Psikiyatri ve psikoloji bilimleri insan zihni ve davranışlarıyal uğraşmaları nedeniyle ortak yanları olan bilim dallarıdır. Ancak psikiyatrist olabilmek için tıp doktoru olmak gereklidir. Fiziksel bir hastalığa veya mental bozukluk dışında bir hastalığı nedeniyle kullandığı ilaca bağlı bir psikiyatrik tablo geliştiğinde psikiyatrist uygun ilacı hastanın genel tıbbi durumunu değerlendirerek verir. Psikologlar diğer ülkeleri bilemiyorum ama Türkiye’de ilaç yazma yetkisine sahip değiller. Diğer yandan psikoloji biliminin sosyal psikoloji, deneysel psikoloji, gelişim psikolojisi, klinik psikoloji gibi alt dalları mevcuttur. Birbiriyle oldukça örtüşen konularla ilgilenmelerine karşın birbirini destekleyen bilim dalları olarak görmek daha uygun olur kanısındayım.
Normal ve anormal nedir?
Bu kavramların tanımlanması kültürlerden oldukça etkilenmektedir. Bazı kültürlerde bayılma nöbetleri tıbbi veya psikiyatrik yardım gerektiren bir durum değil tanrının bir lütfu gibi görülebilmektedir. Normal kavramının psikiyatride nasıl değişebildiği ve zorlaştığının en güzel örneği homoseksüalitenin psikiyatri sınıflandırmalarında uğradığı değişikliklerdir. Homoseksüalite önce benlikle uyumlu ve uyumsuz olmak üzere iki grupta değerlendirilmiş daha sonraki sınıflandırmalarda homoseksüalite kelimesi kullanılmadan “kişinin kendi cinsel yönelimden dolayı sürekli ve belirgin bir sıkıntı duyması” psikiyatrik bir sorun olarak yer almıştır.
Homoseksüalite konusuna psikiyatrinin yaklaşımındaki değişim psikiyatrinin hastalık veya bozukluk tanımlayışını etkilemiştir: Bir durum veya davranışın bozukluk olarak kabul edilmesi için sorun ve sıkıntıya yol açması ve/veya kişinin yardım aramak için başvurmasıdır.
Psikiyatrik hastalıklar kalıtımsal mıdır?
Psikiyatrik hastalıklar içinde anne babada görüldüğünde çocuklarda da mutlaka görülecek bir hastalık yok. Yani yüzde yüz kalıtımsal değil. Ama Ailede psikiyatrik bir hastalığın görüldüğü durumlarda yeni kuşakta hastalığın görülme olasılığı artıyor. Örneğin Majör Depresyon hastalarının birinci derece akrabalarında majör depresyon 1.5 ila 3 kat daha fazla görülür. Bipolar bozukluğu olan hastaların ailelerinde bipolar bozukluk %4 ila %24 oranında görülmektedir. Akrabalık derecesi ne kadar yakınsa olasılık o kadar fazladır. Şizofreni için bazı rakamlar verecek olursak:
Toplum genelinde görülme olasılığı: %1
Şizofrenik bir hastanın ikiz olmayan kardeşinde görülme olasılığı: %8
Anne babasından birinde hastalık olan çocukta görülme olasılığı: %12
Şizofrenik hastanın eş yumurta ikizi olmayan ikiz kardeşinde: %12
Her iki anne babada da şizofrenik hastalık varsa: %40
Şizofrenik hastanın eş yumurta ikizi olan kardeşinde: %47
Mesleklerin ruh sağlığı üzerine etkileri
Daha önce stresin ruh hastalıkları üzerine etkilerinden bahsetmiştik. Bazı meslek gruplarının daha gerilimli ve zor olduğu açıktır. Bu mesleklerin ruhsal sorunların ortaya çıkmasını kolaylaştırabileceği gibi, bir görüşe göre de zaten bu meslek gruplarını seçen insanların başlangıçta belirli ruhsal hastalıklara yatkındır. Vietnam savaşından sonra PTSD hastalığının sıklığının toplum geneline yansıtılamayacağını çünkü strese dayanıklılığı düşük olanların orduya girmesinin PTSD’nin daha çok görülmesine neden olduğu söyleniyor.
Psikiyatristler hastalarından etkilenir mi?
Mashar Osman’a da benzer bir şey sormuşlar. O da “onların benim hakkımda söyledikleri önemli değil ama ben onlar için bir şey söylersem bu önemlidir” demiş. Psikiyatristler de insan olduklarına göre ruhsal sorunlarının olması mümkündür. Ama bir psikiyatristin sorunlarının farkında olmak şartıyla ruhsal sorunlarının olmasının belki de zarardan çok faydası vardır. Karşısındakinin sorunlarını anlamasını ve eşduyum yapabilmesini yani kendini onun yerine koyarak neler hissettiğini anlamasını kolaylaştırır. Hastalardan etkilenmeye gelince bir onkolog yani kanser hastalarıyla ilgilenen doktor, tedavisi mümkün olmayan ölüm eşiğinde bir hastasının karşısında nasıl ölüm düşüncesiyle yüzleşmek zorundaysa psiyatristin de hayatın pek çok alanındaki sorunlarla yüzleşmesi ve eşduyum yaparken etkilenmemesi düşünülümez. Önemli olan buna rağmen tıp ahlakı sınırları içinde hastasına yardım etmeye devam etmesidir.
Psikiyatrik hastalıklar ülkemizde yeterince tanınıyor mu?
Psikiyatri bilimi dünya da hızla gelişen bir bilim dalı. Türkiye’deki gelişimin de paralel olduğunu düşünüyorum. Hala yeterli olmamakla birlikte Türkiye’deki psikiyatristlerin sayısının artmasının rolü olabilir diye düşünüyorum. Bence bu noktada vurgulanması gereken bir nokta psikiyatristlere aslında pek de konularına girmeyen pek çok sosyal meselede fikirleri soruluyor. Bunun verilen cevapların aksi kabul edilemez bilimsel gerçekler olarak alınmadığı sürece bir sakıncası yok. Medyanın verdiği önem psikiyatri biliminin tanınmasında rol oynuyor sanırım. Türk halkının sosyokültürel seviyesinin yükselmesinin de katkısı var tabii ki.
Psikiyatri’de hastalıklar nasıl sınıflandırılır?
Sınıflandırmadan önce psikiyatrik hastalığın tanımlanmasında fayda var. Yüzyıllar boyunca sosyologlar, psikologlar ve filozoflar bu tanımlamaya çalışmışlardır. ABD’de ilk kez 1952 yılında DSM denilen sınıflandırma sisteminin birincisi ortaya konulmuştur. Son olarak DSM- IV meydana getirilmiştir.
Sınıflandırma sistemlerinin amacı öncelikle psikiyatristlerin aynı dili konuşmalarını sağlamaktır. Sınıflandırma sistemleri oluşturulmadan önceki dönemlerde aynı hastaya farklı psikiyatristlerin farklı tanılar koymaları sıklıkla görülen bir durumdu.
Psikiyatrik sınıflandırma tanımlayıcıdır. Yani hastalığın sebeplerine göre değil de görünümlerine, bulgularına göre sınıflandırır. Psikiyatrik hastalıkların çoğunun sebebi kesin olarak bilinmez ve henüz teori düzeyindedir. Sınıflandırmanın tanımlayıcı olması bu nedenle daha uygun gibi görünmektedir.
İlk kez başvuran hastaya yaklaşım
Ilk görüşmede önemli olan hastayı tanımak, anlamak, tanı koymak ve tedavi için mutlaka gerekli olan işbirliğini sağlamaktır. Hastalar bazen kendi istekleriyle değil yakınlarının bastırması sonucu psikiyatriste başvuruyorlar. Böyle bir durumda hastayı psikiyatrik hastalıkların doğası hakkında bilgilendirmek gereklidir. Kişi kendisinin farkında olamayabileceği sorunlarının olabileceği açıklanır. Bir hastam şöyle demişti: “Terazinin kendisi bozuk, nasıl tartsın ki”. Bu demek değildir ki hastanın doğru yalnış hakkında hiç bir fikri olamaz. Tedavisi hakkında karar veremez. Vurgulamaya çalıştığım işbirliğinin sağlanması için dürüst bir şekilde düşüncelerimizi hastayla paylaşmamızdır.
Hastanın çeşitli tedavi alternatifleri arasından birisini seçmeye hakkı vardır. Hastaya hastalığının gidişi, sonuçları ve tedavi yolları hakkında anlayabileceği bir dille bilgilendirmek gereklidir.
Yaşam olaylarının psikiyatrik hastalıklara etkisi
"Yaşam olaylarının psikiyatrik hastalıkların ilişkisi var mı? (Ekonomik ve sosyal değişimlerin psikiyatrik hastalıkları arttırdığı söylenebilir mi?)"
Cevap kısaca evet. Bütün psikiyatrik hastalıklar için bire bir bir ilişkiden tam olarak söz edilemez. Yapılan araştırmalar yaşam olaylarıyla psikiyatrik hastalıklar arasında bir ilişki olduğunu göstermiştir. Örnek olarak şizofrenik bozukluğu olan hastaların %60’ında ataktan önceki 3 hafta içinde objektif olarak kendilerini veya yakın akrabalarını etkileyen bir yaşam olayı bulunmuş. Ekonomik zorluklar, anne babadan birinin yokluğu, tıbbi hastalıklar, sosyal açıdan yalnızlık, işle ilgili sorunlar stres etkeni olabilecek yaşam olaylarından bazıları. Yaşam olayları yalnızca psikiyatrik hastalıklar için değil tıbbi hastalıklar için de risk faktörü oluyorlar.
Önemli olan nokta yaşam olaylarının tek başına psikiyatrik hastalığı meydana getiren şey olmadığı. Yatkınlık teorisi denen teoriye göre genetik faktörler ve kişinin strese karşı dayanıklılığı hastalığın ortaya çıkışını etkileyen diğer faktörler. Her insanın strese dayanabilme eşiği birbirinden farklıdır. Stres her zaman insan için olumsuz değildir. Dayanabilme eşiğini aştığı zaman zararlı olacaktır.
Ruhsal durum ve fiziksel hastalıklar
Son çalışmalar genel olarak stresleri iyimser karşılayan insanların, kötümser karşılayanlara göre psikosomatik hastalıklara daha az meyilli olduklarını göstermiştir. Merkezi sinir sistemi ile otonomik sinir sistemi, endokrin bezler ve immün sistem arasında bağlantılar vardır. Bu bağlantılar sonucu ruhsal durum ile fiziksel hastalıklar birbiriyle yakından ilişkilidir. Mide ülseri, kolit, astım, hipertansiyon, migren, bazı deri hastalıkları ruhsal durumla yakından ilişkili hastalıklar arasında sayılabilirler.
Psikiyatrik hastalığın bulunması başka hastalıklar nedeniyle hastanede kalış süresini uzatıyor; majör depresyonun bulunduğu durumlarda koroner arter hastalıklarından ölüm daha fazla görülüyor.
Hasta yakınlarına öneriler
Örnek olarak şizofreniyi örnek verecek olursak bu hastalığın aile ve çevre desteğinin daha iyi olduğu doğu ülkelerinde gidişinin daha iyi olduğu söylenmektedir. Yani hastanızla ne kadar ilgilenirseniz hastalığın gidişi o kadar olumlu olacaktır denilebilir. Hastanızın düzenli kontrollere gitmesini sağlamanız, ilaçlarını düzenli olarak kullanmasını sağlamanız tedaviye oldukça yardımcı olacaktır. Psikiyatri hastaları genellikle doktor doktor dolaşıyorlar ve çok değişik ilaçlar kullanıyorlar. Eğer hastanızın kullandığı ilaçları ve dozlarını düzenli olarak yazarsanız gittiğiniz yeni bir doktorun ilaçlarını ayarlamasına ve uygun olan ilacı vermesine yardımcı olursunuz. Bu sayede eğer daha önce kullandığı ve faydalanmadığı bir ilaç varsa bunu doktora hatırlatmış ve aynı ilacı tekrar vermemesini sağlamış olursunuz.
Yaratıcılık ve Ruhsal Bozukluklar
Yaratma, bir anlamıyla yoktan var etme; diğer anlamıyla da var olana şekil verme, yeni bir düzende, farklı bir açıdan bakma gösterme. Arkadaşlarım bu dosyada “yaratıcılık ve psikopatoloji”ye dair bir yaratma gerçekleştirdiler.
Psikoterapiyle ilgilenen bir klinisyen olarak, yaratmayı her şeyden önce kendini ve geçmişini anlama ve değiştirme çabası olarak görüyorum. İster modern psikiyatrinin giderek daha biyolojik olarak açıklamayı başardığı duygudurum bozuklukları olsun, isterse yaşamında bir şeyler yolunda gitmediği için bembeyaz zihninin (tabula rasa) karalanması olarak bakabileceğimiz nevrozlar, kişilik bozuklukları olsun, ruhsal sorunları olanın kafası karışıktır. Ruhsal dünyasında ve yaşamında olup bitenleri yerli yerine koymak, anlamak, anlamlandırmak ister. Sanatsal yaratıcılık ürünleri iç dünyadaki bu karmaşanın boyayla, notayla, şiirle dışarı dökülmesi ve somutlaştırılması, bir taraftan da değiştirilme çabasıdır. Tıpkı algılarken kendimize göre algıladığımız gibi, dışarı dökerken de değiştirerek dökeriz içimizdekileri. Yaratıcılığın gerçek büyüsü buradadır, şamanların dansları, paganizmin ritüelleri gibi. Gerçek yaratıcılık bilinçdışı bir süreçtir. Anoreksik hastaların ya da borderline kişilik yapılanması olan hastaların müzik ya da resimle uğraştığı dikkatimi çekmiştir epeydir. Gerçi literatürde bu hastaların sanatla özel ilgilerine dair bir makaleye rastlamadım ama nesne ilişkileri kuramı bakış açısında bakıldığında borderline psikopatoloji ile yukarıda içselleştirme ve dışsallaştırmaya tarzıyla örtüştüğünü düşünüyorum: İçindeki kötü nesneyi dışarı at, şekil ver ve düzelterek içine al, özdeşim kur.
Sanat eserler yalnızca yaratıcısı ile değil kendisine yönelen ile de içsel bir bağ kuruyor. Tıpkı bir diyapazonun uygun frekanstaki bir sesle titreşmesi gibi. Okuyucu, dinleyici kendinden bir şeyler bulduğu, ruhsal karmaşasına denk düşen eseri beğenir. Bu açıdan bakıldığında örneğin belirli bir müzik tarzını beğenen ve dinleyenlerin “psikopatoloji”lerini dönüştürmekten çok sürdürüyor olup olmadıklarını merak ediyorum.
Sanatçının aykırılığı, toplumla uyuşmazlığı, hayattaki şanssızlıkları sonucu hayata farklı bir gözle bakmasının neredeyse doğal bir sonucu. Hayatında her şey “yolunda gitmişler” ise hiç bir şeyi sorgulamak zorunda kalmamış “şanslılardır”. Psikotik ya da ağır ruhsal sorunları olan hastalarda ise yaratıcılık ve üretkenlik ketlenmiştir. Ağır bir majör depresyon, dezorganize ya da rezidüel tip bir şizofrenik bozukluk vakasının günlük yaşamını bile yardımsız sürdürmesi mümkün değildir. Halihazırda vizyondaki Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) filminin konu aldığı Ekonomi dalında 1994 yılı Nobel ödülü sahibi John Forbes Nash şizofreni tanısı almış ve 1959-90 yılları arasında uzun bir süre bu hastalık nedeniyle toplumdan soyutlanmış, yaratıcılığı tamamen olmasa da büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Kendisi üretkenliği ve hastalığına dair şöyle söylüyor: “Eğer iyi bir şeyler üretememiş olmasaydım kendimi iyileşmiş saymazdım.” İronik bir ifadeyle “optimum” bir psikopatolojinin yaratıcılığa yol açacağı ya da doğuştan var olan yaratma gücüne şekil vereceğini söyleyebiliriz. Ben böyle düşünüyorum. Öğrencilerin yaratıcılıklarını köreltmek isteyenler Otto F. Kernberg’in “Thirty methods to destroy the creativity of psychoanalytic candidates” yazısını okuyabilirler (International Journal of Psycho-Analysis, 1996, 77, 5: 1031- 1040)!!! Kernberg bir öğrencinin yazısına kendilerine ait herhangi yeni orijinal bir fikir koymalarına en olmanın yaratıcılığına ket vurmak olduğunu söylüyor.
Kalıtsal bir hastalıkta önlem
Kimin hasta olacağı kimin olmayacağını belirleyen bir yöntem yoktur. Bu nedenle kendiniz için alabileceğiniz bir önlem yok denilebilir. Ama genetik yönü olan bütün hastalıklarda olduğu gibi akraba evliliği veya gene ailesinde psikiyatrik hastalığı olan birisiyle evlenmeniz durumunda sizde olmasa bile çocuklarınızda hastalığın ortaya çıkma olasılığını arttıracaksınız. Böyle bir evlilikten sakınmanızı öneririm.
Antipsikiyatriye karşı
Bir gazetede "Bir insanlık düşmanı: Psikiyatri" başlığını görünce acaba yanlış mı anladım, "psikiyatri biliminin insanlığa düşman olduğunu mu söylüyor?" diyerek merakla yazıyı okudum, daha doğrusu yanımdaki diğer meslektaşımla beraber merakla okuduk. Evet, yazının içeriği de başlığından çok farklı değildi.
Özetle ve diğer bir ifadeyle:
1. Psikiyatrinin insanoğlunun bazı meziyetlerini indirgemeci bir yolla psikopatoloji olarak damgaladığı;
2. Psikiyatrinin ilaç tedavisi vermekten başka bir iş yapmadığı;
3. İlaç tedavisinin de sorunların üstünü geçici olarak örtmek olduğu;
4. Psikiyatristlerin psikiyatrik görüşme sırasında hastayı neredeyse hiç dinlemedikleri ve hastanın şikayetlerinin kökenine inmedikleri.
Söz konusu yazıyı kaleme alan adını anmak istemediğim yazarın ifadesiyle "Eğer sorunun özüyle, kaynağıyla ilgili, rahatsızlık yaşayan kişiyle, yardımcı olmaya soyunan kişi birlikte bir çalışma yapmazlarsa ve bunu yapmak yerine sorunların çoğu kez üzerini örtmekten başka hiçbir işlevi olmayan ilaçlara başvurulursa, sonuç intihar olmasa da, pek hayırlı olmaz". İntiharı ya da depresyonu bu şekilde yalnızca yaşamsal sorunların bir sonucu gibi görmek onu çok basite indirgemektir. Hele psikiyatrideki ilaç tedavisinin işlevini "sorunlarının üzerini örtmek" olarak görmek, olsa olsa depresyonun biyokimyasından habersiz olduğunu göstermektedir. Bu yazının amacı belli bir şahsın yanlışlarını göstermek ya da bazı meslektaşlarımı temize çıkarmak değil. Psikiyatriste ruhsal bir sorun nedeniyle gitmek, dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, ülkemizde de henüz kolay bir şey değildir.
Özel bazı TV programları ya da meslektaşlar için değil genel olarak söylemek gerekirse, medyada boy gösteren psikiyatristlerin hem psikiyatrik hastalıkların bulgularını insanlara anlatarak nelerin psikiyatriste başvurmayı gerektirebilecek bulgular olduğu konusunda eğitmeleri, hem de psikiyatrik hastalıkların üzerindeki stigmayı, önyargıyı kaldırmak gibi önemli faydaları olduğunu düşünüyorum. Bazı meslektaşların kendilerine sorulan sorulara cevabı bilmediğini söyleyemedikleri için, akıllarına ne gelirse söyleyerek cevap vermeleri tabii ki beni de rahatsız ediyor. Sayın yazarı rahatsız eden "bir psikiyatristin hastasını yeterince dinlemeden hemen ilaç tedavisine başvurması" beni de rahatsız ediyor. Ancak şunu belirtmeliyim ki kimi durumlarda kişiyi psikiyatriste getiren ruhsal sorunun kaynağını anlamak (özellikle dinamik kökenli bir sorunsa) saatler alabilir. Oysa ülkemizin çoğu hastanesinde bir hastayı dinlemek, teşhis koymak ve tedavisini düzenlemek için en fazla 20 dakikanız vardır. Eğer sorun ilaç tedavisi ile düzelme olasılığı yüksek bir durum ise zaman çok büyük bir sorun olmayabilir. Çünkü bu durumda kontroller daha seyrek olabilir ve daha kısa sürebilir.
İlaç tedavisinden çok psikoterapinin gerekli olduğu durumlarda ise işin ekonomik boyutu gündeme geliyor. Gelişmiş ülkelerde bile sigorta şirketleri çoğunlukla psikoterapi masraflarını karşılayamamaktadırlar. Her ne kadar iyi bir psikiyatrist ya da psikoterapist ile birlikte yapılan terapinin faydalı olduğunu gösteren pek çok bilimsel çalışma varsa da, ülkemizde psikoterapi hem ekonomik açıdan, hem de iyi eğitimli psikoterapistlerin azlığı nedeniyle lüks olmaya devam etmektedir. Antipsikiyatrların hastane ile görüşleri ise şöyle: "hapishane", "beyin düşmanı", "cehennem yolunda", "sığ", "mekanik", "tüccar", "ilaç şirketlerinin can dostu", "cahil, ne bilmediğini bilmeyecek düzeyde", "korkak, o yüzden silahlı, silahı ilaç", "yaşayan ölülerin yaratıcısı". Psikiyatri için bu sözleri söyleyebilen kişinin hangi verilere dayanarak bu sözleri sarfettiğini merak etmemek mümkün değil.
Türkiye'de bazı psikiyatri hastanelerinin hala hastalarına kötü şartlarda hizmet verdiğini konuyu biraz bilen herkesin malumudur. Bazı psikiyatri hastanelerinin vahim hali psikiyatri biliminin bir suçu mudur, yoksa bu Türkiye'de kötü giden ekonomik, örgütsel vs sorunların bir parçası ya da ürünü müdür? Bazı hastanelerin durumundan yola çıkarak bütün bir psikiyatri bilimini ve tedavi yöntemlerini kötüleyen böyle bir yazı nasıl yazılır, hadi yazılsa bile bu yazı nasıl yayınlanır anlamak çok güç. Psikiyatri hastasının tedaviye uyumunun sağlanması ve hekim ile arasındaki güven ilişkisinin sağlanması gerek hastalığın doğası (örneğin paranoid hastalarda olduğu gibi) gerekse psikiyatrik hastalıklar üzerindeki stigma nedeniyle kimi durumlar güçtür. Bir psikiyatrist hastalıkları tedavi etmekle birlikte ve edebilmek için bu ön yargılarla da uğraşmak zorunda kalır. Bu son nokta açısından bakıldığında ve medyanın sağlık eğitimindeki önemli rolü dikkate alındığında, psikiyatriyi bu denli hakaretvari ifadelerle yeren bir yazının yayınlanmasının bir talihsizlik ve dikkatsizlik olduğunu düşünüyorum.
İntihara gelince, insanın kısa bir süre, diyelim ki bir an bile olsa depresyona girmeden intiharı düşünmesi mümkün müdür? Diyelim ki böyle bir şey mümkündür, yani bir insan tedavisi gerekli ya da mümkün olmayan yani hastalık olmayan bir nedenle kendi yaşamına son vermeyi düşünebilsin (yazarın da bahsettiği ötenazi örneğinde olduğu gibi), ve bu nedenle medyada bir bakanın intiharını depresyona bağlayanlar haksız olsun, ben yine de soruyorum: psikiyatriyi insanlık düşmanı ilan etmek insafsızlık değil midir? Hele ilaçla ya da ilaçsız psikiyatrik tedavilerin olumlu sonuçlarıyla ilgili devasa psikiyatri literatürünü nereye koyuyor da birisi kalkıp psikiyatriyi "insanlık düşmanı" ilan edebiliyor? Zaman zaman yine de düşünmeden edemiyorum: acaba antipsikiyatri yanlızca bir şaka mı?
Psikiyatrik tabloya yol açabilen toksik metabolik nedenler
- Nedenler: Hipoglisemi; hiperglisemi; hiponatremi, hipernatremi, hipokalemi, hiperkalemi, hipokalsemi, hiperkalsemi, hipomagnesemi, hipermagnesemi, metabolik asidoz, respiratuar asidoz, hipoksi, hepatik ensefalopati, akut pankreatit, üremi, dialize bağlı demans, vitamin eksiklikleri (thiamine, nikotinamide, pridoksine, B12; endüstriyel toksinler (karbon monoksit, karbon disülfit); ağır metal zehirlenmeleri (kurşun, kronik arsenik zehirlenmesi, cıva); endokrinopatiler (hipotiroidizm, hipertiroidizm, adrenokortikal yetmezlik, cushing sendromu, hiperparatiroidizm, hipopitüitarism, feokromositoma); infeksiyon hastalıkları (menenjit, ensefalit, AIDS); kollajen vasküler hastalıklar (SLE, Miks bağ dokusu hastalığı, nekrotizan vaskülit, temporal arterit); neoplastik hastalıklar; kardiovasküler hastalıklar (hipotansiyon, aritmiler, konjestif kalp yetmezliği).
- Hipoglisemi: Sempatik hiperaktivite yoluyla anksiyete, terleme, çarpıntı, titreme, huzursuzluk bulgularına; konfüzyon, uyku hali, koma, nöbete yol açabilir.
- Hiperglisemi: diabetik ketoasidoz ve hiperosmolar koma yoluyla psikiyatrik semptomlara yol açabilir.
- Hipokalsemi anksiyete, ajitasyon, konfüzyon, güçsüzlük, hafıza sorunlarına yok açabilir ve bulgular hafif ise eğer birincil bir affektif ya da anksiyete bozukluğu ile karıştırılabilir.
- Hiperkalsemi eğer yavaş yavaş gelişirse yalnızca nöropsikiyatrik bulgular verebilir. Bulgular fonksiyonel majör depresyonu taklit edebilir.
- Hepatik ensefalopati akut olduğunda intoksikasyon ya da maniden ayırt edilemeyen bir tablo olabilir. Mental durum muayenesi en başta organik bir sebep düşündürmeyebilir. Hafif ve kronik olduğunda ise dikkat ve bilişsel bulgularda tedrici kötüleme, kendine bakımın azalması ile yanlışlıkla depresyon tanısı konulabilir.
- Akut pankreatit hastalarının çoğu alkolik olduğu için psikiyatrik bulgular alkol çekilmesiyle karışabilir. Karın ağrısı, steatore, diabet kronik ya da tekrarlayı pankreatiti düşündürmelidir.
- Feokromositoma periodik bir hastalık olduğu için panik atağa çok benzeyebilir.
- AIDS hastalarının üçte ikisinde nöropsikiyatrik semptomlar olabilir. Neredeyse hastaların üçte birinde başvuru bulguları nöropsikiyatrik bulgular olabilir ve hastalığın diğer bulgularına öncelik edebilir.
- SLE hastalarının yaklaşık yarısında nöropsikiyatrik bulgular olabilir.
- Bazı tümörlerde salgılanan bioaktif metabolitler (serotonin, histamine, bradikinin) karsinoid sendrom denilen tabloya yol açar. Bu tablo da paroksismal olabilir ve panik atak ya da somatizasyon ile karıştırılabilir.
- Pankreas kanserinde depresyon kanserin keşfinden aylar önce ortaya çıkabilir. Kilo kaybı ve karın ağrısı şüphelenmeyi sağlasa bile depresyon tablosu bu bulguları dikkatten uzaklaştıracak kadar yoğun olabilir.
Ruhsal durum muayenesi
Psikiyatrik tanının konulabilmesi için psikiyatrist öncelikle hastanın ruhsal durum muayenesini yapar. Ruhsal durum muayenesi hastanın görüşme sırasındaki davranışlarını ve durumunu tanımlamak demektir. Ruhsal durum muayenesi hastanın kendisinden veya yakınlarından alınan geçmişe ait bilgilerle (hikaye), fizik muayene ve laboratuar sonuçlarıyle birlikte değerlendirilmezse yanlış sonuçlar çıkarılabilir. Çünkü belirli bir hastalığın görünümü hastalığın çeşitli evrelerinde farklı görünümler sergileyebileceği gibi, hastanın ruhsal durum muayenesi sırasındaki durumundan, kullandığı ilaçlardan veya muayenenin yapıldığı ortamdan etkilenebilir. Ruhsal durum muayenesi şu bölümlerden oluşur: Görünüm, bilinç, emosyonel durum, motor davranış, düşünce, konuşma, algı, bellek, zeka, içgörü, yargılama.