o zaman bilimsellik hüviyeti kazanır doğal bilimlerde dile getirilmiş herhangi bir önerme.
Diğer yandan, bir tarihsel metni okumak, bir kültürü anlamak, M.Ö. 3000'den kalmış bir yazıtı anlamak, yabancı dilde yazılmış bir şiiri tercüme etmeye çalışmak; bütün bunlar, anlama çabasına giren kişinin bir ölçüde kendisini karşısındakinin yerine koymasını gerektirir ve karşısındakinin de kendisi gibi bir varlık olduğunu ve ortak bazı deneyimler paylaştıklarının fark edilmesini ve bu temelden bir sistematizasyona gidilmesini gerektirir. Ve buradan, 19.yüzyılın büyük ikiliğine geliyoruz; bir yandan doğal bilimler-ruhani bilimler ve bütün bir bilgi üretimi yüzyıllar boyunca bu iki büyük kanal aracılığı ile sürdü.
Psikanalize baktığımız zaman, nereye koyacağız psikanalizi? Psikanalizi eleştirenlerin de savunanların da hep ilk dikkatini çeken özelliği, bu iki sınıflama içerisinde kendisine yer bulamamasıdır psikanalizin. Çünkü bir yanıyla basbayağı nedensel açıklamalar geliştirme iddiasındadır.
Bu nedensel açıklamaların çok karikatürize biçimlerini de düşünebiliriz. Tuvalet terbiyesine çok erken başlar, çok disipline giderseniz, çocuk ilerde aşırı cimri, aşırı titiz, obssesif bir karakter olacaktır. Doğrudan doğruya bir neden sonuç ilişkisi atfediyorsunuz. Tuvalet terbiyesine ayrılmış zaman ve disiplini kuantifiye etmek de mümkündür. Şöyle de diyebiliriz: x birim tuvalet terbiyesi, y birim kabızlık gibi bir matematik denkleme dönüştürecek kadar karikatürize edebilecek bir açıklayıcı olma iddiası vardır. Ve üstelik Freud'un kendi dili bu doğal bilimlerin dilini kullanmaya çok yatkındır. Zaman zaman enerji kavramını kullanmaktan hiç vazgeçmemiştir Freud. Bir ruhsal enerjiyi doğrudan doğruya bir fiziksel enerji paralelinden hareketle düşünmüştür. Miktarı sabit olan, iş gören, ketlendiğinde başka bir yerden çıkan hidrolik modeller kurmuştur. Ama diğer yandan baktığımızda, anlamaya, eşduyuma, empatiye dayalı bir disiplin olduğundan, doğrudan doğruya öznenin kendi anlamlar dünyasını ortaya çıkarmaya yönelik bir disiplin olduğundan da kuşku duyulamaz. Ne biri ne öteki; hem biri hem öteki olma iddiası ile vardır psikanaliz. Bilimsellik iddiasından hiçbir zaman vazgeçmez. Bir genel insan doğası ve deminki tartışmaya dönecek olursak, tarih aşırı olan, tarihe de uygulamanıza imkan veren bir genel geçerlik iddiası ile diğer yandan verilerin son derece tikel ve o kadar tikel ki bir üçüncü şahıs tarafından gözlenemeyecek verilerdir. Çünkü klinik gözlemi bir üçüncü göremez, ancak ikili ilişkide ortaya çıkan veriler üzerine kuruludur psikanaliz. Dolayısıyla tuvalet terbiyesi ile ilgili o denklem kurulamaz. Çünkü o ikili ilişki içinde nasıl yaşandığına bağlıdır. Dolayısıyla mevcut bilgi kategorilerimiz içinde sınıflandırılması çok güç bir bilgi iddiasında bulunmaktadır psikanaliz.
Psikanalizin içinden veya üzerine düşünmeye başlamak diğer başka bilgi sistemlerini düşünmek için geçerli olan kategorilerimizin bu alanda geçerli olmadığını kabullenmek durumunu kabullenmektir. Peki niye böyle bir ayrıcalığı tanıyalım böyle bir düşünce sistematiğine diye elbette sorulmalı. Benim en sevdiğim cevap bu soruya, Lacan'ı çok iyi yorumlayanlardan biri olduğunu düşündüğüm La Branche diye birinin verdiği, "çünkü insanoğlunun kendini içinde bulduğu durum zaten budur yani bir madde parçası olarak vardır ve onu anlamlandırmak durumundadır”. Bu anlama ve açıklama arasındaki gerilim zaten hayatı yapan şeydir. Yani herkes psikanalist olduğu için bir anlamda, psikanalize ihtiyacımız var. Herkes bu gövde ile bu hayatın içine doğmuş olmakla bir anlam bulmaya çalıştığı içindir ki ve bu gerilim son kertede belki de yatıştırılamayacak bir gerilim olduğu içindir ki psikanaliz diye bir disipline ihtiyacımız var. Niye 19.yüzyıl sonu, 20. Yüzyıl başında çıktığı noktasına sonra uzun uzun değiniriz ama kestirmeden cevap; bu gerilimi anlamlandırmaya çalışan tarih boyunca çeşitli pratik ve bilgi sistemleri olagelmiştir. Ne zaman ki bu sistemlerin hepsi çökmeye başladı, bunların içine milliyetçilik dahil olmak üzere ulusal devletin sağladığı sistemler de çökmeye başladı, o zaman iş başa düştü; insanlar bu işi kendi kendilerine yapmaya kalkıştılar ve psikanalizi icad edecek bir yahudi buldular.
Dolayısıyla en genel bağlamda psikanaliz niye yadırgatıcı bir isimdir sorusunun cevabı, ancak neden psikanaliz sorusunun hangi bağlamda sorulduğunun önemli olduğunu söylemiştim. Bana iki önemli bağlam varmış gibi geliyor ve bugün burada böyle bir toplantıda konuşurken özellikle hatırlanması gereken bir önemli bağlam varmış gibi geliyor. Biri, çok genel anlamda kültür bağlamı, yani bir tür entellektüellik, lafazanlık, kahve sohbetleri de dahil bunun içine, Freudien dil sürçmesi diye geçen laflar da dahil, bir şekilde, içinde yaşadığımız entellektüel ortamın giderek artan bir şekilde kaçınılmaz bir bileşeni, tarihimizin bir parçası olarak neden psikanaliz deyip burada bir tavır almak söz konusu olabilir. Ama kültür bağlamında sorulduğunda o zaman akla şöyle tavır alışlar geliyor: bilinçdışının varlığına inanıp inanmamak. Cinselliğin, Freud'un atfettiği kadar geniş bir belirleyiciliği olup olmadığına inanmamak, çocukların duyduğu kimi hazların cinsel diye nitelenip nitelenmeyeceğini düşünüp düşünmemek. En genelinde, psikanalizi anlama ile yorum ile açıklamayı birleştiren bir disiplin olduğuna inanıp inanmamak.
Bu iki bağlamda da ihmal edilen bir yan var gibi geliyor. Bu konunun benim okuduğum en iyi temsilcisi, psikanalize meslek dışından yaklaşıp, hakkında belki de en iyi kitabı yazmış olan kişi Paul Ricoure'dür. Burada sürekli olarak es geçilen şey, psikanalitik bilginin merkezinde yatan belki en önemli kavramdır ve Ricoure'ün nasıl olup da o kitabı gönül rahatlığıyla yazabilmiş olduğunu ben hala anlamış değilim. Çok iyi bir kitap olmasına rağmen kendi analizden geçmedi. Sonuç olarak psikanalizin bütün kavramları son kertede kaynaklarını ne çocukların gözlenmesinde bulurlar, ne edebiyat eleştirilerinde bulurlar, ne de sinema eleştirilerinde bulurlar; bizim bütün verilerimizin tabanı, aktarım ilişkisinde ortaya çıkan şeylerdir. Bir ilişkinin tanımıdır aslında psikanalizi diğer bütün veri tarzlarından ayırd eden. Bir ilişkiye gösterilen belli bir okuma tarzı, o ilişkinin gelgitini okuma çabalarının bir sonucu olarak bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. Burada Saffet Murat Tura’nın ilginç bir iddiası var onu nakledeyim: "Rüyaların yorumuna genellikle psikanalizin ilk ciddi teorik kitabı diye bakılır. Ve o kitapta büyük ölçüde doğrudan doğruya kendi kendine yaptığı analizin bir sonucudur. Bugün bence hiçbir psikanalistin katılamayacağı bir iddiadır insanın kendi kendini analiz edebileceği. Karen Horney gibi bir kişi var bunun yapılabileceğini iddia eden ama şimdi birazdan psikanalizden ne anladığımı daha açık seçik tanımlayacağım ama psikanalitik görüşler ailesine giren hiç kimsenin buna katılmayacağını düşünüyorum ve Freud'un geliştirdiği haliyle psikanalizin tam da özellikle rüyaların yorumunu geliştirdiği halindeki psikanalitik görüşün bu transferans ilişkisinin eksikliğinden ötürü zarar gördüğünü; ve ancak daha sonraki metinlerde, yani transferans ilişkisi bütün teorinin merkezine oturduğunda ancak, kendi kendini toparlayabildiğini iddia eder.
Şimdi nedir peki o zaman kültürel araştırmalarda hep göz ardı edilen ve bir yorumlama tekniğine indirgenen? Bu aktarım ilişkisinin ayırd edici özelliği. Bu konuda söyleyeceklerim biraz tartışma kışkırtıcı olacak. Bir analitik ilişki, ikili olmayan bir ilişkidir. Daha doğrusu hiçbir ilişkinin ikili bir ilişki olmadığını hiç değilse bir tarafın bilincinde olduğu bir ilişkidir. Daima bir üçüncü vardır. Yasaklayan olarak, aslında arzulanan olarak, kastedilen olarak, idealize edilen olarak; iki kişi arasındaki diyalog, daima bir üçüncüye referansla kurulmuş bir diyalogdur. Daima kıskanılan, aslında nefret edilen, aslında arzulanan bir kişinin hayaleti ortadadır ve taraflardan biri bunu biliyordur. Kendisine yöneltilen herşeyin aslında hedefinin aynı zamanda başka bir yerde olduğunu biliyordur. Bu, anti-Kohut'çuluğa bir giriştir. Yani ilişkileri öncelikle ikili terimlerle, kucaklama ve aynalama terimleriyle tarif eden ve terapistin etkisini eşduyuma ve bir zamanlar annenin göstermiş olduğu ve göstermediği, gösteremediği ilgi, sıcaklık ve kucaklamayı telafi ederek bu eksikliğin yol açtığı zaafları gidermeye bağlayan bir görüşe karşı analist, ilişkilerin daima üçlü olduğunu bilir gibi bir görüş bu. Bunun çeşitli sonuçları var. Kültürel alanlar açısından da çeşitli sonuçları var. Sözlerimizin hiçbir zaman gerçek anlamlarına kavuştuğunu göremeyiz. Doğrudan doğruya dil felsefesi açısından belli bir sonucu var: çünkü muhatabımız, hiçbir zaman karşımızdakinden ibaret değildir, kastedilmiş bir şeyler daha vardır. Dolayısıyla sözlerimizin anlamı her zaman bizim kastettiklerimizi aşar, gelecek kuşaklara doğru da aşar, geçmişe, hayaletlere, ölülere doğru da aşar. Birilerine sadık kalmak üzerine; ben bugün oruç tutarken ya da tutmazken bu yalnızca yüzyüze ilişkilerde vermiş olduğum bir mesaj değildir; geçmişe yönelik bir sadakatin olduğu kadar, geleceğe yapılan bir yatırımın da ifadesidir. Tarihin psikanalitik okunması açısından bu çok önemlidir. Tarih bu bizi aşan anlamlarla kurulur çünkü. Erikson'un çok güzel bir makalesi vardır: "Psikanaliz ve Kuşaklar Silsilesi".
Kültürel bir bağlam sonuç olarak psikanalitik bilginin ilişkisel temelini ve bu ilişkinin de zannedildiği gibi ikili bir ilişki olmadığını, daima bir üçüncü tarafından belirlenmiş bir ilişki olduğunu unutuyor. Şimdi meslek açısından baktığımızda ise daha başka talihsizlikler ve başka unutkanlıklarla karşı karşıyayız. Buradan çok fazla doğrudan doğruya psikanalizin özellikle büyük ölçüde Amerika'lıların etkisiyle ve Freud'un çok açık seçik beyanlarına rağmen tıp tarafından asimile edilmiş olmasından kaynaklanan bir dizi deformasyonla karşılaşıyoruz. Sözünü ettiğimiz pozitivist deformasyon bunlardan biri. Psikanalizi sahiden bir bilgisi olduğu sanılan, sahiden bir reçete uyguladığı zannedilen, bir anlamlandırma, bir yorumlama işlemini yerine getiren bir insan olmaktan çıkarıp, bir doktor hüviyetine asimile etme şeklinde özetlenebilecek deformasyonlardan bahsediyoruz ki Freud bu konuda çok zengin. Tıp eğitiminin kendisinin insanı psikanalize daha yatkın değil aksine daha kopuk kılan bir yönü olduğunu söylüyordu ve yakın çalışma arkadaşları arasında mitologlar, tarihçiler, pediyatristler gibi bir dizi yorumlama disiplinlerinden gelmiş insanların varlığını görüyoruz ve ilk öncü kuşakta tabiplerin azınlıkta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kısmen Amerika'nın dünya üzerindeki nüfusuna bağlı olarak ve kısmen Amerika'da psikanalizin bu şekilde tıbba asimile olmuş olmasına bağlı olarak ama diğer yerlerde de doğrudan doğruya mesleğin her düşünce hareketi gibi psikanalitik hareketin de taşlaşmasına, katılaşmasına bağlı olarak bugün psikanaliz kelimesini kullanmakta, birçok çalışma arkadaşımda müthiş bir tereddüt görüyorum.
Bugün dünyada psikanalist addedilmek için psikanaliz enstitülerinden lisans almak gerekir gibi bir anlayış var ama bugün psikanaliz enstitülerinin kendi aralarındaki farklılığı bir yana bırakacak olsak bile hepsinin ortak paydalarıyla Freud zamanında ne yaptığına bakacak olursak, oldukça büyük bir fark olduğunu görüyoruz. Yani bu uzman kimliği ile Freud'un yerleştirmeye çalıştığı psikanalitik kültür arasında büyük bir mesafe olduğunu görüyoruz. Tabi bu da benim neden ilkece hiçbir zaman niçin yalnızca mezhep içine ders vermeme kararımla çok yakından ilişkili bir şey çünkü Freud daha ilk dergilerini yayınlamaya başladığı anda mesleğe yönelik faaliyeti ile kültüre yönelik faaliyeti bir arada götürmeye başladı.
“PSİKANALİZ ve TARİH”e GİRİŞ KONUŞMASI 27.01.1997
İskender Savaşır