psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

8 Eylül 2007 Cumartesi

SIGMUND FREUD, WOODY ALLEN, YUMURTALAR ve DİĞERLERİ

SIGMUND FREUD, WOODY ALLEN, YUMURTALAR ve DİĞERLERİ



Sigmund Freud (1913) “omlet yapmak için yumurtaları kırmak gerek” der. Bu sözü Psikanalitik tekniğin uygulamalarındaki riskleri tartışırken sarfeder. Her Psikanalitik uygulama kendi kuramsal kaynağında bir geçerliliğe sahiptir. Bu kuramsal geçerliliğin mutlakiyeti, yaşamın kaypak zeminindeki göreceliliğin çok sayıdaki olasılığı ile karşılaştığında eleştirel zihinlere sakıncalar üşüşür. Freud sapına kadar bir bilim ve ilim adamıdır ama aynı zamanda gözüpek bir uygulamacıdır. “Yumurtalar kırılmadan olmaz” der. Psikanaliz üzerine düşünmek, konuşmak ve yazmak ta çeşitli eylem türleri olduğu için “yumurtaları kıracak”tır. Bu eylemleri yumurtalara zarar vermeden yapmak iddiasında olmak, Psikanalizin saatini 1939’da durdurmak anlamına gelir. O saat ki Psikanalizin doğum yılı 1896’dan 1939’daki Freud’un ölümüne kadar hiç durmamıştır.


Hadi gelin birkaç yumurta da biz kıralım.

*********


Psikanalizin tekniği bir çözümlemedir. Psikanaliz hastanın iç dünyasını çözümler. Analist bu çözümlemeyi yorumlarla hastaya iletir. Yorumlar hastanın iç dünyasında değişimlere yolaçar. Bu yorumlar bir hakikati ifade etme iddiasındadırlar. Bu özellikleri sebebi ile onlar birer yargıdırlar. “Yargı” kelimesini “adalet” kavramını ve dolayısı ile “yargılama”yı çağrıştırdığı için tedbirle kullanıyorum. Kullandığım hali ile “yargı” kelimesi “hakikat ile ilgili varılan sonuç” anlamındadır. Analistin hastası hakkındaki yargılarının doğruluğu ve mantıksal geçerliliği, onun analitik eğitimini tamamlamış olmasına bağlıdır. Analist eğitiminin en önemli parçası analist adayının iç dünyasının çözümlenmesi, bir başka deyişle analist adayının analizidir. Bu analiz, analist adayının kendi iç dünya dinamiklerinin farkına varıp, zorluk ve zayıflıkların üstesinden gelmesini sağlamakla kalmaz, bir analiz sürecinin nasıl gerçekleştirildiğine dair bir öğretim işlevini de görür. Analist adayı, haftada birkaç günden senelerce Psikanaliz ustasını işini yaparken izlemiştir (görmemiştir ama izlemiştir).

Analist adayı artık analist olarak kabul edileceği yetkinliğe erişince ne yapar ? O artık divana yatmaz. Divana yatan hastalardır. Artık hastaların çağrışımları, dolayısıyla onların iç dünyaları çözümlenecektir. Geçmişteki analist adayının sözleri “çözümlenen”, şimdiki analistin sözleri “çözümleyen”dir. Analistin sözleri, Psikanalitik kuramın mutlak bilgisinin hastanın çağrışımlarını çözmek amacı ile –onun gerçeğine uygun bir şekilde- dile getirilmesidir. Peki bu çözümleme süreci nasıl gerçekleşir ?

Toksöz Karasu’ya (1989) göre analitik süreç bir satranç oyununa benzetilebilir. Satrancın herbir oyunda geçerli olan değişmez kuralları ve gerçekleri vardır. Ancak hiçbir satranç oyunu bir diğer satranç oyununun aynısı değildir. Benzerlikler olabilir, ancak taşların hareketleri ve iki oyuncunun karşılıklı hamle etkileşiminin yüksek sayıdaki olasılık zincirleri herbir oyunu eşsiz kılar. Herbir analitik süreç gerçekten de eşsiz midir ? İnsan ve onun psikolojisi hakkındaki bilgi ve deneyimlerim bana öyle olması gerektiğini söylüyor. Ancak Psikanalizi oldukça pozitivist bir çizgide tutan klasik yaklaşımın bu gerçeği yeterince göremediğini ve değerlendirmeye almadığını düşünüyorum.


Tartışmamın merkezine zamanı ve onun getirdiği değişimlerin göreceliliğini koymak isterim. Psikanaliz bu zamansal göreceliliği hasta için değerlendirmeler yaparken oldukça önemser. Hasta başlangıçta bilinçsizdir, ancak çözümleme süreci ilerledikçe bilinçlenecektir. Hastanın bugün kullandığı ve habis etki yaratan savunmalar yarın devredışı kalacaklardır. Hastanın analistine duyduğu aktarım duyguları, aktarım yorumlarla çözümlendiği zaman hız kesecektir. “Dün”, “bugün” ve “yarın” hastanın gerçeğini anlama ve açıklama uğraşında sık başvurulan referanslardır. Öte yandan, bu referanslar analistin düşünceleri, duyguları ve etkinliğini hastanın değerlendirilmesindeki kadar bağlamaz. Analist, hastaya göre adeta “zaman-dışı”dır. Hind mitolojisine bir gönderme yaparak diyebiliriz ki, o geçirdiği çözümleme süreci sayesinde zamanın deterministik zincirinden kurtulmuş, “Karma’yı kırmıştır”. O bir anlamda “aydınlanmış insan”dır. Hastanın üzerinde yürüdüğü zamansal düzlemi bir cetvel gibi düşünürsek, analist, cetvel-hasta ilişkisini bu boyutların dışında kalmış bir göz gibi seyretmektedir. Hastanın attığı her adımda üstüne bastığı noktayı ve sonrasında ulaşacağı noktaları gözlemekte ve bilmektedir.

Zamanın (Z) birimlerini, Z1, Z2, Z3….Zn olarak simgeleştirirsek, hastanın bu zaman boyutundaki sözleri, eylemleri, HaZ1; HaZ2; HaZ3…HaZn olarak sıralanacaktır. Analistin söz ve eylemleri de (veya sözsüz iletişimleri; eylemsizlik eylemleri) AnZ1; AnZ2; AnZ3…AnZn olarak sıralanacaktır. Ancak bu durum, analistin bilgisi ve bilinci açısından değerlendirildiği zaman sadece bir dış görünüştür. Analist hastanın zaman-bağımlılığına uyum sağlamak için bir anlamda “..mış gibi davranmaktadır”. Örneğin analist hastanın çatışmasının sebebini “bildiği” halde bunu hastaya yorumlamamakta, onun sorularına –yanıtlarını “bildiği” halde- karşılık vermemektedir. Böyle bir çözümleme sürecini zaman boyutunda ifade etmek istersek ortaya aşağıdaki şekil çıkmaktadır:





Şekil 1


Şekilde görüldüğü gibi analist zamana bağımlı olmayan bir noktada durur. Değişen, dalgalanan, farklılaşan hastadır. Analist ise ilk seansta neyse, son seansta da o olma iddiasında ve konumundadır. Bu abartılı ifadeler tabi ki gerçeği yansıtmamaktadır. Bu satırları okuyan ve yukarıdaki şekile bakan analistler türlü itirazlara girişebilirler. Ancak bu itirazlar ve analiz odasındaki duruşlarının temelindeki düşünceler eninde sonunda birbiri ile çelişirler. Aktarım olgusunu ele alalım. Bilindiği üzere, aktarım ve özellikle aktarım nevrozu, hastanın, analisti geçmişindeki çatışmanın etkisinde algılaması ile ortaya çıkar. Hastanın analiste yönelik düşünceleri ve duyguları nesnel gerçeklik değil, çarpıtmalardır. “Nesnel gerçekliği” bilen analist, bu çarpıtmaları “kolayca” algılar ve zamanı gelince yorumlar. “Nesnel gerçekliği” bilme konumunda olmak yani analist koltuğunda oturmak, -hastanın kendini deterministik bağlarından kurtaramadığı- “zaman”dan bağımsız olmaktır. Analist adına düşünürsek, hem hastanın o “çarpık” algılamalarında hiç pay sahibi olmadığını varsaymak, hem de hastanın çağrışımlarında “nesnel gerçeklik”ten herhangi bir sapmayı hemen farketmek, zaman boyutunda bir çeşit “dışarıda oluş”, varlık boyutunda ise bir “yokoluş”tur. Adeta analist yoktur. Veya şöyle söyleyelim: Analist bir Tanrı kadar vardır ve bir Tanrı kadar yoktur. Hasta adeta “araf”ta tekbaşına konuşmaktadır.


*********


Yukarıdaki satırları okuyan Psikanalizle yakın tanış olan kişiler çeşitli itirazlar dile getirebilirler; yukarıdaki analiz ve analistin benim kafamdaki “çarpılmış” imgeler olduğunu söyleyebilirler. Bunlar sıkı bir Psikanalizden geçirilmesi gereken anormallikler olarak değerlendirilebilir. Zaman zaman ben de kendimle ilgili böyle düşünce ve duygulara kapılsam da, Psikanalitik dünyada sık rastlanan bir olgu, bunları dile getirmek konusunda beni ikna ediyor. Bu olgu bana göre “samimiyet eksikliği”dir.


Lacan’a göre, analist aslında bir şey bilmez. Ancak hasta onun bildiğini düşünür. Bu “bildiğini sanma süreci” (analizin kendisi) sonucunda analist artık gerçekten hastayı bilmeye başlar. Bu sözler gerçekten hoş ve cesur görünmektedir. Ancak samimi midir ? Analist gerçekten başlangıçta hiçbirşey “bilmemekte” midir ? Gerçekten öyleyse, o zaman sunduğum şekil gerçek olmayacaktır. Analist te hastası ile beraber zamanın göreceliliğine mahkum olacak; mutlakiyetin “zamansızlık locası”nda oturamayacaktır. Ancak bu sonuca varmak o kadar kolay değildir. Bu sonuca varışı, kendilerini sürekli doğrulayan kehanetler olarak kuramsal beklentiler engellemektedir. Psikanalitik süreç klasik hali ile “bir çıplak antropolojik göze” sahip değildir. Ayrıca antropolojik çaba ne kadar “geçmişi”nden kurtulabilir ? Bu soruya “sonuna kadar kurtulabilir” yanıtını vermek olası değil. Ancak antropoloji bunu bütünü ile başaramayacağının bilincinde olma durumundadır ve açıklama “samimiyeti”ne sahiptir. Zaten antropolojiyi var kılan da bu samimiyet değil midir ?


Psikanaliz süreçleri eninde sonunda aktarımları doğuracaksa, bu aktarımlar hep Oidipus kompleksine dayanacaksa, yorumlar önce dirençle karşılanıp, sonra kabul edilecekse ve yavaş yavaş patoloji buharlaşacaksa ve dört-beş sene sonra analist ve hasta vedalaşacaksa…Tüm bunları analizin ilk gününde bilen ve öngören analist gerçekten hiçbirşey “bilmemekte” midir ? Yoksa “bilmiyormuş gibi” mi davranmaktadır ? Yine devam edersek, analistin hasta hakkındaki duygu ve düşünceleri analize tabi tutulurken, analistin hastası hakkındaki duygu ve düşünceleri çözümlemenin nesnesi değil etkinliği ve aracıysa; analist, analizin son gününde de, ilk günündeki etkinliğini analist nesnelliğinin gerekirliği olarak sahipleniyor ve “meşru” kılıyorsa ve bunu “nesnel gerçekliği bilme sağlığı”nın maskesi ve pelerini olarak taşıyorsa, antropolojik bir cesaret ve açıklıktan söz edebilir miyiz ? Tüm bu koşullar karşısında “analist aslında bir şey bilmez; hastası onun bildiğini sanır” sözü, hoş görünme kaygısı taşıyan, moda tabiri ile “politik olarak doğru” bir tavır ortaya koymadır; ancak samimi değildir.


*********


Antropoloji mantropoloji derken, tartışmayı bir “gören-görülen”, “yorumlayan-yorumlanan”, “çözümleyen-çözümlenen” ikilemleri düzlemine getirdim galiba. Bu düzlemde insanlık tarihinin en öne çıkan olgularından birinin “Doğu-Batı” ikilemi olduğunu düşünüyorum. Kastettiğim şey, “beyaz batılı erkeğin” “öteki”ni nasıl “gördüğü”, “yorumladığı” ve “çözümlediği”.


Thierry Hentch’in (1988) “Hayali Doğu” adlı eserinde berraklaşan bir resim var. Batı için, tarihin bir noktasından itibaren bir “öteki” (Doğu) oluşur. Pers savaşları, Truva savaşı gibi bir takım tarihi olaylar ve coğrafi uzaklık gibi nedenler tarafından beslenen bu durum, İslam’ın doğumundan sonra iyice kristalleşir. Batı, uzaklığın ve cehaletin sisleri arasında bir “atıflar kazanı” yaratıp, içini tüm “ben-olmayanlar”la doldurur. Bu bakış bir görme, yorumlama ve çözümleme etkinliği ile “oryantalizm” gibi bir ürüne dönüşür. Bu sürecin en çarpıcı yanı belli bir süre sonra Doğulu için de “Doğu”nun bu resim haline gelmesidir. Doğulu kendisi ile ilgili değerlendirmelerini, çıkış noktası arayışlarını ve “Batı”yı, bu kendisine zekredilen ikilemin güdümünde yapar olur. “Yorumlanan ve çözümlenen” bu “yorum ve çözümleme” ile özdeşleşir.


Hipnoz eğitimlerinde, zihnin işleyişini anlatırken öğrencilere küçük bir eksersiz yaptırırlar. “Gözünüzü kapatın ve beyaz maymunlar dışında herşeyi düşünün"”derler. Gözler kapatılır ve zihinlere beyaz maymunlar üşüşür. Geçenlerde bir grup meslektaş ile Oidipus kompleksinin evrensel bir olgu olup olmadığını tartışıyordum. Orada bulunanlar tartışmaya pozitivizm, post-modernizm, sosyal inşacılık, yapısalcılık, antropoloji gibi değişik açılardan bakarak katıldı. Genel kanı böyle bir kompleksin Psikanalizin doğumundan önce varolmasa bile “artık varolduğu”ydu.


Psikanalizin “beyaz batılı erkeğin” “öteki”leri çözümleme aracı mı olduğu, yoksa onun çözümlenmesine mi yaradığı uzun uzun tartışılması gereken bir konudur. Ancak “öteki”lerin, yani kadınların, çocukların, “Doğulu”ların ve “siyah”ların doğrudan ve “dolaylı” itiraz ila homurtuları –bunlar tamamen kuramsal olarak doğrulanacak şekilde direnç olarak algılanabilirler- “analist”in kim olduğu konusunda açık bir fikir veriyor. Freud için “çözümlenen” çoğunlukla çocuk, ilkel, kadın veya “kadınsı”dır. Analist “erkek adam”dır (veya “erkek kadın”, ya da “erleşmiş kadın”).


*********


Yukarıdaki satırların özündeki tartışmalar son otuz-kırk yılda psikanalizi evrim ve devrimlere sürükledi. Bu değişimler geleneksel analitik ortamı kırıp, analist ve hasta arasındaki ilişkinin insani yönlerinin ortaya çıktığı bir “çevre”nin olası olduğu fikrini doğurdu (Orange, Atwood ve Stolorow, 1997). Muhafazakar kuram ve uygulama varolmaya devam etse de, analitik ortam yenilikçiler tarafından artık Tanrı ve kul ilişkisinin belirlediği bir “araf” değil, iki insanın çözümleme uğraşını beraberce gerçekleştirdiği bir “çevre” olarak algılanmaya başlandı.Özellikle Heinz Kohut’un geliştirdiği Kendilik Psikolojisi (Self Psychology) ekolü ile bu ekolden doğan Öznellikler-arası (Intersubjective) bakış ve Amerika Birleşik Devletleri’nde gelişen Kişiler-arası psikanaliz (Interpersonal Psychoanalysis), hastanın iç dünyasının bir “yalıtılmış zihin” olarak anlaşılamayacağını önesürdü. Özellikle Öznellikler-arası kuramcıları iyice köktenleşen yaklaşımlar sergileyerek, çözümlemenin nesnesinin sadece hastanın iç dünyası olamayacağını ileri sürdüler. Onlara göre, çözümlenecek olan analist-hasta ilişkisinin bağlamıydı.

Öznellikler-arası kuramcılarına göre, hasta, analizin belirli bir anında analistle ilişkisinin bağlamsal etkisi ile spesifik bir davranışa yönelir. O davranışı yorumlama ve çözümleme uğraşında olan analist, o hareketi doğuran zincirleme ilişkisel adımları –kendi adımlarını da ihmal etmeyerek- değerlendirmelidir. Önceki sayfaları hatırlarsak, klasik yaklaşımda analist adeta “zamansız bir mutlakiyet locası”nda oturup, zamanın cetveli üzerinde yürüyen hastayı seyretmektedir. Bu mutlakiyet, analiste bir bilgisel sınırsızlık getirmektedir çünkü bilgisel sınır, zamansal göreceliliğin bir sonucudur. Modern yaklaşımlarda analist ve hasta zamanın göreceliliğine ve onunla bağlantılı bilginin sınırlılığına beraberce tabidirler. Ancak, sadece hastanın iç dünyasının yansıtmalarından ibaret olmayan, beraberce yarattıkları ilişkinin geride kalan adımlarının yarattığı “bu anı” anlama ve açıklama çabasından vazgeçmezler. Önerilen çalışma modelini aşağıdaki şekilin yardımı ile anlayabiliriz.




Şekil 2

Yeni yaklaşımların önerdiği bu model nihai aşamada Ferenzci’nin “karşılıklı analiz” olgusuna yelken açar. Teknik olarak en tartışmalı konu, bu karşılıklı analizde analistin kendi iç dünyasını ne dereceye kadar hastasına açacağıdır. Bu konu oldukça dikenlidir çünkü işin içine psikanalizin temel ilkeleri ve mesleki etik kaygıları girmektedir. Bu sorunsaldan çıkış noktası kolayca bulunabilecek gibi görünmemektedir. Ancak bu sorunsalı bir çırpıda yoksaymak veya “çıkış noktası yoktur, olamaz” diye dogmacı bir tavır sergilemek, psikanalitik kuramın evrimine darbe olur. Kuramsal evrim ve devrimler Zen’in Koanları gibi zor veya “imkansız” soruların peşinde geçirilen uzun yıllar ve patlatılan kafalar ile oluşur. Aksi takdirde hastaların çağrışımlarına gösterilen kolaycı ve indirgemeci yaklaşım, Psikanalitik kuramın kendisine de gösterilir ve kuram yerinde saymaya başlar.

Modern yaklaşımların “ilişkisel bağlam çözümlemesi” analizi “ezeli ve ebedi” bir nedensellikler karmaşasına sokuyor gibi görünebilir. Klasik yaklaşımın analiz nesnesi bir iç dünyanın sınırları ile belirlenmiştir. Oysa modern yaklaşımların çözümleme nesnesi, analitik ilişkiden başlayıp, geçmişten bugüne katlana katlana gelen sınırsız sayıdaki ilişkisel bağlamın kaleidoskobudur. Böyle bir karmaşıklık, analistin elini kolunu bağlayıp, onu söz söyleyemez duruma getirebilir. Bu da başka bir zor sorunsaldır. Kohut (1984), psikanalizin karmaşık zihinsel süreçlerin bilimi olması gerektiğini söyler. “Ne yapalım böylesi çok karmaşık; biz değişkenleri kısıtlayıp, analiz edelim” deyip, herşeyi bir iç dünyanın yansıtmalarından ibaret görmeye devam etmek, fıkrada olduğu gibi, adamın kaybettiği anahtarını, düşürdüğü yer çok karanlık olduğu için, gidip ilerde sokak lambası altında aramasına benzer. Psikanalitik kuramın bilgisi, orjinal kuramın gitgide daha fazla alana uygulandığı bir “yatay genişleme” kadar, bilginin inceldiği ve karmaşıklaştığı ve dolayısıyla değiştiği bir “dikey genişleme”ye de gereksinim duymaktadır. Psikanalizin ilk yüz senesinin büyük bir bölümü “yatay genişleme” çabaları ile geçmiştir. Son yıllar daha zor ve tedirginlik yaratıcı “dikey genişleme” sürecine tanıklık etmektedir.

*********

Yukarıda özetlenmeye çalışılan yenilikçi yaklaşım klasik kurama bütünü ile yabancı mıdır ? Bu soruya “hayır” diyenlerin çıkacağını düşünüyorum. Evet, analist-hasta ilişkisinin karmaşık neden-sonuç bağlantılarını değerlendirmeye alan bir tutumun “bir şekilde” zaten klasik kuramın içinde varolduğunu iddia edebiliriz. Bu “bir şekilde” ifadesinin arkasında “süpervizyon” olgusu durur. “Süpervizör” “üçüncü”dür. Analist ve hasta ikilisinin dışında kalıp, onların karşılıklı attıkları ilişkisel adımları ve ardışık neden-sonuçları beraberce çözümler. O sadece hastayı değil, analist-hasta ilişkisel bağlamını, ikisinin iç dünyasını dikkate alarak analiz eder. Analist bu “üçüncü göz”ün çözümlemesini içselleştirip, seansa girer ve bu içgörüye göre davranır. Ancak bu içgörüyü hastasına sunmaz. Analist ve hasta arasında, iç dünyaları açma konusundaki asimetri varlığını sürdürür; Ferenczi’nin önerdiği simetriye girilmez. Yenilikçilerin önerdiği yaklaşımı, klasik kuramın “süpervizyon odaklı içgörü” olgusuna benzer görüp, modern öneriyi bu olgu üzerinden anlamaya çalışmaya devam edersek, ikinci bir süpervizörün analist-hasta ilişkisel bağlamını çözümleyen birinci süpervizörün ilişkisel etkisini de yorumlayıp, çözümleyebileceğini söyleyebiliriz. İkinci süpervizör, “analist-hasta-birinci süpervizör” ilişkisel bağlamı üzerinde çalışabilir. Bu düzen, aşağıdaki şekilde görüldüğü gibi, genişleyen çemberler halinde, “n” sayıda süpervizörün varlığına kadar gidebilir.

Şekil 3

Klasik analiz uygulamalarının yenilikçi yaklaşımlara yaklaştığı bu nokta üzerinde daha fazla düşünmek gerekir. Gerçekten bu olgu ile klasik ve yenilikçi ayrımı ortadan kalkmakta mıdır, yoksa fark daha da belirginleşmektedir ? Yazının daha önceki bölümlerinde zikredilen “samimiyet” kavramına geri dönerek tartışırsak, analist kendi seans içi etkinliği ile ilgili içgörüyü süpervizöründen elde ettiği halde bunu seansta dile getirmemektedir. Böylece, modern yaklaşımlara göre, çözümlemenin en hayati besini olan “ilişkisel bağlam analizi”ni es geçip, hastayı bir “hakikat”ten mahrum bıraktığı gibi, ilişkisel bağlam hakkında yeni bir şey öğrenmemiş gibi (ilişkisel bağlamın açığa çıkardığı kendi zaman-bağımlılığı yokmuş gibi) davranmaktadır. Bazı durumlarda süpervizöründen öğrendiği “yeni” şey, hastasının seanslar boyu onunla ilgili iddia ettiği “eski” şey olabilir.

*********

Yazının önceki bölümlerinde zikrettiğim “yargı” kelimesi beni bir şeyler daha yazmam için gıdıklayıp duruyor. O satırlarda “yargı”yı “hakikat ile ilgili varılan sonuç” anlamında kullanmıştım. Ve de “yargı” kelimesinin “adalet” olgusu ile bağından uzak durmak istediğimi belirtmiştim. “Yargı” kelimesi ile “adalet” arasına koymak istediğim uzaklık, analisti bir yargıç gibi göstermek gibi bir kaygım olmadığını özellikle vurgulamak istememdendi. Ancak yine de, Psikanalitik süreçle ilgili eleştirel bakışım, “yargı-adalet” bağlantısını odak alarak bir şeyler üretebilir.

Yargıç adalet dağıtma görevini yerine getirirken çeşitli yargılarda bulunur. O “adaletin şaşmaz terazisi”nin temsilcisidir. “Adaletin şaşmaz terazisi” olmak yargıça “nesnel hakikat”i bilmek gibi bir görev ve zorunluluk yükler. O başlangıçta hakikati bilmez ama sorgulama yöntemi ile hakikate ulaşır (yargılar) ve karara varır. Bunu yaparken de –özellikle Türkiye’deki sıkışıklığı düşünürsek- sonsuza kadar uzanan zamanı yoktur. Bir taraftan da, onu zorlayan “gecikmiş adalet olmama” gibi bir Demokles’in kılıcı da mevcuttur. Sonuçta hakim kararını verir ve “şeriatın kestiği parmak acımaz” der.

Verilen karar adil midir ? Hakikata “hakikat” olarak ulaşmayı sağlayacak yargı, onu ortaya çıkaran tüm değişkenleri –aralarındaki kompleks etkileşim de dahil olmak üzere- derinlemesine incelemeyi gerektirir. “Yargı” –üstüne üstlük insanın maddi ve manevi en değerli varlıkları (özgürlük, yaşam, şeref, vb) hakkındaki bir yargı- insanlık tarihinin geliştirdiği tüm bilgiyi ve bilgilenme araçlarını kullanmalıdır. Antropoloji, Psikanaliz, psikoloji, tarih, felsefe, ekonomi, sosyoloji, tıp, mühendislikler, vb. gibi, doğa ve insanı anlama ve açıklama uğraşları o yargılamanın birer parçası olmalıdırlar.

Öte yanda günlük yaşam sabırsız ve tahammülsüzdür. “İş bitirilsin” ister. Çoğunlukla “adil karar” yerine, “hızlı adalet” başarı kıstası sayılır. “Ütopik yargı” muhtemel ki, basit bir kira hukuku davasını bile yüzlerce duruşmada bitirebilir. Böyle bir adalet anlayışının asla pratik olmaması ve hiçbir zaman uygulanamayacak olması, bu anlayışın peşinden koştuğu kompleks bir hakikat olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Biz Uranüs’e gidemesek te, Uranüs vardır ve var kalacaktır. Ve de, bazıları Uranüs’e gitmeyi kafalarına koyacaklardır.

Psikanaliz –özellikle klasik uygulamasında- herzaman “hakikat”e ulaşmayı hedefler. “İçgörü” hakikatin hasta tarafından anlaşılmasıdır. Tüm yazıya içkin soru ile bir daha kurcalamamız gerekirse, Psikanalizin niyeti ve hakikate ulaşma araçları gerçekten, insanın varoluşundaki karmaşık ve zaman zaman oldukça belirsiz bilgiye ulaşmayı amaçlar mı ? Yoksa, bu uğraş Freud’un yaşam boyu verdiği cesur ve samimi mücadele ile sınırlı kalmış olup, Freud-sonrası Psikanalizin hakikat arayışları bir aldatmaca şeklinde kuramın totolojik karakterde doğrulama ve doğrulanmaları mıdır ? Psikanaliz ve Psikanalitik uygulama, adalet kurumu ve mahkemelere göre çok daha şanslıdır. Psikanaliz uzun yıllar sürebilir. Sürecin iki aktörü de –hastanın dirençlerine rağmen- “hakikat”in peşindedirler. Bu zaman ve koşul avantajlarını kuramsal bağnazlıklara kurban etmek, Uranüs’e gidecek kadar zaman ve “çaba” harcayıp, plaja gitmeye benzer. Uranüs soğuk, kasvetli ve tehlikeli olabilir. Bu özellikleri ile plajın çekiciliği ile asla rekabet edemez. İyi de plaja gitmek isteyen niye illa da Uranüs’e gidiyormuş gibi zorlasın ki kendini ?

*********

Freud ve Psikanaliz “çözümleme”yi amaç edindiler. Bu “çözümleme” çabası “açıklama” ve “anlama” hedeflerini zengin bir kuramsal modele dayandırmaktadır. Bu kuramsal model penceresi de –diğer her kuramsal model gibi- “yaşam” kadar geniş değildir. Penceresi yaşam kadar geniş bir model zaten “yaşam” olurdu. Yaşamın içinde varolup, kuramın dışında kalanlar, o kuramın eleştirisinin hammaddesi olmuşlardır. Psikanaliz de sınırlılığı yüzünden –bu yazıda olduğu gibi- eleştiri almaktadır ve ilerde de alacaktır. Bu eleştiriler kuramın penceresinin genişlemesi için birer fırsat olabilirler. Ne var ki, bu çok ta kolay değildir çünkü Freud’un dehasının yarattığı kurama yönelik eleştirilerin güdülediği devrim ve revizyonlar, bir mantık argümanları salkımı olan kuramda çelişki ve geçersizliklere yolaçmaktadır. Başta Kohut’unkiler olmak üzere tüm kökten eleştiriler çok değerli olmakla birlikte, Freud’un kuramına –kısmen bile olsa- alternatif üretmekte zorluk çekmektedirler. Üstelik Psikanalitik kuramın,“eleştirmeninin repliğini belirleyen” “geniş diyalog” karakteri, eleştirmenleri eleştirilerinde ya Psikanalitik kuramın içinde kalıp assimile olma, ya da tamamen Psikanaliz-dışına savrulma gibi bir kadere mahkum etmektedir. Bir noktaya sürekli bakmakla, o noktaya bakmamak için herşeyi yapmak arasında önemli bir bağ vardır: O nokta.

Kuramsal alandaki bu zorluk, uygulama için de geçerlidir. Pragmatik ve pratik esaslara dayalı seans-içi başarılar bir yamalı-bohçayı andırmaktadır. Çoğu zaman birbirleri ile çelişen –klasik ve yeni- kavramlar birarada kullanılır ve “işe yararlar”. Bu “işe yarama”nın kuramsal açıklamaları klasik kuramın bütünsellik ve tutarlılığına ulaşamazlar.

Uygulamacının eleştirdiği –hatta bir kısmını delice bulduğu-kavramlardan bir türlü kopamaması Woody Allen’ın “Annie Hall” filminin son sahnesinde anlattığı bir fıkrayı anımsatıyor (Woody Allen nereden aklıma geldi acaba ? Woody Allen yirmi seneyi aşan analiz hastası deneyimi ile büyük bir Psikanaliz sevdalısı. Aynı zamanda Psikanalizi kıyasıya eleştirme ve alaya alma konusunda oldukça çarpıcı bir örnek. Bunu analistime anlatmalıyım…).

“Annie Hall” filmi iki sevgilinin tutkulu ilişkisini anlatır. Kahkaha ile, kavga ile, sevgi ile, dert ile, seks ile dolu bir macera. Sonunda bu macera biter. Adam New York’ta kalır, kadın çılgın memleketi Kaliforniya’ya döner. Yıllar sonra New York’ta birkaç saatlik bir görüşme için bir köşebaşı kafesinde buluşup, geçmişten ve güncel yaşamlarından konuşurlar. Bir süre sonra kadın uçağına yetişmek için kalkar. Taksi hareket etmeden önce kadın ve adam birkaç saniye bakışırlar. İkisi de bir şey söyleyemezler. Taksi hareket eder. Adam köşebaşında yağmurun altında dikilir. Fondan Woody Allen’ın sesi bu “delice ilişki”nin yasını tutarak şu fıkrayı anlatır: “Adamın biri ruh doktoruna gider. “Doktor bey” der “kardeşim kendini tavuk sanıyor”. Doktor “bu çok ciddi bir durum” deyip, sorar: “Ne zamandır böyle kardeşiniz ?”. “Yirmi yıldır” diye yanıtlar adam. Doktor şaşkınlıkla içinde bağırır: “Niye daha önce bir şey yapmadınız ki ?”. Adam mahçup bir ifade ile önüne bakar: “Yumurtalara ihtiyacımız vardı”.

Yumurtalar ile başladık, yumurtalar ile bitirelim. İhtiyacımız olan yumurtalar ile…Bazen kırmak ihtiyacı duyduğumuz yumurtalar ile...

Yavuz Erten