Psikolojide Modeller
Asch'in İzlenim Modeli
İzlenimlerin oluşumu konusunda Asch tarafından öne sürülen bu model (configural model) geştaltçı teoriye dayanan bir modeldir. Buna göre, bir kişi hakkındaki izlenimimiz, bu kişinin algıladığımız ve bir bütün içinde örgütlediğimiz özelliklerine bağlıdır. İzlenimi oluşturan şey, tek tek özellikler değil, bunların birlikte organizasyonudur.
Asch'e göre bütün içinde bir öğenin değiştirilmesi, genel izlenimi etkilemektedir. Ancak tüm öğeler aynı nitelikte değildir. Merkezi öğeler, deneklerin izlenimlerini yönlendiren öğelerdir ve bunlar, diğer özelliklere yüklenen anlamı etkilerler. Örneğin 'mücadeleci' sıfatı, 'sıcakkanlı' sıfatıyla eşleştiğinde, kararlı, sebatkar bir insan konotasyonu; 'soğuk' sıfatıyla eşleştiğinde inatçı, katı bir insan konotasyonu uyandırabilir. Merkezi öğelerin dışındaki öğeler, periferik öğelerdir. Bunlar, genel izlenim üzerinde fazla etkili değildir.
Asch'e göre:
• Bireyler, diğerleri hakkında, yeterince enformasyona sahip olmasalar bile, genel bir izlenim oluştururlar.
• Birbirinden bağımsız iki özellik aynı kişiye ait olarak algılandığında, birbirinden bağımsız özellikler olmaktan çıkarlar ve dinamik bir etkileşime girerler. Böylece tutarlı bir bütün, bir sistem oluşur ve bu sistemde farklı özellikler, birbirlerinin anlamını etkileyerek birlikte bulunurlar.
• Özelliklerin tutarlı bir bütün içinde örgütlenmesinde, bazı özellikler merkezi, bazıları periferik bir nitelikte bulunur. Her bir öğenin ağırlığı, öğeler arası ilişkiler bütününe göre oluşur.
• Bu bütünde, belirli bir öğenin değişmesi, tüm bütünü etkiler; etkileme düzeyi, bu öğenin merkeziliğine göre farklılaşır.
• Bir kişi hakkındaki sıfatlar arasındaki bir çelişki veya uyuşmazlık (akıllı ve aptal gibi), bireyi, yeni enformasyonları daha dikkatli bir şekilde gözden geçirmeye iter. Çelişkiden kurtulmak mümkün olmadığında, genel bir izlenim oluşturmaktan vazgeçilir ve bu kişi, 'hakkında karar verilemez' biri olarak nitelendirilebilir.
Asgari Grup Modeli
Tajfel'in sosyal kimlik teorisine (1971, 1978) temel oluşturan deneysel çalışmalarında kullandığı deneysel desene gönderen asgari grup paradigması (minimal group paradigm) ya da modeli, deneysel ortamda, sosyal kategorizasyonun tek bağımsız değişken olduğu durumu ifade etmektedir. Bu deney deseninde, gruplar arası ayrımcılıkta etkili olabilecek tüm diğer değişkenlerin elendiği var sayılmakta ve salt 'biz' ve 'onlar' şeklinde (veya 'X'i sevenler' ve 'Y'yi sevenler') oluşan iki grubun varlığının, yani asgari düzeyde bir kategorilendirmenin ayrımcı tutum ve davranışlara yol açıp açamayacağı incelenmeye çalışılmıştır.
Tajfel'in araştırmasında asgari grup paradigması şu şekilde hayata geçirilmiştir: Denekler, yazı-tura atma yoluyla tamamen rastlantısal olarak iki gruba ayrılmıştır; iki grup arasında hiç bir çıkar çatışması veya rekabet söz konusu değildir; denekler tamamen anonim kalmışlardır; deneklerin arasında herhangi bir iletişim veya etkileşim yoktur, vb.
Asgari grup paradigması, bireylerin keyfi olarak iki gruba ayrılmasının, önyargı ve ayrımcılığın ortaya çıkmasıyla ilişkisi konusundaki araştırmaların kullandığı bir paradigma sayılabilir. Tajfel'den önce Rabbie ve Horwitz (1969), bireylerin keyfi olarak 'yeşil grup' ve 'mavi grup' şeklinde ikiye ayrılmasının, iç grup lehinde ve dış grup aleyhinde bazı değerlendirmelere yol açtığını Öne sürmüştür. Tajfel ve arkadaşları, söz konusu gruplandırmanın diğer planlardaki sonuçlarına da dikkati çekmiştir.
Tajfel sonrası yapılan araştırmalarda (Lorenzi-Cioldi ve Clemens, 2001), gerçek hayatta, gruplar arası çatışmaların çoğu kez statü ve güç bakımından birbirinden farklı gruplar arasında ortaya çıktığına dikkat çekilerek asgari grup paradigmasının boşlukta bıraktığı bazı hususlar giderilmeye çalışılmıştır. Örneğin laboratuvarda oluşturulan grupların statüsü, gücü ve sayısal büyüklüğü sistematik olarak manipüle edilmiştir (Sachdev ve Bourhis, 1991).
Benlik Modelleri
Benlik modelleri, araştırmalar için oluşturulan benliğin işleyiş modelleridir. Bu modellerden biri, benliği şema olarak kavramlaştıran modeldir: Bu, 'şema olarak benlik' modelidir. Bu model, bellekte depolanan kavramları temsil modeli olarak tanımlanan şema kavramını (kavramların yapılanmış bir bütünü), benlik anlayışına taşımaktadır.
Benlik şemaları, benliğe ilişkin sosyal enformasyonların işlenişini yönlendiren ve düzenleyen ve geçmiş yaşantılardan kaynaklanan bilgi genellemeleridir (Markus, 1977); benlik şemalarında, spesifik bilişsel temsillerin yanı sıra, bazı kategorizasyonların sürekli tekrarından doğan genel bilişsel temsiller, bir tür filtre mekanizması meydana getirip pekiştirir ve böylece oluşan benlik şemaları, bireyi değişikliklere karşı koruyucu bir işlev görürler.
Benlik şeması, iliş-kin olduğu alanda yeni enformasyonların işlenmesini kolaylaştırır, bu alandan, kendi davranışını destekleyen örnekler bulur; bu alanda kendi gelecek davranışlarını öngörmeyi sağlar ve şemasına uymayan enformasyonlara karşı direnmeyi sağlarlar.
İkinci model, 'prototip olarak benlik' modelidir (Rogers, 1977; 1981); burada benlik, bir kişinin kendini betimlediğini düşündüğü özellikler bütünüdür. Prototip, bir kategoriyi en iyi temsil eden öğesidir, kategorinin diğer öğelerine en çok benzeyen öğedir.
Benlik şeması, iliş-kin olduğu alanda yeni enformasyonların işlenmesini kolaylaştırır, bu alandan, kendi davranışını destekleyen örnekler bulur; bu alanda kendi gelecek davranışlarını öngörmeyi sağlar ve şemasına uymayan enformasyonlara karşı direnmeyi sağlarlar.İkinci model, 'prototip olarak benlik' modelidir (Rogers, 1977; 1981); burada benlik, bir kişinin kendini betimlediğini düşündüğü özellikler bütünüdür. Prototip, bir kategoriyi en iyi temsil eden öğesidir, kategorinin diğer öğelerine en çok benzeyen öğedir.
Üçüncüsü 'çağrışım ağı olarak benlik' modelidir (Hinton & Anderson, 1981). Burada enformasyonlar aralarında birbirine bağlantılı düğümler halinde düşünülür; bu düğümlerin birbiriyle bağlanmasından ağlar oluşur. Düğümlerden birinin uyarılması, onunla bellekte çağrışımlı enformasyonların hatırlanması ve tanınmasına yol açar. Bir kişiye kendini tanımlaması söylendiğinde, benliğe tekabül eden düğümle ilgili özelliklerini belirtir; benlik düğümüne en yakın, en merkezi özellikler, aynı zamanda en kolay uyanan özelliklerdir.
Bu bağlamda Kihlstrom ve ark. (1988), bellekte depolanmış iki tip benlik bilgisi ayırdederler: Bireyin kendisi . ve davranışları hakkındaki görüşüne ilişkin semantik bilgiler ile kişinin otobiyografık belleğinden gelen enformasyonlara tekabül eden episodik bilgiler.
Benliği tek bir bilişsel yapıda görmek doğru görünmemektedir, zira bireyler durumlara göre değişkenlikler göstermektedir. Örneğin bir bireyin benlik tanımında, merkezi özellikler sistematik olarak belirtilse de, periferik özellikler koşullara, durumlara göre anılmaktadır.
Blake Liderlik Modeli
Blake ve Mouton'un (1964, 1978) Yönetsel Izgara Yaklaşımı da denen (Managerial Grid Theory) liderlik modelleri, liderlikte hem işe yönelik olma, hem de kişiye yönelik olma boyutlarına önem veren bir liderlik yaklaşımıdır.
Bu modelde söz konusu iki boyut, dokuz basamak ya da dereceye ayrılmış ve birbirine dik iki eksen üstünde gösterilmiştir. Azdan çoğa giden düzende, dikey çizgi insan öğesine ilgiyi, yatay çizgi İse üretime ilgiyi ifade etmektedir. Boyutların farklı basamaklarının birbiriyle kesişmesi, farklı liderlik tiplerini ortaya çıkarmaktadır.Ancak yazarlar, sadece eksenlerin uçları ve ortalarının kesişmesinden doğan kombinezonları dikkate alarak beş ana liderlik tipi ayırdetmişlerdir. Bunlar 1-1, 1-9, 5-5, 9-1, 9-9 kombinezonlarına tekabül eden 'anemik tip yönetim', 'sosyal kulüp tipi yönetim', 'ara tip yönetim', 'iş merkezli yönetim' ve 'ekip çalışmasıyla yönetim' tipleridir.
Örnek olarak 'iş merkezli yönetim' tipini (9-1) ele alırsak, bu yönetim tipinde lider, astlarını ilgisiz, tembel, apatik görmekte ve salt üretim aracı saymaktadır. Dolayısıyla her şeyi kendisi planlamakta, kararlaştırmakta, katı bir disiplin uygulamakta ve tüm sonuçları denetlemektedir. Karşıt tipteki (1-9) lider ise, üretim ve randımanla ilgilenmeyip çalışanların hoşuna gitmeye, grup içi ilişkilerde ahengi sağlamaya ve korumaya çalışmaktadır. Blake ve Mouton'un ideal tipi, hem katılım, hem de randımana önem veren 'ekip çalışmasıyla yönetim tipi'dir (9-9 kombinezonu).
Bürokratik Düşünce Modeli
Billig (1989) tarafından ortaya atılan bu kavram, kategorizasyonu, bireylerin dış dünyanın karma-şıklığıyla başa çıkmak için izledikleri zorunlu bir yol olarak kavramsallaştıran sosyal psikologların çizdiği insan portresine işaret etmektedir.Kategorizasyonda, çeşitli kişi, olay veya nesneler, özgül yanları dikkate alınmaksızın kategoriler halinde toplanmakta ve böylece orijinal olan şeyler tanıdık hale getirilerek güven verici aşina kategorilere kapatılmakta ve bir bakıma evcilleştirilmektedir.
Billig'e göre buradaki (kategorilendiren) insanın imgesi, bir bürokrat imgesidir. Bürokratik sistemde her talep, yazıyla doldurulan bir form şeklinde bir basamaktan (büro, düzey) diğerine iletilir ve kayıt/sicil bölümünde biriktirilir. Bu metaforda düşünme, enformasyonun düzenli dosyalar içinde tasnifi şeklinde ele alınır. Bilişsel psikolojinin kategorilendiren kişi imgesi, Weber'in bürokrat imgesine tekabül etmektedir.
Davranışsal Doğrulama Modeli
Kendini gerçekleştiren kehanet olguları, genellikle algılayan ile hedeften oluşan iki taraf arasında bir etkileşime dayanırlar. Ancak bu olgu, bazen, iki taraf arası etkileşim olmadan da gerçekleşebilmektedir.Örneğin astrolojiye inanan ve o günün 'uğurlu' bir gün olacağına inanan biri, piyango bileti alabilir, loto oynayabilir ve böylece, 'oynamadığı' günlere kıyasla kazanma şansını artırır. Eğer kazanırsa, astrolojinin olayları öngörmeyi sağladığı yönündeki inancı doğrulanmış olur.Buradaki, algılayanın beklentilerinin hedef kişi olmaksızın davranışsal olarak doğrulanması olgusuna (behavioral confirmation), kendini gerçekleştiren kehanet olgusundan farklılaştırmak için, 'davranışsal doğrulama paradigması' denmektedir (Snyder, 1984 ; Darley & Fazio, 1980, vb.).
Fiedler Liderlik Modeli
Fiedler (1961) tarafından geliştirilen bu model, liderin kişilik özelliklerini öne çıkaran etkileşimsel bir liderlik anlayışıdır. Model, liderin diğerlerini algılayış tarzını esas almaktadır.Fiedler'in araştırmalarına göre, çeşitli liderler, birlikte çalışmaktan hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları kişileri tanımlama bakımından birbirinden farklılaşmaktadır. Bu iki grubu kişilik özellikleri bakımından birbirine az çok benzer olarak algılayan liderler, 'zıtları benzer algılama' (ZAB) düzeyleri yüksek liderlerdir; bunlar, çalışmaktan hoşlanmadıkları kişileri de olumlu bir şekilde tanımlayabilir ve kişi olarak beğenebilirler, dolayısıyla lider olarak herkesi memnun etmeye eğilimlidirler.
ZAB düzeyi düşük olanlar ise, birlikte çalışmak istemediği, iyi çalışmayan grup üyelerini, kişi olarak da beğenmez, olumsuz özelliklerle tanımlar. Herkese aynı muamelede bulunmaz. Bu iki lider tipinden ilki kişi eğilimli, ikincisi iş eğilimli lider tipidir.Fiedler'e göre bu lider tipleri, lider-üye ilişkileri, işin yapısı ve özellikleri, liderin statüsü gibi üç koşula bağlı olarak etkili veya etkisiz olabilmektedirler. Liderin astlarıyla ilişkileri uyumluysa, işin yapısı belirginse, lider güçlü bir konumdaysa, grupta liderlik için ortam uygundur. Liderlik tipi ile ortamın uygunluğu arasında karmaşık bir ilişki vardır. Ortamın en çok ve en az uygun olduğu uç durumlarda işe yönelik lider, ara durumlarda ise kişiye yönelik lider daha başarılı olmaktadır.
Hersey Liderlik Modeli
Hersey ve Blanchard Modeli (1977), liderliği 'iş davranışları' ve 'ilişki davranışları' adını verdikleri iki boyutta ele alan durumsal bir liderlik yaklaşımıdır.Hersey ve Blanchard, pratikte liderlik tiplerinin ne ölçüde etkili olduklarını ayırdetmek üzere, 'olgunluk düzeyi' dedikleri çok boyutlu bir değişken öne sürmektedirler. Olgunluk düzeyi, astların 'yüksek, fakat gerçekleştirilebilir hedefler seçme kapasitesi, sorumluluklar üstlenme isteği ve kapasitesi, eğitim ve deneyim düzeyi' olarak tanımlanmaktadır.
Bu modele göre, lider, astların durumuna göre iş veya ilişki boyutuna önem veren bir yönetim stili benimsemelidir. Olgunluk düzeyi düşük kişi veya grup karşısında, iş boyutuna önem vermeyi ifade eden 'yönetim stili'ni benimsemesi önerilen lider, daha sonra iş davranışlarını azaltıp ilişki davranışlarını artırarak 'ikna stili'ne geçmeli; astların olgunluk düzeyi ortalamanın üstüne çıkmaya başladığında iki boyuta da önem veren 'katılım stili'ne ve nihayet olgunluk düzeyi en üst düzeye ulaştığında 'delegasyon stili'ne geçmelidir.
İki Süreçli İzlenim
İzlenimlerin oluşum sürecini bir takım etaplar halinde ele alan ve Brewer tarafından önerilen bir modeldir. Bu modele göre, izlenim oluşumunun etapları birbirinden farklı bilişsel işlemlere tekabül ederler ve zincir halinde birbirine eklenirler, yani bir etap bitmeden diğerine geçilemez.Sürecin devamlılığı ve bilgi işlem stratejileri, algılayan ya da gözlemci kişinin motivasyonlarına bağlıdır.
Birinci etap, tanıma etabıdır. Burada gözlemci, hedef kişiyi, cinsiyet, yaş, deri rengi gibi çeşitli boyutlarda otomatik olarak yerleştirir. Gözlemci hedefi, kendi amaçları veya ihtiyaçları bakımından yararlı bulursa, bir sonraki etaba geçer. Aksi halde, izlenim oluşumu süreci sona erer.
Sonraki etaba geçilirse, ne tür bir bilgi işlemi olacağı belirlenir. Eğer hedef kişi, gözlemciyi ilgilendirirse (bağlılık, bağımlılık, ilgililik durumu), bilgi işlemleri, hedefin kişisel özelliklerini konu alır, böyle olmadığında ikinci bilgi işlem yoluna gidilir: Kategorisel nitelikler üstünde odaklaşmak.
Buradaki ilk işlem seçeneği "kişiselleştirme", ikincisi ise "tipleme" adını alır. Tiplemede gözlemci, hedefin birkaç anlamlı, ayırdedici özelliğini soyutlar ve bir tür portre oluşturur. Dolayısıyla daha önceden tanıdığı sosyal kategorilerden herhangi birinin prototipine ve hedefin onun zihninde uyandırdığı özelliklere uyup uymadığını araştırır.
Örneğin bir kişi, kentin hastanesinde 40 yaşlarında, beyaz önlüklü ve gözlüklü bir kadın görsün. Gözlemcimizin hastanede olması ve kadının beyaz Önlük takması, "hastane personeli" kategorisini canlandırır. Bundan sonra, gözlemci, kadının, hemşire mi, yoksa doktor prototipine mi uyduğunu belirlemeye çalışır.Diyelim ki, kadının doktor olduğunu öğrenmekle birlikte, bazı davranışsal veya sözel göstergeler, onun doktor prototipine uymamaktadır. Bu durumda gözlemci, ya zihnindeki doktor prototipini değiştirecektir ya da bilişsel planda daha ekonomik yoldan, doktor kategorisi içinde özellikleri hedef kişininkilere uygun bir alt kategori yaratacaktır.
Seçilen kategorinin üyelerinin özellikleri ile hedef kişinin özellikleri arasındaki uyuşmazlık veya tutarsızlık, 'bireyleştirme'ye yol açar. Bu, hedef kişiyi, yeni bir kategorinin özel bir örneği gibi görmeyi içerir.İkinci tip süreç 'kişiselleştirme'dir. Burada, kategorisel aidiyetler, birer sınıf gibi değil, birer çizgi / nitelik gibi görülür. Bir başka deyişle, hedefin tanımım, bir veya bir kaç sınıfa ait olma özelliğine indirgemek yerine, tanım öğelerini çoğaltmak söz konusudur. Yeni öğeler, şemalar ve ifade ağları halinde örgütlenirler. Tüm bu bilişsel işlemler, dile dayanırlar (Vallerand ve ark., 1994).
Jones ve Davis Atıf Modeli
Jones ve Davis (1965), Heider'in perspektifinde, 'uyuşan çıkarımlar teorisi' de (theory of correspondent inference) denilen ilk atıf modelini ortaya koymuşlardır. Jones ve Nisbet'e göre temel sorun, bir bireyin diğerinin kişilik özelliklerine atıf yapmak üzere, görünen davranışlarından hareketle, onun niyetlerini nasıl kestirdiğinin ortaya konmasıdır.Zira gözlemci durumundaki bireyler, aktörün davranışlarının özel bir kişilik çizgisinden ya da kişisel bir yatkınlıktan ileri geldiğini düşünmektedirler:
Örneğin bir kişinin saldırgan davranışı, onun saldırgan olmasından ileri gelmektedir. Bu sorun, davranışlar ile -bunları açıklayıcı- kişilik çizgileri (karakter özellikleri, niyetler, kişisel dispozisyonlar/yatkınlıklar) arasında bir bağ kurma, yani iki öğeyi tekabül ettirme sorunudur.Bu durumda, tekabüliyetin ya da uyuşmanın nasıl kurulduğuna, niyetin atfedilme koşullarına bakmak gerekir. Jones ve Nisbet'e göre bunun koşullarından biri, gözlemcinin inancına göre, 'aktörün kendi davranışının sonuçlarının bilincinde olması', bir diğeri, 'aktörün, bu davranışı yapma kapasitesine sahip olması'dır.Nihayet yine gözlemciye göre aktörün belirli bir tercih özgürlüğünün olması, yani söz konusu bir davranışı, seçenek davranışlar varken yapması gerekir, zira ancak bu durumda aktörün bir davranışı, çevresel gereklerin zoruyla veya mecburen değil, isteyerek yaptığından emin olmak mümkündür. Bu koşullar yerine gelmemişse, gözlemci açısından aktörün davranışı, kişisel bir yatkınlığa veya kişilik çizgisine atfedilemez.
Bu noktada Jones ve Davis, yeni bir soruna dikkat çekerler. Bir davranışın birbirinden farklı pek çok sonucu olabilir veya farklı davranışlar aynı sonuca yol açabilir. Bu durumda aktör, kişisel bir özelliğe yönelik atıflarından nasıl emin olabilir? Bunun için iki davranışın ortak olmayan sonucuna (veya sonuçlarına) bakabilir, özgül bir kişilik çizgisine tekabül eden sonuç, ortak olmayan sonuçtur. Aksine ortak sonuçlar, bu davranışlardan birinin veya diğerinin niçin tercih edildiğini açıklamaya yaramazlar.
Bu koşullar yerine geldiğinde atıf süreci şu şekilde oluşur: İlk olarak gözlemci, davranışın sonuçlarını belirler; ikinci olarak bu sonuçlan, seçenek davranışın sonuçlarıyla karşılaştırır ve böylece (varsa) ortak olan ve özgül olan sonuçları saptar; üçüncü olarak gözlemci, yapılan davranış ile yapılmayan davranışın özgül sonuçlarından hareketle söz konusu davranış (yapılan davranış) ile bir niyet veya kişilik çizgisi arasındaki uyuşmayı belirler.
Bunlara ek olarak Jones ve Davis, gözlemcinin, aynı durumda başka kişilerin ne yapacağı konusundaki görüşünün önemli olduğunu ve sosyal arzulanırlığı yüksek olan sonuçlara daha duyarlı olduğunu öne sürerler. Onlara göre, aktör tarafından tercih edilen bir davranışın herkes tarafından arzulanır olması, aktörün tekil özellikleri konusunda bilgilendirici değildir. Aksine eğer tercih edilen davranış, seçenek davranışlardan daha az arzulanır olduğunda, aktör hakkında daha çok bilgi verirler.
Özetle bir kişinin davranışı, şu koşullarda onun niyetini ve dolayısıyla kişisel eğilimlerini ya da kişilik çizgilerini yansıtan bir davranış olarak algılanmaktadır: Bu davranışın özgül sonuçlarının sayısı az olduğunda ve sonuçlarının sosyal arzulanırlığı düşük olduğunda.
Jones ve McGillis Atıf Modeli
Bu model, Jones ve Davis ile Kelley'in atıf modellerinin sentezi niteliğindedir. Jones ve McGillis (1976), Jones ve Davis'in atıf modelinde öngörüldüğü şekilde, aktöre bir niyet ve ardından bir dispozisyon yüklerken gözlemcinin dikkat ettiği hususları (eylemin özgül sonuçları, aktörün kapasitesi ve davranışına ilişkin bilgisi) kabul etmekle birlikte, bunlara ek olarak aktörün davranışı konusunda gözlemcinin beklentilerini de işe katmaktadırlar.Bu beklentiler aktörün aidiyet kategorisine ilişkin beklentiler ve şahsına ilişkin beklentilerdir. Bunların ilki, stereotipik beklentiler ile normatif beklentileri kapsar; belirli bir kültürel alana mensup kişiler, bu alanın bir alt grubunun üyeleri konusunda oldukça benzer beklentilere sahiptir ve bu kategorisel beklentiler, Kelley'in konsensüs kriterine tekabül ederler.
İkinciler ise kişinin çeşitli durumlardaki tepkilerine dayanarak oluşturduğumuz beklentilerdir ve bunlar da Kelley'in zamanda değişmezlik ve etkileşim koşullarındaki değişmezlik kriterleriyle benzerlik göstermektedir.
Kelley'in Atıf Modeli
Kelley'in 'küp modeli' de denilen atıf modeli, atıf sürecini Heider'ın perspektifinden (sonuçlardan nedenleri çıkarma) ele alan teorilerden biridir. Kelley'e göre (1967, 1972), atıf süreci motivasyonel bir nitelik taşır, zira bireyler, çevrenin nedensel yapısına bilişsel olarak hakim olmaya çaba gösterirler.Kelley'e göre, çevresini anlamaya çalışan birey, esas olarak iç ve dış olmak üzere iki tür atıf arasında tercihte bulunabilir. Örneğin bireyin bir tiyatro oyununa gitmesi, tiyatro için özel merakı olmasına veya bizzat bu oyunun bir özelliğine bağlanabilir; birinci halde içsel bir atıf, ikinci halde ise dışsal bir atıf söz konusudur.
Kelley, bireylerin atıflarında hangi tür enformasyonları kullandıkları sorunuyla ilgilenir ve atıfların, Stuart Mili'in 'farklar yöntemi'nin naif bir versiyonuna göre cereyan ettiğini öne sürer. Bu yönteme göre, bir olay veya sonuç, kendisi var olduğunda var olan ve var olmadığında da var olmayan bir koşuldan (faktör, neden) kaynaklanmaktadır. Bu, 'birlikte değişme' (kovaryans) ilkesidir; buradaki mantık, bilimsel araştırmalarda da kullanılan varyans analizi tekniğinin mantığıdır ve zaten Kelley, sokaktaki adamı, 'bilim adamı' olarak kavramsallaştırmaktadır.
Kelley'in modelinde bağımlı değişken durumundaki sonuçlar (davranış, olay, vb.), bağımsız değişken durumundaki dört faktöre göre değerlendirilir: Objeler (uyaranlar), bunlarla etkileşim içinde bulunan kişiler, zamansal değişmeler ve koşullar. Belirli bir sonuç konusunda atıfta bulunmak isteyen birey, sonucun söz konusu objeye özgüllüğü, zamanda sürekliliği, koşullara göre değişmezliği ve diğer kişilerin de (obje hakkında) görüş birliği içinde olması durumunda dışsal atıfta bulunur. Bu kriterlerin olumlu olması, bireye, dış dünya hakkında doğru bir imaja sahip olduğu duygusunu verir.Bir başka deyişle sonuçlardaki değişmeler, konsensüs (kişiler), ayırdedicilik (objeye ya da uyarana özgülük) ve tutarlılık (zamansal veya koşulsal değişmeler) kriterlerine göre açıklanmaktadır. Bunu bir örnekle somutlaştırabiliriz: "Ahmet komedyenlere gülüyor" önermesini temel alalım.
Bu, açıklanacak davranış veya sonuçtur ve bunun birtakım virtüel nedenleri söz konusudur: Ahmet'in kendisi, komedyenin yeteneği ve o günün ya da koşulların özelliği. Ahmet'in davranışını açıklamak isteyen Mehmet şunlara bakacaktır: Herkes gülüyor mu? Ahmet başka komedyenlere de gülüyor mu? Ahmet bu komedyene başka zamanlarda ya da koşullarda da gülüyor mu? gibi.Mehmet bu sorulara vereceği cevaba bağlı olarak, Ahmet'in davranışının nedenini ona, komedyene, koşullara veya bunların bir bileşkesine atfedecektir. Kelley, bu kriterlere göre mümkün tüm atıfları inceleyen bir analiz aracı geliştirmiştir. Küp modeli olarak da adlandırılan bu model, idealleştirilmiş bir modeldir.
Ancak, gözlemci durumundaki birey, açıklanacak davranışlar konusunda varyans analizi için gerekli enformasyonlara her zaman sahip olmayabilir ve bu durumlarda, asgari veriyle ve ekonomik yoldan atıflarda bulunur. Kelley'e göre sokaktaki insan, atıflarında çeşitli şemalar kullanır, bunlardan en önemli İki tanesi azaltma (eksiltme) ve artırma ilkeleridir.
Azaltma ilkesi, bir sonucun pek çok mümkün nedeni söz konusu olduğunda kullanılır. Buna göre bir nedenin belirli bir sonuçtaki rolü, mümkün başka nedenler bulunduğu zaman, daha zayıf olarak algılanacaktır. Bir diğer deyişle kovaryans analizi uygulanamadığında birey bu ilkeye başvurur ve söz konusu bir nedeni, sonucu açıklayabilecek başka nedenler bulduğunda eler.Fakat bu elemenin bir bedeli vardır: Sonuç ile neden arasında kurduğu bağa güveni sarsılır. Artırma ilkesi, bir davranışın, belirli bir durumda uygun olmadığı halde (risk veya bedel içermesi, zor olması, fedakarlık gerektirmesi) yapılmasının (fakir bir çevreden gelen öğrencinin başarılı olması gibi), kişisel nedenlere atıf eğilimini artırdığını öngörmektedir.
Matematiksel İzlenim Modeli
Matematiksel izlenim modeli, bir diğer adıyla 'toplama alma modeli', izlenimlerin oluşumu konusunda Asch (1946) tarafından ortaya atılmış ve Anderson (1974) tarafından geliştirilmiş bir modeldir. Bu modelde bir kişi hakkındaki genel izlenimimiz, o kişinin özelliklerinin matematiksel fonksiyonudur. Anderson'a göre, bu izlenim, kişinin tartılı, yani ağırlık katsayısı bağlanmış özelliklerinin değer ortalamasının (weighted averaging) fonksiyonudur. Burada ağırlık katsayısı her bir özelliğin birey tarafından algılanan önemidir. Leyens'in verdiği iki örnekle somutlaştıralım:
Bir firma yöneticisi, Arzu ve Gülin adlarında iki adaydan birini sekreter olarak seçecektir. Arzu, iyi sekreterdir (değer; 10/10), Gülin ise iyi değildir (değer; 5/10), ama güzel bir fiziğe sahiptir (değer; 10/10) Modele göre yönetici Arzu'yu seçmelidir, çünkü; 10/1=10 >(10+5)/2=7.5
Ancak bu örnekte, her bir özelliğin (iyi sekreter olmak ve güzellik) ağırlığı eşittir. Bir başka örnek alalım. Seda oldukça iyi sekreter (değer; 8/10), fakat az çekici (değer; 4/10) iken Göknur 'daha az iyi' sekreter (değer; 5/10), fakat çekici (değer; 7/10) olsun. Yöneticinin tercihi zor görünüyor. Çünkü (8+4)/2=(5+7)/2=6. Burada nihai karar, yöneticinin iki özellikten her birine atfettiği öneme bağlı olacaktır. Eğer sekreter olmaya daha çok (k=3/4) fiziksel görünüme az önem (k=l/4) verirse Seda'yı seçecektir, çünkü (8/10 x 3/4 + 4/10 x 1/4}=1) > (5/10 x 3/4 + 7/10 x 7/4)=5.5). Ama fiziksel görünüme önem verirse, sonuç değişecektir. Anderson liste başında sunulan özelliklerin daha ağırlıklı olduğu görüşündedir.
Motivasyonel İzlenim Modeli
Bu model, izlenim oluşumu konusunda, hedef hakkında kategori veya şemaya dayalı süreçler ile hedefin özelliklerine dayalı süreçlerden hangisinin kullanıldığı sorusuna getirilen açıklamalardan biridir (Fiske ve Taylor, 1991). Bu anlamda, İzlenimde Süreçsel Süreklilik Modeli ve İki Süreçli İzlenim Modelinin bir açıklaması ya da bir alt modeli olarak nitelendirilebilir.Buna göre, izlenim oluşumunda, algılayanın hedefle ilgili amaçlan ve durumun özellikleri de önemlidir. Algılayanın motivasyonları ve durumun özellikleri değiştikçe, kategori/şema bilgisi veya hedefin kişisel özelliklerine ilişkin bilgilerin kullanımı da farklılaşır.
Örneğin sokakta yürüyen biri hakkında çabucak bir izlenim oluşturmamız gerektiğinde mevcut şemalarımızı kullanma eğilimimiz güçlüdür, buna karşılık bir jüri üyesi olarak bir aday hakkında fikir sahibi olmamız gerektiğinde şemalarla yetinmemiz söz konusu olamaz. Aynı şekilde hedefe ilişkin amaçlarımız, hedefle ilişkilerimizin niteliği ve hatalı bir yargının algılanan sonuçlan da (bedel), şema kullanımımızı etkilemektedir.
İzlenim oluşumunda durumun özellikleri de etkilidir. Nitekim, bu özellikler, hatalı yargının bedelini ve algılayanın mevcut enformasyonu daha dikkatli bir şekilde gözden geçirme motivasyonunu yükseltebilmektedir. Yapılan araştırmalara göre, algılayan kişi, sonuçlar bakımından hedefe bağımlı olduğunda; yargılarından kişisel olarak sorumlu olduğunda; algılayan hata yapma kaygısı taşıdığında ve hedef kullanılan şemaya uymayan bir kimlikte göründüğünde, mevcut şema enformasyonlarıyla yetinmeyip kişisel veya durumsal özelliklere dikkat etmektedir (Vallerand ve ark. 1994).
Palo Alto İletişim Modeli
1940'lı yıllarda çeşitli sosyal bilim dallarında etkili olan sibernetik, psikoloji alanında da yankı bulmuş ve Bateson, Don Jackson'la birlikte II. Dünya Savaşı'nın ardından Palo Alto'da Mental Research Institute'u kurarak sibernetik kavramları, kişiler arası iletişim alanına uyarlamıştır. Enstitü bünyesinde toplanan araştırmacılar Palo Alto Ekolü adı altında tanınmıştır. Ekol daha sonra Watzlawick'in katılımıyla psikiyatriye doğru yönelmiştir.
Palo Alto İletişim Modeli, bu ekolün, sistem yaklaşımından esinlenen iletişim teorisidir. Bu nedenle, 'sistemik iletişim modeli' olarak da anılır. Buna göre, iletişim pek çok düzlemde gözlenen bir süreçtir, sözel olması gerekmez, her davranış bir iletişimdir. Davranış, mesaj ve iletişim iç içedir. İletişim, dil, jest, ses tonu, vücut pozisyonları, bakışlar ve yüz ifadeleri gibi çeşitli davranış biçimlerini kapsayan sürekli ve sosyal bir süreçtir. Böyle olunca, 'iletişmemek' imkansızdır.Bu perspektifte davranışsal mesaj ya da mesaj-davranışlar, içinde oluştukları bağlama göre değerlendirilmelidir. Bir başka deyişle, iletişim, çeşitli davranışların, belirli bir etkileşim tarzının işleyişine göre ele alınmalıdır. Öyleyse, tüm iletişim yaklaşımları çok sayıda bağlamın dikkate alınmasını gerektiren karmaşık bir özelliktedir.
Palo Alto Ekolü, iletişimi, kişiler veya gruplar arasında cereyan eden bir tepkiler dizisi gibi görür. Taraflardan her birinin davranışı, birbirine tepki ya da cevap niteliğindedir. Bu açıdan kişiler arası etkileşimde iki tür iletişim ayırtedilir: Simetrik iletişim ve tamamlayıcı iletişim. Simetrik iletişimde, muhatapların, aynı bir davranışı tekrar ettiği, birbirine aynı karşılığı verdiği bir sarmal (spiral) durum söz konusudur. Örneğin, şiddete şiddetle karşılık verme veya suçlamayı suçlamayla cevaplama.
Tamamlayıcı iletişimde ise, muhataplar birbirini tamamlayan davranışlar (mesajlar) gösterirler, iki kutuplu bir bütün oluştururlar. Örneğin birinin otoriter, başat, hakim tavırlarına diğerinin uysal, söz dinler ve tabi tepkiler göstermesi.Tamamlayıcı ilişkinin modeli anne-çocuk ilişkisidir. Simetrik ilişkinin modeli ise, anne karşısında baba-çocuk rekabetidir. Her iki ilişkinin de negatif veya pozitif türleri vardır. Tamamlayıcı ilişki pozitif olduğunda, taraflardan biri verir diğeri alır, fakat durum tersine dönebilir ya da ilişki, simetrikleşebilir; örneğin bir öğrencinin öğretmenine bir şey öğretmesi gibi.
Pozitif tip, erkek-kadın, anne-çocuk, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde, karşılıklı doyum halinde veya taraflar birbirini bir özne gibi gördüğünde söz-konusudur. Negatif olduğunda taraflardan biri verir, diğeri alır, fakat durum tersine dönmez ya da simetrikleşmez. Simetrik ilişki pozitif olduğunda fair-play, yapıcı rekabet, denge veya 'eşit olmak' için kendini aşmaya, geliştirmeye çalışmak, diğerini taklit etmek, özdeşleşmek gibi durumlar görülür.
Negatif olduğunda kurnazlık, hile, şiddet, yıkıcı rekabet, diğerini her ne pahasına olursa olsun yenmek söz konusudur. Simetrik ilişki pozitifken biri diğerini dinler, negatif olduğunda diğerini dinlemek yerine dinlenme isteği baskındır, karşı tarafta sürekli bir fay, bir zayıf nokta aranır, onun başarısından korkulur. Tamamlayıcı ilişkinin negatif hali, simetrik ilişkininkinden daha da yıkıcı olabilir; zira taraflardan biri için varoluş sorunu anlamına gelebilir.
Bu tipte, diğer taraf, özellikle, ondan beklenen doyumu sağlamayı reddedemeyecek şekilde 'köşeye kıstırılmaya' çalışıldığı veya bekleneni vermediği zaman varlığı inkâr edilmek istendiğinde ortaya çıkar. Simetrik ilişkide negatif etkiler, özellikle, diğer taraf aşağı bir konuma itilmeye çalışıldığında veya onun saygısı kazanılamayıp saldırıldığında görülür.
Kişiliğin yapılanması bakımından her iki tip ilişki de gereklidir. Çocuk annesiyle ve babasıyla bunları sırasıyla yaşamak durumundadır. Gelişimimiz boyunca bu iki tip arasında gider geliriz. Bu gidiş geliş durduğunda ve herhangi bir ilişki tipinde saplanıp kalındığında sorunlar başlar. Günlük yaşamımızdaki her iletişim, bu iki tarzdan birinde yer alır. Taraflar arasında bir eşitlik, karşılıklılık ilişkisi kurulduğunda simetrik iletişim; farklılık bulunduğunda ise tamamlayıcı iletişim söz konusudur.
Palo Alto Ekolü, bunun yanı sıra iletişimin dayandığı enformasyon tipine göre de iletişimleri ayırdeder: Analojik ve dijital iletişimler.
Sibernetik İletişim Modeli
Bu model, Wiener'ın (1947) çalışmalarından doğan sibernetik (cybernetics) kavramının, Moles (1971) tarafından iletişim alanına uyarlanmasına dayanmaktadır. 'Hayvan veya makinelerde, kendi kendini kontrol edebilen karmaşık sistemler teorisi' olarak tanımlanan sibernetik teori, çeşitli dilleri, kodları ve sinyalleri kapsayan belirli bir enformasyon anlayışı taşımaktadır. Buna göre tüm enformasyonlar, genellikle bir dilin öğeleri tarafından oluşan bir taşıyıcıya sahiptirler. Söz konusu dil öğeleri sözcükler ve bunlar da bir takım sinyal veya göstergelerden oluşurlar.
İletişimin incelenmesi, iletişim şemasının temel öğeleri olan alıcı, verici, kanal ve işaretler repertuvarının incelenmesi demektir: Bu kapsamda alıcı ve vericinin betimsel özelliklerinin, kim olduklarının; repertuvarın karakteristiklerinin ve kanalın doğasının bilinmesi önem taşımaktadır. Sibernetik iletişim teorisine göre;
• Mesaj, her şeyden önce, verici tarafından işaretler repertuvarından alınan öğelerin düzenlenmiş bir dizisidir (sequency). Verici, repertuvar öğelerini, mesaja içrel yasalara göre düzenler. Alıcı mesaj öğelerini tanır, anlamlandırır, vb.
• Mesaj, bir yenilik taşıyıcıdır; burada yenilik, belirli bir öngörülemezlik derecesinin, bu da orijinallik miktarının (orijinallik düzeyi, mesaj veya öğelerinin görülme, ortaya çıkma olasılığıyla ters orantılıdır) ifadesidir ve mesaj, bunu taşıdığı ölçüde bir değere sahiptir.
• Enformasyon, belirsizliği azalttığı ölçüde, anlaşılabilir ya da okunabilir. Anlaşılabilirlik, mesaj öğelerinin tekrar sıklığına, yani artıklık (redundancy) derecesine paralel olarak artar ve dolayısıyla mesajın orijinalliğiyle ters orantılıdır. Pratikte mesajın, orijinallik ile anlaşılabilirlik, öngörülemezlik ile öngörülebilirlik arasında dengelenmesine çalışılır. Bu noktada, alıcının maksimal orijinallik debisi önem taşır.
• İletişimde bir diğer önemli faktör, iletişimin pahasıdır. Mesajın olabildiğince ekonomik olması gerekir. Bu gereklilik, mesaj öğelerinin miktarının sınırlanmasında somutlasın Anlaşılabilirlik, dolayısıyla artıklık (bir mesajda, zorunlu minimum öğe sayısından fazlalığın oranı), pahayı artırdığından dengelenmesi zorunludur.
• Mesajlar, alıcı üzerindeki etkileri bakımından farklı özellikler gösterirler. Verici ve alıcının ortak gösterge repertuvarının kullanımı ve mesajın kodlanmasına bağlı olarak mesajın zenginliği farklı özellikler gösterir. Bu noktada denotatif ve konotatif mesajlar, bir başka deyişle semantik ve estetik mesajlar ayırdedilir.
Bu boyutlardan hareket ederek iletme sürecini formelleştirmeye ağırlık veren sibernetik iletişim teorisi, mesajın semantik özelliklerinden ziyade, mantıksal özelliklerine odaklasan bir yaklaşım olarak görünmektedir.
Spinozacı İnanç Modeli
İnançlar konusunda yaygın olan klasik Dekartçı görüş, bireyin kendisine gelen enformasyonları aldığında öncelikle, bunların anlamını anladığını ve sonra doğru veya yanlış olduklarına karar verdiğini varsaymaktadır.
Buna karşılık Gilbert ve ark. (1990; 1993) tarafından ortaya atılan ve Spinozacı model olarak anılan inanç modeli, bir enformasyonun (veya bir cümlenin) anlaşılmasının, bu enformasyonun doğru olarak kabulünü içermektedir. Bu enformasyon, ancak daha sonra ve büyük bilişsel çabalarla atılabilmektedir. İnsan, bir enformasyonu değerlendirmek bakımından bilişsel kapasite ve kaynaklarında bir eksiklik olduğunda, Dekartçı modele göre belirsizlikte kalır ve karar veremez; Spinozacı modele göre ise bu enformasyona inanma eğilimindedir.
Gilbert ve arkadaşlarının "okuduğunuza inanmamanız mümkün değildir" şeklinde dile getirdikleri bu görüş, bir başka düzlemde, yanlış, hatalı mesajların, önyargıların, yalancı tanıklıkların, temelsiz izlenimlerin etkilerini anlamamızı ("çamur at izi kalsın") sağlamakta ve meslek eliklerinin önemini ortaya koymaktadır.
Süreçsel Süreklilik Modeli
İzlenim oluşumuyla sonuçlanan süreçleri betimlemeyi amaçlayan bir modeldir (Fiske ve Pavelchack, 1986; Fiske ve Neuberg, 1990). Bu modele göre birey, diğeri hakkındaki izlenimini, çeşitli süreçleri izleyerek oluşturur. Bu süreçler, hedef kişinin özel nitelikleri (davranışlar, sözler, vücut pozisyonları, vb.) üstünde odaklaşma derecelerine göre birbirinden ayrılırlar.
Bu süreçleri tanımlamak, onları, kişinin özel niteliklerine atfettiğimiz önemi ve onları kullanış düzeyimizi gösteren bir continuum üstünde yerleştirmek demektir. Çizginin bir ucunda, kategorilere dayalı süreçler bulunur ve bunlar hedef kişinin bir veya daha çok sayıda sosyal kategorinin (etnik, kültürel, cinsel, vb.) temsilcisi olarak imajını üretirler. Diğer uçta ise birey-selleştirici yargı süreçleri bulunur ve bunlar hedef kişinin özgül niteliklerine dayanırlar. Bu iki uç arasında her iki nitelik grubundan da beslenen karma özellikler yer alırlar.
Kişi nitelikleri, kişiyi sınıflandırma imkanı verirler, yani onun tanımını bir kaç özelliğe indirgemeyi sağlarlar. Bu basitleştirmenin bedeli, kişinin ayırdedici özelliklerini örtmesi ve bu kategorilere bağlanan stereotiplerin ve önyargıların devreye girerek yargılarımızı bozmasıdır. Bu tür nedenlerden ötürü,
• ya ilk kategorileştirmemizi gözden geçirmeyi gerekli buluruz; bu durumda kullandığımız kategorilendirme sisteminin hedef kişiye uygun olduğunu onaylamaya çalışırız.
• ya gözlediğimiz kişilerin kategoriye uygunlukları kısmi olabilir; bu durumda kişiyi yeniden kategorize etmeye veya ilk izlenimlerimizin kategorisel özelliğini korumaya imkân veren bir alt kategoriye sokmaya yöneliriz.
• ya amaçlarımız, kategorizasyonumuzun sağladığı bilgilerin ötesine gitmeyi gerektirir; bu durumda ise kişi hakkında sahip öldüğümüz tüm enformasyonlara dikkat ederek onları tekil/biricik bir temsil bünyesinde adım adım bütünleştirmeye ve örgütlemeye çalışırız.
Bu model beş öncüle dayanmaktadır:
1. öncül: Kategorisel süreçler, kişisel niteliklere dayalı yargılardan daha önceliklidir, yani izlenimlerin oluşumunda ilk etap kategorileştirmedir. Gözlemci veya yargıda bulunan kişi hedefi, belirli bir bireyler kategorisine sokma imkanı veren enformasyonlarla ilgilenir. Bundan sonra, diğer aşamalara geçilir; sırayla; kategorizasyonun doğrulanması, yeniden kategorilendirme veya alt-kategoriye sokma ve farklı niteliklerin adım adım entegrasyonu.
2. öncül: izlenim oluşumu çizgisi boyunca ilerleyişimiz, hedef kişinin özelliklerini, belleğimizdeki kategorilere sokma kolaylığına bağlıdır. Eğer üzerinde düşündüğümüz özellikler uygun gelmiyorsa, bir sonraki etaba geçeriz, yani yeniden kategorilendirmeye. Bunda başarılı olunamazsa, hedefin özel niteliklerinin adım adım entegrasyonuna geçilir.
3. öncül: Hedefin özel niteliklerine dikkat, hedef hakkında oluşturduğumuz izlenimin doğasını belirler."Bu niteliklere az dikkat edersek, izlenimimiz, hedefin kategorisel özelliklerine dayanır.
4. öncül: İzlenimlerin oluşumu sürecini, motivasyonlar da etkiler. Kişinin karşılıklı etkileşim ilişkileri, işbirliği veya rekabet ilişkileri içindeki motivasyonları farklıdır. Patronuna, denemeye alınan ve beğenilen bir adayın portresini çizmeye çalışan bir görevliyi alalım. Amacı, görevini hakkıyla yerine getirerek ve adayın geçerli bir karara dayanak olacak bir portresini çizerek adayı, patronuna beğendirmektir. Bunu başarabilmek için, aday hakkında Özel ve bireyselleştirici enformasyonlar toplar. Adayın onunla olan ilişkisine göre (rakip veya yardımcı) çabalarında farklılık görülür.
5. öncül: İzlenimlerin oluşumuna motivasyonların etkisi, algılayan kişinin dikkatine ve yorumlarına göre değişir. Algılayanın amaçlan, dikkatini ve yorumlarını etkiler.
Bu model sosyal algı alanında ilgiyle karşılanmıştır. Modelin çeşitli önermelerini ya da boyutlarını testeden araştırmalar yapılmış ve alt modeller geliştirilmiştir (Fiske ve Neuberg, 1990).