Dünyada ve Türkiye’de Psikoloji Tarihi
Psikoloji tarihi ve genel olarak teorik psikoloji Türkiye’de henüz bir araştırma alanı olmaktan uzak bulunuyor. Konuyla ilgili çevirilerin sayısı ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Üniversitelerin psikoloji bölümlerinde “psikoloji tarihi” dersleri daha yeni yeni yer bulmaya başladı. Bununla birlikte psikoloji felsefesine ilişkin pek bir çalışma yapıldığını iddia etmek mümkün değil.
Teorik psikolojiye gösterilen ilgi konusunda aslında Türkiye ile bir çok Avrupa ülkesi arasında önemli bir fark bulunmuyor. Gerçi psikoloji tarihine ilişkin dünya üzerindeki ilk çalışmaların yazımı aşağıda değinilecek nedenlerle psikoloji tarihinin erken dönemlerine dayanır. Ama psikoloji tarihinin bir alt-alan olarak kurumsallaşması ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de 1960’ların ortalarında mümkün olmuştur.
Psikoloji tarihi historiyografyası içinde sadece psikoloji tarihi için değil genel olarak bilim tarihi için de geçerli olan iki dönem ayırt etmek mümkündür. Psikoloji tarihi yazımında “eski” tarih diye adlandırılan birinci dönem 19. yüzyılın ortalarından 1950’li yılların ortalarına uzanır. Bu dönemin psikoloji tarihi çalışmaları, diğer bilimler için de geçerli olduğu gibi alanın içindeki eski araştırmacılar tarafından yürütülür. Bu araştırmacılar genellikle artık bilimsel araştırma yapmayı bırakmış ve kendilerini çalışmış oldukları alanın tarihine ilişkin çalışmalara vermişlerdir. Üstelik bu araştırmacılar herhangi bir tarih formasyonuna sahip de değillerdir. “Eski” psikoloji tarihi yazımının klasik çalışması şüphesiz E. G. Boring’in 1929’da yayınlattığı “History of Experimental Psychology” adlı eseridir. Boring’in çalışmasından da görülebileceği gibi “eski” tarih yazımı, Thomas Leahey’in (1991, s. 34) terimiyle, “yukarıdan” bir tarih yazımıdır. Eleştirel olmaktan çok, politik ve diplomatiktir. Temel konusu “büyük” adamlar ve “büyük” olaylardır. Okunulabilir hikayeler anlatır ve bunları başka tarihçilerden çok, halkın eğitimli tabakasına sunar. Yani bir nevi “popüler tarih” anlayışını benimser.
Tarih yazımında “yeni” dönem, psikoloji için ancak 1960’ların ortalarında gelişebildi. Ancak tarih yazımına tümüyle bu yeni anlayışın egemen olduğunu bugün bile söylemek mümkün değildir. Bu yeni dönemin başlıca özelliği psikoloji tarihi yazımının bir uzmanlık alanı haline gelmesidir. Artık bu araştırmalarda tarih formasyonu da önemli bir yer tutmaktadır. Bu dönemin bir diğer özelliği de “eski” tarih anlayışı tarafından pek de dikkate değer bulunmayan psikolojinin sosyal yapısının incelenmesidir. Burada kastedilen sadece bilimsel topluluğun kendi iç örgütlenişi değil, aynı zamanda bu topluluğun örgütlendiği toplumun da yaşayışıdır. Bu anlayış psikolojiyi toplumdan ve tarihten soyutlanmış bir takım “büyük adamların” yarattığı bir bilim dalı olarak ele almamakta, onu içinde bulunduğu toplumsal ve tarihsel bütün içinde tanımlamaya çalışmaktadır. Özellikle 1960’lardaki öğrenci hareketinin ve sonrasında hızla gelişen eleştirel psikoloji akımlarının da etkisiyle bugün modern tarih yazımı sıklıkla eleştirel ögeler barındırmaktadır.
Psikolojinin kendi tarihine ilişkin genel ilgisizliğinin dayanak noktasını psikoloji içindeki hakim paradigmanın belirlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Psikolojinin bir ‘doğa bilimi’ olduğu iddiası ve psikologların teorik değil deneysel çalışmalarla ilgilenmesi gerektiği bütün dünyada bir çok psikolog tarafından paylaşılan bir görüştür. Bu görüşe göre psikoloji tarihinin araştırılması da psikologlara değil bilim tarihçilerine bırakılmalıdır.
Oysa bu, psikolojinin kendine özgü bir takım özelliklerinden dolayı mümkün değildir. Psikoloji tarihine yönelik ilgi salt bilim tarihi çerçevesinde değerlendirilemez. Psikoloji tarihinin kendi tarihine bakıldığında görülecek olan, bu konuyla ilgili çalışmaların psikolojinin bir takım “kriz” dönemlerinde yoğunluk kazandığıdır. Örneklemek gerekirse: Psikoloji 19. yüzyıldan 20. yüzyıla girilirken bağımsız bir araştırma ve bilgi alanı olarak komşu disiplinlerine karşı dayanabilmek ve kendi sınırlarını belirlemek zorundaydı. Bu zorunluluk teorik psikoloji çalışmalarına olan eğilimi güçlendirmişti. Aynı şekilde 20li yıllar ve 30lu yılların başında psikoloji, birbirleriyle yarış halinde çok sayıda okul ve anlayış tarafından parçalanmak tehdidi altında bulunuyordu (Benetka, 2002, s. 12). Yine psikolojinin “kriz”lerine dair bir diğer örnek de psikolojinin çevresel nedenlerle yeniden yapılandırılmak ihtiyacında bulunduğu dönemlere ilişkindir. Nazizm sonrası Almanyası ve Avusturyası buna iyi birer örnektir (Geuter, 1980).
Görüldüğü üzere psikoloji tarihinin gündeme gelişi psikolojinin “kriz” dönemleriyle bir paralellik taşımaktadır. Thomas Kuhn’un (1976) terminolojisini metaforik olarak kullanırsak, psikoloji tarihi “kriz” ve “devrim” dönemlerinde gündeme gelirken, “olağan bilim” döneminde yadsınmaktadır.
Buradan hareketle psikoloji tarihinin Türkiye’de neden genellikle gündem dışı olduğuna dair fikir yürütmek mümkündür. Bir çok orta ve az gelişmişlikteki ülkede de durum aynıdır: Bilimsel bilgi bu ülkelere büyük oranda dışarıdan “ithal” edilmektedir ve yine Kuhn’un kavramlarını kullanmak gerekirse ithal edilen “kriz”ler değil, genellikle “ders kitapları” bilimidir. Bu nedenle “Krizler” ve “paradigma değişimleri” çevre ülkelerde merkez ülkelerde yaptığı etkiyi yapmamakta ve bu ülkelerde psikoloji çalışmaları sürekli ithal edilen bir “olağan bilim” durumunda kalmaktadır.
Diğer yandan psikoloji tarihi çalışmaları günümüzde çevre ülkelerde de önem taşımaktadır. Bu ifadeyle yukarıda belirtilen, psikoloji tarihi çalışmalarının yoğunluğunun psikolojinin “kriz”leri ile paralellik taşıdığı iddiası arasında bir çelişki yoktur:
Birincisi özellikle bilgi akışının hızlanmasıyla birlikte artık merkezlerdeki “krizler” çevre ülkeler tarafından da çok daha şiddetli hissedilmekte, modern tartışmalar eskiye oranla oldukça hızlı bir şekilde çevre ülkelere dahil olabilmektedir. Üstelik kimi alanlarda çevre ülkelerden gelen çalışmaların sayısı, hiç de merkez ülkelerdekilerden az değildir.
İkinci olarak, çevre ülkeler de geçmişte, merkez ülkelerdeki paradigmaları benimseyerek “kriz”leri savuşturamamış, belki bir miktar geciktirmiş, ancak bu paradigmaların kendi ülkelerindeki sağlamalarının yapılmasında hep bir takım sorunlarla karşılaşmışlardır. Bunun sonucunda “daha ulusal” psikoloji geleneklerinin gündeme gelmesi sözkonusudur. Bugün kimi Arap ülkelerinde İslam ile psikolojinin bütünleştirilmelerine yönelik bir eğilim görünmektedir (bak. Abou-Hatab, 1997). Bugün özellikle kültürler-arasılık boyutunda psikolojinin yeni bir “kriz”inden sözedildiğini duymak şaşırtıcı değildir. Bu “kriz” artık merkez ülkelerin sınırlarını aşan genel bir “kriz” olarak değerlendirilmelidir. Psikoloji tarihi bilgisi de bu “kriz”in hangi yolla aşılacağına ilişkin ipuçlarını elinde bulundurmaktadır.
Psikoloji Tarihi Yazımının Önemi
Psikoloji tarihi çalışmasının neden önemli olduğuna ilişkin daha bir çok görüş ileri sürmek mümkündür. Öncelikle bilimsel araştırmanın devamlılığına ilişkin vurgu önemlidir. Psikolojinin metodolojik ve paradigmatik sürekliliğini ve kopuntularını, temel kriz dönemlerini ve bu krizlerin aşılma yöntemlerini psikoloji tarihi bilgisi ile yerli yerine oturtmak mümkün olmaktadır.
Ancak eleştirel psikoloji adına vurgulanması gereken daha önemli bir nokta, psikoloji tarihinin psikoloji felsefesi ile ilişkisidir. Burada söz konusu olan yalnız psikolojinin metodolojik tercihleri değil, aynı zamanda “genel dünya görüşündeki” değişimlerdir de. Psikoloji batı ülkelerinde daha İkinci Dünya Savaşı öncesinde, salt akademik bir araştırma alanı olmaktan çıkarak toplumsal yaşamda da yaygın olarak karşılık bulmaya başladı. Ancak bu süreç özellikle savaş sonrası dönemde büyük bir ivme kazandı. Psikolojinin bu gelişimini Lucien Goldmann’ın (1998) bu döneme ilişkin bakış açısı ile karşılaştırmak mümkündür. Goldmann’a göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa kapitalizmi bir “bunalım kapitalizmi” olmaktan çıkarak bir “düzenleme kapitalizmi” haline evrilmiştir. Bu dönüşüm sırasında daha önceleri felsefenin tuttuğu ideolojik yeri toplumsal bilimler tutmaya başlamıştır ve bu toplumsal bilimler “düzenleme kapitalizminin” kurucu bir ögesi durumuna dönüşmüştür. Nitekim psikolojinin tarihine bakıldığında yalnız pratik uygulamaları bakımından değil, genel paradigmaları bakımından da ideolojik etkileşimlerinin kuvvetli olduğu görünmektedir. Vurgulanması gereken nokta çok temel felsefi tutumda psikolojinin kendi iç „bilimsel“ dinamiklerinden daha çok, dış toplumsal ve tarihsel dinamiklere bağlı kaldığıdır. Psikoloji tarihi çalışması bu etkileşimi gözler önüne sermesi itibarı ile, yalnız psikolojinin ideolojik karakterini deşifre etmenin ötesinde, psikolojinin modern kapitalist toplum içindeki kurucu rolünün görülmesini de destekleyecektir.
Türkiye’de Psikoloji Tarihi ve Bazı “Hatalar”
Bu noktada, bu makalenin amacını ve sınırlarını fazlasıyla aşacak bu tartışmayı bir yana bırakıp, Türkiye’de psikoloji tarihi çalışmalarının bugününe gözatmakta fayda var. Türkiye’de psikolojinin tarihine ilişkin henüz kapsamlı bir çalışma yayınlanmamıştır, ancak bazen uluslararası bir derlemede ya da bir dergide konuyla ilgili birşeyler yazmak gerekmektedir. Bu türden yazıların derinlikli araştırmalardan çok, basit tanıtıcı yazılar olmaları genel özellikleridir ve bilimsel “efsaneler” ve “söylentiler” şu ya da bu nedenle bu yazılar içinde kolayca yer bulabilmektedir. Üstelik her yeni çalışma kendinden önce yazılmış aynı türden bir çalışmayı kaynak gösterdiğinden bu efsaneler ve söylentiler yeni çalışmalarda da kendini yeniden üretmektedir. Bu çalışmaların ortak yanı “eski” tarih yazımı adı verilen yöntemin hakimiyetidir. Öyle ki Türkiye’de psikolojinin tarihi neredeyse yeni bir anlayışla tümüyle yeni baştan bir kurguyu gerektirmektedir. Aşağıda bu tarz çalışmalarda Türkiye’de psikolojinin tarihinin yazımı sırasında sıklıkla tekrarlanan hataların en göze çarpanları açıklanmıştır.
a) Türkiye’de Psikolojinin Başlangıcı ve İlk Psikoloji Yayınları
Türkiye’de psikolojinin başlangıcına ilişkin “resmi tarih” anlayışı Dr. Georg Anschütz’ün 1915 yılında Almanya’nın ünlü “eğitim yardımı” programı kapsamında Darülfünun’a gelişini esas almaktadır. Almanya’nın Osmanlı’daki Fransız etkisini kırmak ve özellikle aydınlar içinde bir “nüfuz alanı” yaratmak amacıyla Darülfünun’a yardım için ilk partide gönderdiği 15 öğretim üyesi arasında Hamburg Üniversitesinin asistanlarından Georg Anschütz de bulunmaktadır. Anschütz kimi kaynaklarda “profesör” olarak anılmaktadır, ancak bu, Fransızca kaynaklı bir alışkanlıktan başka bir şey değildir. Nitekim 1886 doğumlu Anschütz İstanbul’a geldiğinde sadece 29 yaşındadır. Diğer yandan Çiğdem Kağıtçıbaşı (1994) Anschütz’ün geldiği yıl olan 1915’de ilk psikoloji kitabının da yayınlandığını ileri sürmektedir.
Türkiye’de psikolojinin başlangıcının Anschütz’ün İstanbul’a gelişi olarak kabul edilmesi gerektiği iddiası, aslında Türkiye’de bugün psikoloji dünyasına egemen olan paradigmadan doğmaktadır:
Bu anlayışa göre psikoloji deneysel psikoloji ile eşitlenmekte, deneysel olmayan psikoloji tümüyle tartışma dışı bırakılmaktadır. Anschütz’ün İstanbul’a gelişi gerçekten de batılı anlamda bir deneysel psikolojinin Türkiye’ye girişi olarak kabul edilebilir. En azından Anschütz’ün çabası “ilk girişim” olarak değerlendirilebilir. Sonuçta Anschütz savaş koşullarında öğrenci yokluğundan dolayı* sadece kurduğu darülmesaide faaliyet göstermiş, geride bir tek makale (Anschütz, 1916) dışında hiçbirşey bırakmadan, kontratı devam ettiği halde, 1918’de Mondros Antlaşması gereği İstanbul’dan ayrılmış ve Nazizm döneminde Gustav Deuchler’le birlikte meslek hayatının en parlak günlerini yaşayacağı Almanya’ya dönmüştür. Bu nedenle Anschütz’ün İstanbul’daki faaliyeti deneysel psikolojinin ve bir deneysel psikoloji laboratuarının Türkiye’ye ilk girişi olarak kabul edilebilirse de Türkiye’de psikolojinin “kuruluşu” olarak değerlendirililebilir nitelikte değildir.
Bununla birlikte genel olarak psikolojinin ülkeye girişi çok daha öncelere dayanır. Üniversitede psikolojiyle ilgili bilinen ilk ders Aziz Efendinin Darülfünun-i Osmani’nin 1869’daki açılışından önce Ramazan ayını değerlendirmek amacıyla halka açık olarak düzenlenen gece konferasları arasında verdiği “Emcazi Ekalim” dersidir (Yıldırım, 1998, s. 94). 1908 Devriminden sonra da Babanzade Naim Bey’in İlm-un Nefs adıyla biraz teoloji ağırlıklı psikoloji dersleri verdiği bilinmektedir (Özbaydar, 1973, s. 219).
Psikolojiye ilişkin ilk yayının tarihi ise belli değildir. Açık olan bir şey varsa bu da bu ilk yayının 1915’den çok daha önce yapılmış olduğudur. Sami Kayral (1953) 1915 yılından önceye ait 11’i çeviri 29 eser, Nuri Bilgin (1988)de 9’u çeviri 27 eser saymaktadır. Bu eserlerin en eskisi Yusuf Kemal’in 1876’da yayınlanan “Gayet-ül Beyan Fi Hakikat-ül-İnsan Yahut İlm-i Ahval-i Ruh” adlı eseridir. Yabancı dilden yapılan ilk çeviri ise 1907’de Mısır’da yayınlanan Le Bon’un ünlü Psychologie des Foules eserinin Abdullah Cevdet tarafından yapılmış “Ruh-ül Akvam” başlıklı bir çevirisidir. Bununla birlikte eski yazıyla hazırlanmış psikoloji ile ilgili yayınlara yönelik geniş kapsamlı bir araştırma yapılmadığından, psikolojiyle ilgili daha eski bir çalışma olup olmadığı bilinmemektedir.
b) Adhémar Gelb ve Wilhelm Peters
Dünya Savaşının kaybedilmesinden sonra Anschütz Almanya’ya dönmüş ve psikoloji derslerini devam ettirmek sonraki dönemde Mustafa Şekip Tunç ve Ali Haydar Taner’in görevi olmuştur. Ali Haydar Taner aslında bir pedagogdur, ama 1924’e kadar Darülfünun’da kalmış ve “deneysel psikoloji” dersi vermiştir. Mustafa Şekip Tunç’sa felsefe bölümü içinde psikoloji derslerine devam etmiş ve Bergsoncu bir psikoloji anlayışını gelenekselleştirmeye çalışmıştır.
1933 yılı hem Almanya’daki hem de Türkiye’deki öğretim üyeleri için önemli bir yıl olmuştur. Almanya’da iktidara gelen nazi partisi Yahudi kökenli veya Yahudilerle evli olan devlet memurlarını görevlerinden uzaklaştırmış, böylece bir çok öğretim üyesi üniversitedeki görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Türkiye’de ise aynı yıl içinde yapılan Üniversite Reformu ile İstanbul Darülfünun’u kapatılmış ve yerine İstanbul Üniversitesi’nin açılışı yapılmıştır.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galib’in (1933, s. 315) açıklamasına göre yeni üniversitede görev alacak öğretim görevlileri üçe ayrılıyordu: Eski Darülfünün hocalarından olup görevlerinden alınmayanlar, yurtdışına eğitim için gönderilmiş olan gençler ve yabancı öğretim üyeleri.
Yabancı öğretim üyelerinin getirilmesine aracı olan kişi, daha önce Darülfünun’u inceleyerek reformun gereklerini bir raporla bildirmesi istenen İsviçreli Albert Malche’dı. Malche, Zürih’te doktor Philipp Schwartz’ın yönetimi altındaki “Yurtdışındaki Alman Öğretim Üyeleri Dayanışma Birliği” (Notgemeinschaft deutscher Wissenschaftler im Ausland) ile temasa geçti. Schwartz’ın iki kez Ankara’yı ziyareti sonrasında Türkiye’ye gelecek öğretim üyeleri belirlendi.
Türkiye’ye gelecek ilk öğretim üyeleri arasında psikolog yoktu. Daha sonra Adhémar Gelb’in davet edilmesi kararlaştırıldı. Sibel Arkonaç (1995) “Almanya’dan kaçmış olan Gelb’in” daveti kabul ettiğini ileri sürmektedir. Bu iddia Arkonaç’ın çalışmasında hiçbir kaynağa dayandırılmamıştır. Gelb’in daveti kabul edip etmediği bilinmemektedir. Bununla birlikte bilinen bir şey varsa, bu da, Gelb’in görevinden alındıktan sonra Almanya’dan “kaçmayan” az sayıda öğretim üyesinden biri olduğudur. Gelb 1935’e kadar Almanya’da kalmış, sonra İsveç’in Lund Üniversitesi’nden aldığı misafir profesörlüğü kabul ederek oraya gitmiş, ancak sağlığı bozulduğu için kısa süre sonra Almanya’ya dönmüş ve orada ölmüştür (Benetka, 1997, s. 66).
Gelb’in ölümü üzerine bu kez Wilhelm Peters davet edilmiş ve bu daveti kabul eden Peters 15 Ocak 1937’de İstanbul’a gelmiş ve yeni kurulan “Pedagoji Enstitüsü”nün yöneticiliğini üstlenmiştir. Peters’le ilgili sıkça tekrarlanan bir hata, kendisinin Almanya’dan kaçıp Türkiye’ye geldiği yolundadır. Oysa Peters Almanya’dan ayrıldıktan sonra İngiltere’ye gitmiş, Londra’da East London Child Guidance Clinic’te çalışmaya başlamış ve Türkiye’nin daveti üzerine buradaki görevinden ayrılarak İstanbul’a gelmiştir.
c) Mümtaz Turhan’ın Almanya’daki Eğitimi
Türkiye psikoloji tarihinin en ilginç isimlerinden biri de Wilhelm Peters’in asistanı olarak yeni kurulan Pedagoji Enstitüsü’ne atanan Mümtaz Turhan’dır. Turhan 1928’de devlet bursuyla Almanya’ya gönderilmiş, Giessen, Frankfurt ve Berlin üniversitelerinde okuduktan sonra, 1935’de Frankfurt’ta psikoloji doktorasını tamamlayarak Türkiye’ye dönmüş ve 1936’da Pedagoji Enstitüsü’ne asistan olarak atanmıştır. Turhan’ın çevresinde dolaşan bir “efsane” kendisinin gestalt psikolojisinin kurucusu Max Wertheimer’in öğrencisi olduğu ve tezini Wertheimer’in danışmanlığı altında yazdığıdır. Bu hata yalnız Arkonaç’ın yukarıda bahsedilen çalışmasında değil, Peters’in de içinde olduğu bir komisyonun Turhan için dekanlığa verdiği bir referans mektubunda da geçmektedir. Oysa Wertheimer Turhan’ın Frankfurt’a geçtiği 1933 yılında görevinden uzaklaştırılmış ve kısa süre içinde ABD’ye iltica etmiştir. Bu koşullar altında Turhan’ın tezini Wertheimer’in danışmanlığında yazmış olması mümkün değildir. Bununla birlikte Turhan’ın gestalt psikolojisinden etkilendiği açıktır. Daha önceki Frankfurt oturumunda Wertheimer’le tanışmış ve hatta derslerini takip etmiş olması da olasıdır. Bununla birlikte tezini muhtemelen Wertheimer’in görevine getirilen Privatdozent Dr. Wolfgang Metzger’e vermiştir.
d) Wilhelm Peters’in Almanya’ya “Dönüş”ü
Wilhelm Peters İstanbul Üniversitesi’ndeki faaliyetine 1952 yılına kadar devam etmiştir. Bununla birlikte 1948’den itibaren Peters’in sözleşmelerinin uzatılması sürekli bir tartışma konusu haline gelmiştir. İddialara göre Peters Türkçe öğrenmek ya da Türk öğrenciler için ders kitabı yazmak gibi gerekleri yerine getirmediğinden sözleşme maddelerine aykırı davranmaktadır. Bununla birlikte 1948den başlayarak Peters’in sözleşmesi bir kez 2 yıllık, 3 kez de bir yıllık olarak uzatıldı. Bu uzatmalarda genellikle sözleşme maddeleri değişmeden kalmaktaydı. Ancak 1951 sözleşmesinde değiştirilen bir madde Peters’in İstanbul’da geçirdiği 15 yılın üstüne emekli olamadan 72 yaşında Almanya’ya dönüşüne yol açmıştır. Bu madde önceki sözleşmelerde, Peters’in hastalık halinde 6 aylık bir ücretli izne hakkı olduğunu bildirmekteydi. 1951 yılındaki kontratta bu madde bu hakkın ancak Peters “Türkiye’de” hasta olduğu taktirde geçerli olacağına dair değiştirilmiştir. Bu madde gerekçe gösterilerek Peters, 16.08.1952’de tarihinde Frankfurt Üniversite Kliniğinde geçirdiği prostat ameliyatı sonrasında ücretsiz izinsiz sayılmış, Peters de bunu sözleşmeye aykırı bularak istifa etmiştir. Bundan sonra Peters Würzburg’a taşınmış ve emekli profesör olarak (Emeritus) çalışmaya orada devam etmiştir. Peters’in dönüş öyküsünün ayrıntıları genellikle pek de telaffuz edilmemiş, ancak Peters’in “Almanya’ya dönmesi”nden sıklıkla bahsedilmiştir. Oysa 1950’li yıllar Türkiye’de hayatın her alanında olduğu gibi üniversitelerde de önemli değişimleri getirmiş, özellikle Fullbright burslarının da etkisiyle bu tarihten sonra akademik psikoloji dünyasında, Avrupa deneyselciliğinin yerine Amerikan işlevselciliğinin egemenliği başlamıştır. Peters’in dönüşü tam da bu dönüşümlerin biraz öncesine denk gelmiştir ve bu sınırlar içinde anlamlıdır.
Bu tezi destekleyecek bir diğer kanıt, reformun ilk yıllarında yabancı öğretim üyelerine her türlü kolaylık gösterilirken Peters’in 15 yıl sonra bu kadar kolay bir şekilde “gözden çıkarılması”dır.
Sonuç Yerine: Psikoloji Tarihi Araştırmasında Başvurulması Gereken Kaynaklar
Yukarıda da ifade edildiği gibi, “eski” anlayışla kaleme alınmış kısa tanıtıcı yazıların dışında bir uzmanlık alanı olarak psikoloji tarihi araştırması Türkiye için oldukça yenidir. Bugüne kadar konuyla ilgili yazılan makaleler, genel bir çerçeve sunmakla birlikte yanıltıcı bilgiler verebilmektedirler. Peki bir psikoloji arşivinin tutulmadığı, psikologları bir araya getiren bir kuruluşun ancak geç bir dönemde kurulabildiği bir ülkede psikoloji tarihi araştırmaları hangi kaynaklar üzerinden yürütülebilir?
Şüphesiz ilk başvurulacak kaynaklardan bir tanesi araştırılan dönemin yayınları, yani birincil kaynaklardır. Bu yayınlar yapılan çalışmaların içeriği ve niteliği hakkında oldukça kapsamlı bilgi vermekle birlikte, araştırmaların nasıl yapıldığı, ya da araştırmaların sosyal organizasyonlarının nasıl olduğu hakkında bazen fikir bile vermekte zayıf kalmaktadırlar. Nitekim burada başvurulması gereken bir kaynak, araştırılan dönemde psikoloji bölümünde hazırlanmış olan bitirme tezleridir. Bu tezlerde, genellikle bir deneysel çalışmanın bir bölümü yapılmaktadır. Bu çalışmaların genel toplamından çıkacak istatistiksel sonuçlar, ele alınan dönemin hem temel araştırma konularının ve genel paradigmalarının saptanmasında, hem de araştırmaların sosyal organizasyonlarının anlaşılmasında yardımcı olacaktır.
Yine işe yarar bir diğer kaynak kitaplık kataloglarıdır. Kısıtlı ekonomik koşullar altında psikoloji enstitüleri yurt dışında çıkan “her yayını” satın almak yerine, sadece “önemli görünen” yayınları satın almayı tercih etmişlerdir. Bu yayınların listesi ve içeriklerinin bilinmesi, araştırılan dönemde hangi yurtdışı çalışmalardan etkilenildiğini, hangi paradigmanın hakim olduğunu anlamakta faydalı olacaktır.
Bunların dışında en önemli kaynaklar bürokratik kayıtlardır. Her öğretim üyesinin üniversitede bir “özlük dosyası” tutulmaktadır. Bu dosya öğretim üyesiyle üniversite yönetimi arasındaki tüm yazışmaları ya da yazışmaların kopyalarını kapsamaktadır. Üstelik ayrıntılı bir kronolojik bilgi barındırmakta, dönemin idari sorunlarının anlaşılmasında canlı tanıkların ifadelerinden, çok daha güvenilir bir kaynak sağlamaktadır. Satın alınan deney aletlerinin listesi için ayniyat kayıtları, yabancı öğretim üyelerinin statüsü için diğer devlet kurumları tarafından tutulmuş olan dosyalar da, yayınlanmamış ama zengin bir kaynak teşkil etmektedir. Bu kaynakların kullanımında karşılaşılacak bir sorun, henüz bilimsel tarihçe çalışmaları yeterince gelişmediğinden, sözkonusu dosyaları tutan kurumların bu tarz çalışmalara pek de alışkın olmamalarından kaynaklı bir takım zorlukların çıkabilmesi olasılığıdır. Bu sorun ancak bu tarz çalışmaların sıklaşması ve yaygınlaşması ile aşılabilecek bir sorun olarak görünmektedir. Psikoloji tarihi çalışmaları sistematikleştikçe ve akademik olarak yaygınlaşmaya başladıkça bu tarz sorunlar da muhtemelen asgari seviyeye inecektir.
Birincil kaynakların kullanılması sadece kısa tanıtıcı yazıların yeniden ürettiği “efsane”lerin tarih yazımından uzaklaştırılmasını değil, aynı zamanda bu “efsane”lerin oluşumunda etkili olan kaynakların açıklamalarının yapılmasını da olası kılacaktır. Yukarıda sayılan örnekleri ele alırsak:
Anschütz’ün Türkiye’de psikolojinin “kurucusu” olarak anılmasında psikolojiyi “deneysel psikoloji”ye indirgeyen felsefi tutumun, Mümtaz Turhan’ın eğitimiyle ilgili “abartılı” ifadelerin arkasında Turhan’ın politik kimliğinin, Gelb’in ya da Peters’in “sığınmacılık”larının ifade edilmesinde, ya da Peters’in dönüşüyle ilgili öykünün anılmamasında kimi ideolojik tutumların etkisi hissedilmektedir. Birincil kaynakların kullanılması bu tarzda bilgilerin yorumlanmasında en önemli ve güvenilir dayanak noktasını oluşturmaktadır. Sonuçta bilim tarihi araştırması, tarihin bir “yeniden yapılandırılması”nı gerektirmektedir ve bu yeniden yapılandırmalar yeterli kaynak olmadığı koşullarda gerçekten oldukça farklı, yanılsatıcı yapılandırmalar olma riskini fazlasıyla taşımaktadır.
*Erkek öğrencilerin çok büyük bir bölümünün silah altına alınmasından dolayı 1915-16 öğretim yılında sadece dört, 1918-19 öğretim yılında sadece 5 öğrenci felsefe bölümünü bitirmişti. 1916-17 ve 1917-18 öğretim yılları boyunca ise kimse Edebiyat Fakültesinden mezun olamamıştı.
Sertan Batur
Viyana Üniversitesi, Avusturya
Viyana Üniversitesi, Avusturya