psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

27 Eylül 2007 Perşembe

PSİKANALİZİN METAPSİKOLOJİSİ: TEMEL VARSAYIMLAR ve KLİNİK SONUÇLARI

PSİKANALİZİN METAPSİKOLOJİSİ: TEMEL VARSAYIMLAR ve KLİNİK SONUÇLARI

Yeni Başlayanlar Için Bir Giriş

Maurice Appre: New York Freudian Society
(Bu yazı Psikanaliz ve Psikanalitik Psikoterapi Derneğinin düzenlediği bir etkinlik sırasında yapılan bir konuşmanın özetidir.)

Analiz eğitimine yeni başlayanlar için Anna Freud’un diyagnostik profilini öğrenmek çok faydalı olacaktır. Buradan kazanılan bakış açısıyla hastanın analitik sürece getirdikleri iyi bir şekilde değerlendirilebilir. Bu yaklaşım psikanalitik düşünce şeklini yerleştirir, bunu analitik sürece katmayı sağlar.

Psikanaliz esnasında hastaların yaşadıkları olayları nasıl bir kişisel tarihe dönüştürdüğü araştırılır. Çünkü hastalar geçmişlerini kendilerine özgü bir şekilde değerlendirirler. Mesela bir ailenin beş çocuğu olsa her çocuk için anne babası farklı olacaktır.

İlk sorulacak şey hastanın neden geldiğidir. Görüşmedeki görünümü, duygudurumu ve tutumları önemlidir. Hasta neden şimdi tedaviye gelmiştir? Tedaviyi kabul etmiş olmasının açık ve üstü kapalı sebepleri vardır. Öykü sadece bir metin olarak ele alınmamalı içinden terapiye gelmenin örtülü sebepleri de çıkarılmalıdır. Aile öyküsü yeterince alındıktan sonra nelerin hassas noktalar olduğuna bakılır. Bir uçta hastanın gerçek öyküsü bir uçta da anlatılan öykü vardır.
Hastayla ilgili araştırılacak ana alanlara şöyle bir bakarsak

1. Dürtüler
2. Agresyon
3. Ego
4. Savunmalar
5. Süperego
6. Fiksasyon noktalarının ve regresyonun
7. Çatışmalar değerlendirilmelidir.

Dürtüler:

Hastanın bu açıdan hangi düzeyde olduğu araştırılmalıdır. Libidinal pozisyon en önemli konulardan biridir. Mesela sekiz yaşında sınıf birincisi olan bir çocuk hala altını ıslatıyorsa neden bu yaşa kadar tuvalet eğitiminin tamamlanmamış olduğuna bakılmalıdır.

Dürtüler araştırıldığında libidinal dağılım görülecektir; kendine ve nesnelere yapılan yatırım, kendisini algılaması, birincil narsisizminin derecesi gibi. Hayatta belirlediği hedef kendilik yatırımını, kendi özgüvenini sağlamada başkalarına duyduğu ihtiyaç nesne yatırımını gösterir. Kendine yatırımıyla başkalarına duyduğu ihtiyaç arasındaki denge değerlendirilmelidir.

Agresyon:

Agresyonun ne kadar kontrol altında olduğu, ne kadar kendi hizmetinde kullanabildiğine bakılır. Cinsellik, girişimcilik, iş yapabilme gibi alanlarda agresyonun işlevsel olarak kullanabiliyor mu? Hasta yıkıcı agresyonunu ne kadar yapıcı agresyona dönüştürebilmiştir? Agresyonun niceliği ve niteliği nedir? Bu durum belli bir libidinal pozisyona uyuyor mu? Mesela 30 yaşında bir kadın 2 yaşındaki bir kızın agresyonunu sergiliyorsa bu dikkate alınmalıdır. Agresyonun yönü ve dağılımı, nesnelere mi yoksa kendine mi yönelik olduğu araştırılmalıdır. Hastanın agresyonu ifade etme yöntemi nedir? Alay ederek mi, fiziksel güç kullanarak mı, sinir krizleriyle mi ifade ediyor. Hep aynı yönteme mi başvuruyor yoksa çeşitli yöntemler mi kullanıyor? Agresyonuyla nasıl baş ediyor, mesela sabah karısıyla tartışıp öfkelendikten sonra gün boyu ne yapıyor? Boş mu veriyor, akşama eve dönünce intikam mı alıyor?

Ego:

Ego değerlendirilirken fiziksel özellikler önemlidir. Bir sakatlık veya deformite ego gelişimini etkileyecektir. Bazı hastalarsa sanki vücutları kendilerinin değilmiş gibi yürürler. Böyle bir durumda bu hastanın istismara uğramış olabileceği akla gelir. Hasta istismar edilme anını beden kaslarına depolamış olabilir. Freud nörolojiyle ilgilendiği yıllarda uyaranların nöronlarda nasıl algılandığını ve depolandığını çok araştırmıştır.

Hastanın belleği, gerçeği değerlendirme yetisi, sentez kabiliyeti, ikincil süreç düşünce yapısı, hareketliliği değerlendirilmelidir. En önemli konulardan biri hastanın tehlikeyi nereden geliyor gibi algıladığıdır. Tehlike dışarıdan mı, içeriden mi yoksa süperegodan mı gelmektedir.

Bu konuyla ilgili çok bilinen bir örnek vardır: 6 yaşında bir kız babasına yatağının altında bir kaplan olduğunu söyler. Babası yatağın altını ve tüm odayı arar ama kaplanı bulamaz. Kız hala yatağının altında kaplan olduğunda ısrar edince babası odanın her yerini kapatmaya, kaplanın girmesini engellemeye çalışır. Kız babasının camı kapattığını, camın önüne yastıklar koyduğunu görünce babasına “baba senin kaplanın kapalı camdan giremeyebilir ama benim ki giriyor” der.

Savunmalar:

Savunmalar ne kadar olgunlaşmıştır? Masif inkar, yansıtmalı özdeşim gibi ilkel savunmalar mı yoksa özdeşim, entellektüelizasyon gibi üst düzey savunmalar mı kullanıyor. Tek bir savunma mı hakim yoksa birçok savunma kullanabiliyor mu? Uyum sağlayabilen savunmaları var mı, varsa ne kadar uyum sağlayabiliyor? Uyum sağlarken kazandıkları ve kaybettikleri neler? Çünkü yansıtma aşırı düzeyde kullanılırsa yakınlaşma sağlanamaz, inkar çok kullanılırsa gerçekler çarpıtılır, özdeşim çok kullanıldığında hasta kendisini tanımlayamayacaktır. Bu durum teknik açıdan “savunmaların ikincil zararları” denir.

Süperego:

Yapılanma derecesine, yeterliliğine, olgunluğuna, çarpık olup olmadığına bakılır. Kaynakları ve fonksiyonları araştırılır. Eleştirel mi, doyurucu mu, stabil mi, etkin mi, bazen çalışıp bazen çalışmıyor mu değerlendirilir. Süperegonun en önemli özelliği yön ve amaç vermesidir.

Fiksasyon noktalarının ve regresyonun muayenesi:

Oral, anal ve ödipal dönem özellikleri değerlendirilir. Borderline yapılanmada her üç alan da zayıftır. Ego o kadar güçsüzdür ki her dönüm noktasında sorun çıkar. Zayıflıkları yüzünden kendilerini hep tehlikede hissederler.

Çatışmaların değerlendirilmesi:

Üç ana alana bakılır:
  1. dış çatışmalar,
  2. içselleştirilmiş çatışmalar,
  3. iç çatışmalar.


İçselleştirilmiş çatışmalarla iç çatışmalar arasındaki fark sadece semantik değildir, yapısal farklılıklar vardır. Çatışmalara bakarken önce beraberindeki dürtülerin ne kadar azaldığını araştırırız. Aktiflik-pasiflik, erkeksilik-kadınsılık, gözetlemecilik-teşhircilik, sevgi-nefret gibi çiftler halindeki dürtüler ne kadar bir araya gelmiş ve bütünleşmiştir. Bunlar hafifleyip bir araya geliyor mu yoksa ayrı ayrı mı duruyorlar? Mesela bir analist önce bir erişkinle, sonra bir çocukla görüşebilir ve ardından bir sonraki saatte ben ne yapacağım şeklinde bir korku duymaz.
Yukarıya doğru progresyonda birleşme ve kaynaşma gözlenirken, aşağı doğru regresyonda difüzyon görülür. İçselleştirilmiş çatışmalarda suçluluğun oranı önemlidir. Dış çatışmalar hakimse, hasta dışarıdaki çatışmalara tepki olarak bir şey yaptığında dışarıdan ne kadar korkuyor araştırılmalıdır.


Analiz edilecek hastanın özellikleri:


1.Patolojisinin doğasına ilişkin bir içgörüsü, bunları araştırmak için bir motivasyonu var mı?


2.Kendini gözlemleyip eleştirebiliyor mu?


3.Nesne ilişkileri yeteli mi? Nesne libidosunu serbestçe kullanabiliyor mu? İnsanlara bağlanma yetisi var mı? Aktarım sırasında gerçekliği değerlendirebiliyor mu?


4.Engellenme toleransı nasıl? Aktarımdaki engellenmeye tahammül edebilir mi yoksa devamlı ben ne zaman iyileşeceğim diye soruyor mu? Bekleyebilme kapasitesi nasıl, zamanın uzamasına tahammül edebiliyor mu?


5.Yeterince gerilim toleransı var mı? Ego gücü yeterli yoksa bir defisiti var mı? Analiz sırasında savunmaları zayıfladığında, çatışmalar yüzeye çıktığında bunları kaldırabilecek mi? Hayata yönelik genel iyimser bir tutumu var mı? Önceden başına gelmiş zorluklara direnebilmiş mi yoksa kendine zarar mı vermiş? Geçmişte ve şimdi yeterince yüceltme kapasitesi var mı? Bir şeyi başka bir şeyin yerine koyarak (deplasman) bununla doyum sağlayabiliyor mu? Bununla ilgili şöyle bir örnek verilebilir: orta yaşlı, erkek bir mimar hastam vardı. Hastanın sevdiği kadın buz kıracağıyla saldırmak şeklindeki fantezileri onun kadınlarla beraber olmasını engelliyordu. Bu korkusu onu homoseksüelliğe itti. Eşcinsel ilişkilerinde seveceği, saygı duyacağı, bakacağı bir erkek aradı. Ama böyle bir erkekle beraber olduğunda bulduğu kişi de ona benzer şeyleri yapmak istediğinde bu hoşuna gitmedi. Terapi sırasında homoseksüel ve heteroseksüel pozisyon arasında gitti geldi. Terapinin ilerlemesiyle hasta bu problemini mesleğine yansıttı ve büyük dolaplı mutfakları olan evler tasarlamaya başladı. Bu yüceltmeyle ona mesleğinde başarı da getirdi.


Hasta geçmişini olayları algıladığı şekilde kurgulamıştır. Bu kurgudan çıkabilmesi terapistin tutarlı ve sürekli olmasıyla mümkündür. Hasta analizle geçmişinin tortularına gider, bunların uzantıları hissedilir ve bunlarla çalışılır. Hasta bu çalışmayı ona sorun yaratan kurgusundan kurtulmak amacıyla yapar.

Şişirilmiş Kendiliğe Klinik Yaklaşım

Şişirilmiş Kendiliğe Klinik Yaklaşım
Clinical Approach To The Grandiose Self. Svrakic M. D. American Journal of Psychoanalysis


Birçok yazarın öncül çalışmalarının sonucu olarak narsisistik kişilik bozukluğunun (NKB) yapısal-dinamik (structural-dynamic) özellikleri iyi tanımlanmış ve yaygın kabul görmüştür. Bununla beraber klinik açıdan bu yapısal kavramların bazıları açık olarak belirtilmemiş, daha çok kuramsal tarzda hatta bazı yönlerden de uygulanamaz biçimde kalmıştır.

Bu özellikle, sadece meta psikolojik olarak bir anlam taşıyan ve klinik (ya da tanısal) özellikler barındırmayan şişirilmiş kendilik (grandiose self - narsisistik kişiliklerin özgül, baskın ve benzersiz iç psişik yapısı-) kavramı açısından geçerlidir. Bu açıdan “şişirilmişlik (grandiosity) ve kendisiyle aşırı ilgilenme” (Masterson, 1981) ya da “kendi önemine ilişkin şişirilmiş bir duygu ve benzersiz olma” (DSM—III, APA) gibi tanımlamaların NKB’ unun klinik görüntüsünün oluşmasında tamamen şişirilmiş kendiliğin rolü olduğu sanısına kapılanabilir.

Bu makalenin birinci amacı var olan verileri sistematize etmek ve NKB’ unun şişirilmiş kendiliğe bağlı olan klinik biçimleriyle ilişkili yeni bazı bulguları ortaya koymaktır. Burada aynı zamanda bu makalenin odaklandığı düşünce olan şunu vurgulamak istiyorum: Şişirilmiş kendiliğin klinik dışa vurumu hakkındaki sistematize edilmiş bilgi, kişiye NKB klinik görüntüsünün içindeki tipik narsisistik öğeleri ayırt etmesini, böylece narsisistik “kişiliklere” klinik (ve tanısal) yaklaşımda daha fazla farkındalık oluşturmasını sağlar.

Şişirilmiş Kendilik ve Narsisistik Kişilik Bozukluğu

Güncel anlayışımıza göre şişirilmiş kendilik narsisistik iç psişik yapının tipik ve benzersiz (unique) yapısıdır. Erken dönem hayal kırıklıklarına bir savunma olarak gelişen şişirilmiş kendilik, erken çocuklukta içsel dünyadaki tüm “iyi” mental yapıların iç içe geçmesi ile (condensation) oluşmuştur (Kernberg 1975). Bu iyi mental yapıların patolojik iç içeliği imgesel bir “tüm-iyi (all good)” sığınak yaratır (şişirilmiş kendilik) ve bunun aracılığıyla narsisistik kişi kendini özel, diğerlerinden daha değerli ve daha önemli olarak yaşantılar; böylece dışardan gelen hayal kırıklıklarının neden olduğu sorunların üstesinden gelmeye çalışır.

Baskın şişirilmiş kendilik yapısıyla beraber daha derin düzeyde ürkek, kırık ve emosyonel olarak aç gerçek kendilik (real self) bulunmaktadır (Kernberg 1975). İç dünyanın bu yarılmışlığı , yani baskın olan şişirilmiş ve saklanmış gerçek kendiliğin bir aradalığı (narsisistik ikilik – narcisistic duality) NKB’unun temel yapısal özelliklerinden biridir.

Şişirilmiş kendiliğe klinik bir yaklaşım pratik anlamda önemli bir soruya yol açar: Şişirilmiş kendilik yapısının klinik dışa vurumu nedir ?

Bu makalenin biçimi şöyle bir yol izleyecektir: İlk olarak NKB’nun şişirilmiş kendilikten doğrudan kaynaklanan klinik biçimleri tanımlayacağım; daha sonra narsisistik bozukluğun, içsel dünyada şişirilmiş kendiliğin bulunmasının bir yansıması olarak ortaya çıkan dolaylı klinik biçimlerini ortaya koyacağım.

Şişirilmiş Kendiliğin Doğrudan Klinik Dışa vurumu

Benim klinik gözlemlerime göre (patolojik narsisizm alanında çalışan diğer yazarların çözümlemeleriyle -formülasyonlarıyla- uyumlu olarak) narsisistik bozukluğun doğrudan şişirilmiş kendilikten kaynaklanan klinik biçimleri (1) şişirilmişlik (grandiosity) ve (2) göstermecilik (exhibitionism) tir. Bu bölümlemenin bir parça şematik olduğunu vurgulamak gerek, çünkü şişirilmişlik ve göstermecilik eş zamanlı olarak birbirinin yerine geçebilen özelliklerdir; örneğin göstermecilik dış dünyaya kendini sergileyerek içsel şişirilmişlik yaşantısına onay sağlar.

Narsisistik şişirilmişlik

NKB’un klinik görünümünde şişirilmişliğin doğası, kökeni ve görünümü Kohut tarafından açıklanmıştır. Kohut “narsisistik kendilik beğenilmek ve izlenilmek ister” diye yazmıştır. Diğer yazarların (Kernberg 1975 gibi) benzer çözümlemeleri narsisistik hastaların açıkça ortada olan şişirilmişliklerinin, şişirilmiş kendilik yapısının doğrudan dışa vurumu olduğunu desteklemektedir.

Klinik açıdan (bir fenomen olarak) şişirilmişlik, narsisistik kişinin düşünce, duygu ve hareketlerini de içine alan baskın bir benzersizlik ve şişirilmiş bir kendilik önemi duyusu olarak tanımlanabilir.

Narsisistik hastalar şişirilmişliklerini birincil olarak, gerçek dünyadaki etkinliklerin yerine geçen düşünce düzeyindeki düşlemler olarak yaşarlar. DSM-III NKB tanı ölçütlerinden birinde de bu “sınırsız başarı, güç, ışıltı, güzellik veya ideal aşk düşlemleri ile uğraş halinde olma” olarak belirmektedir.

Bununla beraber şişirilmişlik kendini yüzeyde gösterir ve özgül narsisistik dışavurumlar içinde klinik olarak gözlenebilir durumdadır. Burada kendi gözlemimi, narsisistik şişirilmişliğin iki klinik biçimde göründüğünü vurgulamak istiyorum: (1) serbest yüzen (free floating) ve (2) yapılaşmış (stuctured) şişirilmişlik.

Serbest yüzen şişirilmişlik, narsisistik hastalarla çalışırken serbest yüzen anksiyete ve şişirilmişliğin dinamiklerindeki benzerliğe odaklanıldığı zaman fark edilir. Yani narsisistik şişirilmişliğin bir kısmı yapılaşmamış (unstructured), dağınık (diffuse) ve hastanın herhangi bir hareketine/etkinliğine bağlanmaya hazır biçimdedir. “Serbest yüzen” yüklemi bu nedenle şişirilmişliğin bir kısmının içsel dünyada serbest olduğunu ve geçici olarak hastanın herhangi bir düşünce, duygu ya da hareketine yansıtıldığını anlatmaktadır.

Serbest yüzen şişirilmişliğin klinik görüntüleri olarak şunlara vurgu yapmak istiyorum:

1) Gerçeğni narsisistik saptırılması: Narsisistik hastalar şimdiki çevrelerini dağınık içsel şişirilmişlik yaşantısı ile algıladıklarında kendilerine her durumda bir üst pozisyon ve gerçekçi olmayan yüksek bir önem yüklerler. Bu tipik olarak Kohut’un “gerçeğin narsisistik saptırılması” olarak adlandırdığı (1975) sorgulanamaz şişirilmişlik ve önemlilik yaşantısıdır.

2) Doymak bilmez alkışlanma açlığı ve patolojik hırs: Şişirilmiş kendiliğin taleplerinin zorlamasıyla narsisistik kişiler yorulmak bilmez bir yeni başarılar elde etme çabası içindedirler. Her zaman diğer insanların kendilerinden daha çok ve daha iyi biçimde başa çıktıklarıyla ve kendilerini bir başına, yoksun bıraktıklarıyla ile ilgili kaygılı bir düşünme tarzı gösterirler. Bununla beraber narsisistik amaçlarının peşine düştükleri zaman da bu sıklıkla “zorlamalı (driven)”, keyif vermeyen bir kalitede olmaktadır.

3) Tümgüçlülük ve tümbilirlik (omnipotens and omniscience: Bu iki klinik biçim bazı yönlerden gerçeğin narsisistik saptırılması ile ilişkilidir: Narsisistik kişiler büyük güçleri olduğuna ve becerikliliklerine kapılmış durumdadırlar ve bilgilerini, başarılarını abartırlar.

4) Sansasyonalizm: Serbest yüzen şişirilmişlik herhangi biçimde bir sansasyon arama yoluyla ve dramatik olaylara katılma eğilimiyle de kendini gösterir. Bu gibi (şişirilmiş) ortamlara katılarak kendilerine bir parça pırıltı kapan narsisistik kişiler kendi şişirilmişliklerini doğrulamak isteğindedirler. Buna dikkat edildiğinde bir çok ticari gösterinin (sıklıkla da muğlak kalitede olanlar) seyircilerini bu narsisistik karakterler arasından sağladığı tahmin edilebilir.

Yukarıda belirtilen örnekler karakteristik örneklerdir, ancak serbest yüzen şişirilmişlik narsisistik hastalarda güncel karşılaşılan olaylarda da bulunacağından, bu birkaç örneğin bu tip şişirilmişliğin tüm klinik görünümlerini ayrıntılı betimlediği anlamına gelmemektedir. Genel olarak söylenecek olursa serbest-yüzen şişirilmişlik bu hastaların tipik “narsisistik profillerini” biçimlendirmektedir (kendini beğenmişlik, kendini büyükseme –superiority-, aşırı yeterlilik, bağımsızlık, hak arayıcılığı gibi). Serbest-yüzen şişirilmişliğin NKB’unun “en narsisistik” tarafı olduğunu söylersek yanlış düşünmüş olmayız.

Yapılaşmış şişirilmişlik ise serbest-yüzen şişirilmişliğin tersine, narsisistik şişirilmişliğin kişinin bir işlevi ya da özel bir tarzına kalıcı olarak bağlanmış olduğu anlamına gelmektedir. Daha açık söylenecek olursa yapılaşmış şişirilmişlik, narsisistik kişiliklerin içsel şişirilmişlik yaşantı enerjilerini narsisistik ödül sağlayacak “hedeflenmiş” dışsal bir “imge” ye dönüştürebilme becerisine sahip olduklarını işaret eder.

Yapılaşmış şişirilmişlik klinik olarak narsisistik hastaların başarılı çalışma kapasiteleri ve önemlilik gösterileri (significant self-representation- kendini önemli gösterme -çv. notu bu patoloji için önemlilik gösterisi tanımı bana daha cazip geldi-) ile kendini gösterir.Benim klinik gözlemlerime göre her narsisistik hasta (kendi yargısına göre) çevreden en olumlu takdiri alacak özellik ya da yeteneğine önem verir. Bazı narsisistik hastalar için önemlilik gösterisi fiziksel çekiciliğe dayandırılabilir; bazıları için de zeka, hitabet ya da başka bir özellik ön plana geçebilir. Önemlilik gösterileri gerçekte hayranlık kazanmak için uygulanan en favori aldatıcı görünümdür.

Narsisistik kişi (önemlilik gösterisi ile) “günlük yaşamda özel olma” yaşantısı temelinde, kendisinin diğer insanlardan çok ayrı tutulması gereken (şişirilmiş) önemi ve değeri konusunda ek düşlemler inşa eder. Benim klinik verilerim önemlilik gösterisine bağlanan şişirilmişliğin, narsisistik hastanın daha değerli bulacağı daha sonraki tarz ve işlevlerin geliştirilmesine enerji sağladığına işaret etmektedir.

Çoğu narsisistik kişilik nesnel olarak yüksek profesyonel statü elde eder ve toplum üstüne etkileri geniştir. Kernberg’in işaret ettiği gibi narsisistik hastaların büyük olma hırslarını karşılamaya ve diğer insanların hayranlığını sağlayamaya izin veren alanlarda etkin ve yoğun çalışma becerileri yüksektir (pseudosublimatory potential-sahte-yüceltmecilik gücü). “Sahte (pseudo)” ön eki narsisistik profesyonel başarının gerçek bir yüceltmenin değil sadece ödüllenme peşinde olmanın bir sonucu olduğunu işaret etmektedir. Şişirilmişlik yaşantısı bu yüzden, narsisistik hastanın etkinliği için enerji sağlar ve bu etkinlik erişilen ödül yoluyla kendi şişirilmiş kendiliğini besler.

Yukarıdaki bu biçimler temel alındığında şişirilmiş kendiliğin enerji oluşturduğu ve narsisistik hastaların hareketlerini idare ettiği sonucuna varıyoruz. Önemlilik gösterisi ve sahte-yüceltme yoluyla bu hastalar sadece ün, başarı ve güç kazanmaya doğru yönelmişlerdir. Çoğunun bu amaçlarını gerçekleştirdiği gerçeği yapılaşmış şişirilmişliğin (narsisistik şişirilmişliğin bir parçası olarak), narsisistik kişiliklerin başarılı sosyal uyumunu sağlayan kaynaşmış güç (cohesive force) olduğunu işaret etmektedir.

Burada her narsisistik hastada klinik olarak hem serbest-yüzen hem de yapılaşmış şişirilmişliğin görülebileceğini vurgulamak istiyorum. Serbest-yüzen şişirilmişlik ciddi narsisistik patolojide, yani sınır-narsisistik hastalarda (borderline narcisistic patient) daha etkindir, bu hastalarda şişirilmişlik düşlemler aracılıyla yaşantılanır ya da rastlantısal olarak anlık gelişmelere bağlanır. Basit olarak söylenecek olursa bu hastalar dış yaşamda “narsisistik olarak verimsiz (narcissistically inefficient)” dirler.

Daha iyi bütünleşmiş (integrated) narsisistik hastalarda yapılaşmış şişirilmişlik daha etkindir. Bu hastalar nesnel olarak çevreden daha fazla ödül kazanırlar (sahte-yüceltme ile profesyonel başarı, etkileyici sosyal “imaj” gibi), basit olarak bu hastalar dış dünyada narsisistik olarak daha verimlidirler.

Yapılaşmış şişirilmişliğe göre serbest-yüzen şişirilmişliğin daha fazla varlığına göre ciddi, orta ya da hafif narsisistik patolojiler arasındaki ayrımın kabaca yapılabileceği söylenebilir; yani daha fazla serbest-yüzen şişirilmişlik (daha az yapılaşmış) daha ciddi narsisistik patoloji ya da daha fazla yapılaşmış şişirilmişlik daha hafif narsisistik patoloji.

Narsisistik Göstermecilik (Narcissistic Exhibitionism)

Kohut’a göre (1971) narsisistik hastaların göstermeciliği “şişirilmiş kendiliğin o ortamda gözlerin kendisinde olmasını isteyen çocuksu gereksinimin” doğrudan klinik dışa vurumudur. Narsisistik göstermecilik, sanki hastanın bulunduğu ortamdaki değerini “sergilemeyi” sağladığı için şişirilmişliğin hizmetinde gibidir.

Klinik açıdan göstermecilik “gözlerin üstünde olduğunu hissetmenin doğurduğu haz tarafından güdülenen (motivated) davranış” olarak tanımlanabilir. Aynı şişirilmişlik gibi narsisistik göstermeciliğin de çoğu parçası düşlemlerde var olur. Örneğin, hasta kendini uzak bir coğrafyada “ilkellerin” üstündeki donanım nedeniyle büyülendiği bir “kaşif” olarak imgeler. Bu düşlemde hem şişirilmişliğin hem de göstermeciliğin, derindeki (implicitly) yakın oluşumsal bağlantısını doğrulayan doğal bir aradalıklarını görebilirsiniz.

Narsisistik göstermeciliğin diğer klinik görünümleri hakkında şunlara değineceğim:

1) Dikkatin sürekliliğine talep: Kendi üstüne dikkatin sürekliliğini isteyen imgesel ya da düşlemsel taleplerin arkasında, genellikle bunu dışa vuran çok açık bir narsisistik göstermecilik görünümü bulunmaktadır.

2) Özel olmaya eğilim: Narsisistik kişilikler, ne pahasına olursa olsun, modaya uygun giyinerek ya da “özel” yerlerin müdavimi olarak “özel” görünmeye çalışırlar. DSM_III’de belirtildiği gibi bu hastalar maddelerden çok görünümle daha çok ilgilidirler; örneğin yakın arkadaş edinmektense bir şirkette “doğru” kişilerle görünmeye daha fazla önem verirler.

3) Uğraşlara göstermeci yaklaşım: Eğer seçim yapma şansı verilirse narsisistik kişiler tercihen toplumsal olan ama hızlı ödül sağlayan meslekleri seçerler.

4) Normal insan ilişkisinde özgül sapmalar: Göstermeci güdülenmelerinden dolayı narsisistik kişiler (normal olarak emosyonel vericilik ve alıcılığa dayanan) insan ilişkisinin bu işleyişini bozarlar. Diğer insanlarla iletişime geçtiklerinde bu kişiler ya kendilerini ya da kimi (gerçek ya da imgelenmiş) yeteneklerini, böyle bir dışa vurumu yakınlık olarak tanımlayarak “sergilerler”. Gerçek emosyonel paylaşım narsisistik kişilikler için oldukça yabancı gibi görünmektedir.

5) Yaygın utanma tepkisi: Göstermeci yaşantılarında yaşadıkları yetersizlik nedeniyle narsisistik hastalarda utanma tepkileri klinik olarak oldukça sık görülür. Beklenen hayranlık gelmezse ya da tam tersine olumsuz bir geri bildirim gelirse, yani küçümsenirlerse narsisistik hastalar tipik olarak güçlü utanma duygusu gösterirler. Kohut benzer olarak narsisistik kişiliklerin utanma tepkisine yatkın olduklarını tanımlamıştır ve utanmayı, şişirilmiş kendiliğin ortaya konmasındaki yetersizliğin bir sonucu olarak değerlendirmiştir.

Şişirilmiş Kendiliğin Dolaylı Klinik Dışavurumları

“Dolaylı klinik dışavurum” ifadesi ile özgül olarak şişirilmiş kendiliğin etkisi ile biçim bulan ve bu nedenle klinik olarak “narsisistik kişilik biçimleri” olarak tanımlanan bazı kişilik görünümlerini parmak basmak istiyorum.

İlk olarak şişirilmiş kendilik yapısı tarafından farklı “ben-işlevleri” ( duygular, düşünceler ve hareketler) biçimlendirilmiştir. Bu nedenle dolaylı klinik dışavurum çatısı altında narsisistik davranma tarzı ile beraber giden emosyonel ve bilişsel biçimleri tartışacağım. Bu biçimler narsisistik ben-işlevleri olarak geçecektir. Sonra şişirilmiş kendiliğin biçimlediği (ve kendisini bu yolla dolaylı olarak gösterdiği) narsisistik kişiliklerin bazı etik tarzlarını. Bunlar da narsisistik etikler olarak geçecektir. Son olarak, şişirilmiş kendilik kişiler arası ilişkilerinde bazı sapmalara neden olmaktadır. Bu sapmalar şişirilmiş kendiliğin kişiler arası dışavurumları olarak geçecektir. Şimdi bu yukarıdaki biçimleri şişirilmiş kendiliğin dolaylı klinik dışavurumları olarak kısaca analiz etmek istiyorum.

Narsisistik ben-işlevleri
Gelişimsel olarak şişirilmiş kendiliğe bağlı
narsisistik emosyonlar: ikincil narsisistik emosyonlar

Başka bir makalemde belirttiğim gibi NKB’unun genel olarak emosyonel düzenlenimi şematik olarak iki düzeyde gösterilebilir. İlk emosyonel düzey gerçek-kendiliğe (real-self) aittir (birincil narsisistik emosyonlar), ikinci düzey ise şişirilmiş kendilik yapısına aittir (ikincil narsisistik emosyonlar). İkincil narsisistik emosyonlar eğer şişirilmiş kendiliğin “beslenmesi” başarılıysa olumlu, bu “beslenme” süreci engellenmişse ya da tamamen kesilmişse olumsuzdur.

Olumlu ikincil narsisistik emosyonlar (düşlemde ya da gerçek olarak) hayran olunma gereksinimi karşılanmışsa ya da anlamlı bir yaşam duygusu kazanılmışsa oluşmaktadır. Klinik olarak bu dönemler hipomanik kabarmalar (exaltation) olarak gözlenir.

Olumsuz ikincil narsisistik emosyonlar şişirilmiş kendiliğin beslenme sürecindeki yetersizlikle oluşur. Bunlar:

a) ikincil (kışkırtılmış –provoked-) narsisistik öfke, narsisistik amaç ve gereksinimlerin engellenmesi durumunda oluşur;

b) belirgin boşluk ve can sıkıntısı, “boş dönem” sırasında (narsisistik kişinin tüm gereksinimlerini sağladığı nesneyi tüketip terk ettikten sonra yeni nesne bulana kadar geçen dönem) gelişir ve

c) karamsar duygudurum, şişirilmiş kendiliğin beslenmesinin tamamen kesildiği (narsisistik dekompansasyon) dönemde gelişir ve işe yaramazlık, disforik duygulanımların (keskin öfke, hakaret ve memnuniyetsizliğin) üstesinden gelme ve paradoks olarak narsisistik büyüksemenin (superiority) kırıntılarının varlığı ile karakterizedir.

Klinik açıdan bu emosyonel tepkilerin yeniden biçimlendirilmesi (reconstruction) -yani ikincil (olumlu ve olumsuz) narsisistik emosyonların özgül dinamikleri- içsel dünyada şişirilmiş kendiliğin işlevsel etkinliğinin varlığını vurgulamaktadır.

Narsisistik biliş

NKB’unun bilişsel görünümleri çeşitli çalışmalarda incelenmiştir. Örneğin Waelder, düşünce içeriğinin cinselleştirildiğini (libidinization), gerçekler yerine genel kavramların tercih edildiğini ve kişinin kendi zihinsel etkinliğini abarttığını belirtmiştir. Bach sözcükler ile algılar arasındaki köprünün olmadığını ya da bloke olduğunu, kendilik, uzam (space), nedensellik (causality) ve zaman algısında sapma olduğunu tanımlamıştır. Bu çalışmada ise narsisistik bozukluğun sadece şişirilmiş kendiliğin dolaylı dışavurumunu temsil eden bilişsel biçimlere odaklanacağım. Bu biçimler şunlardır:

Narsisistik bilişin tipik bir biçimi gerçekliğin (reality) benmerkezci (egocentric) algılanmasıdır. Yani narsisistik hastalar sadece kendi (şişirilmiş) yaşantılarında var olan gerçekliği kabul ederler. Sonuç olarak bu hastalar, gerçekliğin kendi önemliliklerini, mükemmelliklerini tehdit eden tüm yönlerini inkar ederler.

Narsisistik konuşma, dilin ve söylemin narsisistik bozulmasına (deformation) uygun biçimde klinik olarak şu tarzlarıyla tanınır: a) dilin “ben ben” (autocentric) kullanılması; b) “narsisistik” sözcüklerin sık kullanılması ve c) monologa eğilim.

Dilin “ben ben” (autocentric) kullanılması, sözel iletişimde asıl amacın, iletişim kurmaktan çok kendi değerini artırmaya ve vurgulamaya doğru saptığına işaret etmektedir.Narsisistik kişiler konuşmalarında sıklıkla fantastik, mutlak ve fazla güzel (abartılı -superlative- ve itiraz edilemez –apodictic-kategorilerindeki) “narsisistik” sözcükler kullanırlar.

Monoloğa eğilim narsisistik kişinin diyaloğa katılmalarındaki becerisizliği vurgulamaktadır. Narsisistik kişiler kendi şişirilmişlik (ve diğer insanların sadece alkışlayan seyirci oldukları) yaşantıları nedeniyle sadece diğerlerini dinliyormuş gibi görünürler, gerçekte yeni bir monolog başlatmanın fırsatı peşindedirler. Bu bağlamda Akthar ve Thomson narsisistik hastaları “kendileriyle konuşan kişiler” olarak tanımlamışlardır.

Çoğu yazar narsisistik hastaların çevrelerindeki her şeyi (ve herkesi) eleştirdiğine işaret eder. Bu eleştiri eğiliminin içsel şişirilmişlik yaşantısından köken aldığını ekleyebilirim; diğer insanları eleştirerek narsisistik hasta kendini yükseltir.

Bach narsisistik hastanın, şişirilmiş kendilik önemi hissi nedeniyle bilmediği herhangi bir şeyin olabileceğini kabullenemediğini ve tüm öğrenme eyleminin belleği bozan bir “narsisistik yaralanma” ya dönüştüğünü göstermiştir (ince bellek kayıpları). Bununla beraber şişirilmişliği çalışma nesnesine bir bağ göstermemişse narsisistik hasta bu nesneye bir ilgi hissetmediği için de öğrenme zorlukları gösterecektir. Bu yüzden narsisistik yaralanma yaşantısı öğrenmede ince bellek kayıplarına yol açarken, güncel öğrenme zorlukları narsisistik kişiliğin gerçek-kendiliği ile gelişimsel olarak bağlı olan güdülenme ve ilgi eksikliği nedeniyle oluşacaktır.

Narsisistik etkinlik

Narsisistik kişi sadece kendi gereksinimi olan alkış ve takdir (sahte-yüceltme) ödülünü alabileceği etkinliklerin sorumluluğunu üstlenir. Bu nedenle işe karşı güdülenişi göstermecidir ve seçim şansı tanınırsa tipik olarak kendisine kısa sürede ödül sağlayacak etkinlikleri seçer.
Narsisistik etkinliğin yalancı-güdülenmesi (pseudomotivation of narcissistic activity) çoğu “dahi çocuğun (wunderkinds)” ortalama sonuçlar elde etmesi gerçeğini açıklayabilir. Nesnel olarak yüksek sonuçlar elde eden narsisistik kişilerle ilgili olarak da, bu kişilerin çalışma yaşamında eninde sonunda “pırıltının ardındaki boşluğu (emptiness behind glitter)” ortaya koyan yüzeysellik her zaman fark edilir.

Şişirilmiş kendilik tarafından biçimlendirilmiş etikler

Şişirilmiş kendiliğin sürekli varlığının en fazla engel yaratan sonuçlarından biri narsisistik kişiliklerin üstbenlerinin yetersiz gelişimidir. Klinik olarak üstbenin bütün olarak normal gelişimin gerisinde kalması, narsisistik kişinin içsel değerler sisteminin olmamasını (pekişmiş etik ve standartların yokluğu) ve yaşamında olgun idealler, sofistike amaçlardan mahrum olmasını açıklar niteliktedir.

Başka bir makalemde tartıştığım gibi içsel dünyada şişirilmiş kendiliğin baskınlığının süregitmesinin bir sonucu olarak çeşitli narsisistik etik davranış biçimleri oluşur. Şişirilmiş kendilik tarafından biçimlendirilmiş narsisistik etikler (aynı zamanda bu patolojik yapının dolaylı klinik dışavurumunu temsil etmektedirler) şunlardır:

Değerin birincil ölçütü olarak şişirilmişlik

Tüm narsisistik kişiler için, kendi mükemmeliyetçiliklerinin içsel yaşantısına bağlı olarak hangi biçimde olursa olsun büyüklük elde etmek anlamlı bir yaşamın birincil ölçütü haline gelmiştir.

Alay etikleri

Bir narsisistik hastanın “edepsiz içselliği (immoral internality)” –yani yoğun haset (intensive envy), öfkelilik (aggressivity) ve ayartılabilirlik (corruptibility) (narsistik kişinin yalancı baştan çıkartıcı (seductive facade) görünümüne doğrudan karşıtlık oluşturan biçimler)- önde gelen ne kadar ahlaklı olduğunu gösterme çabaları ve yüksek düzeyde ahlaki bir varlık görüntüsünün yansıtılmasıyla maskelenir.

Patolojik yalancılık

“Gerçekliğin narsisistik saptırılmasıyla (narcissistic faking of reality)” yakından bağlantılı olarak narsisistik hastaların patolojik yalancılığı oluşmaktadır. DSM-III’de vurgulandığı gibi kişisel yetersizlikler, başarısızlıklar ya da sorumsuz davranışlar rasyonalizasyon ya da sonu gelmeyen yalanlarla açıklanmaya çalışılabilir.

Vicdansızlık

Şişirilmiş kendiliğin taleplerinin zorlamasıyla narsisistik hastalar dış dünyayı kendi tümgüçlülük gereksinimlerine en uygun biçimde biçimlerler.

Bir bilen olma (yetkinlik) ve benmerkezcilik (entitlement and egocentricity)

Kendilik önemi algıları yoluyla narsisistik hastalar klinik olarak “bir bilen” tarzı gösterirler. DSM-III’e göre “bir bilen olma (narsisistik yetkinlik) gereken sorumlulukları üstlenmeden özel davranış görme beklentisi” anlamındadır. Ek olarak narsisistik kişilikler makul olandan daha fazlasını talep ederler ve insanlar kendi isteklerine uygun davranmadıklarında öfke ve şaşkınlıkla tepki verirler (benmerkezcilik).

Şişirilmiş Kendiliğin Kişiler arası Dışavurumu

DSM-III’de vurgulandığı gibi narsisistik kişilerin kişiler arası ilişkileri değişmez olarak bozuktur ve empati yokluğu, haset (envy), sömürücülük (exploitiveness) ve aşırı idealleştirme ve değersizleştirme arasında (hatta en yakın ilişkilerde bile) gidip gelmelerle karakterizedir.
Şişirilmiş kendiliğin içsel psikolojik yapısı kişiler arası ilişkileri önce doğrudan bozar sonra da aşağılar. Şişirilmiş kendilik özgül olarak narsisistik kişiler arası ilişkilerde klinik açıdan şu sapmalarla kendini gösterir:

Narsisistik nesne seçimi

Narsisistik hastaların kişiler arası ilişkileri iletişim kurulan nesnenin özel olarak seçilmesiyle karakterizedir. Bu bağlamda narsisistik ilişki “narsisistik nesne seçimiyle” oluşur; böylece değerli nesne aracılığıyla (özdeşim- identification) hasta kendi değerini onaylar ve kendisiyle ilgili dilediği imgeye yakınlaşır.

Dış nesnelerin aynalaştırılması

Birçok yazar tarafından belirtildiği gibi narsisistik kişilerin kendilerine güvenleri değişmez olarak kolay zedelenebilir (fragile) durumdadır ve sadece çevreden elde edilecek ödüllenmelere bağımlıdır. Bu nedenle narsisistik hastaların kişiler arası ilişkileri kendine özgü bir biçimde gelişir: Hasta kendi şişirilmiş kendiliğini dış nesneye yansıtır, böylece bu nesne şişirilmiş kendiliğin “taşıyıcısı” haline gelir ve hastanın kendi şişirilmişliğinin bir uzantısı olarak yaşantılanır (yansıtmalı özdeşim-projective identification). Basit olarak söylenecek olursa, şişirilmiş kendiliğin yansıtıldığı bu nesnelerle olan iletişimde narsisistik kişi kendine yönelik bir hayranlık “görür” ve böylece kendi içsel şişirilmişlik yaşantısını besler (“nesnelerin narsisistik aynalaştırılması”-narcissistic mirroring in objects).

Nesnelerin narsisistik olarak aynalaştırılması klinik olarak çevrenin gerçekçi olarak anlaşılmasından ziyade, asıl amacı kendi güvenini koruma ya da artırma ve hayranlık kazanma olan özgül bir kişiler arsı iletişim bozukluğu olarak tanınır.

Bir bilen olma (yetkinlik- entitlement), vicdansızlık (unscrupulousness) ve benmerkezcilik (egocentrity)

NKB’unun bu etik görünümlerini kişiler arası alanı da ilgilendirdikleri için buraya da aldım. Tipik olarak narsisistik kişinin bu olumsuz nitelikleri cazibe, alımlılık ve yalancı baştan çıkarmacılık tarafından maskelenmiştir.

Sömürücülük ( exploitiveness)

Kendilerini herkesten yukarda görme yaşantısı içinde hissettikleri için narsisistik hastalar çevrelerini kullanan bir parazite dönüşürler. DSM-III’te de vurgulandığı gibi bu hastalar “kendi arzularının yerine getirilmesi ya da kendi gözlerinde itibarlarını yükseltmek için kişisel dürüstlüğe ve başkalarının haklarına aldırmaksızın diğer insanlardan çıkar sağlarlar”. Bu tanım tam olarak narsisistik kişiliklerin kişiler arası sömürücülüklerinin özünü anımsatmaktadır.

Empati yokluğu (lack of empathy)

Yukarıdaki görünümler, özellikle de nesnelerin narsisistik aynalaştırılması narsisistik kişilerin sürekli onay veren bir tarzda olmadığı sürece bir iletişimden zevk alamadıklarına işaret etmektedir. Kendilerini herkesten büyük görme yaşantıları ve ödüllenmeye her zaman aç olmaları nedeniyle bu kişiler diğer insanları alkış için orada bulunan, kimlikleri önemli olmayan nesneler olarak algılarlar ve insanların ne hissettiklerini algılayamazlar.

Pohpohlanmaya patolojik bağımlılık (pathological addiction of flattering)

Narsisistik kişiler nesnel olarak yüksek statü elde etmek için uğraşırlarken genellikle çevrelerinde kendilerine sürekli bir saygı ve hayranlık (pohpohlama) gösteren kişiler bulundururlar. Pohpohlanma şişirilmiş kendilik için oldukça çekicidir ve narsisistik kişiler niteliklerinin tüm abartılı yansımalarına (hatta en fazla büyüttüklerine, yok bu kadar da olmaz dediklerine bile) inanırlar.

Eleştiriye patolojik tahammülsüzlük (pathological intolerance of criticism)

Eleştiri narsisistik kişilik üzerine tabiri caizse ikiye katlanmış bir olumsuz etki yapar. Bir taraftan şişirilmişlik yaşantısına karşı bir tehdit oluştururken diğer yandan kendini küçük görme (inferioty) yaşantısını yoğunlaştırır.

Şişirilmişliğin engellenmesine bir tepki olarak eleştiriye narsisistik yanıt gelişimsel olarak şişirilmiş kendilik ile ilişkilidir (ikincil, kışkırtılmış –provoked- narsisistik öfle –agresyon-). Bununla beraber eleştiriye aşırı tepkide ise daha çok gelişimsel olarak gerçek kendilikle ilişkili olan kendini küçük görme ve güvensizlikten köken alan birincil, kışkırtılmamış narsisistik agresyon vardır.

Klinik olarak pohpohlanmaya patolojik bağımlılığın tamamen tersine narsisistik kişiler en ufak eleştiriyi bile kabullenmeyi ret ederler. DSM-III’te işaret edildiği gibi bu gibi hastalar eleştiriye ya da diğer insanlarının sakin ilgisizliklerine agresyon veya aşağılık, utanma, küçük düşme ya da boşluk duyguları ile tepki verirler.

Tartışma

Şişirilmiş kendiliğin klinik dışavurumlarının doğrudan ve dolaylı biçimlerinin yukarıdaki sınıflaması benim tipik bir narsisistik iç psişik yapının önceden ortaya konmuş yapısal-dinamik açıklamalarını düzenleme çabamı yansıtmaktadır.

Kendi klinik gözlemlerime göre şişirilmiş kendiliğin en önemli klinik görünümleri şişirilmişlik ve göstermeciliktir. Bununla beraber diğer bazı kişilik bozukluklarında da (özellikle sınır ve histriyonik) şişirilmişlik ve göstermecilik öğeleri bulunması nedeniyle şişirilmiş kendiliğe tam bir klinik yaklaşım görünen tablodaki hem doğrudan hem de dolaylı biçimlerinin ayırt edilmesini gerektirmektedir. Diğer bir deyişle sadece uygun emosyonel, bilişsel, etik ve kişiler arası ilişkiler eşlik ettiği zaman şişirilmişlik ve göstermecilik iç psişik dünyada şişirilmiş kendilik yapısının varlığını işaret etmektedir.

Şişirilmiş kendiliğin yukarıdaki dışavurum biçimleri NKB’nun klinik biçimlerinin sadece bir (ama en büyük) parçasını temsil etmektedir. Bu bozukluğun tam klinik görüntüsü bu makalede tartışılmayan ve emosyonel, bilişsel, etik ve kişiler arası biçimlerin gelişimsel olarak şişirilmiş kendiliğe bağlı olmayan görünümleri ile beraber olgunlaşmamış üstben ve “narsisistik ikiliğin (narcissistic duality)” (şişirilmiş kendilik ile gerçek kendilik arasındaki gidip gelmeler) özel görünümlerini de içermektedir

çevirmenin notu:Her ne kadar eski bir makale olsa da Svrakic’in yaklaşımı narsisizmde görülen dışavurumları daha nesnel tartışmamıza olanak sağlayabileceği için, narsisistik kişilerde baskın klinik görünüm olan kendini büyükseme görüntüsünü sınıflayan bu makalesini çevirme gereksinimi duydum. “Grandiose self” kavramımı “şişirilmiş kendilik”, “grandiosity” kavramını da “şişirilmişlik” olarak tanımlamayı bir keskinliği belki de bir karikatürü ifade ettiği için (şişine şişine dolaşmak deyişi gibi) –belki de çeviri sırasında beni sürekli gülümsettiği için- yeğledim. Bu kavramlar için “büyüklenmeci” terimi daha fazla kullanılmaktadır.

Kuşkusuz makalenin yazıldığı tarihten bu yana narsisizm konusundaki gözlemler yeni açıklamalar da getirdi ama hastalarımın bu şişirilmiş alt kimlikleri ortaya çıktığında “siz ezik olanı seviyorsunuz, ben ise onu sevmiyorum hatta nefret ediyorum, o zaman siz beni sevmezsiniz” biçimindeki ifadeleri ile çok karşılaştığım için, çeviri sırasında benim zihnimin bana sormadan daha çok odaklandığı noktanın “büyüklenmeci yani şişirilmiş kendilik gerçekten “gerçek” değil mi, gerçekten “şişirilmiş” mi” soruları olduğunun farkına vardım. Svrakic’in makalesinde satır aralarında bu sorularımın yanıtlarını da aradım. İlerde kendim ele alacağım bir incelemede bunun yanıtlarını araştıracağımı düşünüyorum.

21 Eylül 2007 Cuma

ZİHİN VE PSİKE-SOMAYLA İLİŞKİSİ

ZİHİN VE PSİKE-SOMAYLA İLİŞKİSİ

‘ Temel, indirgenmez zihinsel öğelerin, özellikle de dinamik nitelikte olanların tam olarak neleri içerdiklerini araştırmak en ilginç nihai amaçlarımızdan biridir bence. Bu öğelerin mutlaka somatik ve büyük ihtimalle nörolojik bir eşdeğeri de vardır ve böylece bilimsel bir yöntem kullanarak zihinle beden arasında yüzyıllardır süregelen kopukluğu gidermiş olmamız gerekir. O halde şöyle bir tahminde bulunacağım: bu kopukluk giderildiğinde, tüm felsefecilerin zihnini karıştıran antitezin de aslında bir yanılsama üzerine kurulduğu anlaşılacaktır. Başka türlü söylersek, zihnin gerçekten bir varlık olarak mevcut olduğuna inanmıyorum- bir psikoloğun böyle birşey söylemesi şaşırtıcı gelebilir (italikler bana ait). Zihnin bedeni ya da bedenin zihni etkilendiğinden bahsettiğimizde daha külfetli bir ifade yerine sadece bir kısaltma kullanmış oluyoruz yalnızca... ’ (Jones, 1946)


Scott’un (1924) bu alıntısı, bu engin ve zor konuda kendi fikirlerimi düzene sokmamı sağladı. Beden şeması zamana ve mekana ait yönleriyle, bireyin kendi kendisiyle ilgili çizdiği resim hakkında değerli bir fikir veriyor ve bunun içinde zihne apaçık bir yer verildiğini zannetmiyorum. Yine de, klinik pratikte, hasta tarafından belli bir yere konumlandırılmış bir varlık olarak karşılaşıyoruz zihinle; bu yüzden‘zihnin gerçekte mevcut olmadığı’ yolundaki paradoks üzerinde daha çok düşünülmelidir.


Psike-Somanın bir İşlevi Olarak Zihin



Zihin kavramı üzerine çalışırken, kişi daima bir bireyle, o bireyin psikosomatik varlığının en başından beri yaşadığı gelişimi de içerecek şekilde, bireyin tümüyle çalışmalıdır. Bu disiplin kabul edildiğinde, bireyin zihnini psike-somanın psikesinden ayrışıp özelleşme sürecinde izleyebiliriz.


Bireysel psike-soma ya da vücut şeması en erken evrelerden beri başarılı bir gelişim gösterdiği takdirde zihin de bireyin varlık resminde ayrı bir şey olarak ortaya çıkmaz, o zaman zihin psişe-somanın özel bir işleyiş halinden başka birşey değildir.


Gelişmekte olan bireyi çalışırken, zihnin çoğu zaman sahte bir varlık ve sahte bir konumlanış edindiği görülecektir. Bu anormal eğilimlerin incelenmesi, doğrudan zihnin sağlıklı ve normal bir psikede nereye konumlandığının araştırılmasından önce gelmelidir.Bizler, zihinsel ve fiziksel kelimelerini birbirine zıt olarak görmeye fazlasıyla alıştık ve günlük konuşma içinde bu kelimelerin karşıt olup olmaması bizi pek fazla rahatsız etmiyor. Ama bu karşıtlık, bilimsel bir tartışma sözkonusu olduğunda, oldukça farklı bir durum yaratıyor.


Hastalıkları tanımlarken zihinsel ve fiziksel kelimelerinin kullanılması bizi derhal bir sorunla karşı karşıya getiriyor. Zihinsel ve fiziksel olanın tam ortasında olan psikosomatik hastalıkların durumu oldukça belirsiz. Psikosomatik alanında yapılan araştırmalar da bu bahsettiğim karışıklıktan ötürü ancak bir ölçüye kadar yapılabiliyor (MacAlpine, 1952). Ayrıca, beyin cerrahları zihinsel (ruhsal) durumları değiştirmek ya da geliştirmek için normal ya da sağlıklı beyinlere birtakım şeyler yapıyor. Bu ‘fiziksel’ terapistler hepten kendi teorilerinde kaybolmuşlar; ama garip bir şekilde beynin de temel bir parçası olduğu fiziksel bedenin önemini göz ardı ediyorlar gibi.


Bu yüzden, gelişen bireyi en başından başlayarak düşünmeye çalışalım. Burada bir beden var; ve psike ile soma da kişinin nereden baktığı dışında birbirinden ayrılamaz. Gelişmekte olan bedene bakabiliriz, ya da gelişmekte olan psikeye. Psike sözcüğünün burada somatik parçaların, duyguların ve işlevlerin, yani fiziksel canlılığın hayal gücündeki işlenişi anlamına geldiğini düşünüyorum. Bu imgesel işlenişin beynin ve özellikle bazı parçalarının varlığına ve sağlıklı çalışmasına dayandığını biliyoruz. Ne var ki, kişi psikeyi beynin bir yerine ya da aslında herhangi bir yere konumlanmış bir şey olarak hissetmez.


Büyüyen kişinin psike ve soma yönleri yavaş yavaş karşılıklı bir ilişkilenme sürecine dahil olur. Psike ve somanın bu karşılıklı ilişkilenişi, bireysel gelişimin erken bir safhasını oluşturmaktadır ( yedinci bölüme bakınız). Daha ileriki bir evrede, birey, yaratıcı benliğinin özünde, sınırlarıyla birlikte içi ve dışı olan canlı bir beden olduğunu hisseder. Bu döneme geçiş fazlasıyla karmaşıktır ve bu gelişim bebek daha birkaç günlükken tamamlanabildiği gibi, gelişimin normal seyrinin çarpılması olasılığı da çok büyüktür. Dahası, çok erken evreler için geçerli olan herşey, bir ölçüde tüm evreler, hatta yetişkinlik dediğimiz dönem için bile geçerlidir.



ZİHİN KURAMI


Bu ilk fikirlere dayanarak bir zihin kuramı ortaya koyduğumun farkındayım. Bu kuramın temelinde, aktarım sırasında gelişimin oldukça erken bir safhasına gerileme ihtiyacı duyan analitik hastalarla olan çalışmalarım bulunmaktadır. Bu yazı boyunca tek bir klinik malzeme örneği verebileceğim ama kuramın günlük analitik çalışmamız açısından değerli olabileceğini düşünüyorum.


Bireyin erken gelişiminde sağlığın varlığın sürekliliğini gerektirdiğini varsayalım. Erken psike-soma, varlığının sürekliliğinin bozulmamasını sağlayan belirli bir gelişim çizgisinde ilerler; başka bir deyişle, erken psişe-somanın sağlıklı bir biçimde gelişebilmesi için kusursuz bir çevreye ihtiyaç vardır. Başlangıçta bu ihtiyaç yüzde yüzdür.


Kusursuz çevre, yeni oluşan psişe-somanın- ki biz gözlemciler bunun başlangıçta yeni doğmuş bebek olduğunu biliriz- gereksinmelerine etkin bir biçimde uyum gösteren çevredir. Kötü çevre, uyum gösteremedeği için psike-somanın (bebeğin) tepki vereceği bir müdahale haline gelen çevredir. Bu tepki yeni bireyin varlığındaki sürekliliği bozar. Başlangıçta iyi (psikolojik) çevre fiziksel olandır- çocuk anne rahmindedir ya da kucaklanıyor ve genel olarak ilgi görüyordur; bu çevre duygusal, psikolojik ya da sosyal gibi farklı tanımlayıcı kavramları gerektirecek yeni bir niteliği ancak zamanla kazanır. Bu çevrenin içinden sıradan iyi anne çıkar; bu iyi anne bebeğine bağlılığı sayesinde etkin bir biçimde uyum gösterir ve narsizmi, imgelemi ve hatıralarının da yardımıyla bebeğinin ihtiyaçlarını onunla özdeşleşerek anlar.


Başta iyi çevreye duyulan bu sonsuz ihtiyaç, hızla göreceli bir hale gelir. Sıradan iyi anne yeterince iyidir. Anne yeterince iyi olduğunda, bebek onun kusurlarına kendi zihinsel faaliyeti yoluyla tahammül etmeyi öğrenir. Bunu sadece güdüsel itkiler açısından değil, tüm en ilkel itiyaçların karşılanması, hatta negatif bakım ya da canlı ihmal için de söyleyebiliriz. Bebeğin zihinsel faaliyeti yeterince iyi bir çevreyi kusursuz bir çevreye dönüştürür; başka bir deyişle, uyum göstermedeki göreli bir uyarlanma başarısızlığını bir uyarlanma başarısına dönüştürür. Anneyi kusursuz olma ihtiyacından kurtaran şey bebeğin anlayışıdır. Olayların normal seyrinde, anne bebeğin anlama ve hoş görme kapasitesini aşan herhangi bir güçlük çıkarmamaya çalışır; özellikle de bebeğini kavrayamayacağı raslantılardan ve diğer olaylardan uzak tutmaya çalışır. Genel anlamda, anne bebeğin dünyasını elinden geldiğince basit tutmaya çalışır.


O halde, zihnin köklerinden biri, psike-somanın değişken bir işleyişidir ve bu değişken işleyiş de etkin bi çevresel uyumun yokluğunda varlığın sürekliliğine yönelen tehditle ilgilidir. Öyleyse, zihin gelişimi rastlantılar da dahil olmak üzere bireyin kendisine özgü olmayan etkenlerin de çok etkisi altındadır.

Annelerin bebek bakımında bu etkin uyumu, ilk önce fiziksel, kısa süre sonra da hayal güçleriyle göstermeye başlamalarının hayati bir önemi vardır. Ama bebeğin göreli yetersizliklere zihinsel faaliyet ya da anlama yoluyla tahammül etme yeteniğinin artmasına bağlı olarak, anne tedrici bir uyarlanma başarısızlığı da sunar. Böylece, bebek hem ben ihtiyacları hem de itkisel gerilim açısından daha hoşgörülü hale gelir.


Burada, annelerini daha geç bırakan çocukların sonradan düşük I.Q olduğu görterilebilir belki. Öte yandan olağanüstü iyi bir beyni olan ve sonradan da yüksek bir I.Q’ya ulaşan bir bebek anneyi daha erken bırakır.


Öyleyse, bu kurama göre her bireyin gelişiminde zihnin bir kökü ve belki de en önemli kökü, bireyin benliğinin özünde kusursuz bir çevreye duyulan ihtiyaçtadır. Bu bağlamda , çevresel bir yoksunluk hastalığı olduğunu düşündüğüm psikoza ilişkin (8. Bölüme bakınız) görüşlerime başvurabilirim. Bu kuramın önemli olduğunu düşündüğüm bazı açılımları var. Annenin bazı kusur ve yetersizlikleri, özellikle de tutarsız tavrı bebeğin zihninin aşırı çalışmasına yol açar. Burada, zihinsel işleyişin tutarsız anneliğe tepki olarak aşırı büyümesinin, zihinle psişe-soma arasında bir karşıtlık meydana getirdiğini görebiliriz. Çünkü kişi, bu anormal çevresel duruma tepki olarak, sağlıklı bir durumda çevrenin görevi olan şeyi, yani psişe somanın bakımını kendi üstüne alıp onu örgütlemeye başlar. Sağlıklı bir durumda, zihin çevrenin görevini kendi üstüne almaz, yalnızca kişinin onun göreli başarısızlıklarını anlamasını ve nihai olarak da onlardan yararlanmasını sağlar.


Bireyin benliğe bakabilir hale gelmesini sağlayan tedrici süreç, kişinin duygusal gelişiminin daha sonraki evrelerine aittir; bu evrelere ancak belirli bir zaman içinde ve doğal gelişimsel güçlerin belirlediği bir hızla erişilmelidir.


Bir adım daha ileri gidildiğinde şu soru sorulabilir: bir eliyle uzattığını diğer bir eliyle geri alan tutarsız bir erken çevreye karşı savunma olarak geliştirilmiş zihinsel faaliyet üzerindeki yük daha da arttığında ne olur? Böyle bir durum, ya kafa karışıklığına ya da (uç noktaya vardırıldığında) beyin dokusunun bozulmasından bağımsız olan akıl hastalığına yol açar. Bebek bakımının en erken evrelerde bu kadar tutarsız olmadığı daha genel durumlarda, zihinsel işleyişin kendi başına birşey haline gelerek, adeta iyi annenin yerine geçtiğini ve onu gereksiz kıldığını görürüz. Klinik olarak, böyle bir durum, anneye duyulan bağımlılıkla ve itaat temelinde gelişen sahte bir kişilikle birarada gidebilir. Bu en rahatsız edici durumlardan biridir çünkü bireyin psişesi esas olarak soma ile kurduğu yakın ilişkiden bu zihne doğru ‘ayartılmış’, baştan çıkarılmıştır. Bunun sonucu da patolojik bir zihin-psişedir.


Bu yönde gelişen kişi diğer tüm gelişim evrelerini de etkileyen çarpık bir kalıp sergiler. Sözgelimi, şöyle bir eğilim görülebilir: kişi, bağımlılık içeren tüm ilişkilerin çevresel yönüyle kolayca özdeşleşirken, bağımlı olan kişiyle özdeşleşmede güçlük çekiyordur. Klinik olarak, böyle bir kişinin bir süreliğine başkalarına karşı olağanüstü derecede iyi anneye dönüştüğü görülebilir; aslında, bu yönde gelişen kişi, ilkel ihtiyaçlara aşırı derecede etkin uyum gösterebilme yeteneğinden dolayı neredeyse sihirli iyileştirici özelliklere sahiptir. Ancak, kişiliğin ifade edilişindeki bu kalıpların sahteliği pratikte ortaya çıkar: kişi ya çözülme tehdidi altındadır ya da bu çözülme çoktan gerçekleşmiştir. Çünkü bireyin sürekli olarak ihtiyaç duyduğu şey, bu ‘iyi çevre’ kavramını gerçek kılacak birini bulmak ve böylece yaşanabilecek tek yer olan bağımlı psişeye geri dönebilmektir. Böyle bir durumda‘zihinsizlik’ arzu edilen birşey haline gelir.


Elbette, zihin-psişeyle bireyin bedeni arasında doğrudan bir ortaklık olamaz. Yine de, zihin-psişe birey tarafından konumlandırılır ve bu yer ya başın içidir ya da başla ilişkilendirilen dışarda bir yerdir; bu da bir semptom olarak baş ağrısının önemli kaynaklarından biridir.



Bireyin zihni yerleştirmeye yatkın olduğu yerin niye baş olduğu sorusu sorulabilir; ben bunun cevabını bilmiyorum. Burada önemli noktanın, bireyin zihni kontrol edilmesi gereken bir düşman olarak gördüğü için bir yere yerleştirmek istemesi olduğunu düşünüyorum. Şizoid bir hastam şöyle diyordu: zihin kafanın içindedir çünkü insanın kendisinin göremediği birşey (baş), tam olarak kendi parçası olarak da var olamaz Bir başka nokta da, kafanın doğum sürecinde geçirdiği özel deneyimdir ama bu olgudan daha iyi yararlanmak için özellikle doğum sürecinde harekete geçen başka tür bir zihinsel işleyiş üzerinde durmalıyım. Bu da ‘ezberleme (belleğe kazıma)’ kelimesiyle ilişkilidir.


Söylediğim gibi, çevrenin etkin uyum gösterememesinin sonucu olan müdahelelere verilen tepkiler, gelişen psişe-somanın (içsel ve dışsal ilişkiler de dahil olmak üzere) varlığının sürekliliğini bozar. Benim teorime göre, psişe-somanın varlığının sürekliliğini bozan müdaheleler karşısındaki tepkilerin miktarının hızla artması, zihinsel kapasiteye göre beklenen ve kabul edilebilen birşey haline gelir. Aşırı tepki gerektiren müdahalelerse ( teorimin ikinci kısmına göre) kabul edilemez. Bu durumun sonucunda kafa karışıklığının yanısıra tepkiler kataloglaştırılabilir de. Doğum sırasında, çevresel müdahaleler sürekliliği aşırı derecede bozabilir ve şu anda tarif etmeye çalıştığım zihinsel faaliyet de doğum sürecinde gerçekleşen belleğe kazımayla ilişkilidir. Psikanalitik çalışmam boyunca, bazen doğum öncesi yaşama geri döndüğü halde, bunu tam bir kontrol altında gerçekleştiren hastalarla karşılaştım. Sistemli bir biçimde gerileyen hastalar doğum sürecini tekrar tekrar yaşadı ve bebeğin doğum esnasında yalnızca varlığın süreklliğini bozan her ayrıntıyı hafızasına kaydetmekle kalmayıp, doğru sırayı da ezberlediğini görmem beni hayrete düşürmüştür. Hipnozu kullanmadığım halde, benzer buluşların -ki beni pek ikna etmemişlerdir – bu yolla elde edildiğini biliyorum. Benim betimlediğim türdeki zihinsel işleyiş, ki buna belleğe kazıma ya da katologlaştırma da diyebiliriz, doğum esnasında fazlasıyla etkin ve hassastır. Bunu bir vakadan alınan ayrıntılarla örnekleyeceğim ama önce şunu netleştirmeliyim: bu tür zihinsel işleyiş, psike-soma ya da insan bireyinin benliğini oluşturan varlığın sürekliliği açısından bir engel teşkil eder. Kişi, bundan oyunda ya da dikkatlice kontrol edilen bir analizde doğum sürecini tekrar yaşamak için yararlanabilir. Ama bu katolaglaştırıcı türdeki zihinsel işleyiş, anlama ya da öngörme kapasitesini aşan bir çevresel uyumsuzlukla karşılaştığında, yabancı bir beden gibi iş görür.


Kuşkusuz, sağlıklı bir durumda, şu da olabilir: çevresel etkenler bu yöntemle sabit tutulabiliyordur, ta ki birey libidinal ve özellikle saldırgan dürtüleri yaşadıktan sonra bu çevresel faktörleri ve dürtüleri kendinin kılmayı ve oralara yansıtmayı öğrenene kadar. Kişi bu yoldan- ki özünde sahte bir yoldur- aslında sorumlu olmadığı ve (eğer bilseydi) haklı bir biçimde suçlayabilceği kötü çevreden kendini sorumlu tutar (bu çevre kötüdür ve onu suçlayabilirdi çünkü psişe-somanın henüz sevecek ya da nefret edecek kadar örgütlenmediği bir zamanda doğuştan getirdiği gelişimsel süreçlerinin sürekliliğini bozmuştur). Bu çevresel yetersizliklerden nefret etmek yerine onlar tarafından altüst olur çünkü bu süreç nefret etmenin henüz olmadığı bir döneme aittir.



Klinik Örnek


Kuramımı örneklemek için bir vaka tarihçesinden bir bölüm aktaracağım. Birkaç yıllık yoğun bir çalışmanın içinden küçük bir ayrıntıyı seçmenin zor olduğu iyi bilinir; buna rağmen bu bölümü aktarmamın nedeni kuramımın büyük ölçüde hastalarımla olan günlük pratiğimin bir parçası olduğunu göstermek içindir.


Şu anda 47 yaşında olan bir kadın, kendisi inanmadığı halde dünya ile iyi bir ilişki kurmuş ve her zaman kendi hayatını kazanabilmişti. İyi bir eğitim görmüş ve genel olarak sevilmişti; aslında ben hiç bir zaman çok sevilmediğini düşünmüyorum. Buna rağmen, kendinden tümüyle şikayetçiydi; devamlı kendini arıyor ve hiç başarılı olamıyor gibi bir hali vardı. İntihar düşüncelerinin olduğu kesindi ama çocukluktan beri bu sorunları çözeceği ve kendini bulacağı yolundaki inancı bu fikirlerin üstünü örtmüştü. Birkaç yıl ‘klasik’ analiz dediğimiz şeyden geçmiş ama bir şekilde hastalığının özü değişmemişti. Benimle olan analizinde, kısa bir süre sonra bu hastanın oldukça şiddetli bir gerileme yaşaması gerektiği yoksa bu mücadeleyi bırakacağı ortaya çıktı. Bu yüzden, ben de gerileyici eğilimi izledim ve hastayı nereye götürse götürmesine izin verdim; en sonunda gerileme hastanın ihtiyacına ulaştı ve o zamana dek etkin olan sahte benlik yerine gerçek benlikte doğal bir gelişim oldu.


Bu yazının amaçlarından sapmamak için bu devasa malzemenin içinden yalnızca tek bir şeyi anlatacağım. Hastanın önceki analizinde kendini histerik bir biçimde divandan attığı durumlar olmuştu. Bu episodlar, sıradan histerik olaylar gibi yorumlanmıştı. Bu yeni analizin neden olduğu derin gerileme sırasında bu düşüşlerin anlamı açığa kavuştu: benle olan iki yıllık analiz deneyimi boyunca hasta tekrar tekrar doğum öncesi olduğu kesin olan erken bir döneme gerilemişti. Doğum sürecinin tekrar yaşanması gerekiyordu ve sonunda daha önce histerik bir biçimde divandan düşmesinin altında yatan şeyin doğum sürecini terar yaşamaya duyduğu bilinçdışı istek olduğunu farkettim.


Tüm bunlara ilişkin bir sürü şey söylenebilir ama kanımca burada önemli olan doğum deneyiminin tüm ayrıntılarıyla akılda tutulması ve hatta bu ayrıntıların tam olarak doğum anındaki sırayı izlemesidir. Doğum süreci birçok kez tekrar yaşandı ve her seferinde esas doğum anındaki temel dışsal özelliklerden birine verilen tepki terar yaşamak için bir kenera ayrıldı.
Doğum sürecinin bu tekrar tekrar yaşanışı, eyleme koymanın temel işlevlerinden birini de tesadüfen ortaya çıkardı; hasta, eyleme koyma yoluyla o anda ulaşmakta zorluk çektiği ama aynı zamanda farkında olmaya da çok güçlü bir biçimde ihtiyaç duyduğu psişik gerçekliğin bir parçası hakkında bilgi ediniyordu. Bazı eyleme koyma kalıplarını sıralayacağım ama malesef önemli olduğuna emin olduğum halde bunların sırasını veremeyeceğim.




Nefesteki değişiklikler, ayrıntılı biçimde gözden geçirilecek. Vücudu saran kasılmalar tekrar yaşanmalı, böylece de hatırlanmalı. Depresif ve tedirgin biri olan annenin karnından doğma fantezisi.Beslenmeme durumundan memeye, sonra da şişeden beslenmeye geçilmesi.Aynısına ek olarak, hasta anne karnında baş parmağını emmişti. Doğumdan sonra bunun yerini meme ve şişe almıştı; böylece içteki ve dıştaki nesne ilişkileri arasında bir süreklilik sağlamıştı.Kafadaki basınç çok şiddetli bir biçimde deneyimlenmiş ve bu basınçtan kurtulma da aşırı derecede korkutucu olmuştu; başı tutulmadığında yeniden sahnelemeye katlanamıyordu. Bu analizde doğum sürecinden etkilenen mesane işlevlerinde halen anlaşılmayan bir sürü şey vardı. Her bir yandan gelen ( rahim içi duruma bağlı olan basıncın alttan gelen (rahim dışı duruma bağlı olan) basınçla yer değiştirmesi. Basınç aşırı olmadığında sevgi anlamına gelir. Bu yüzden, doğumdan sonra sadece alttan sevilmişti ve belli aralıklarla döndürülmediğinde kafası karışıyordu.

Burada belki aynı derecede önemli olan bir sürü şeyi dışarda bırakıyorum. Yeniden sahneleme yavaş yavaş en kötü kısmına ulaştı. Neredeyse o noktaya geldiğimizde, başının ezilmesine yönelik bir kaygı duymuştu. Bu, önce hastanın ezilme mekanizmasıyla özdeşleşmesiyle birlikte kontrol altına alındı. Bu tehlikeli bir evreydi; çünkü analiz dışında eyleme koyulması intihar demek olurdu. Bu eyleme koyma evresinde hasta ezici kayalarda veya orda ne varsa onun içinde var oluyordu ve hasta için olduğu kadar benlik için de önemini kaybeden başın (buna zihin ve sahte pisşe de dahildi) parçalanmasından memnunluk duydu. Hasta en sonunda yok edilmeyi kabul etmek zorunda kaldı. Geçici bir bilinçsizlik ya da bir kararma olduğuna dair çoktan bir sürü belirti vardı ve kasılmalar bebekliğin bir döneminde küçük bir nöbet geçirmiş olabileceğini gösteriyordu. Gerçekte, ölüm olarak kabul edilmediği taktirde hastanın benliği tarafından özümsenemiyen bir bilinç kaybı var gibiydi. Bu gerçekleştiğinde, ölüm kelimesi de anlamını yitirip, en sonunda yerini ‘teslim olma’ ve ‘bilmeme’ye bıraktı.

Vakanın tümünü anlatırken ara ara bu çizgiye geri dönmek isterim ama bu ya da başka konular üzerinde sonra duracağım. Bilmemenin kabul edilmesi çok büyük bir rahatlamayı da beraberinde getirdi. ‘Bilmek’, ‘analist bilir’e yani ‘ hastanın ihtiyaçlarına etkin uyum gösterme konusunda güvenilirdir’e dönüştürüldü. Hastanın tüm yaşamı zihinsel işleyiş etrafında kurulmuştu ve bu zihinsel işleyiş sahte bir biçimde hastanın yaşadığı yer olan başın içindeydi; haklı bir biçimde sahte gördüğü tüm yaşamı da bu zihinsel işleyişin içinden çıkmıştı.


Belki de bu klinik örnek, doğum esnasındaki çevresel müdahalelere verilen tepkilerin dökümlenmesinin kesin ve tam olduğunu söylerken neyi kasteddiğimi anlatıyordur; aslında, bu dökümleme başarılı olmadığında tek şeçeneğin mutlak bir başarısızlık, umutsuz bir kafa karışıklığı ve zihinsel hastalık olduğunu hissediyorum. Yine de bu vaka konumu hem ayrıntılı hem de genel bir biçimde örnekliyor. Gene Scott’tan (1949) bir alıntı:

Aynı şekilde, analizde hastanın aklını kaybetmesi bir kazanç anlamına gelir: hasta, benim bedenim, benim dünyam, vb. dediği herşeyden bağımsız bir psişik aygıta ihtiyaç duyduğu yanılsamanını kaybettiğinde, bu, Beden Şemasının- ve onun hayatının erken bir döneminde psike-soma ikililiğinin başlamıyla birlikte vazgeçtiği hatıralarıyla, algıladıklarıyla, imgeleriyle birlikte- kenar çizgileriyle sağlamlığı, yüzeyiyle derinlikleri arasında kalan bağlantıların tümüne bilinçli bir biçimde erişip kontrol edebilir.


İlk şikayeti ‘aklını kaybetme’ korkusu olan bir hastada, kısa süre sonra bundan kurtulup daha olumlu bir fikri benimseme arzusunun belirmesi pek nadir değildir. Analizin bu bilmeme noktasında ‘nefes alışını gösteren karın hareketleri dışında oldukça hareketsiz’ duran bir kuş hatırası belirdi. Başka türlü söyleyecek olursak, hasta 47 yılda, fizyolojik işleyişin genel anlamda yaşam yerine geçtiği bir duruma ulaşmıştı. Bunun ardından psişik işleniş gelebilir. Bu fiziksel işleyişin psişik işlenişi, kolayca kendi için de yapay bir şey haline gelen ve psikenin konumlanması için sahte bir yer olan entelektüel çalışmadan oldukça farklıdır.

Doğal olarak burada bu hastayı yalnızca genel hatlarıyla ve onun da çok küçük bir kısmını verebiliriz. Yine de, bilinçteki boşluk meselesi üzerinde biraz durmak istiyorum. Boşluk kelimesinin daha doğrudan kullanımlarını- sözgelimi, karanlıkta tüm ölülerin ve ölmek üzere olanların yattığı bir kuyu dibi gibi- açıklama gereği duymuyorum. Şu anda beni ilgilendiren yalnızca, boşluğun en ilkel yollardan biri kullanılarak bulunmasıdır: hasta, aktarım durumuna ait süreçleri yeniden yaşayarak boşluğa ulaşır.Süreklilik halindeki boşluk- ki hastanın tüm hayatı boyunca inkar ettiği birşeydir- şimdi acilen bulunması gereken birşey haline gelmiştir. Kafanın içine girme ihtiyacını görürüz; vahşice kafa sallama bir bilinçsizlik, bir kararma hali yaratma çabasının bir parçası olarak belirir. Bazı zamanlar, hasta başın içine konumladığı zihinsel süreçleri tahrip etmeye yönelik ivedi bir ihtiyaç duyar. Bilmeme durumunun kabul edilebilmesi için, önce bilincin sürekliliğindeki boşluğa ulaşma arsuzunun tam olarak farkedilmesini engelleyen bir dizi savunmayla başedilmesi gerekir. Bu çalışmanın en uç noktaya ulaştığı gün hasta günlük yazmayı bıraktı. Hasta analiz boyunca bu günlüğü tutmuştu ve baştan sona kadar tüm analiz bu günlük sayesinde tekrar yapılandırılabilirdi. Günlüğüne kaydetmeden algıladığı hemen hemen hiçbirşey yoktu. Günlüğün anlamı artık açıktı: zihinsel aygıtının bir yansımasıydı, gerçek benliğinin değil; aslında, gerilemenin en son noktasına kadar hastanın gerçek benliği hiç yaşamamıştı ve ancak ondan sonra bu gerçek benlik için bir yaşama umudu doğmuştu. Bu küçük çalışmanın sonuçları, zihnin ve zihinsel işleyişin olmadığı geçici bir döneme neden oldu. Sadece nefes alan bir bedenden ibaret olduğu bir ara dönemin olması gerekiyordu. Bu şekilde, hasta bilmeme durumunu kabul edebilir hale geldi; çünkü o hiçbir şey bilmeden kendini teslim etmişken, ben onu kucaklıyor ve kendi nefes alışımla bir süreklilik yaratıyordum. Buna rağmen, bir yandan onu kucaklamamın, bir yandan da o ölü olduğu halde kendi yaşam sürekliliğimi korumamın hiçbir yararı olmayabilirdi. Benim yaptığımı etkili kılan şey, (bir kuş gibi) nefes aldıkça karnının hareket ettiğini görebilmiş, işitebilmiş ve böylece de yaşadığını anlamış olmamdı.

Şimdi ilk defa, kendine ait bir varlığı, psikesi, nefes alan bir bedeni olabilmişti; buna ek olarak, nefes almaya ve diğer fizyolojik işlevlere bağlı olan bir fantezi başlamıştı. Şüphesiz, biz gözlemciler biliriz: psikenin orada olup somayı zenginleştirmeşisini sağlayan zihinsel işleyiş çalışan bir beyne bağlıdır. Buna rağmen, psikeyi hiçbir yere, bağlı olduğu beyne bile konumlandırmayız. Böyle gerileyen bu hasta için en sonunda bunların bir önemi yoktu. Artık psikeyi somanın canlı olduğu herhangi bir yere konumlandırmaya hazırlandığını varsayıyorum.

Bu yazı yazıldığından beri bu hasta önemli bir ilerleme kaydetti. Şu anda 1953’de, burada anlatmak için seçtiğim döneme bakıp, belirli bir perspektif içinde görebiliyoruz. Yazdıklarımı değiştirme ihtiyacı duymuyorum. Doğum sürecinin beden hatıraları üzerinde yarattığı şiddetli zorluklar dışında, hastanın oldukça erken bir evreye gerileyip ve sonucunda da kendini gerçek hisseden gerçek bir birey olarak yeni bir varlığa doğru ilerlemesi önemli bir rahatsızlık yaratmadı.

BAŞA KONUMLANAN ZİHİN

Şimdi vakayı bırakıp, zihnin başa konumlanması konusuna döneceğim. Bedenin parçalarının ve işlevlerinin imgesel işlenişinin konumlandırılmadığından bahsetmiştim. Buna rağmen, beden işleyişine bağlı olmaları bakımından oldukça anlamlı olan konumlanmalar olabilir. Sözgelimi, beden maddeleri alır ve atar. Böylece, kişisel imgesel deneyimden oluşan bir iç dünya şeylerin şemasına dahil olur ve ortak gerçeklik genelde kişiliğin dışında birşey gibi düşünülür. Bebekler resim çizemez; ama ilk aylardan itibaren belli anlarda kendilerini bir daireyle ( herhangi bir ustalıkları olmasa da) resmettiklerini düşünüyorum. Belki herşey yolunda gitse, doğumdan kısa bir süre sonra bunu başarabilecekler; öyle veya böyle, altı aylık bir bebeğin zaman zaman benliğini resmetmek için bir daire ya da küreyi kullandığına dair bilgimiz var. Scott’un beden şeması ve özellikle de zamana olduğu kadar mekana da gönderme yaptığımız yolundaki hatırlatması oldukça aydınlatıcıdır bu noktada. Anladığım kadarıyla, beden şeması içinde zihin için bir yer yoktur ve bu bireyin kendisine dair çizdiği bir resim olarak beden şemasına ilişkin bir eleştiriden çok, konumlandırılmış bir olgu olarak zihin kavramının sahteliğine dair bir düşüncedir.

Zihnin niye başın içine ya da dışında bir yere konumlandırıldığını anlamaya çalışırken, bebeğin başının belirli bir çevresel zulmedici karşısındaki tepkileri kataloglaştırmada fazlasıyla etkin olduğu bir dönem olan doğumda nasıl etkilendiğini düşünmekten kendimi alamıyorum.İnsanlar genel olarak beyin işleyişini başa konumlandırmaya eğilimli ve bunun doğurduğu sonuçlar özel bir çalışmayı gerektirir. Çok yakın zamana kadar cerrahlar, zihinsel özürlü bebeklerin beyinlerini açma konusunda ikna edilebiliyordu; bu yolla kafatasının kemikleri tarafından sıkıştırıldığı varsayılan beyni geliştirebileceklerine inanıyorlardı.

Eski çağlarda, ruhsal hastalıkları tedavi etmek amacıyla kafatasını deldiklerini zannediyorum; yani, zihinsel işleyişleri onlara düşman olan ve bu zihinsel işleyişi sahte bir biçimde başın içine konumlandıran kişileri iyileştirmeyi amaçlıyorlardı. Tuhaf olan, günümüzde tıbbi bilimsel düşüncenin beyni, bir tür hastalığı olan kişi tarafından bir düşman olarak hissedilen ve kafatasının içindeki birşey olarak görülen zihinle bir kere daha eşleştiriliyor olmasıdır. Lökotomi yapan cerrah ilk bakışta hastanın istediği şeyi yapıyor, onu psike-somanın düşmanı olan zihinsel faaliyetten kurtarıyor gibidir. Ne var ki, cerrahın, akıl hastasının zihni sahte bir biçimde kafanın içine konumlamasına, sonra da zihin ve beyni bir tutmasına kendini kaptırdığını görebiliriz. İşini bitirdiğinde, görevinin ikinci kısmında başarısız olmuştur. Hasta, psişe-soma açısından bir tehdit haline gelen zihinsel faaliyetten kurtulmak istemiştir; ama psike-somanın varlığına sahip olabilmesi için ihtiyacı olan şey de tam olarak işleyen bir beyin dokusudur. Cerrah lökotomi uygulayarak, beyinde geri dönülmez değişikliklere yol açmış ve hastanın gereksinim duyduğu şeyi imkansız hale getirmiştir. Sürecin bir faydası olmamıştır, hastanın verdiği anlam dışında. Ama, bildiğimiz gibi, somatik deneyimin, psikenin ve (bu kavramı tercih edenler için) ruhun imgesel işlenişi sağlam bir beyin dokusuna bağlıdır. Kimsenin bilinçdışının böyle şeyleri bilmesini beklemiyoruz ama nöro-cerrahların da bir ölçüde entellektüel bir kaygıları olmaları gerektiğini hissediyoruz. Böylece, psikosomatik hastalığın amaçlarından birini de görebiliyoruz: psikeyi zihinden somayla olan asıl yakın ilişkisine doğru çekmektir. Psikosomatik hastaların hipokondrialarını analiz etmek, tedavinin önemli bir parçası olsa da yeterli değildir. Kişi, psikosomatik hastalığın da faydalı bir tarafı olduğunu, yani psikeyi zihne doğru ayartılmaktan alı koyduğunu görebilmeli. Benzer bir biçimde, fizyoterapistlerin ve rahatlama terapistlerinin amaçları da bu yönde anlaşılabilir. Başarılı bir psikoterapist olmak için ne yaptıklarını bilmek zorunda değillerdir. Bu ilkelerin uygulanışına bir örnek olarak şu verilebilir: biri, hamile bir kadına neyi nasıl yapması gerektiği öğretmeye kalkarsa, onu yalnızca sinirlendirmekle kalmaz, aynı zamanda, psikenin zihinsel süreçler içine konumlanma eğilimini de beslemiş olur. Diğer bir taraftan, rahatlama yöntemleri, en iyi haliyle, annenin bedenini dinlemeye başlamasına ve (eğer ruhsal bir hastalığı yoksa) varlığın sürekliliğini korumasına ve bir psike-soma olarak yaşamasına yardımcı olur; ve eğer doğum yapmak üzereyse ve anneliğin ilk aylarını da doğal bir şekilde geçirecekse bu önemlidir.

ÖZET

  • Sağlıklı bir durumda gerçek benlik yani varlığın sürekliliği, psike-somanın büyümesine bağlıdır.

  • Zihinsel faaliyet psike-somanın özel bir işleyiş halidir.

  • Çalışan bir beyin, psikenin varlığı kadar zihinsel faliyetin de temelidir.

  • Zihin benlik konumlandırılamaz ve zihin diyebileceğimiz birşey yoktur.
    Daha önce de söylediğim gibi, normal zihinsel işleyişin temelinde iki ayrı şey vardır:

(a) yeterince iyi çevrenin, müdahaleler karşısındaki tepkileri en aza indiren ve doğal(sürekliliği olan) benlik gelişimini en üst düzeye çıkaran kusursuz (uyarlanan) bir çevreye dönüştürülmesi;

(b) müdahalelerin ( doğum travması gibi) gelişimin daha sonraki evrelerine dahil edilmesi için kataloglaştırılması.

  • Şuna dikkat edilmelidir: psike-somanın büyümesi evrenseldir ve yarattığı karışıklıklar kendi doğasından kaynaklanır; buna karşılık, zihinsel işleyiş, erken çevresel etkenlerin niteliği, doğumun nasıl geçtiği ve doğum sonrası bakımın nasıl olduğu gibi çeşitli etkenlere bağlıdır.

  • Psikeyle soma, dolayısıyla da bireyin duygusal gelişimiyle bedensel gelişimi arasında bir karşıtlık kurmak mantıklıdır. Ne var ki, zihinsel ve fizikselin birbirine karşıt olduğunu-çünkü bunlar aynı şey değildir- söylemek mantıklı değildir. Zihinsel olgular, psike-somanın sürekliliği açısından değişken önemlerde komplikasyonlardır ve bunlar bireyin ‘benliği’dediğimiz şeyi oluştur.

D.W. WINNICOTT

(1949)

Kendilik Psikolojisinden Öznelerarası Sistemler Perspektifi

Kimlik Çözülmesi (Dissociation) Bozukluğunda Düzensiz Bağlanma Sorunu: Kendilik Psikolojisinden Öznelerarası Sistemler Perspektifi

Carol Mayhew, PsyD, PhD29. Uluslarası Kendilik Psikolojisi Toplantısı’nda sunulmuştur – Chicago, Kasım 2006

Slade (2004) ve diğerleri, bağlanma sorunlarına, biçimine ve süreçlerine bakmanın klinik çalışmanın daha iyi anlaşılması bakımından değerini tartışmıştır. Bowlby (1969, 1973, 1980), çocukların, ilk bakıcılarına bağlanmaya ve bu bağı sürdürmeye yönelik bünyesel bir yatkınlıkla dünyaya geldiğini çünkü bebeğin yaşamasını sağlayan şeyin bu bağlılık ilişkilerinin gelişmesi olduğunu düşünüyordu. Demek ki, çocuklar- özellikle de korktuklarında, hastalandıklarında ya da korunmaya ve güvenliğe ihtiyaç duyduklarında- onları bağlanma figürlerinden yakınlık aramaya sevk eden bünyesel bir bağlanma davranışları sistemiyle doğarlar. Çocuklar kendilerini güvende hissettiklerinde, etraflarındaki dünyayı da rahatça keşfedebilirler; oysa korktuklarında bakıcılarına yakın olmaları her şeyden daha önemli hale gelir. Öyleyse, Slade’in ifade ettiği gibi, ‘Bağlanma teorisi hem korku ve sıkıntının temelde devam eden ilk ilişkiler bağlamında düzenlenmesiyle, hem de bu tür düzenleyici süreçlerin bağlanma temsilleri biçiminde içselleştirilmesiyle ilgilidir’.

Çocuklar, bağlanma ilişkilerini korumaya ve sürdürmeye motivedirler; bu yüzden de kendilerini rahat hissettiren ve onlara yakınlık gösteren sürekli bir kaynağı garanti etmek için ilk bakıcılarının ihtiyaçlarına uyum gösterirler. Bakıcıya maksimum derecede yakın olabilmek için gerekli olan uyarlanmalar sonucunda, bağlanma temsilleri denilen belirli savunma ve duygulanım düzenleme kalıpları ortaya çıkar.

Ainsworth (Ainsworth, Blehar, Waters, & Wall, 1978) ve Main (2000; Main, Kaplan, & Cassidy, 1985) hem bağlanma durumlarındaki davranışları gözlemleyerek, hem de bağlanmayla ilgili konularda görüşmeler yaparak yürüttükleri olağanüstü yoğunluktaki araştırmanın sonucunda, yetişkinler ve çocuklar için farklı bağlanma kategorileri geliştirmişlerdir; bunlar, belirleyici bağlanma stratejileri haline gelen davranış ve duygulanım düzenleyici kalıpları yansıtır. Bu dört farklı bağlanma kategorisi şöyledir: güvenli, güvensiz-kaçıngan, güvensiz-dirençli/ikircikli ve dağınık/düzensiz. Bu sınıflandırma, çocuğun tehlikeli bir durumda ebeveynle ilişkili olarak nasıl davrandığı- buna çocuğun ayrılmadan önce, ayrılırken ve tekrar birleşme sırasındaki davranışı da dahildir- temelinde yapılmıştır.

Hesse ve Main’e (2000) göre, dağınık-düzensiz bağlanma sınıflandırması, tehlikeli durumdaki anormal davranışlar gözlemlenerek yapılmıştır. Bebeklerin yaklaşık %13’ü tutarlı bir bağlanma stratejisi gözlemlenemediği için ne güvenli ne de güvensiz kategoriye girmiştir. Bu bebekler, özellikle stresli bir ortamda birbiriyle ‘çatışan’ davranışlar sergilemeye meyillidirler. Bu hiç bir sınıfa dahil edilemeyen çocuklar, aynı zamanında ebeveynlerinin yanında tuhaf, anlamsız, düzensiz, karışık ya da açıkça birbiriyle çatışan bir dizi davranış da sergiler. Bu davranışlardaki en belirgin tema, hareket kalıplarının düzensiz ya da gözle görülebilir derecede çelişkili olmasıdır. Sözgelimi, bebek anneye yaklaşır ama sonra kaçıngan bir tepkiyle yüzünü başka bir tarafa çevirir ve ona bakmaz ya da yaklaşır, durur ve başka bir yere bakmaya başlar. Yazarlar şunu ileri sürmektedir: bebeğin, ilksel sığınağı olan bağlanma figür(leri) tarafından belirgin bir biçimde korkutulduğunda, düzensiz/dağınık bir davranış sergilemesi olasıdır. Aslında, araştırmalar kötü muamele gören örneklemdeki bebeklerin neredeyse %80’inin düzensiz olduğunu açığa çıkarmıştır.

Bu düzensiz bebekler ve ebeveynleri üzerine yapılan boylamsal araştırma altı yaşındaki çocuklarla yürütülmüş ve şu sonuçları ortaya koymuştur: bir saatlik bir ayrılıktan sonra ebeveynlerine kavuştuğunda, D (dağınık/düzensiz) bebeklerin çoğunluğu ebeveyn rolünde-roller tersine çevrilmiştir ki buna da D-Kontrolcü denmektedir- davranmıştır. Bu çocuklardan bazıları cezalandırıcı bir tavırla- ki buna cezalandırıcı kontrol denmektedir- ebeveynlerine emrederken ( ‘Otur ve sus’ gibi), diğerleri aşırı ve gereksiz bir endişe içine girmiştir (‘Anne yorgun musun? Oturmak istemez misin, sana çay getireyim mi?’); ki buna da bakımın kontrolcü bir biçimde ele alınması denmektedir (Main ve Cassidy, 1988). Bu çocuklar ayrıca ebeveynle çocuğun ayrıldığı resimler karşısında korku dolu tepkiler vermektedir (Kaplan, 1987)

Liotti (2005) bu araştırma sonuçlarını açıklayan ve geliştiren bir dinamik formülasyon önermiştir: Bebeğin güvenlik arayışıyla yöneldiği kişi tarafından korkutulmuş olmasının yol açtığı çatışma, bağlanma davranışının düzensizleşmesine neden olur. Bu şartlar altında, bağlanma sisteminin faaliyetleri, çocuğu düzensizliğin, karışıklığın kaotik deneyiminden korumak için savunmacı bir biçimde ketlenir; ve bir diğer motivasyon sistemi bir dereceye kadar düzen sağlamak için harekete geçmeye başlar. Bu da, çocuğun ebeveyni kontrol etmek için savunmacı bir strateji uygulamasına sebep olur- bunu ya bakımı kendi üstüne alarak, ya da ebeveyni cezalandırarak yapar. Yine de, bu tür çocukların ayrılık sahnelerine verdikleri korku dolu felaket tepkileri bağlılık ilişkisinin altta yatan içsel temsillerinin düzensiz ve aşırı derecede duygu yüklü niteliğini gösterir. Aynı şekilde, geçmişinde travmatik bağlılık ilişkileri olduğunu söyleyen ve kendilerine düzensiz bir biçimde bağlanan çocukları olan yetişkinler de, tipik olarak ‘düşmanlık, çaresizlik ve saplantılı bakım arasında gidip gelen çoklu, dağınık ve dramatik kendilik ve bağlanma temsilleri sergilerler (Lyons-Ruth, vd.,2003) Liotti, ‘kendiliğin (self) ve bağlanma figürlerinin bu çoklu, dramatik ve dağınık temsillerinin... ‘drama üçgeni’ metaforuyla ifade edilebileceğini ileri sürer. Drama üçgeninde, hem kendilik hem de önemli ötekiler, çaresiz kurban, güçlü-iyi kurtarıcı ve aynı derecede güçlü ama kötü zulmedici gibi birbiriyle uyuşmayan rolleri ya aynı anda ya da arka arkaya temsil ederler.

Liotti (2005) ayrıca şunu da anımsatır: güçlü bir stres kaynağı altında, çocuğun bağlanma sistemini savunmacı bir biçimde ketlemek için- ya kendi bakımının sorumluluğunu kendi üstüne alarak, ya da ebeveyni cezalandırarak- uyguladığı duygusal ve davranışsal stratejiler çöker ve o zaman çocuk/yetişkin bağlanma figüründen ilgi arar. Ancak, bu ilgi isteyen tavır aynı anda hem bir yardım çığlığının, hem felaket düşüncelerinin, hem yardımı istenen kişiden korkuyla kaçınma, hem de aynı kişiye anlamsızca saldırma eğiliminin düzensiz bir karşımı olarak belirir. Liotti ‘böyle bir duygusal feveran karşısında bakıcının en azından biraz sıkıntı ve hatta korku duyma ve bu hislerini de dile getirme eğiliminde olduğunu’ da söyler. Başka bir ihtimal de, bakıcının çocuğun fırtınamsı yardım arayışına kızgınlıkla tepki vermesidir. Düzensiz çocuğun, bakıcının, bağlanmaya yönelik ihtiyacı karşısında korkacağı ya da korkutucu tepkiler vereceği yolundaki beklentisi de kısmen onaylanmış olur. Çözülme deneyimi ve çözülme davranışı da işte bu öznelerarası (intersubjective) senaryonun içinden çıkar’.

Davies, Frawley (1994) ve Liotti (1995) çözülme süreçlerinden muzdarip olan hastaların tedavisinde ‘drama üçgenindeki’ rollerin yeniden sahnelenmesinden bahsetmiştir. Çözülmenin en ağır biçimi olan Kimlik Çözülmesi Bozukluğu’nu (eskiden Çoklu Kişilik Bozukluğu olarak bilinirdi) tartışırken, Liotti Ross’a atıfta bulunarak daha sık karşılaşılan ‘alter’ kişiliklerin (çözülme bozukluklarında kişiliğin bölünmüş her bir parçasına verilen isim), zulmeden, kurtarıcı ve kurban diye üç kategoriye ayrıldığını söyler. Liotti (1999) ‘drama üçgeninin’ kendiliğin bölünmüş parçaları arasında ortaya çıktığını öne sürer. İlginçtir ki, Steele (2002) Yetişkin Bağlanma Görüşmesini KÇB (Kimlik Çözülmesi Bozukluğu) tanısı koyulan kişilerle yapmış ve şu sonuçları elde etmiştir: yetişkin alterlerin tepkileri güvenli bir bağlılığın olduğunu gösterirken, zulmedici alterlerin tepkileri kayıtsız (kaçıngan) bağlananların tepkilerine, çocuk alterlerin (‘kurbanların’) tepkileriyse saplantılı/ikircikli bağlananlarınkine benzemektedir.

Bu bulgular özellikle ilginçtir çünkü çocuklar kadar aşırı travmatize olmuş kişiler de bile, bazı yönlerin, hatta güvenli bir bağlılık hissinin bile hala var olduğunu göstermişlerdir. Bu sonuçlar ayrıca KDB olan kişilerde güvenli bağlılığın daha yaygın ve kalıcı bir özellik ya da sınıflandırmadan ziyade psikolojik bir durum olabileceğini de ortaya koymuştur. Buna ek olarak, Liotti (2005) özel bir İÇM’nin (içsel çalışan modelin) yani Bowlby’nin dediği gibi, kendilğin ya da nesne yapılanışının harekete geçmesinin, Davies ve Frawley’nin tabiriyle, öznelerarası bir deneyim olduğunu da ima eder.

Bu bulgular, kimlik dağınıklığı bozukluğu olan bir kadın hastayla olan psikanalitik çalışmam sırasında, çeşitli nedenlerden ötürü özellikle ilgimi çekmeye başladı. İlkin, danışanın bu tedavide öncelikli ve temel endişesi bağlanma ve güvenli bağlanma sorunuydu. İkinci olarak, tedavinin ve aktarımın gelişmesiyle birlikte araştırmadakine çok benzeyen davranışlar ortaya çıktı ve bunlar araştırmayla ulaşılamayacak türden bir duygusal analizi mümkün kıldı. Üçüncü olarak, bağlanma ihtiyacı ve ayrılık karşısındaki tepkilere dikkat edilmesi tedavinin önemli bir parçası haline gelmeye başlamıştı ve psikanalitik çalışmanın açıklığı ve derinliği, bağlanma ve ayrılma tepkilerine yüklenen anlamın çeşitli katmanlarının keşfedilmesine imkân vermişti.

Otuzlarının ortasında olan Sara, çekici, ince ve sarışın bir kadındı. Beni bir gece intihar krizine girdiği sırada aramış ve hemen ertesi gün de gelmişti. Onu ilk gördüğümde bir rahatsızlık ve sıkıntı içinde olduğu apaçıktı. Bana bakmıyor, kendi kendine tartışırcasına bir şeyler mırıldanıyor gibiydi. Odama geldiğinde hala yüzüme bakmıyor, birtakım mimik ve jestler yardımıyla bir şeyler söylemeye çalışıyordu; sanki tekrar tekrar söze başlıyor ama sonra kendini durduruyor gibiydi. En sonunda konuşmaya başladı: ilk önce mırıltı halinde olsa da, dediklerini tekrar etmesini istediğimde daha açık ve net bir şekilde konuşmaya başladı.

Bu ilk görüşmede daha çok terapistleriyle olan ilişkisi üzerinde durmuştu. Sara, yıllar boyunca farklı terapistler gördüğünü ama terapötik çalışması sırasında kaçınılmaz olarak hep şu duyguyu hissettiğini açıklamıştı: ihtiyaç duyduğu anda terapistine ulaşabilmek istiyordu. Sara, böyle zamanlarda terapistine ulaşamadığında, büsbütün saplantılı bir hale giriyor ve terapistini defalarca arayıp not bırakıyor, intihar tehdidinde bulunuyor, ille görüşmek için ofisinde olay çıkarıyor ve hatta bazı durumlarda evine kadar gidiyordu. Sara, bu davranışlar karşısında hem fazlasıyla esnek ve yumuşak olan terapistlerle hem de sınırların önemini vurgulayan ve temas konusunda katı kurallar koyan terapistlerle çalışmıştı.

Sara’nın bu tür anlarda yoğun bir biçimde temas kurmaya ihtiyaç duyması, güdüsel bağlanma sisteminin harekete geçtiğini gösteriyordu; ancak bunun nasıl, niye ve hangi durumlarda olduğu açık değildi. Sara bu episodların nedenini anlamadığını ve bu tür anlarda ona neyin iyi gelebileceğini bilmediğini söylüyordu.

Sara, görüşme süresi ve şekli (mesela, görüşmenin ancak gün içinde ofiste yapılması ve bir saatle sınırlı olması, telefon konuşmalarının uzun ve sık olmaması gibi) konusunda kesin ve katı kurallar koymaya çalışan terapistlerden daha da ısrarcı olmuş ve izin verilenin ötesinde temas kurmak için her yolu denemişti. Bu konularda daha gevşek olan ve hastayla ne zaman olursa olsun görüşmeyi kabul eden terapistleri ise, “bir türlü bir gelişme olmuyor” gerekçesiyle bırakmıştı.

Sara’nın Kimlik Dağılması Bozukluğu, geçmişine bakıldığında anlaşılır haldeydi. Daha dört yaşında bile değilken babası, annesi ve yanlarında yaşayan iki büyük erkek kuzeni tarafından fiziksel, cinsel ve duygusal istismara maruz kalmıştı. Bunları tüm ayrıntılarıyla anlattıktan kısa bir süre sonra annesinin psikotik özellikler taşıyan ve tedavi edilemeyen bir Kimlik Dağınıklığı Bozukluğu olduğu ortaya çıktı. Bunun Sara’nın duygusal gelişiminde, özellikle de bağlanma bakımından büyük yansımaları olmuştu. Sara’nın anımsadıklarına göre, annesinin bir sürü hali vardı: görünüşte daha anne gibi olduğu bir hali, en az bir tane küçük çocuk hali ve Sara’ya gaddar ve zalimce işkence eden bir ya da birçok sadistik kişiliği vardı. Ayrıca, Sara’nın annesi bazı zamanlarda tüm bu hallerin bir karışımı da olabiliyordu.

Sözgelimi, Sara’nın hasta olduğunu düşündüğünde ya da hayal ettiğinde, kızının hayatını korkunç hastalıktan kurtarmak için gerekli olduğunu iddia ettiği bir dizi işkenceyi uygulamaya başlıyordu. Sara, eve geç olduğunu düşündüğü bir saatte gelirse, onu gece boyunca bir odaya kapatıyordu. Anne kızını kontrol etmek için onu kendini öldürmekle ve kesmekle tehdit ediyordu.

Sara’nın annesi kızına olan arzularıyla ilişkili bir çatışma içinde gibiydi: bir yandan, çocuk yetiştirme anlayışını iyi bir biçimde yansıtması ve ona zafer getirmesi için daima başarılı ve bir numara olmasını istiyor; öte yandansa kendi parçası gibi hissedeceği ve sınırsızca hükmedip kontrol edebileceği bir bebek olarak kalmasını istiyordu. Ayrıca, Sara’nın annesi kızına karşı kolayca haset duygusuna kapılıyordu; bu duyguyu hiçbir zaman açıkça dile getirmese de, kızını küçük görmesine, ona karşı fazlasıyla zalim ve düşmanca ( örneğin, Sara’nın kedisini öldürmüştü) davranmasına neden oluyordu. Sara’nın babasında görünürde bir çözülme bozukluğu olmamasına rağmen, olağanüstü derecede kendine dönük bir adamdı; aşırı derecede içiyor ve karısı, çocukları ve yiyenlerine kayıtsızca zalim davranıp, onları istismar ediyordu.

Bunun sonucunda, Sara evdeki herkese ama özellikle annesine ilişkin yaşadığı farklı duygusal hallerle baş edebilmek için karmaşık bir içsel çözülme sistemi geliştirmişti. İstismarın yol açtığı terör ve korku halleriyle, annesiyle yoğun bir biçimde ilişki kurmaya çalıştığı hali birbirinden ayırmıştı. Anne ve babasına karşı öfkesini biriktirdiği ve kendiliğinin koruyucu bir parçası haline gelen kızgın bir alt kendilik geliştirmişti. Ayrıca, sürekli anneye karşı gelmenin tehlikesini hatırlatan, annenin içsel versiyonu olan zulmedici bir alt kendilik de geliştirmişti. Çok küçük bir yaşta, anne-babasını gözetmeye ve‘korumaya’ çalışan baş edici, kendi bakımının sorumluluğunu kendi üstüne alan kontrolcü bir kendilik ortaya çıkmıştı. Buna rağmen, diğer alt kendilik ‘gerçek anneyi’, iyi anneyi bulmaya oldukça kararlıydı; onunla ilişki kurarak çocukluğunda yaşadığı korkuları unutacağına inanıyordu.

Sara’da erken bir zamanda birtakım temel çatışmalar- ki bunlar annesinin çatışmalarına benziyordu- ortaya çıkmıştı. Bunların en belli başlıcası, Sara’nın aynı anda hem okula gitme hem de evde annesiyle kalma mecburiyetini hissetmiş olmasıydı. Bu belirli çatışma, okulun ilk günü sahnelenmiş ve sonraları da bağımsızlığa, başarıya doğru her adım atışında karşılaştığı bir ‘model sahne’ olmuştu.

Sara’yla ilk çalışmaya başladığımda, dört bağlanma kategorisine- güvenli, güvensiz-dirençli/ikircikli, güvensiz/kaçıngan ve dağınık/düzensiz- aşina olsam da, boylamsal çalışma hakkında sınırlı bir bilgiye sahiptim ve Liotti’nin formülasyonundan da yararlanmamıştım. Sara’nın umutsuzluk hallerine yönelik yaptığım ilk formülasyon, bunların muhtemelen terapist/ bağlanma figürüyle temas kurmaya çabaladığı travmatize anlara bağlı olduğu yolundaydı. Bu yüzden, Sara’yla bir anlaşma yaptım: geceleri ve hafta sonları görüşme ihtiyacını hissettiğinde beni arayıp not bırakabilecekti; yalnız ben onu uygun olduğumda geri arayacaktım. Ayrıca, telefon görüşmelerini de ücretlendirdim; bunu, tabi ki kısmen kendi ihtiyaçlarımın karşılanması, kısmen de terapistin tek düzenleyici olarak deneyimlendiği eski sorunlu modellerden farklı olarak kendi kendini düzenlemesini teşvik etmek için yaptım.

Sara çoğu hastadan- hatta çoğu kimlik çözülmesi bozukluğu hastadan bile-daha fazla ilişki kurmayı talep ediyor ve bu ilişkiye de ön ayak oluyordu. Neredeyse haftada beş defa görüşmek istiyordu. Bu görüşme sıklığında bile, seanslar dışındaki yaşamında sık sık duygusal açıdan dağılıyor ve yeniden dengeye kavuşabilmesi için benimle görüşmeye ihtiyaç duyuyordu. Sara olağanüstü derecede parlak ve yaratıcıydı bir hastaydı; psikolojik süreçlere karşı aşırı ilgiliydi ve benim ona sunduğum her şeyden fazlasıyla yararlanmaya başlamış gibi gözüküyordu; bu özellikler sayesinde ben de daha geniş davranabildim. Bu vakada tedaviye yönelik ilk hipotezim, Sara’nın Bowlby’nin dediği gibi ‘güvenli bir temel’e ihtiyaç duyduğuydu: ilişkimizde genel anlamda kendini daha güvenli hissetmeye başladıkça, duygusal açıdan da kendini daha iyi ayarlayabilecek ve hem daha az ilişki kurmak isteyecek hem de bu istek eski aciliyetini yitirecekti.

Yaptığımız anlaşma çoğu zaman iyi gitse de, bazı kaçınılmaz kopukluklar olmaya başlamıştı. Bu kopukluklar, onu anlayamadığımda, ona uzak gözüktüğümde ya da anlaşmamızda yeni bir düzenlemeye ihtiyaç duyduğunda ve ben bunu kabul etmediğimde oluyordu. Böyle olduğunda, kızgın bir biçimde durumu ve beni kontrol etmekte diretiyor ve Liotti’nin tarif ettiği dağınık/düzensiz davranışı sergiliyordu. Sözgelimi, bana ısrarcı bir biçimde arıyordu; ben onu aradığımdaysa yüzüme kapatıyordu. Benle konuşsa bile, aksini çabaladığı halde, kaçınılmaz olarak öfkeleniyor, intihar tehdidinde bulunuyor ve sırf tekrar aramak ve süreci yeniden başlatmak için telefonumu yüzüme kapıyordu. Bu noktada, onun yaşadıkları karşısında sürekli empatik olmaya çalışmam onu yalnızca daha fazla öfkelendiriyordu. Bu dönemlerde, tuzağa düşürülmüş, çaresizce eziyet çeken bir çocuk gibi hissediyordum kendimi. Sınır koymaya ya da olayı kontrol etmeye yönelik herhangi bir çaba gösterdiğimde, daha da yoğun bir ısrarla beni kontrol etmeye çalışıyordu. Deneyimime göre, bu dönemler, genellikle psikolojik olarak kendi bağımsız gerçekliğimi savunmaktan tümüyle vazgeçtiğim ve kendimi tamamen onun durumu nasıl yaşadığını anlamaya verdiğimde sona eriyordu. Buna rağmen, söz konusu durumun herhangi bir somut özelliğini-tatil planları ya da yerine getirmeyeceğim istekler konusundaki tavrım gibi- değiştirmedim. Sara, bu dönemleri neyin sonlandıracağını ve öfkesini yatıştıracağını bilmiyordu.

Kısa süre sonra, Sara’nın bu düzensiz öfke hallerinin tedavisine mani olacağını anladım ve geçmiş ilişkilerinde bu düzensiz halleri nasıl yaşadığını daha çok anlattıkça, bunların uzun bir süredir hem tedavisi hem de ilişki kurması ve sürdürmesi açısından ciddi bir engel teşkil ettiği açığa çıktı.

İlk gözlemim genel anlamda Liotti’nin formülasyonuyla tutarlıydı: gözle görülebilir bir biçimde düzensiz olan hallerin dışa püskürtülmesi, Liotti’nin tarif ettiği gibi gelişen bir öznelerarası deneyimdir. Yine de, tedavi sırasında, bu çeşitli hallerin arka planda sürekli bir işleyiş halinde olduğu ve travmatik bir tetikleyiciyle birlikte ön plana çıktığı giderek aşikar olmaya başlamıştı; bu süreci büyük ihtimalle en iyi tarif eden, gidip gelen gelişimsel/ kendilik nesnesi ve aktarımın tekrarlayıcı boyutundan bahseden Strolorow ve Atwood’dur (1996). Gelişimsel boyut ön planda olduğunda, Sara kendisi ve başkalarını gayet iyi anlayabiliyor, tekrarlayıcı boyut ön planda olduğundaysa, kendiliğe ve ötekine dair oldukça travmatik fikirler öyle baskınlaşıyordu ki düşünümsel (reflective) kapasite tümüyle engelleniyordu.

Sara’nın geçmişi düşünüldüğünde kontrolcü bir strateji geliştirmiş olması oldukça normaldi. Ama Sara’nın kontrolcü stratejisi benimle olan ilişkisinde de gidip geliyordu. Gelişimsel boyut ön planda olduğunda ve benimle olan durumu kontrol altında tuttuğunu hissettiğinde, bağlanma ihtiyacı ve isteğini dolaysız ve güvenle yaşamaya ve ifade etmeye kendine izin veriyordu. Bunun dışındaki zamanlar kendini beni eğlendirmeye adamış gibi gözüküyordu; bu ‘iyi’ anneyi olabildiğince uzun bir süre tutmak için uyguladığı bir stratejiydi. Diğer zamanlar, beni bakıma muhtaç bir çocuk olarak ( annenin çocuğu alter’i gibi) görüyor ve bana bakmaya çalışıyordu. Bazı zamanlarsa, kendime zarar vermemden endişeleniyor ve yanımda kalıp intihara kalkışmamam ya da kendime zarar vermemem için beni denetleme ihtiyacı duyuyordu.

Yine bazı zamanlar ona gizli bir öfke ve/ya da cinsel bir duygu beslediğimden ve/ya da onun acı çekmesinden sadistik bir biçimde haz duyduğumdan şüpheleniyordu. Böyle zamanlarda, yeterince güvenilir, anlayışlı ve yatıştırıcı olabilmeyi başarırsam, gelişimsel boyut yeniden ön plana çıkabiliyor ve güvenini tekrar kazanıyordum. Eğer bu anların birinde, tarzım ve davranışlarımla yeterince güven verici olmazsam, bana karşı felaket bir kaygıya kapılıyor ve elinden geldiğince beni idare etmek ve kendini korumak için derhal cezalandırıcı bir kontrol stratejisi uygulamaya başlıyordu. Bu bir süre sonra düzensiz bağlanma hareketleriyle de birleşiyor ve aynı anda bana hem tutunmaya hem de benden uzaklaşmaya çalışıyordu. Bunun sonucunda, ofisimden fırtına gibi çıkıyor, cep telefonundan bana ısrarla çağrı bırakmaya başlıyordu. Onu geri aradığımda, bana bağırıp telefonumu yüzüme kapıyordu- sırf beni tekrar arayabilmek için. Bu düzensiz dönem devam ettikçe, beni intiharla tehdit ediyordu; böylece aynı anda beni hem kontrol etmiş, hem terk etmekle tehdit etmiş, hem cezalandırmış, hem bana tutunmuş hem de benden uzaklaşmış oluyordu. Bu tür dönemlerde, çocuk alterler beni arayıp, ağlıyor ve yardım istiyordu; bu kabul ettiğimdeyse öfkeli, düşman alterler devreye giriyordu.

Böyle dönemlerde Liotti (2005), Davies ve Frawley’nin (1994) tarif ettiği ‘drama üçgeni’ aklıma geliyordu. Yine de, Sara ve benim öznelerarası deneyimimizi tanımlarken, kendilik-öteki deneyimi ve davranışı arasında bir ayrım yapmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. Böyle zamanlarda, kendimi fazlasıyla şiddetli bir saldırı karşısında bir tür sınır duygusuna tutunmaya çalışan, tuzağa düşürülmüş, eziyet edilen, öfke ve korku dolu bir çocuk gibi hissediyordum ve yaşadığım deneyimin Sara’nın cezalandırarak kontrol eden öfkeli ebeveynleri karşısında yaşadığı şeye muhtemelen çok benzediğini düşünüyordum. Buna rağmen, bu tür dönemlerde, bununla ilgili duygularımın pek bir yorumlayıcı değeri yoktu- olsa da sınırlı bir düzeydeydi; çünkü Sara kendini beni kontrol altına alıp hükmetmeye çalışan ve bu sayede umutsuzca tekinsiz bir güvenlik duygusuna tutunmaya çalışan bir kurban gibi görüyordu. Böyle zamanlarda ve bu haller içindeyken, Fonagy ve meslektaşlarının (2003) düşünümsel kapasitesinin eksikliği tanımına uygun olarak, travmatik duygu ve fantezileri ona gerçek gibi gözüküyordu. Sonraları, bir çözüme ulaşıldığında ve düşünümsel kapasite onarıldığında, o dönemde ona fiziksel olarak saldırıyormuşum ya da onu tehlikeye atıyormuşum gibi geldiğini söyleyebildi.

Birlikte çalışmamızın önemli parçalarından biri, bu dönemlerin bir çözüme ulaşıldıktan sonra işlenişidir. Neler olduğunu bir süre tartıştıktan sonra, Sara’nın düşünümsel kapasitesi gelişmiş gibi gözüküyordu ve benim durumdaki öznelliğimi giderek daha fazla kavramaya ve üzerine düşünmeye başladı; ayrıca, olayın geçtiği sırada kendi öznelliğini de anımsadı. Bu gelişme, yalnızca farklı bir alter kişiliğin belirmesi gibi gözükmüyordu; çünkü bu şekilde düşünme kapasitesi çeşitli alter hallere yayılmıştı; buna birbiriyle bağlantılı olarak farklı ruhsal haller üzerinde düşünme kapasitesi de dahildir.

Düşünsel kapasitedeki değişiklikler çift yönlüydü. Kendimi tekrar güvende hissetmeye başladığımda, olayın öznelerarası ve karşılıklı ilişkilenme halindeki niteliğini de daha iyi kavrayıp kabul edebilmeye başladım. Onun verdiği geri bildirim sayesinde bir çıkmazın oluşmaya başladığını- onun için epey tetikleyici bir imgeydi- anladığımda, korkmuş ya da/ve korkutucu bir şekilde bakmaya başladığımı fark ettim. Ayrıca, bu episodların ortasında sık sık kızgınlığa kapılıyordum-ki bu da empatik bir duruşu imkânsız kılıyordu. Üstelik, düzensiz bağlanma sorunu derinlemesine empatik bir anlayışın benimsenmesini güçleştiriyordu; çünkü Sara’nın o andaki ruh haline hakim olan çok çeşitli ve birbiriyle çelişen gelgitleri vardı. O sırada kendimdeki bir dizi düzensiz bağlanma tepkisinin de farkındaydım-bir yandan onunla ilişki halinde olmak istiyor, onun güvende olup olmadığına dair bir endişe duyuyor ve bir uzlaşma yolu bulmaya çalışıyordum, öte yandan da ondan büsbütün kurtulmak istiyor, kendi güvenliğim için kaygılanıyor ve ona hiddetleniyordum.

Tedavi ilerledikçe, bağlılığın güvenliği ve düşünümsel alan ikimiz için de birbirine ve ilişkimize bağlı olarak arttı. Bunun sonucunda, birbirimizin tehlike sinyallerine karşı daha tahammüllü olabilmeye başladık ve travmatik tetikleyici sayesinde patlama olmadan yolumuzu sakince bulabiliyorduk. İkili içindeki bağlılığın güvenliği arttıkça hem aktarım-karşı aktarım dinamiklerinin birbirine daha fazla eklemlenmesine-bunu en iyi anlatan şey çok yönlü, lineer olmayan bir sistemin faaliyetidir- olanak sağladı hem de onun sonucu oldu.

Bu süreçle beraber giderek daha açık olan bir şey, Sara için onun öznelliğiyle benim aramdaki sınırların giderek bulanıklaşmış olmasıydı. Sara’nın annesinin öznelliğini idare etme ihtiyacı ve annesiyle olan sınırların bulanıklığı benimle olan ilişkisinde de canlanmaya başladı ki bu benim için tuhaf bir aydınlanma olmuştu. Çalışmamızın üçüncü yılında, bir noktada Sara şunu belirtti: benim tatile çıkmama yönelik endişesi, zannettiğim gibi benim yokluğumda kendi duygusal halleriyle nasıl başa çıkacağına dair bir korkudan kaynaklanmıyordu; daha çok onunla temas kurmadığım takdirde gelgitlere daha açık olacağım ve “iyi Carol”u sürdüremeyeceğim kaygısıyla ilişkiliydi. Bunu tartıştığımızda, benim annesi ve kendisi gibi birtakım haller arasında gidip gelmediğim fikrine çok şaşırdı.

Çalışmamız ilerledikçe Sara’nın şu kaygısı daha öne çıktı: benden ayrılmanın ve giderek bağımsızlaşıp başarılı olmanın benim ruh halime zarar vereceğini hissediyordu. Kendi hayatını daha çok yaşamaya başladıkça, ‘İhtiyacın olursa ara ya da sana gereksinim duymama ihtiyacın olursa ara’ diyordu. Seans dışında aradığında bu görüşmenin çoğu zaman onun mu yoksa benim mi yararıma olduğu çok açık değildi. Bunu aramızda daha açık bir biçimde dile getirmemizle birlikte kaygısı azalmıştı. Tıpkı daha güvenle-bağlanan bir çocuk gibi, Sara da şimdi dünyasını keşfetmek, bağımsızlaşmak ve başkalarıyla ilişki kurmak için daha çok duygusal özgürlüğe sahipti.

Bunu başardığımızda, Sara bazen bana şunu soruyordu: ‘Neden bütün bunları başka terapistlerle değil de seninle yapabildim?’ Bununla ilgili düşündüklerini sorduğumda üç özellikten bahsetmişti. İlki, güvenilir olmamdı. İkincisi, zamanın ‘pencerelerini’ bana erişebileceği zaman kullanmış olmamdı. Pencereler sayesinde benim için endişelenmek zorunda kalmadığını ve bunun da onu çok rahatlattığını açıklamıştı. Üçüncüsü de, onu telefon süresi için ücretlendirmiş olmamdı.

Bu üç özellik bir araya getirildiğinde, bu tedavide daha ‘güvenli bir temel’ kurmak için şu iki şeyi yapmış olmamın önemli olduğunu gösterir: bir yandan daha esnek ve geniş davranırken, bir yandan da kendi öznelliğime ve ihtiyaçlarıma onunkinden ayrı ve bağımsız olarak saygı gösterilmesinde ısrar etmiş olmam, Sara’nın kendi öznelliğini ve kendilik hissini geliştirecek kadar özgür hissetmesini sağlamıştı.