psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

21 Eylül 2007 Cuma

Kendilik Psikolojisinden Öznelerarası Sistemler Perspektifi

Kimlik Çözülmesi (Dissociation) Bozukluğunda Düzensiz Bağlanma Sorunu: Kendilik Psikolojisinden Öznelerarası Sistemler Perspektifi

Carol Mayhew, PsyD, PhD29. Uluslarası Kendilik Psikolojisi Toplantısı’nda sunulmuştur – Chicago, Kasım 2006

Slade (2004) ve diğerleri, bağlanma sorunlarına, biçimine ve süreçlerine bakmanın klinik çalışmanın daha iyi anlaşılması bakımından değerini tartışmıştır. Bowlby (1969, 1973, 1980), çocukların, ilk bakıcılarına bağlanmaya ve bu bağı sürdürmeye yönelik bünyesel bir yatkınlıkla dünyaya geldiğini çünkü bebeğin yaşamasını sağlayan şeyin bu bağlılık ilişkilerinin gelişmesi olduğunu düşünüyordu. Demek ki, çocuklar- özellikle de korktuklarında, hastalandıklarında ya da korunmaya ve güvenliğe ihtiyaç duyduklarında- onları bağlanma figürlerinden yakınlık aramaya sevk eden bünyesel bir bağlanma davranışları sistemiyle doğarlar. Çocuklar kendilerini güvende hissettiklerinde, etraflarındaki dünyayı da rahatça keşfedebilirler; oysa korktuklarında bakıcılarına yakın olmaları her şeyden daha önemli hale gelir. Öyleyse, Slade’in ifade ettiği gibi, ‘Bağlanma teorisi hem korku ve sıkıntının temelde devam eden ilk ilişkiler bağlamında düzenlenmesiyle, hem de bu tür düzenleyici süreçlerin bağlanma temsilleri biçiminde içselleştirilmesiyle ilgilidir’.

Çocuklar, bağlanma ilişkilerini korumaya ve sürdürmeye motivedirler; bu yüzden de kendilerini rahat hissettiren ve onlara yakınlık gösteren sürekli bir kaynağı garanti etmek için ilk bakıcılarının ihtiyaçlarına uyum gösterirler. Bakıcıya maksimum derecede yakın olabilmek için gerekli olan uyarlanmalar sonucunda, bağlanma temsilleri denilen belirli savunma ve duygulanım düzenleme kalıpları ortaya çıkar.

Ainsworth (Ainsworth, Blehar, Waters, & Wall, 1978) ve Main (2000; Main, Kaplan, & Cassidy, 1985) hem bağlanma durumlarındaki davranışları gözlemleyerek, hem de bağlanmayla ilgili konularda görüşmeler yaparak yürüttükleri olağanüstü yoğunluktaki araştırmanın sonucunda, yetişkinler ve çocuklar için farklı bağlanma kategorileri geliştirmişlerdir; bunlar, belirleyici bağlanma stratejileri haline gelen davranış ve duygulanım düzenleyici kalıpları yansıtır. Bu dört farklı bağlanma kategorisi şöyledir: güvenli, güvensiz-kaçıngan, güvensiz-dirençli/ikircikli ve dağınık/düzensiz. Bu sınıflandırma, çocuğun tehlikeli bir durumda ebeveynle ilişkili olarak nasıl davrandığı- buna çocuğun ayrılmadan önce, ayrılırken ve tekrar birleşme sırasındaki davranışı da dahildir- temelinde yapılmıştır.

Hesse ve Main’e (2000) göre, dağınık-düzensiz bağlanma sınıflandırması, tehlikeli durumdaki anormal davranışlar gözlemlenerek yapılmıştır. Bebeklerin yaklaşık %13’ü tutarlı bir bağlanma stratejisi gözlemlenemediği için ne güvenli ne de güvensiz kategoriye girmiştir. Bu bebekler, özellikle stresli bir ortamda birbiriyle ‘çatışan’ davranışlar sergilemeye meyillidirler. Bu hiç bir sınıfa dahil edilemeyen çocuklar, aynı zamanında ebeveynlerinin yanında tuhaf, anlamsız, düzensiz, karışık ya da açıkça birbiriyle çatışan bir dizi davranış da sergiler. Bu davranışlardaki en belirgin tema, hareket kalıplarının düzensiz ya da gözle görülebilir derecede çelişkili olmasıdır. Sözgelimi, bebek anneye yaklaşır ama sonra kaçıngan bir tepkiyle yüzünü başka bir tarafa çevirir ve ona bakmaz ya da yaklaşır, durur ve başka bir yere bakmaya başlar. Yazarlar şunu ileri sürmektedir: bebeğin, ilksel sığınağı olan bağlanma figür(leri) tarafından belirgin bir biçimde korkutulduğunda, düzensiz/dağınık bir davranış sergilemesi olasıdır. Aslında, araştırmalar kötü muamele gören örneklemdeki bebeklerin neredeyse %80’inin düzensiz olduğunu açığa çıkarmıştır.

Bu düzensiz bebekler ve ebeveynleri üzerine yapılan boylamsal araştırma altı yaşındaki çocuklarla yürütülmüş ve şu sonuçları ortaya koymuştur: bir saatlik bir ayrılıktan sonra ebeveynlerine kavuştuğunda, D (dağınık/düzensiz) bebeklerin çoğunluğu ebeveyn rolünde-roller tersine çevrilmiştir ki buna da D-Kontrolcü denmektedir- davranmıştır. Bu çocuklardan bazıları cezalandırıcı bir tavırla- ki buna cezalandırıcı kontrol denmektedir- ebeveynlerine emrederken ( ‘Otur ve sus’ gibi), diğerleri aşırı ve gereksiz bir endişe içine girmiştir (‘Anne yorgun musun? Oturmak istemez misin, sana çay getireyim mi?’); ki buna da bakımın kontrolcü bir biçimde ele alınması denmektedir (Main ve Cassidy, 1988). Bu çocuklar ayrıca ebeveynle çocuğun ayrıldığı resimler karşısında korku dolu tepkiler vermektedir (Kaplan, 1987)

Liotti (2005) bu araştırma sonuçlarını açıklayan ve geliştiren bir dinamik formülasyon önermiştir: Bebeğin güvenlik arayışıyla yöneldiği kişi tarafından korkutulmuş olmasının yol açtığı çatışma, bağlanma davranışının düzensizleşmesine neden olur. Bu şartlar altında, bağlanma sisteminin faaliyetleri, çocuğu düzensizliğin, karışıklığın kaotik deneyiminden korumak için savunmacı bir biçimde ketlenir; ve bir diğer motivasyon sistemi bir dereceye kadar düzen sağlamak için harekete geçmeye başlar. Bu da, çocuğun ebeveyni kontrol etmek için savunmacı bir strateji uygulamasına sebep olur- bunu ya bakımı kendi üstüne alarak, ya da ebeveyni cezalandırarak yapar. Yine de, bu tür çocukların ayrılık sahnelerine verdikleri korku dolu felaket tepkileri bağlılık ilişkisinin altta yatan içsel temsillerinin düzensiz ve aşırı derecede duygu yüklü niteliğini gösterir. Aynı şekilde, geçmişinde travmatik bağlılık ilişkileri olduğunu söyleyen ve kendilerine düzensiz bir biçimde bağlanan çocukları olan yetişkinler de, tipik olarak ‘düşmanlık, çaresizlik ve saplantılı bakım arasında gidip gelen çoklu, dağınık ve dramatik kendilik ve bağlanma temsilleri sergilerler (Lyons-Ruth, vd.,2003) Liotti, ‘kendiliğin (self) ve bağlanma figürlerinin bu çoklu, dramatik ve dağınık temsillerinin... ‘drama üçgeni’ metaforuyla ifade edilebileceğini ileri sürer. Drama üçgeninde, hem kendilik hem de önemli ötekiler, çaresiz kurban, güçlü-iyi kurtarıcı ve aynı derecede güçlü ama kötü zulmedici gibi birbiriyle uyuşmayan rolleri ya aynı anda ya da arka arkaya temsil ederler.

Liotti (2005) ayrıca şunu da anımsatır: güçlü bir stres kaynağı altında, çocuğun bağlanma sistemini savunmacı bir biçimde ketlemek için- ya kendi bakımının sorumluluğunu kendi üstüne alarak, ya da ebeveyni cezalandırarak- uyguladığı duygusal ve davranışsal stratejiler çöker ve o zaman çocuk/yetişkin bağlanma figüründen ilgi arar. Ancak, bu ilgi isteyen tavır aynı anda hem bir yardım çığlığının, hem felaket düşüncelerinin, hem yardımı istenen kişiden korkuyla kaçınma, hem de aynı kişiye anlamsızca saldırma eğiliminin düzensiz bir karşımı olarak belirir. Liotti ‘böyle bir duygusal feveran karşısında bakıcının en azından biraz sıkıntı ve hatta korku duyma ve bu hislerini de dile getirme eğiliminde olduğunu’ da söyler. Başka bir ihtimal de, bakıcının çocuğun fırtınamsı yardım arayışına kızgınlıkla tepki vermesidir. Düzensiz çocuğun, bakıcının, bağlanmaya yönelik ihtiyacı karşısında korkacağı ya da korkutucu tepkiler vereceği yolundaki beklentisi de kısmen onaylanmış olur. Çözülme deneyimi ve çözülme davranışı da işte bu öznelerarası (intersubjective) senaryonun içinden çıkar’.

Davies, Frawley (1994) ve Liotti (1995) çözülme süreçlerinden muzdarip olan hastaların tedavisinde ‘drama üçgenindeki’ rollerin yeniden sahnelenmesinden bahsetmiştir. Çözülmenin en ağır biçimi olan Kimlik Çözülmesi Bozukluğu’nu (eskiden Çoklu Kişilik Bozukluğu olarak bilinirdi) tartışırken, Liotti Ross’a atıfta bulunarak daha sık karşılaşılan ‘alter’ kişiliklerin (çözülme bozukluklarında kişiliğin bölünmüş her bir parçasına verilen isim), zulmeden, kurtarıcı ve kurban diye üç kategoriye ayrıldığını söyler. Liotti (1999) ‘drama üçgeninin’ kendiliğin bölünmüş parçaları arasında ortaya çıktığını öne sürer. İlginçtir ki, Steele (2002) Yetişkin Bağlanma Görüşmesini KÇB (Kimlik Çözülmesi Bozukluğu) tanısı koyulan kişilerle yapmış ve şu sonuçları elde etmiştir: yetişkin alterlerin tepkileri güvenli bir bağlılığın olduğunu gösterirken, zulmedici alterlerin tepkileri kayıtsız (kaçıngan) bağlananların tepkilerine, çocuk alterlerin (‘kurbanların’) tepkileriyse saplantılı/ikircikli bağlananlarınkine benzemektedir.

Bu bulgular özellikle ilginçtir çünkü çocuklar kadar aşırı travmatize olmuş kişiler de bile, bazı yönlerin, hatta güvenli bir bağlılık hissinin bile hala var olduğunu göstermişlerdir. Bu sonuçlar ayrıca KDB olan kişilerde güvenli bağlılığın daha yaygın ve kalıcı bir özellik ya da sınıflandırmadan ziyade psikolojik bir durum olabileceğini de ortaya koymuştur. Buna ek olarak, Liotti (2005) özel bir İÇM’nin (içsel çalışan modelin) yani Bowlby’nin dediği gibi, kendilğin ya da nesne yapılanışının harekete geçmesinin, Davies ve Frawley’nin tabiriyle, öznelerarası bir deneyim olduğunu da ima eder.

Bu bulgular, kimlik dağınıklığı bozukluğu olan bir kadın hastayla olan psikanalitik çalışmam sırasında, çeşitli nedenlerden ötürü özellikle ilgimi çekmeye başladı. İlkin, danışanın bu tedavide öncelikli ve temel endişesi bağlanma ve güvenli bağlanma sorunuydu. İkinci olarak, tedavinin ve aktarımın gelişmesiyle birlikte araştırmadakine çok benzeyen davranışlar ortaya çıktı ve bunlar araştırmayla ulaşılamayacak türden bir duygusal analizi mümkün kıldı. Üçüncü olarak, bağlanma ihtiyacı ve ayrılık karşısındaki tepkilere dikkat edilmesi tedavinin önemli bir parçası haline gelmeye başlamıştı ve psikanalitik çalışmanın açıklığı ve derinliği, bağlanma ve ayrılma tepkilerine yüklenen anlamın çeşitli katmanlarının keşfedilmesine imkân vermişti.

Otuzlarının ortasında olan Sara, çekici, ince ve sarışın bir kadındı. Beni bir gece intihar krizine girdiği sırada aramış ve hemen ertesi gün de gelmişti. Onu ilk gördüğümde bir rahatsızlık ve sıkıntı içinde olduğu apaçıktı. Bana bakmıyor, kendi kendine tartışırcasına bir şeyler mırıldanıyor gibiydi. Odama geldiğinde hala yüzüme bakmıyor, birtakım mimik ve jestler yardımıyla bir şeyler söylemeye çalışıyordu; sanki tekrar tekrar söze başlıyor ama sonra kendini durduruyor gibiydi. En sonunda konuşmaya başladı: ilk önce mırıltı halinde olsa da, dediklerini tekrar etmesini istediğimde daha açık ve net bir şekilde konuşmaya başladı.

Bu ilk görüşmede daha çok terapistleriyle olan ilişkisi üzerinde durmuştu. Sara, yıllar boyunca farklı terapistler gördüğünü ama terapötik çalışması sırasında kaçınılmaz olarak hep şu duyguyu hissettiğini açıklamıştı: ihtiyaç duyduğu anda terapistine ulaşabilmek istiyordu. Sara, böyle zamanlarda terapistine ulaşamadığında, büsbütün saplantılı bir hale giriyor ve terapistini defalarca arayıp not bırakıyor, intihar tehdidinde bulunuyor, ille görüşmek için ofisinde olay çıkarıyor ve hatta bazı durumlarda evine kadar gidiyordu. Sara, bu davranışlar karşısında hem fazlasıyla esnek ve yumuşak olan terapistlerle hem de sınırların önemini vurgulayan ve temas konusunda katı kurallar koyan terapistlerle çalışmıştı.

Sara’nın bu tür anlarda yoğun bir biçimde temas kurmaya ihtiyaç duyması, güdüsel bağlanma sisteminin harekete geçtiğini gösteriyordu; ancak bunun nasıl, niye ve hangi durumlarda olduğu açık değildi. Sara bu episodların nedenini anlamadığını ve bu tür anlarda ona neyin iyi gelebileceğini bilmediğini söylüyordu.

Sara, görüşme süresi ve şekli (mesela, görüşmenin ancak gün içinde ofiste yapılması ve bir saatle sınırlı olması, telefon konuşmalarının uzun ve sık olmaması gibi) konusunda kesin ve katı kurallar koymaya çalışan terapistlerden daha da ısrarcı olmuş ve izin verilenin ötesinde temas kurmak için her yolu denemişti. Bu konularda daha gevşek olan ve hastayla ne zaman olursa olsun görüşmeyi kabul eden terapistleri ise, “bir türlü bir gelişme olmuyor” gerekçesiyle bırakmıştı.

Sara’nın Kimlik Dağılması Bozukluğu, geçmişine bakıldığında anlaşılır haldeydi. Daha dört yaşında bile değilken babası, annesi ve yanlarında yaşayan iki büyük erkek kuzeni tarafından fiziksel, cinsel ve duygusal istismara maruz kalmıştı. Bunları tüm ayrıntılarıyla anlattıktan kısa bir süre sonra annesinin psikotik özellikler taşıyan ve tedavi edilemeyen bir Kimlik Dağınıklığı Bozukluğu olduğu ortaya çıktı. Bunun Sara’nın duygusal gelişiminde, özellikle de bağlanma bakımından büyük yansımaları olmuştu. Sara’nın anımsadıklarına göre, annesinin bir sürü hali vardı: görünüşte daha anne gibi olduğu bir hali, en az bir tane küçük çocuk hali ve Sara’ya gaddar ve zalimce işkence eden bir ya da birçok sadistik kişiliği vardı. Ayrıca, Sara’nın annesi bazı zamanlarda tüm bu hallerin bir karışımı da olabiliyordu.

Sözgelimi, Sara’nın hasta olduğunu düşündüğünde ya da hayal ettiğinde, kızının hayatını korkunç hastalıktan kurtarmak için gerekli olduğunu iddia ettiği bir dizi işkenceyi uygulamaya başlıyordu. Sara, eve geç olduğunu düşündüğü bir saatte gelirse, onu gece boyunca bir odaya kapatıyordu. Anne kızını kontrol etmek için onu kendini öldürmekle ve kesmekle tehdit ediyordu.

Sara’nın annesi kızına olan arzularıyla ilişkili bir çatışma içinde gibiydi: bir yandan, çocuk yetiştirme anlayışını iyi bir biçimde yansıtması ve ona zafer getirmesi için daima başarılı ve bir numara olmasını istiyor; öte yandansa kendi parçası gibi hissedeceği ve sınırsızca hükmedip kontrol edebileceği bir bebek olarak kalmasını istiyordu. Ayrıca, Sara’nın annesi kızına karşı kolayca haset duygusuna kapılıyordu; bu duyguyu hiçbir zaman açıkça dile getirmese de, kızını küçük görmesine, ona karşı fazlasıyla zalim ve düşmanca ( örneğin, Sara’nın kedisini öldürmüştü) davranmasına neden oluyordu. Sara’nın babasında görünürde bir çözülme bozukluğu olmamasına rağmen, olağanüstü derecede kendine dönük bir adamdı; aşırı derecede içiyor ve karısı, çocukları ve yiyenlerine kayıtsızca zalim davranıp, onları istismar ediyordu.

Bunun sonucunda, Sara evdeki herkese ama özellikle annesine ilişkin yaşadığı farklı duygusal hallerle baş edebilmek için karmaşık bir içsel çözülme sistemi geliştirmişti. İstismarın yol açtığı terör ve korku halleriyle, annesiyle yoğun bir biçimde ilişki kurmaya çalıştığı hali birbirinden ayırmıştı. Anne ve babasına karşı öfkesini biriktirdiği ve kendiliğinin koruyucu bir parçası haline gelen kızgın bir alt kendilik geliştirmişti. Ayrıca, sürekli anneye karşı gelmenin tehlikesini hatırlatan, annenin içsel versiyonu olan zulmedici bir alt kendilik de geliştirmişti. Çok küçük bir yaşta, anne-babasını gözetmeye ve‘korumaya’ çalışan baş edici, kendi bakımının sorumluluğunu kendi üstüne alan kontrolcü bir kendilik ortaya çıkmıştı. Buna rağmen, diğer alt kendilik ‘gerçek anneyi’, iyi anneyi bulmaya oldukça kararlıydı; onunla ilişki kurarak çocukluğunda yaşadığı korkuları unutacağına inanıyordu.

Sara’da erken bir zamanda birtakım temel çatışmalar- ki bunlar annesinin çatışmalarına benziyordu- ortaya çıkmıştı. Bunların en belli başlıcası, Sara’nın aynı anda hem okula gitme hem de evde annesiyle kalma mecburiyetini hissetmiş olmasıydı. Bu belirli çatışma, okulun ilk günü sahnelenmiş ve sonraları da bağımsızlığa, başarıya doğru her adım atışında karşılaştığı bir ‘model sahne’ olmuştu.

Sara’yla ilk çalışmaya başladığımda, dört bağlanma kategorisine- güvenli, güvensiz-dirençli/ikircikli, güvensiz/kaçıngan ve dağınık/düzensiz- aşina olsam da, boylamsal çalışma hakkında sınırlı bir bilgiye sahiptim ve Liotti’nin formülasyonundan da yararlanmamıştım. Sara’nın umutsuzluk hallerine yönelik yaptığım ilk formülasyon, bunların muhtemelen terapist/ bağlanma figürüyle temas kurmaya çabaladığı travmatize anlara bağlı olduğu yolundaydı. Bu yüzden, Sara’yla bir anlaşma yaptım: geceleri ve hafta sonları görüşme ihtiyacını hissettiğinde beni arayıp not bırakabilecekti; yalnız ben onu uygun olduğumda geri arayacaktım. Ayrıca, telefon görüşmelerini de ücretlendirdim; bunu, tabi ki kısmen kendi ihtiyaçlarımın karşılanması, kısmen de terapistin tek düzenleyici olarak deneyimlendiği eski sorunlu modellerden farklı olarak kendi kendini düzenlemesini teşvik etmek için yaptım.

Sara çoğu hastadan- hatta çoğu kimlik çözülmesi bozukluğu hastadan bile-daha fazla ilişki kurmayı talep ediyor ve bu ilişkiye de ön ayak oluyordu. Neredeyse haftada beş defa görüşmek istiyordu. Bu görüşme sıklığında bile, seanslar dışındaki yaşamında sık sık duygusal açıdan dağılıyor ve yeniden dengeye kavuşabilmesi için benimle görüşmeye ihtiyaç duyuyordu. Sara olağanüstü derecede parlak ve yaratıcıydı bir hastaydı; psikolojik süreçlere karşı aşırı ilgiliydi ve benim ona sunduğum her şeyden fazlasıyla yararlanmaya başlamış gibi gözüküyordu; bu özellikler sayesinde ben de daha geniş davranabildim. Bu vakada tedaviye yönelik ilk hipotezim, Sara’nın Bowlby’nin dediği gibi ‘güvenli bir temel’e ihtiyaç duyduğuydu: ilişkimizde genel anlamda kendini daha güvenli hissetmeye başladıkça, duygusal açıdan da kendini daha iyi ayarlayabilecek ve hem daha az ilişki kurmak isteyecek hem de bu istek eski aciliyetini yitirecekti.

Yaptığımız anlaşma çoğu zaman iyi gitse de, bazı kaçınılmaz kopukluklar olmaya başlamıştı. Bu kopukluklar, onu anlayamadığımda, ona uzak gözüktüğümde ya da anlaşmamızda yeni bir düzenlemeye ihtiyaç duyduğunda ve ben bunu kabul etmediğimde oluyordu. Böyle olduğunda, kızgın bir biçimde durumu ve beni kontrol etmekte diretiyor ve Liotti’nin tarif ettiği dağınık/düzensiz davranışı sergiliyordu. Sözgelimi, bana ısrarcı bir biçimde arıyordu; ben onu aradığımdaysa yüzüme kapatıyordu. Benle konuşsa bile, aksini çabaladığı halde, kaçınılmaz olarak öfkeleniyor, intihar tehdidinde bulunuyor ve sırf tekrar aramak ve süreci yeniden başlatmak için telefonumu yüzüme kapıyordu. Bu noktada, onun yaşadıkları karşısında sürekli empatik olmaya çalışmam onu yalnızca daha fazla öfkelendiriyordu. Bu dönemlerde, tuzağa düşürülmüş, çaresizce eziyet çeken bir çocuk gibi hissediyordum kendimi. Sınır koymaya ya da olayı kontrol etmeye yönelik herhangi bir çaba gösterdiğimde, daha da yoğun bir ısrarla beni kontrol etmeye çalışıyordu. Deneyimime göre, bu dönemler, genellikle psikolojik olarak kendi bağımsız gerçekliğimi savunmaktan tümüyle vazgeçtiğim ve kendimi tamamen onun durumu nasıl yaşadığını anlamaya verdiğimde sona eriyordu. Buna rağmen, söz konusu durumun herhangi bir somut özelliğini-tatil planları ya da yerine getirmeyeceğim istekler konusundaki tavrım gibi- değiştirmedim. Sara, bu dönemleri neyin sonlandıracağını ve öfkesini yatıştıracağını bilmiyordu.

Kısa süre sonra, Sara’nın bu düzensiz öfke hallerinin tedavisine mani olacağını anladım ve geçmiş ilişkilerinde bu düzensiz halleri nasıl yaşadığını daha çok anlattıkça, bunların uzun bir süredir hem tedavisi hem de ilişki kurması ve sürdürmesi açısından ciddi bir engel teşkil ettiği açığa çıktı.

İlk gözlemim genel anlamda Liotti’nin formülasyonuyla tutarlıydı: gözle görülebilir bir biçimde düzensiz olan hallerin dışa püskürtülmesi, Liotti’nin tarif ettiği gibi gelişen bir öznelerarası deneyimdir. Yine de, tedavi sırasında, bu çeşitli hallerin arka planda sürekli bir işleyiş halinde olduğu ve travmatik bir tetikleyiciyle birlikte ön plana çıktığı giderek aşikar olmaya başlamıştı; bu süreci büyük ihtimalle en iyi tarif eden, gidip gelen gelişimsel/ kendilik nesnesi ve aktarımın tekrarlayıcı boyutundan bahseden Strolorow ve Atwood’dur (1996). Gelişimsel boyut ön planda olduğunda, Sara kendisi ve başkalarını gayet iyi anlayabiliyor, tekrarlayıcı boyut ön planda olduğundaysa, kendiliğe ve ötekine dair oldukça travmatik fikirler öyle baskınlaşıyordu ki düşünümsel (reflective) kapasite tümüyle engelleniyordu.

Sara’nın geçmişi düşünüldüğünde kontrolcü bir strateji geliştirmiş olması oldukça normaldi. Ama Sara’nın kontrolcü stratejisi benimle olan ilişkisinde de gidip geliyordu. Gelişimsel boyut ön planda olduğunda ve benimle olan durumu kontrol altında tuttuğunu hissettiğinde, bağlanma ihtiyacı ve isteğini dolaysız ve güvenle yaşamaya ve ifade etmeye kendine izin veriyordu. Bunun dışındaki zamanlar kendini beni eğlendirmeye adamış gibi gözüküyordu; bu ‘iyi’ anneyi olabildiğince uzun bir süre tutmak için uyguladığı bir stratejiydi. Diğer zamanlar, beni bakıma muhtaç bir çocuk olarak ( annenin çocuğu alter’i gibi) görüyor ve bana bakmaya çalışıyordu. Bazı zamanlarsa, kendime zarar vermemden endişeleniyor ve yanımda kalıp intihara kalkışmamam ya da kendime zarar vermemem için beni denetleme ihtiyacı duyuyordu.

Yine bazı zamanlar ona gizli bir öfke ve/ya da cinsel bir duygu beslediğimden ve/ya da onun acı çekmesinden sadistik bir biçimde haz duyduğumdan şüpheleniyordu. Böyle zamanlarda, yeterince güvenilir, anlayışlı ve yatıştırıcı olabilmeyi başarırsam, gelişimsel boyut yeniden ön plana çıkabiliyor ve güvenini tekrar kazanıyordum. Eğer bu anların birinde, tarzım ve davranışlarımla yeterince güven verici olmazsam, bana karşı felaket bir kaygıya kapılıyor ve elinden geldiğince beni idare etmek ve kendini korumak için derhal cezalandırıcı bir kontrol stratejisi uygulamaya başlıyordu. Bu bir süre sonra düzensiz bağlanma hareketleriyle de birleşiyor ve aynı anda bana hem tutunmaya hem de benden uzaklaşmaya çalışıyordu. Bunun sonucunda, ofisimden fırtına gibi çıkıyor, cep telefonundan bana ısrarla çağrı bırakmaya başlıyordu. Onu geri aradığımda, bana bağırıp telefonumu yüzüme kapıyordu- sırf beni tekrar arayabilmek için. Bu düzensiz dönem devam ettikçe, beni intiharla tehdit ediyordu; böylece aynı anda beni hem kontrol etmiş, hem terk etmekle tehdit etmiş, hem cezalandırmış, hem bana tutunmuş hem de benden uzaklaşmış oluyordu. Bu tür dönemlerde, çocuk alterler beni arayıp, ağlıyor ve yardım istiyordu; bu kabul ettiğimdeyse öfkeli, düşman alterler devreye giriyordu.

Böyle dönemlerde Liotti (2005), Davies ve Frawley’nin (1994) tarif ettiği ‘drama üçgeni’ aklıma geliyordu. Yine de, Sara ve benim öznelerarası deneyimimizi tanımlarken, kendilik-öteki deneyimi ve davranışı arasında bir ayrım yapmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. Böyle zamanlarda, kendimi fazlasıyla şiddetli bir saldırı karşısında bir tür sınır duygusuna tutunmaya çalışan, tuzağa düşürülmüş, eziyet edilen, öfke ve korku dolu bir çocuk gibi hissediyordum ve yaşadığım deneyimin Sara’nın cezalandırarak kontrol eden öfkeli ebeveynleri karşısında yaşadığı şeye muhtemelen çok benzediğini düşünüyordum. Buna rağmen, bu tür dönemlerde, bununla ilgili duygularımın pek bir yorumlayıcı değeri yoktu- olsa da sınırlı bir düzeydeydi; çünkü Sara kendini beni kontrol altına alıp hükmetmeye çalışan ve bu sayede umutsuzca tekinsiz bir güvenlik duygusuna tutunmaya çalışan bir kurban gibi görüyordu. Böyle zamanlarda ve bu haller içindeyken, Fonagy ve meslektaşlarının (2003) düşünümsel kapasitesinin eksikliği tanımına uygun olarak, travmatik duygu ve fantezileri ona gerçek gibi gözüküyordu. Sonraları, bir çözüme ulaşıldığında ve düşünümsel kapasite onarıldığında, o dönemde ona fiziksel olarak saldırıyormuşum ya da onu tehlikeye atıyormuşum gibi geldiğini söyleyebildi.

Birlikte çalışmamızın önemli parçalarından biri, bu dönemlerin bir çözüme ulaşıldıktan sonra işlenişidir. Neler olduğunu bir süre tartıştıktan sonra, Sara’nın düşünümsel kapasitesi gelişmiş gibi gözüküyordu ve benim durumdaki öznelliğimi giderek daha fazla kavramaya ve üzerine düşünmeye başladı; ayrıca, olayın geçtiği sırada kendi öznelliğini de anımsadı. Bu gelişme, yalnızca farklı bir alter kişiliğin belirmesi gibi gözükmüyordu; çünkü bu şekilde düşünme kapasitesi çeşitli alter hallere yayılmıştı; buna birbiriyle bağlantılı olarak farklı ruhsal haller üzerinde düşünme kapasitesi de dahildir.

Düşünsel kapasitedeki değişiklikler çift yönlüydü. Kendimi tekrar güvende hissetmeye başladığımda, olayın öznelerarası ve karşılıklı ilişkilenme halindeki niteliğini de daha iyi kavrayıp kabul edebilmeye başladım. Onun verdiği geri bildirim sayesinde bir çıkmazın oluşmaya başladığını- onun için epey tetikleyici bir imgeydi- anladığımda, korkmuş ya da/ve korkutucu bir şekilde bakmaya başladığımı fark ettim. Ayrıca, bu episodların ortasında sık sık kızgınlığa kapılıyordum-ki bu da empatik bir duruşu imkânsız kılıyordu. Üstelik, düzensiz bağlanma sorunu derinlemesine empatik bir anlayışın benimsenmesini güçleştiriyordu; çünkü Sara’nın o andaki ruh haline hakim olan çok çeşitli ve birbiriyle çelişen gelgitleri vardı. O sırada kendimdeki bir dizi düzensiz bağlanma tepkisinin de farkındaydım-bir yandan onunla ilişki halinde olmak istiyor, onun güvende olup olmadığına dair bir endişe duyuyor ve bir uzlaşma yolu bulmaya çalışıyordum, öte yandan da ondan büsbütün kurtulmak istiyor, kendi güvenliğim için kaygılanıyor ve ona hiddetleniyordum.

Tedavi ilerledikçe, bağlılığın güvenliği ve düşünümsel alan ikimiz için de birbirine ve ilişkimize bağlı olarak arttı. Bunun sonucunda, birbirimizin tehlike sinyallerine karşı daha tahammüllü olabilmeye başladık ve travmatik tetikleyici sayesinde patlama olmadan yolumuzu sakince bulabiliyorduk. İkili içindeki bağlılığın güvenliği arttıkça hem aktarım-karşı aktarım dinamiklerinin birbirine daha fazla eklemlenmesine-bunu en iyi anlatan şey çok yönlü, lineer olmayan bir sistemin faaliyetidir- olanak sağladı hem de onun sonucu oldu.

Bu süreçle beraber giderek daha açık olan bir şey, Sara için onun öznelliğiyle benim aramdaki sınırların giderek bulanıklaşmış olmasıydı. Sara’nın annesinin öznelliğini idare etme ihtiyacı ve annesiyle olan sınırların bulanıklığı benimle olan ilişkisinde de canlanmaya başladı ki bu benim için tuhaf bir aydınlanma olmuştu. Çalışmamızın üçüncü yılında, bir noktada Sara şunu belirtti: benim tatile çıkmama yönelik endişesi, zannettiğim gibi benim yokluğumda kendi duygusal halleriyle nasıl başa çıkacağına dair bir korkudan kaynaklanmıyordu; daha çok onunla temas kurmadığım takdirde gelgitlere daha açık olacağım ve “iyi Carol”u sürdüremeyeceğim kaygısıyla ilişkiliydi. Bunu tartıştığımızda, benim annesi ve kendisi gibi birtakım haller arasında gidip gelmediğim fikrine çok şaşırdı.

Çalışmamız ilerledikçe Sara’nın şu kaygısı daha öne çıktı: benden ayrılmanın ve giderek bağımsızlaşıp başarılı olmanın benim ruh halime zarar vereceğini hissediyordu. Kendi hayatını daha çok yaşamaya başladıkça, ‘İhtiyacın olursa ara ya da sana gereksinim duymama ihtiyacın olursa ara’ diyordu. Seans dışında aradığında bu görüşmenin çoğu zaman onun mu yoksa benim mi yararıma olduğu çok açık değildi. Bunu aramızda daha açık bir biçimde dile getirmemizle birlikte kaygısı azalmıştı. Tıpkı daha güvenle-bağlanan bir çocuk gibi, Sara da şimdi dünyasını keşfetmek, bağımsızlaşmak ve başkalarıyla ilişki kurmak için daha çok duygusal özgürlüğe sahipti.

Bunu başardığımızda, Sara bazen bana şunu soruyordu: ‘Neden bütün bunları başka terapistlerle değil de seninle yapabildim?’ Bununla ilgili düşündüklerini sorduğumda üç özellikten bahsetmişti. İlki, güvenilir olmamdı. İkincisi, zamanın ‘pencerelerini’ bana erişebileceği zaman kullanmış olmamdı. Pencereler sayesinde benim için endişelenmek zorunda kalmadığını ve bunun da onu çok rahatlattığını açıklamıştı. Üçüncüsü de, onu telefon süresi için ücretlendirmiş olmamdı.

Bu üç özellik bir araya getirildiğinde, bu tedavide daha ‘güvenli bir temel’ kurmak için şu iki şeyi yapmış olmamın önemli olduğunu gösterir: bir yandan daha esnek ve geniş davranırken, bir yandan da kendi öznelliğime ve ihtiyaçlarıma onunkinden ayrı ve bağımsız olarak saygı gösterilmesinde ısrar etmiş olmam, Sara’nın kendi öznelliğini ve kendilik hissini geliştirecek kadar özgür hissetmesini sağlamıştı.