1879’da Alman psikolog WILHEIM WUNDT tarafından Leipzig’de kurulan psikoloji laboratuvarı ile psikoloji, deneysel bilim dalı olma ünvanını kazanmıştır. İlk psikoloji deneyleri burada yapılmıştır. Psişik olaylar fizik olayları gibi incelenmeye çalışılmıştır. Daha sonra Avrupa`nın değişik yerlerinde ve Amerika` da da bir çok psikoloji laboratuvarı açılmıştır.
Psikoloji felsefeden ayrılıp bağımsız bir bilim haline geldikten sonra -kısmen de olsa- bazı filozofların düşünce biçimlerinin etkisinde kalmıştır. Sistem ve ekol halinde gelişen psikoloji akımları ortaya çıkmıştır. Ekoller genellikle tek yanlı görüşlerdir. İncelemek istedikleri konuyu temel ögeler açısından ele alırlar. Determinist anlayıştadırlar. Psikolojinin belli başlı ekolleri Strukturalizm (yapısalcılık zihin yapısı ile ilgili), Fonksiyonalizm (İşlevselcilik -zihin göreviyle ilgili psikoloji), Behaviorizm (davranış psikolojisi), Psikanalitik Psikoloji,Gestalt psikolojisidir.
20. yy. psikolojisi zihinsel süreçleri açıklamak için iç gözlem yöntemini kullanan yapısalcılıkla başladı, daha sonra psikanalitik psikoloji gelişti. Yapısalcılığa karşı olan davranışçılık ve Gestalt psikolojisi gibi akımlar ortaya çıktı. Daha önceki okulların tek yanlı determinist (belirleyici) görüşlerine tepki olarak da hümanistik (insancıl) psikoloji doğdu. 2. Dünya Savaşı sırasında ise ekoller önemini kaybederek, görüşler yavaş yavaş birbirine yaklaştı. Teorisyenler ve araştırmacıların aynı miktarda katkıda bulunduğu çoğulcu anlayış, ekollerin tek yanlı anlayışı yerine geçti. Psikolojinin günümüzdeki durumunu daha iyi anlamamız için ekol ve yaklaşımcıları kısaca gözden geçirelim:
STRUKTURALİZİM (YAPISALCILIK )
1879 da Wilhelm Wundt’un psikoloji laboratuvarını kurması ile deneysel psikolojinin temelleri atılmıştır. Wundt ilk çalışmalarında duyum ve imgeleri araştırdı. O ve izleyenler karmaşık zihinsel yaşantıların yapısını incelemeye çalışmıştır. Bu nedenle bu ekole yapısalcılık denir. Örnek aldıkları bilim dalı kimyadır. Kimyada, nasıl birleşik maddelerin yalın elementlerden oluştuğu çözümleme ile anlaşılıyorsa karmaşık bilinç olaylarının yapısal açıdan çözümlenmesi ile de psişik olayların daha iyi anlaşılıp açıklanabileceğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre psikolojinin amacı, bilincin karmaşık yapısını çözümlemek zihnin en yalın öğelerini araştırmak ve bunlar arasındaki ilişkileri bulup yasalar halinde formüle etmektir. Artık duyumlar, algılar, anılar laboratuvarda incelenmeye başlanmıştır.Yapısalcıların araştırmalarında kullandıkarı yöntem iç gözlem ve deneydir. Temsilcileri Wundt ve Titcher’dir.
FONKSİYONALİZİM (iŞLEVSELCİLİK)
William James, James B. Angell ve John Dewey gibi Amerikan filozoflarının ve eğitimcilerinin oluşturduğu ekoldür. Fonksiyonalistler, yapısalcıların görüşlerine karşı çıktılar; onlara göre bilincin ne olduğundan çok, ne için olduğunu bilmek önemlidir. Yani bilincin amacı ve işlevini bilmek asıl amaç olmalıdır. Bunlara göre insan davranışlarını anlamak için sadece bilinç olaylarını çözümlemek yoluyla incelemek yeterli değildir. Bilinç incelenmelidir ama bunun yanında insanın çevresine uyumunda yardımcı olacak, öğrenme gibi duyum davranışları da incelenmelidir. İşlevselcilik davranışı, çevreye uyum süreci olarak tanımlamıştır. Bu ekolün amacı algılama, düşünme, duygulanma gibi içsel eylemlerin, hayatta karşılaşılan çeşitli problemlerin çözümlenmesine nasıl yardım ettiğini açıklamaktır. İşlevselciler eyleme ve yararcılığa dönüktür.
Fonksiyoncular, yöntem olarak içgözlem ve gözlemi kullanmışlardır. Davranışları özel olarak da öğrenmeyi açıklamaya çalışmışlardır.
BEHAVİORİSİM (DAVRANIŞÇILIK)
Birinci Dünya Savaşı sıralarında behaviorist denilen bir grup Amerikan psikoloğu, yapısalcılığa ve işlevselciliğe karşı çıkmışlardır. Bilincin iç gözlem yöntemi ile incelenmesine kuşku ile bakmışlardır. Bilinç hallerinin değil, ama davranışların, gözlenebilir durumların incelenmesi gereklidir. Psikolojinin bilim haline gelebilmesi için gözlenebilir, ölçülebilir fenomenlerin doğa bilimlerinde kullanılan objektif ve bilimsel yöntemlerle incelenmesi gerekir. Gerek yapısalcıların, gerekse işlevselcilerin kullandıkları iç gözlem yönteminin kullanılması bilime aykırıdır.
Davranışçıların önde gelen temsilcileri Watson, Pavlov ve Dashil’dir. Bunlar bilinç kavramını bir yana bırakıp davranışları incelemişlerdir. Davranışçılara uyaran (stimulus) -tepki (response) psikologları da denir. Davranışçılara göre objektif tekniklerle gözlenebilen sadece çevresel uyarıcılara, insanların bu uyaranlara karşılık gösterdikleri tepkilerdir. Davranışçılar gözlem ve deney yöntemini kullanırlar. Davranışçılar, organizma ve çevre ilişkilerinin insan ve hayvanlarda birbirinin aynı olduğu kanısındadırlar. Bu nedenle hayvanlar üzerinde psikolojik araştırmalar yapmışlardır. Örneğin Pavlov koşullu öğrenme deneylerini köpekler üzerinde yapmıştır.
PSİKODİNAMİK YAKLAŞIM (PSİKOANALİTİK PSİKOLOJİ)
19. yy sonunda S. Freud öncülüğü ile bir grup hekim akıl ve ruh hastalıklarını psikolojik açıdan incelemeye çalışmışlardır. Zira bu hastalıklardan bir çoğunun fiziksel veya organik kaynakları bulunamıyordu. Hastalıkların kaynaklarının bulunmasında önce hipnoza başvurulmuştur, daha sonraları da psikanaliz yöntemi geliştirilmiştir. Freud akıl hastalıklarının psikolojik nedenlerini incelerken “Bilinçaltı” nı keşfetmiştir. Freud ve arkadaşları psikoz ve nevrozların coğunun, kişinin çocukluktan itibaren tatmin edilmemiş olan arzu ve ihtiyaçlarının baskı altına alınmasından, bilinç dışına itilmesinden meydana geldiğini öne sürmüşlerdir. Kliniklerde yaptıkları deneylerde bunu kanıtlamaya çalışmışlardır Freud’a göre içsel yaşantılar bilinçlilik bakımından birbirinden farklı üç düzeyde bulunurlar. Bunlardan tam bilinç düzeyinde kişi, anılar, düşünceler, duygular gibi içsel yaşantıların farkındadır. Bilinç tam olarak aydınlıktır. İkinci düzey bilinç öncesidir, burası bilince yakın olan anıların, arzuların bir deposu gibidir. Kişi bunların farkında değildir, ama istediği anda bilinç alanına çıkabilir. Üçüncü düzey ise bilinçaltıdır. Burada kişinin istediği zaman bilinç alanına çıkaramadığı varlıklarından bile haberdar olmadığı duyguları, düşünceleri, anıları, dürtüleri bulunur. Bilinçaltında bulunan bu düşünceler yok olmazlar. Kişiyi rahatsız eder, davranışlarını şu yada bu şekilde etkilerler. Bilinçaltı düşünceleri rüya ve hayallerde ortaya çıkar.
Freud’a göre anormal davranışlar, aslında insanların ruhsal çatışmalarından kurtulabilmek için başvurdukları çabalardır. Bu nedenle bu davranışlar asla anlaşılmayacak olan davranışlar değildir. Normal davranışlarla aralarında yanlızca bir derece fark vardır.
Freud ayrıca kişilik konusunda da yeni bir görüş getirmiştir. İnsanın id-ego-süper ego denilen üç yanını ve bunların etkileşimini incelemiştir.Özet olarak şunu söyleyebiliriz:
Psikanalitik psikologlar (Freud, Adler ve Jung) akıl hastalıklarını ve bilinçaltını klinik yöntemlere ve gözleme başvurarak incelemişlerdir. Psikolojinin bulgularını hekimlik alanında kullanmışlardır.
GESTALTÇI YAKLAŞIM (BÜTÜNLÜK PSİKOLOJİSİ)
Max Wertheimer, Kurt Kofka, Kurt Lewin gibi Alman psikologlarından oluşan psikoloji ekolüdür. Algı ve bellek konusunda inceleme yapmışlardır. İç gözlem, gözlem ve deney yöntemlerinden yararlanmışlardır. Görüşleri özellikle eğitim alanında kullanılmıştır.
Gestalt psikolojisinin temsilcileri davranışların bir bütün olduğunu, bunun parçalara ayrılamayacağını savunmuşlardır.Gestalt psikolojisine göre parçaların bir bütünlük içinde anlam kazanması önemlidir. Örneğin bir tablo, tuval, boya ve renklerin toplamından çok daha farklı bir şeydir. Tek tek anlamı olmayan parçalar bütünlük halinde anlam kazanır.
HÜMANİST (iNSANCI ) YAKLAŞIM
Çağdaş bir psikoloji akımıdır. Kurucuları Gestaltçılardan etkilenmiştir. Varoluşçu felsefe akımının görüşlerini benimsemişlerdir. Bu yaklaşımın öncü ve temsilcileri Rogers, Maslow, Sartre, Charolette Bühler, Frankl, Binswagner’dir. Davranışçı ve psikanalitik yaklaşımlara karşı görüşleri vardır. Özellikle insanı ele alışları açısından öteki ekollerden ayrılırlar. Bu yaklaşıma göre insan kendine göre bir değerdir, belli bir toplum düzeninin yada iş örgütüdür, aracı haline getirilmemelidir. İnsan kendisinden, davranışlarından, oluşturacağı kimliğinden kendisi sorumludur. Hayatı kendisi için yaşamaya değer, anlamlı bir hale getirmek kişinin kendisine düşer. Ölümlü olan insanın hiçbir yaşantısı tekrar etmeyecektir. Geçmiş yada gelecek değil, içinde yaşanılan an önemlidir.
İnsan için bilim amaç değil, ancak araç olabilir. İnsanı tanırken dogmatik görüşlerden kaçınmak gerekir. İnsan davranışlarını denetim altına almak yerine, daha çok özgürlüğe yer verilmelidir. İnsanı anlamak için onun iç yapısını bilmek gerekir. Bunun için içgözleme baş vurmak zorunludur. İnsan cansız bir nesne olmadığından, dıştan bakılarak davranışları yordanamaz. Bu akım insanı inceleme yöntemini getirmiştir. Psikolojiyi bir bakıma yeniden felsefeye yaklaştırmıştır.
Psikolojinin amaçlarından biri insan davranışlarını kontrol etmektir. Oysa Hümanistik yaklaşımda olanlar, psikolojik kontrolün insanlığın zararına kullanılabileceği inancındadırlar. Örneğin, iyi insan yetiştirmek doğru amaç gibi gelebilir. Ancak bu konuda çok çeşitli görüşler ortaya atılabilir.
BİLİŞSEL (COGNİTİVE) YAKLAŞIM
Bilim ve biliş (cognition) olguları hep insanın ilgisini çekmiş, değişik yaklaşımların konusu olmuştur.Bilgi edinme ve bilinçli duruma gelme sürecinin öğrenme, davranış üzerindeki etkileri psikolojinin konusunu oluşturur.Çağdaş biliş anlayışında iki yaklaşım göze çarpar. Bunlardan biri Bilgi işlemi yaklaşımdır. Bunda düşünceyi ve usavurma (akıl yürütme) süreçlerini açıklamak amaçtır. Bu yaklaşım insan zihnini çeşitli programlara göre bilgi edinmek, bilgiyi işlemek, depolamak ve kullanmak üzere tasarlanmış gelişkin bir bilgisayar sistemi olarak ele alır.
Diğer yaklaşım Jean Piaget’nin çalışmalarına dayanan yaklaşımdır. Gelişme psikolojisi alanındaki çalışmaları ile tanınan Piaget, çocuğun yetişkinliğe değin bir dizi zihinsel gelişim evrelerinden geçtiğini savunmuştur. Piaget, çocukta dört gelişim evresi saptamıştır. Piaget’nin gelişme ile ilgili görüşleri eğitim anlayışında değişiklikler getirmiştir.Belli kavramların özümlenebilmesi için zihinsel gelişmede belli aşamaların tamamlanmış olmasının gereği anlaşılmıştır. Öğretmenin görevi çocuğa yanlızca bilgi aktarmak değil, ona dünyayı keşvetmesinde rehberlik etmektir.
ABD’li psikolog ve eğitimci Jerame S. Bruner, küçük çocuklarda algı, öğrenme, bellek gibi biliş biçimleri konularındaki çalışmaları ile eğitim anlayışında etkili olmuştur. Çalışmaları, ders proğramlarının yeniden düzenlenmesini sağlamıştır. Bruner’e göre; bütün çocuklarda doğal bir merak ve değişik konulara ilgi vardır. Hangi gelişim amacında olursa olsun her çocuğa uygun biçimde verilmesi koşuluyla her konuyu öğretmek mümkündür.
BİYOLOJİK YAKLAŞIM
Buna psikobiyolojik yaklaşımda denilebilir. ABD’li psikiyatr Adolf Meyer`in öncülüğünü yaptığı Psikiyatri Okulu`nun yaklaşımıdır. Meyer, insanı bütünselliği olan biyolojik bir birim olarak kabul eder. İnsan davranışını anlayabilmek için psikoloji ve sosyolojiden yararlanmak gerekir. Meyer’e göre zihinsel bozukluklar organik ve kalıtsal etkenlerin karmaşıklaştırdığı gerçekçi olmayan beklentiler ve yanlış alışkanlıkların sonucunda ortaya çıkar.
FENOMONOLOJİK YAKLAŞIM
Fenomenoloji psikolog Brentano ile matematikçi Husserl 'in çalışmalarına dayanır. Fenomenolojide "intentionalite" yani "seçimli yönelimlilik" kavramını geliştiren Brentano'dur. Ona göre her bilinç edimi, yani "cogito" bir yönelimdir, seçimdir. Yani her bilinç ediminin bir nesnesi vardır. "Düşünüyorum" mutlaka "bir şeyi düşünüyorum" anlamına gelir. Düşünülen şey de aslında düşüncenin kendisinden başka bir şey olamaz. Çünkü "Masayı düşünüyorum" demek aslında "Gerçek masanın bilincimdeki korelatı ile iş görüyorum" demektir.
Mademki "cogito"nun nesnesi "ide" mahiyetindedir, o halde bir "cogito" bir başka "cogito"yu nesne edinebilir. "Bilinç edimimi" bir başka "bilinç edimimin" nesnesi kılabilirim, onu da bir başkasının. İşte bu anlayışta epistemolojik "özne-nesne" ikiliği ortadan kalkar.
ANALİTİK PSİKOLOJİ
C. G. Jung
Carl Gustav Jung, 26 Temmuz 1875’te İsviçre’de küçük bir köy olan Kessewill’de doğdu. İyi bir eğitime sahip geniş bir aile ile çevriliydi, aralarında bir kaç rahip ve aykırı sayılabilecek kişiler de vardı. 6 yaşında Latince öğrenmeye başlayan Jung’un dil bilime ve edebiyata, özellikle antik edebiyata derin bir ilgisi vardı. Jung, pek çok modern Avrupa dilinin yanı sıra Eski Hint kutsal kitaplarının dili olan Sanskritçe de dahil bir çok eski dilde yazılan yazıları okuyabiliyordu.
İlk kariyer seçimi arkeoloji olmasına rağmen, Basel Üniversitesinde Tıp okuyan Jung, ünlü nörolog Krafft-Ebing’le çalışırken kariyerine psikyatride devam etmeye karar verdi. Mezuniyetinin ardından Zürih’teki Burghoeltzli Akıl Hastanesinde görev alan Jung, burada şizofreni uzmanı (ve şizofreninin isim babası) Eugene Bleuler ile birlikte çalıştı. Bir Freud hayranı olan Jung, onunla 1907’de Viyana’da tanıştı. Anlatılanlara göre, tanıştıktan sonra Freud o gün için tüm randevularını iptal etmiş ve birlikte 13 saat boyunca duramadan konuşmuşlar. Freud sonunda Jung’u psikoanalizin prensi ve kendi mirasçısı olarak görmeye başlamıştı. Fakat Jung hiçbir zaman için Freud teorisini tamamen benimsemedi. Aralarındaki ilişki 1909’da Amerikaya yaptıkları bir gezi sırasında soğuklaşmaya başladı.
Birinci Dünya Savaşı Jung için oldukça acı veren bir kişilik testi dönemi olmuştur. Bu aynı zamanda, dünyanın şimdiye kadar gördüğü kişiliğe dair en ilginç teorilerden birinin de başlangıcını oluşturur. Savaştan sonra Jung bir çok yer gezdi; Afrikadaki, Amerikadaki ve Hindistandaki kavimleri inceledi. 1946’da emekli oldu ve 1955’de eşinin ölümünden sonra gözlerden uzak yaşadı. 6 Haziran 1961’de Zürih’te öldü.
Psikanaliz alanındaki çalışmalarıyla bir asra damgasını vuran Freud terapinin amacının bilinçaltını bilinçli hale getirmek söylemişti. Ve bir teorisyen olarak bunu çalışmalarının baş hedefi yaptı. Fakat aynı zamanda bilinçaltını pek de hoş bir şey olarak algılamamamıza yol açtı; burası yanan arzuların , kötü huylar ve cinsel tutkuların derin çukuru, korkulu deneyimlerin gömüldüğü bir yerdi. Bu haliyle bilinç yüzeyine çıkarmak isteyeceğimiz bir şey değildi.
Onun genç çalışma arkadaşlarından Carl Gustav Jung ise içimizdeki bu uzayı araştırmayı hayatının ve çalışmalarının amacı yapacaktı. Jung Freudyen teoriyle güçlenmiş temelinin yanında mitoloji, din ve felsefe alanlarında derin bir bilgiye sahipti. Özellikle Siyonizm, Kimya, Kabala ve Hinduizm ve Budizm’deki benzerleri gibi karmaşık mistik geleneklerin sembollemeleri konusunda oldukça bilgiliydi.
Jung ayrıca rüyalar ve zaman zaman görüntülerle ileriyi algılama kapasitesine sahipti. 1913 sonbaharında dev bir selin Avrupanın büyük bir bölümünü içine alarak doğduğu yer olan İsviçre’nin dağlarında durduğu hayalini gördü. Yüzlerce insan sularda boğuluyor ve medeniyet yıkılıyordu. Ardından sular kana dönüşüyordu. Bu görüntüyü daha sonraki haftalarda sonsuz kışın, kandan nehirlerin rüyaları takip etti. Jung bunun bir psikoza dönüştüğünden endişe etmeye başlamıştı.
Aynı yılın Ağustos’unda 1. Dünya Savaşı başladı. Jung bir bağlantı olduğunu hissetti; bir birey olarak kendisi ve genel anlamda insanlık arasında açıklanamayan bir tür bağlantı vardı. Jung o tarihten 1928’e kadar, daha sonraki tüm teorilerinin temelini oluşturacak ve bir bakıma acı veren bir benliğini arama sürecine girecekti.
Jung tüm rüyalarını, fantazilerini, hayallerini dikkatlice kaydetmiş; ayrıca onları çizerek, resmederek ve heykellerini yaparak göz önüne sermiştir. Deneyimlerinin kendilerini kişileştirme eğiliminde olduklarını gören Jung, bu keşfinin sonunda yaşlı bir bilgin ve onun yanındaki küçük bir kızla karşılaşmıştır. Yaşlı bilgin bir dizi rüyadan sonra bir tür ruhsal rehber haline dönüşmüş; küçük kız ise dişi ruh “anima”yı temsil ederek onun biliçaltının derinlikleriyle iletişime geçmesinde temel araç olmuştur.
Jung’un anlatımıyla bilinçaltının kapısında derimsi kahverengi bir cüce bekliyordu. Bu, Jung’un egosunun ilkel yoldaşı “gölge” idi. Jung rüyasında kendisinin ve cücenin “Siegfried” adını verdiği sarışın güzel bir genç kızı öldürdüğünü gördü. Jung’a göre bu, bir süre sonra tüm Avrupada derin bir üzüntü yaratacak zafer ve kahramanlık düşkünlüğünün tehlikelerine işaret eden bir uyarıydı –aynı zamanda da kendisinin Sigmund Freud’u kahramanlaştırma eğiliminin tehlikeleri hakkında bir uyarı!
Jung ölüler ile ilgili de pek çok rüya gördü; ölüler, ölülerin toprakları ve ölülerin yükselişi hakkında. Bunlar tamamıyla bilinçaltını temsil ediyordu –Bu Freud’un üstünde fazlaca durduğu nispeten “küçük” kişisel bilinçaltı değil, tüm insanlığın kollektif bilinçaltıydı ve tüm ölüleri, kişisel hayaletlerimiz de dahil, kapsayabilirdi. Eğer mitolojiyi, geçmişi yeniden anımsayabilirsek, bu hayaletleri de anlayabilecek, ölülerden huzursuz olmayacak ve zihinsel hastalıklarımızı iyileştirebilecektik.
Jung’u eleştirenler basitçe Jung’un kendisinin de tüm bunlar olurken hasta olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat Jung’a göre ormanı anlamak istiyorsanız, yalnızca kıyıda bir ileri bir geri gezinmekle yetinemezsiniz. Ona yaklaşmalı ve içine girmelisiniz, ne kadar tuhaf ve ürkütücü görünürse görünsün…
Eşzamanlılık –Jung’un Gerçekliğe Yanıtı
Bilim Çağının prensi olarak bilinen ünlü düşünür Carl Gustav Jung, çalışmalarıyla entellektüel dünyanın devi haline gelmiştir. Jung, analitik psikanalizin kurucusu olarak kabul edilmektedir. Freud’un yakın bir çalışma arkadaşı olan Jung 1914’te ondan bağımsız olarak kendi analitik psikoloji ekolünü oluşturmuştur. Jung’un kurum testleri, ESP, öngörü, nedensel astrolojik kesişimlerin bağladığı “anlamlı rastlantılar” üzerindeki çalışmalarından elde ettiği bilgiden aldığı ilham, ümit verici ama tamamlanmamış istatistiki verilerden güç alan ipuçlarıyla birleşince bu, bir kollektif bilinçaltı teorisinin gelişmesini sağlamakla kalmamış aynı zamanda kültürel araştırmalar, özellikle mitoloji ve din üzerine yapılan çalışmalar üzerinde önemli etkiler doğurmuştur.
Jung her ne kadar bilimselliğin gücüne inanıyor ve gerçeği bulma yolunda uygulamacı methodları herkes kadar kullanıyorduysa da, bilimsel anlayışın doğal ve sosyal dünyaların insan-dışılaştırılmasına yol açtığını söylemiştir. “Doğal fenomenleri daha önceden olduğu gibi bilinçsizce kabulleniş kayboldu”. Sorunun temeli ontolojik iddiaların standart karmaşık kümesinde yatar. Jung, ısrarla zihnin öğelerinin en az dış dünyada gördüklerimiz kadar gerçek olduğunu vurgulamıştır; kastettiği şey açıkça ortadadır ve kimse reddedemez.
1951’de İsviçre’deki Eranos Konferansında verdiği bir derste, Jung klasik eşzamanlılık olarak gördüğü olaylara örnekler vermiş ve bunları zihinsel olayların hem rüyalarda hem de uyanıklık halinde kollektif bilinçaltını sembolik ve fiziksel varlık eş düzlemlerinde etkilemekle kalmayıp ondan etkilendiklerine ve çoğu zaman zaman, uzay ve istatistiki olasılık kavramlarını aştıklarına bir kanıt olarak göstermiştir.
TEORİ
Jung’un teorisi, insan zihnini 3 bölüme ayırır. Bunlardan ilki Jung’un bilinçli akıl olarak tanımladığı ego’dur. Bununla yakından bağlantılı ikinci bölüm ise kişisel bilinçaltıdır ve o an için bilinç düzeyinde olmayan ama bilinç düzeyine çıkabilecek herşeyi içerir. Kişisel bilinçaltı pek çok kişinin algıladığı bilinçaltı şekline benzer; akla kolayca getirilebilecek olan anıları ve bastırılmış olan diğerlerini kapsar. Ama içgüdüler, Freud teorisinin aksine, bunun dışındadır.
Jung’un insan zihni hakkındaki teorisine eklediği üçüncü bölüm aynı zamanda teorisini diğerlerinden çarpıcı bir biçimde ayırır; kollektif bilinçaltı. Bunu ruhsal kalıtım olarak da adlandırabiliriz. Burası bir tür olarak edindiğimiz tüm deneyimlerin depolandığı yerdir; hepimiz bu bilgiyle doğarız. Yine de hiçbir zaman doğrudan bunun bilincinde olamayız. Burası tüm deneyimlerimizi ve davranışlarımızı etkiler, en çok da duygusal olanları. Fakat biz bunu ancak dolaylı olarak, etkilerini görerek anlayabiliriz.
Kollektif bilinçaltının etkilerini diğerlerinden çok daha açık bir şekilde gösteren bazı deneyimler vardır: İlk görüşte aşk, deja vu (o anı daha önce yaşamışsınız hissi) ve birtakım sembolleri ve bazı mitlerin anlamını hemen farketme gibi deneyimlerin tümü dış gerçekliğimizin kollektif bilinçaltıyla ani kesişimi olarak düşünülebilir. Daha geniş anlamda düşündüğümüzde, tüm dünyadaki ve tüm zamanlardaki sanatçı ve müzisyenlerin paylaştığı yaratıcı deneyimler, tüm dinlerdeki mistiklerin ruhsal deneyimleri ya da rüyalardaki, fantazilerdeki, mitolojilerdeki, peri masallarındaki ve edebiyattaki parallellikler kollektif bilinçaltına birer örnektir.
Buna güzel ve son zamanlarda oldukça tartışılan bir örnek de ölüme yaklaşma deneyimleridir. Ölüme oldukça yaklaştıktan sonra hayata döndürülen pek çok farklı kültürel altyapıya sahip bir çok insan birbirine oldukça benzeyen deneyimlerden söz etmiştir; bedenlerini terk ettiklerinden, bedenlerini ve onları çevreleyen olayları net olarak gördüklerinden, ucunda parlak bir ışık olan uzun bir tünele itildiklerinden ve kaybettikleri yakınlarının ya da dinsel figürlerin onları beklediğinden ve bu mutlu anı yaşarken bedenlerine geri dönmekten duydukları düş kırıklığından bahsetmişlerdir. -Belki de hepimiz ölümü bu biçimde deneyimlemek üzere yapıldık-
Arketipler
Kollektif bilinçaltını oluşturan öğelere arketipler –modeller- adı verilir. Jung onları dominantlar, mitolojik ya da ilkel figürler olarak da adlandırmıştır. Bir arketip, bir şeyi belirli bir yolla deneyimlemeye yönelik öğretilmemiş bir eğilimdir. Arketipin kendine has bir biçimi yoktur, ama gördüğümüz ya da yaptığımız şeyler üzerinde “düzenleyici bir ilke” rolünü üstlenir. İşleyişi Freud’un teorisindeki içgüdülerin işleyişiyle aynıdır: Bir bebek başlangıçta sadece yiyecek bir şeyler ister, istediğinin ne olduğunu bilmez. Yine de içinde belli şeylerle tatmin edilip bazılarıyla edilemeyecek belli belirsiz bir arzu vardır. Büyüyen çocuk ise tecrübeyle birlikte açken çok daha belirgin bir şey istemeye başlar; bir şişe, bir kurabiye, ya da mantarlı pizza gibi..
Bir arketip uzaydaki bir kara deliğe benzer; orada olduğunu yalnızca içine çektiği madde ve ışık sayesinde anlayabilirsiniz.
Atalarımızın hepsininin anneleri vardı. İçinde ya bir anne ya da anne yerine geçen bir figürün yer aldığı bir ortamda yetiştik. Güçsüz bebeklerken bizi besleyen kişi ile bağımız olmaksızın yaşayamazdık. Bu da bizim bu evrimsel ortamı yansıtacak şekilde “tasarlandığımız” sonucunu doğuruyor: bir anne istemeye, onu aramaya, tanımaya, onunla ilgilenmeye hazır olarak dünyaya geldik.
Bu yüzden anne arketipi belli bir tür ilişkiyi, “annelik” ilişkisini tanımamızı sağlayan doğuştan gelen bir yeteneğimiz. Jung , bu konunun biraz soyut olduğunu ve bu arketipi dünyada, belirli bir kişi üzerinde –çoğunlukla kendi annelerimiz- yansıtma eğiliminde olduğumuzu söyler. Çevrede bu arketipi yansıtacak belli bir kişi bulunmadığında bile, bu arketipi kişiselleştirerek bir mitolojik “roman” karakteri haline dönüştürmeye çalışırız. Bu karakter, arketipi sembolize etmektedir.
Anne arketipi ilkel ana ya da mitolojideki toprak ana ile sembolize edilir; batı inanışlarında Havva ve Meryemle, ve kilise, ulus, veya bir orman ya da okyanus gibi daha kişisel sembollerle. Jung’a göre, zihnindeki anne arketipinin ihtiyaçları gerçek annesi tarafından karşılanamayan bir kişi ileriki yaşamında kilisede huzur aramaya veya kendini anavatanıyla özdeşleştirmeye, Meryem ana figürünü imgelemeye ya da denizde yaşamı seçmeye eğilim duyacaktır.
Öncelikle şu anlaşılmalıdır ki, bu arketipler, Freud’un içgüdüleri gibi biyolojik değillerdir. Daha çok ruhsal isteklerdir. Örneğin, eğer rüyanızda uzun cisimler gördüyseniz, Freud bunların phallus’u ve nihayetinde seksi sembolize ettiği yorumunu yapabilir. Fakat Jung’un çok daha farklı bir bakış açısı vardır. Ona göre açıkça bir penis gördüğümüz rüyalar bile doyurulmamış bir seks ihtiyacından daha farklı şeylere işaret ediyor olabilir.
İlkel topluluklardaki phallic sembolerin doğrudan seksle ilgili olup olmadıkları şüphelidir. Bunlar genellikle mana’yı, yani ruhsal gücü sembolize ederler. Bu semboller özel zamanlarda canlandırılarak toprağı bereketlendirmek, mahsulleri ya da balıkları artırmak veya birini iyileştirmek için çağrılmaktadırlar. Penis ve güç, semen ve tohum, gübre ve bereket arasındaki bağlantı bir çok kültür tarafından anlaşılmıştır.
Seks ve yaşam içgüdüleri Jung’un sisteminde de genel olarak temsil edilmektedir. Onlar Jung’un gölge adını verdiği arketipin bir parçasıdır. İhtiyaçlarımızın hayatta kalma ve üreme içgüdüleriyle sınırlı olduğu, kendimizin bilincinde olmadığımız ilkel insandan, “hayvan” geçmişimizden gelen bir parça.
Gölge, egonun karanlık yüzüdür; potansiyel kötülüğümüz genelde burada saklanmaktadır. Gerçekte gölgenin bir etiği yoktur; iyi ya da kötü değildir, tıpkı hayvanlardaki gibi. Bir hayvan yavrularını şefkatle sevme ve avlarını yiyecek için vahşice öldürme yeteneklerine sahiptir. Ama ikisini de yapmayı seçmez. Ne isterse onu yapar. O “masumdur.” Fakat bizim insani bakış açımızdan, hayvanların dünyası vahşi ve acımasız görünür, bu yüzden de gölge, kişiliğimizin itiraf edemediğimiz yanlarının saklandığı bir çöp kutusu haline gelir.
Gölgenin sembolleri, yılan, ejderha, canavarlar ve şeytanlardır. Gölge çoğu zaman bir mağaranın ya da su dolu bir havuzun; kollektif bilincin girişinde bizi bekler. Bir daha rüyanızda şeytanla mücadele ettiğinizi gördüğünüzde fark edeceksinizdir ki mücadele ettiğiniz yalnızca kendinizdir.
Persona sosyal görüntümüzü temsil eder. Persona sözcüğü person –kişi ve personality –kişilik sözcükleriyle bağlantılıdır ve Latincede maske anlamına gelen mask sözcüğünden gelmektedir. Persona kendinizi dış dünyaya göstermeden önce taktığınız maskedir. Her ne kadar bir arketip gibi başlasa da, onun farkına vardıktan sonra kollektif bilinçaltından en uzak olan yanımız olduğunu görürüz.
Bu en iyi haliyle, toplumun bizden istediği rolleri yerine getirirken hepimizin vermek istediği “iyi imaj”dır. Fakat bu aynı zamanda insanların düşüncelerini ve davranışlarını yönlendirmek için kullandığımız “yanlış imaj” da olabilir. En kötüsü de bunu asıl doğamız zannedebilmemizdir. Bazen nasıl görünmek istiyorsak öyle olduğumuza inanırız.
Hayatta oynamak zorunda olduğumuz dişi ya da erkil rol kişiliğimizin –persona’nın bir parçasını oluşturur. Pek çok insan için bu rol fiziksel cinsiyetleriyle belirlenmektedir. Fakat Jung da Freud, Adler ve diğerleri gibi, biseksüel bir doğaya sahip olduğumuzu hissetmiştir. Yaşamımıza bir fetus olarak başladığımızda, farklılaşmamış cinsel organlara sahiptik; bunlar ancak zamanla ve çeşitli hormonların etkisiyle dişi ya da erkek halini almıştır. Aynı şekilde bir bebek olarak sosyal yaşamımıza başladığımızda, sosyal açıdan ne erkek ne de dişiydik. Fakat neredeyse eşzamanlı olarak -pembe ve mavi kurdelalar gibi şeylerle – bizi yavaş yavaş erkeğe ya da kadına dönüştüren toplumun etkisine girmişizdir.
Tüm toplumlarda erkek ve kadın rollerinden beklentiler farklıdır; bu genellikle üremedeki farklı rollerimizi temel alır, fakat çoğu zaman tamamen geleneksel bir çok detayı da içerir. Günümüz toplumunda, hala bu geleneksel beklentilerin izlerini taşırız. Kadınların hala daha şefkatli ve daha az agresif olmaları, erkeklerin ise hala güçlü ve duygusal açıdan dayanıklı olmaları beklenir. Jung’a göre bu beklentiler bizim potansiyelimizin ancak yarısını geliştirebildiğimizi gösterir.
Anima, erkeklerin kollektif bilinçaltındaki dişi yanı, animus ise kadınların kollektif bilinçaltındaki erkil yanı temsil etmektedir. İkisi birlikte “syzygy” olarak adlandırılır. Anima anlık ve sezgisel davranan genç bir kız, ya da bir cadı veya toprak ana olarak kişileştirilebilir. Genellikle derin duygusallık ve hayatın gücüyle bağdaştırılır. Animus yaşlı, bilge bir adam, bir sihirbaz, ya da çoğu zaman birden çok erkek olarak kişileştirilebilir ve bu figür genelde mantıklı, gerçekçi ve hatta tartışmacıdır.
Anima ya da animus genel anlamda kollektif bilinçaltıyla iletişim kurmamızı sağlayan arketiptir. Aynı zamanda aşk yaşamımızın büyük bir bölümünden de sorumludur. Biz, bir antik Yunan efsanesinde söylenildiği gibi, karşı cinste diğer yarımızı, Tanrıların bizden aldığı diğer yarıyı, ararız. İlk görüşte aşık olduğumuzda bu, zihnimizdeki anima ya da animus arketipine oldukça uyan biriyle karşılaştık demektir.
Jung, arketiplerin basitçe listeleyip ezberleyebileceğimiz belli gruplara ayrılmadığını ve sabit bir sayılarının olmadığını söylemiştir. Bunlar içiçedir ve gerektiğinde birbirleri içinde kolaylıkla eriyebilirler ve mantıkları geleneksel türde değildir. Yine de Jung diğer belirgin arketiplere şu örnekleri vermiştir:
Annenin yanında başka aile arketipleri de vardır. Baba, genellikle bir rehber ya da bir otorite figürü olarak sembolize edilir. Ayrıca, aile arketipi de vardır. Bu, kan bağını ve bilinçli nedenlerden daha derinlere inen bağları temsil etmektedir.
Ve çocuk; mitoloji ve sanatta çocuklarla, özellikle bebekler ve diğer küçük yaratıklarla temsil edilmiştir. Çocuk, geleceği, oluşu, yeniden doğuşu ve kurtuluşu sembolize eder. Batılılar kış dönümündeki Noelde İsanın doğuşunu kutlarken, bu dönem, güneşin kendilerine yeniden dönüşünü kutlayan kuzeydeki ilkel kültürler için de geleceği ve yeniden doğuşu temsil eder. Çocuk arketipi çoğu zaman diğer arketiplerle karışarak çocuk-tanrıya ya da çocuk- kahramana dönüşür.
Çoğu arketip öykü karakteridir. Kahraman bunların başlıcalarındandır. O mana –güç kişiliğidir ve kötü ejderhaları yenen kişidir. O, temelde –bizim öykünün kahramanı olarak sembolleştirdiğimiz- egoyu simgeler ve zamanının çoğunda ejederhalar ve canavarlar kılığına bürünen gölgelerle savaşır. Ne yazık ki kahraman, bir pozisyon olarak seçilebilmek için fazlaca saftır. Sonuçta o, kollektif bilince giden yollara dikkat vermez.
Kahraman, sık sık bakireyi kurtarmak için yola çıkar. O, saflığı, masumiyeti ve tecrübesizliği temsil etmektedir. Kahramana yolunda yaşlı, bilge adam rehberlik eder. O animusun bir biçimidir ve kahramana kollektif bilincin doğasını gösterir. Karanlık baba arketipi ise gölgeyi, gücün karanlık yüzünün hakimini simgeler. Ayrıca bir hayvan arketipi de vardır; insanlığın hayvan dünyasıyla ilişkilerini temsil etmektedir. Kahramanın sadık atı buna bir örnek olabilir, yılanlar da çoğu zaman hayvan arketipinin sembolü olmuşlardır ve oldukça zeki oldukları düşünülür. Sonuçta hayvanlar doğalarına bizden çok daha yakınlardır.
Hakkında konuşulması daha güç bazı arketipler de vardır. İlk adam bunlardan biridir ve batı dininde Adem’le sembolize edilir. Bir diğeri Tanrı arketipidir; evreni anlamaya, olanlara bir anlam vermeye, herşeyi bir amacı ve bir yönü varmış gibi görmeye olan ihtiyacımızı gösterir.
Hermafrodit, hem dişi hem erkek, karşıtlıkların birleşimini temsil eder. Tüm arketiplerin en önemlisi ise benliktir. Benlik kişiliğin nihayi birliğidir ve çember, haç ve Jung’un da pek çok kez resimlediği mandala figürleriyle sembollenmiştir. Mandala, meditasyonda, dikkati merkezde yoğunlaştırmak için kullanılan bir çizimdir; bu bir geometrik figür gibi olabileceği gibi renkli camdan bir pencere de olabilir. Benliği en iyi temsil eden kişiliklendirmeler mükemmelliğe ulaştıklarına inanılan İsa ve Buda gibi figürler olmasına rağmen, Jung mükemmelliğe gerçek anlamda ancak ölüm anında ulaşılabileceğini düşünmektedir.
İnsan aklının dinamikleri
Zihnin bileşenlerinden onların işleme ilkelerine gelelim. Jung, bize 3 temel ilke sunmuştur. Bunlardan ilki Karşıtlıklar İlkesi’dir. Her istek hemen bir karşıtına da işaret eder. Örneğin, eğer içimde iyi bir düşünce varsa, derinlerde başka bir yerde karşıt bir kötü düşünce bulunmaktadır. Aslında temel nokta şudur: İyilik anlayışına sahip olabilmem için, bir kötülük anlayışım da olması gerekir, tıpkı yükselişlerin düşüşler olmadan, siyahın beyaz olmadan varolamayacağı gibi.
Jung’a göre, zihnin gücünü (ya da libidosunu) yaratan karşıtlıklardır. Bu bir pilin artı ve eksi uçlarına ya da bir atomun bölünüşüne benzer. Enerjiyi yaratan zıtlıklardır; güçlü bir zıtlık güçlü enerji, zayıf bir zıtlık zayıf enerji ortaya çıkarır.
İkinci ilke, Eşitlik İlkesidir. Zıtlıktan doğan enerji her iki tarafa da eşit bir şekilde dağıtılır. Buna örnek olarak 10-11 yaşlarında başımdan geçen bir olayı anlatayım. O yıllarda zaman zaman yaralanmış, kötü durumdaki orman hayvanlarını iyileştirmeye çalışıyordum. Fakat korkarım bunu yaparken sık sık onlara daha çok zarar vermiştim. Bir keresinde yavru bir kuşu iyileştirmeye çalışıyordum. Fakat onu kaldırırken bir an onu elimle ne kadar kolayca ezebileceğim düşüncesi aklımdan geçti ve sarsıldım. Bu düşünceden hiç hoşlanmamıştım, ama düşünce yadsınamaz biçimde oradaydı. Yani o yavru kuşu elime aldığımda, ona yardım etmeye yönelik bir enerjim vardı, ama aynı zamanda içimde onu ezmek için de eşit miktarda bir enerji vardı. Ben kuşa yardım etmeye çalıştım ve enerji birtakım davranışlara dönüşerek yardım eylemini oluşturdu. Peki ya diğer enerji? Ona ne oldu?
Bu, gerçekleştirmediğiniz isteğe karşı tutumunuza bağlıdır. Eğer bu isteği kabullenir, onunla yüzleşir ve bunun bilincinde davranırsanız, bu enerji zihninizin genel anlamda gelişmesini sağlar; diğer bir deyişle büyürsünüz. Ama bunun yerine, bu kötü isteği hiç bir zaman duymamış gibi davranırsanız, onu inkar eder ve bastırırsanız, enerji bir “kompleks” in oluşumunda kullanılacaktır. Kompleks, bir konu etrafında kümelenen bastırılmış düşünceler ve duygular paternidir. Eğer bir an için de olsa kuşu ezme fikrinin aklınızdan geçtiğini inkar ederseniz, bu düşünceyi gölgenin (karanlık yanınızın) önerdiği bir biçime sokabilirsiniz. Eğer biri duygusal yanını inkar ediyorsa, duygusallığı anima –dişi yan- arketipi içinde kendine bir yer bulabilir.
Sorun işte buradadır: Eğer tüm yaşamınız boyunca yalnızca iyiymişsiniz gibi davranırsanız –sanki yalan söylemeye, aldatmaya, çalmaya ve öldürmeye kapasiteniz yetmiyormuş gibi -, her iyilik yapışınızda diğer yanınız gölgenin etrafında bir kompleks içine girer. Bu kompleks kendine göre bir yaşam yaratmaya başlayacak ve sizi ele geçirecektir. Bir anda kendinizi küçük yavru kuşların üzerinde zıpladığınız karabasanlar görürken bulabilirsiniz. Eğer uzun sürerse, kompleks sizi yenebilmekte ve size sahip olabilmektedir; bu çift kişilik gelişimine kadar varabilir.
Son ilke, Entropi İlkesidir. Bu, karşıtlıkların bir araya gelme eğilimidir, böylece enerji azalabilir. Jung bu fikri fizikten almıştır; entropi tüm fiziksel sistemlerin bir sona doğru işlemeye olan eğilimine verilen addır, Böylece tüm enerji düzgün biçimde dağılabilecektir. Örneğin odanın bir köşesinde bir ısıtıcınız varsa, sonunda tüm oda ısınacaktır.
İnsanlar gençken karşıtlıklar uç noktadadır, bu yüzden oldukça çok enerjiye sahibizdir. Yaşlandıkça, pek çoğumuz farklı yönlerimizle daha iyi başa çıkarız. Daha az saf idealistizdir, ve hepimizin iyi ve kötünün bir karışımı olduğumuzu fark ederiz. Karşı cins bize daha az tehlikeli görünür ve giderek androjenleşiriz. Yaşlılıkta kadın ve erkek fiziksel olarak bile daha çok birbirine benzer. Karşıtlıklarımızın üzerinde düşünebilme ve benliğimizin her iki yanını da görme sürecine, “geçiş” -transcendence- adı verilir.
Benlik
Jung'a göre, yaşamın amacı benliği tanımaktır. Benlik, tüm karşıtlıkların ötesine geçişi ve kişiliğinizin her yönünün eşit olarak sergilenmesini temsil eder. Artık ne kadın veya erkek ne ego veya gölge, ne iyi veya kötü ne bilinçli veya bilinçsizsinizdir, tüm bunları birlikte yaşarsınız. Hem bir birey, hem de yaratılışın bütünlüğüsünüzdür, ve ikisi de değil.
Bunu zihniniz için yeni bir merkez, daha dengeli bir pozisyon olarak düşünebilirsiniz. Gençken, egoya yoğunlaşır ve kişiliğin önemsiz detayları hakkında hayıflanırız. İleriki yaşlarda ise, biraz daha derine odaklanır ve herkese, tüm hayata, hatta evrene daha fazla yakınlaşırız. Benliğini tanıyan bir kişi daha az bencil olacaktır.
Eşzamanlılık
Kişilik teorisyenleri uzun yıllar psikolojik süreçlerin mekanizma şeklinde mi yoksa teleoloji yoluyla mı işlediğini tartışmışlardır. Mekanizma düşüncesine göre, süreçler neden-sonuç ilişkisiyle işler. Birşey bir diğerine yolaçar ve diğeri başkasını doğurur, ve bu böyle gider, böylece şu anı geçmiş belirlemiş olur. Teoloji düşüncesinde ise gelecekteki bir durum hakkındaki fikirlerimizle yönlendiriliriz, amaçlar, anlamlar, değerler gibi şeylerle. Mekanizma determinizm ve doğa bilimleriyle ilişkilidir. Teoloji ise özgür irade ile bağlantılıdır.
Psikoloji tarihinde, Freudyenler ve davranış bilimciler daha çok mekanizmacı olarak, neo-Freudyenler, hümanistler ve varoluşçular ise teleolojist olarak görülür. Jung, bunların her ikisinin de rolü olduğuna inanır ve ayrıca üçüncü bir altenatif daha ekler; eşzamanlılık.
Eşzamanlılık birbirine neden-sonuç ilişkisiyle ya da teleolojik olarak bağlı olmayan, yine de aralarında anlamlı bir bağ olan iki olayın gerçekleşmesini anlatır. Jung, birbiriyle ilgisiz gibi görünen olayların aslında bilmediğimiz bir bütünün parçaları olduğu için eşzamanlı meydana geldiğini söylemiş ve haberci rüyaları buna örnek göstermiştir. İnsanlar zaman zaman rüyalarında birşeyler görürler, örneğin sevdikleri biriyle ilgili bir olayı ve ertesi gün gördüklerinin gerçekleşmiş olduğunu görürler. Bazen bir arkadaşımızı aramak için telefonu kaldırırız ve arkadaşımızın zaten hatta olduğunu görürüz. Çoğu psikolog bunları rastlantı olarak adlandıracak ya da gerçekleşme ihtimallerinin düşündüğümüzden çok daha fazla olduğunu göstermeye çalışacaktır. Jung ise bunların, bizim insanlarla ve genel anlamda doğayla kollektif bilinç yoluyla nasıl bağlandığımızı gösteren işaretler olduğunu söyler.
Jung kendi dini inançları hakkında pek ipucu vermemiştir. Yine de eşzamanlılıkla ilgili bu olağandışı düşünce Hintlilerin gerçekliğe bakış açısıyla kolaylıkla açıklanabilmektedir. Hint düşüncesine göre, kişisel egolarımız okyanustaki birer ada gibidir: Oradan kendi dünyamıza ve birbirimize bakarız ve birbirimizden ayrı varlıklar olduğumuzu düşünürüz. Göremediğimiz şey ise, birbirimize suların dibindeki okyanus katı ile bağlı olduğumuz gerçeğidir.
Hint inanışlarında dış dünyaya maya –ilüzyon- adı verilir ve Tanrının rüyası ya da Tanrının dansı olarak düşünülür. Onu yaratan Tanrıdır, fakat kendi başına bir gerçekliği yoktur. Kişisel egolarımız jivatman, yani kişisel ruhlarımız olarak tanımlanır. Fakat onlar da ilüzyonun bir parçasıdır. Gerçekte tek ve bir olan Tanrı Atman’ın birer uzantısıyızdır; o kimliğini unutarak tamamen ayrı ve bağımsız olmuş, biz olmuştur. Fakat hiçbir zaman tamamıyla ayrı değilizdir. Öldüğümüzde uyanır ve başlangıçta kim olduğumuzu fark ederiz: tanrı.
Hayal kurduğumuzda ya da meditasyon yaptığımızda kişisel bilincimizin derinliklerine iner, gerçek benliğimize, kollektif bilince gittikçe daha çok yakınlaşırız. Bu ruh hali içindeyken, diğer egolarla –diğerleriyle iletişime de özellikle açığızdır. Eşzamanlılık Jung’un teorisini nadir teorilerden biri haline getirmiştir; eşzamanlılık sadece parapsikolojik fenomenlerin üstünde değildir, aynı zamanda onları açıklamaya çalışmaktadır.
BİREYSEL PSİKOLOJİ
Alfred Adler
Adler, Macaristan'dan Avusturya'ya göç eden bir ailenin ikinci çocuğu olarak 1870 yılında Viyana'da doğdu. Babası ticaretle uğraşmaktaydı. 4 yaşına geldiğinde büyüyünce doktor olacağını söylemeye başlamıştı. Bunu söylemesinde elbette sıkıntılı çocukluk yaşantılarının etkisi vardı. Bunlar arasında yanındaki yatakta yatarken ölen kardeşine ait izlenimler, kendisinin de raşitizm nedeniyle kemiklerindeki sorunları olması ve sürekli hasta olarak gördüğü annesini iyileştirme isteği sayılabilir.
Adler insanları tanıyabilmesini sokak çocukluğundan gelmesine bağlar.Tıp eğitimi ve ihtisasını yapıp göz hekimi olarak, çalışmaya başlamıştır. Ancak muayenehanesinin iş yapmaması üzerine pratisyen hekimlik yapmaya başlamış ve çevresinin sevgisini kazanmıştır. Bu dönemde Viyana'da daha çok yoksullara hitap eden polikliniklerde çalışmıştır. 27 yaşında evlenmiştir. 32 yaşındayken bir dostu ile birlikte tıbbi nitelikli bir dergi çıkartmaya başlamıştır. o yıl Freud ile tanışarak, psikanalitik akımın içine girmiştir. 37 yaşında iken "Organların Yetersizliği Üzerine İnceleme"adlı eserini yazmıştır. 40 yaşına geldiğinde ise, bu derneğin başkanı olmuştur. Bir yıl kadar sonra Adler'in görüşleri ile Freud'unkiler farklılaşmaya başladı. Adler'in "Eril Protesto" adını taşıyan yazısı grupta tartışma ve yoğun eleştirilere maruz kaldı. Bunun üzerine Adler ve ona eşilik eden 6 kişi dernekten istifa edip, Bireysel Psikoloji Derneği'ni kurdular. 42 yaşında "Nervöz Karakter" adlı ikinci kitabını yayınlayan Adler, 2 yıl kadar sonra yeni derneğin içinden arkadaşlarının ve kendisinin çok sayıda yazılarını içeren "Tedavi Etmek ve Eğitmek" adlı eseri oluşturmuştur. Bu sırada bir üniversiteye öğretim elemanı olarak başvurusunu yapmış ama red cevabı almıştır.
I.Dünya Savaşı'nın başlaması ile, askeri hekim olarak görev yapmış, başarıları dikkati çekmiştir. Bunun üzerine cephe hekimlerinin savaşlarda da rastlanabilen "akut stres bozuklukları ve travma sonrası stres bozukluğu" konularında eğitimlerini arttırmaları için daha üst bir göreve atanmıştır. Savaşın bitişinde Osmanlı İmparatorluğu gibi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da karşı taraf tarafından bölünmüş ve işgal edilmişti. Savaş sonrası yazdığı bir yazıda "insanların kendileri ile ilgisi olmayan bir savaşa girmek için heyecan duymasını, kendilerinin hissettikleri acizlik ve çaresizlik duygularından kaçınmak" şeklinde açıklamıştır. Gene savaş karşıtı "Öteki taraf " adlı yazısında halkın savaşçı bir eğilimle beslendiğinde, propagandalar ile birlikte , özellikle kişilikleri ve yaşantıları ile ilgili sorunlar da yaşıyorlarsa, savaş fanatiği haline gelebildiğini belirtir. Adler'e göre halkın çoğunluğu ise durumu yeterince netlikte bilemedikleri ve değerlendiremedikleri için, baştaki yöneticilerin isteği ile savaşmaya gider. Ne zamanki savaş kaybedilir, o zaman halk kendilerini ezenlerden kurtulur. Başkası ile savaşarak elde edemeyeceği huzura, asıl gereksinimi olan kendini rahatça ifade edebildiği demokratik yönetim ile ulaşır.
Adler 50 yaşındadır, savaş bitmiştir. Artık ülkenin tekrar eğitim ve kalkınma hamlesine girme dönemidir. Bu aşamada Adler de üzerine düşen görevi yapar, öğretmenler için çocuk yetiştirmeye yönelik kurslar, danışmanlık hizmetleri ve eğitimde yeni sistemler üzerine çalışmalara kendi yaklaşımları ile katılır. Bu dönemde "İnsan Bilgisi" adlı kitabını çıkarmıştır. Bu yıllardan sonra daha çok yurtdışında kongre ve seminerlerden aldığı davetlere katılır. 59 yaşına geldiğinde Amerika'da Columbia Üniversitesi'nde iki yıl sürecek öğretim üyeliği görevine başlar. 67 yaşında iken Hollanda'da verdiği bir seminer sonrasında göğüs ağrısı hisseder. Hekimin dinlenme ve tedavi önerisine karşın, programında olan İngiltere'deki konferansa katılır. Ancak İngiltere'deki konferansın dördüncü gününde kendisini o günkü derse bekleyenler, bir süre sonra hocalarının sabah üniversiteye giden bilim yolunda kalp krizinden öldüğü haberini alacaklardır.
Adler'e göre yetersizlik algısı gerçek yetersizlik durumundan çok daha etkili idi. Bu his insanlarda ya bu durumun ortadan kaldırılmasına yönelik çabalamaya, ya içine kapanarak, dünyaya küsmeye ya da antisosyal davranışlarla çevreye ve çevredekilere zarar verici davranışlara yol açmaktaydı. Dünyaya küsen birey kendinde kırıntı halinde bile olsa varolan toplumsallık duygusu ile tekrar toplum içine çekilip, aktif hale gelebilir. Adler'e göre yaşam topluma karşı bir sorumluluktur.
Adler eğitimdeki hatalar sonucunda da çocuğun ezilmesi, ağır cezalar uygulanması, pasif duruma alıştırılması, inisiyatif ve yaratıcılığın kullandırılmaması, tek başına bir şey yapamayacağı duygusunun yerleşmesi görülebilmektedir. Ayrıca çevre de buna destek olmakta büyükler yanında kendini ifade etmesi önlenmekte, arkadaşlarının alaylarına müdahale edilmemesi de buna zemin hazırlayabilmektedir.
Kişiler hissettikleri aşağılık duyguları ile ya başka özelliklerini öne çıkararak diğer insanlar üzerinde üstünlüklerini göstermeye çalışırlar ya da sıkıntı, utanç, endişe ve değersizlik hisleri ile daha dar bir çevre içine sığınıp, onlar üzerinde baskı kurmaya çalışabilirler. Bu durumu takiben kişilerde çok farklı bağımlılıklar (alkol,uyuşturucu madde, kumar vb), çeşitli nevrotik bozukluklar, cinsel davranım bozuklukları ve antisosyal davranışlar sonucu suça eğilim gözlenebilmektedir. Adlerci görüşe göre, bu gibi bozuklukların tedavisinde altta yatan aşağılık duygularını oluşturan olumsuz düşünce şemalarının düzeltilmesi gerekir.
Bireyler hangi soydan,cinsiyetten , sosyokültürel çevreden gelirlerse gelsinler öncelikle insandırlar. Her insan zekası, duyguları ve kültürü ile değerlidir. Doğan her bebek geleceğimiz için önemlidir. İyi ürün almak için, toprağa tohum atmak yetmez, ona iyi bakım vermek gerekir. Sadece başkalarında bulunan, sahip olamadığımız kaynakları övüp, sahip olduklarımızı görmezden gelmek de bir aşağılık duygusu ifadesidir. Önemli olan kendi kaynaklarını diğerlerinin kaynaklarına göre geliştirmek için çaba sarfetmektir. Bunun için elbette ki, herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Siz ancak görevinizi tam olarak yaparsanız, yakınma hakkına sahip olabilirsiniz. Aksi halde yapılan yakınmalar kendi değersizlik hislerimizin ve aşağılık duygularımızın başkalarına yüklenmesi, yansıtılmasından başka bir şey değildir. Kendinizi ancak daha çok çalışarak, emek harcayıp, ürün vererek ortaya koyabilirsiniz. Bu da ne yazık ki, yorulmadan olmaz. Ne kadar acılar yaşanmış olursa olsun, inatla "ben hala varım" denmelidir. Kararmış gümüşler, gözalıcı parlaklıktaki gümüşlere dönüşebilir, yeter ki parlatmak için çabalayın.
Adler İlkeler
Bireysel psikoloji okulunun kurucusu ve eksiklik duygusu ya da aşağılık kompleksi deyimini ilk kez olarak ortaya koyan kişi olan Adler, insan kişiliğini eksiklik ya da yetersizliği giderip üstünlük ya da yetkinliğe ulaşma çabasıyla anlama uğraşı içinde olmuştur. Yaşamı boyunca toplumsal sorunlar karşısında büyük bir duyarlılık gösteren Adler, biyolojik ve cinsel etmenleri temele alan Freud’dan kişiler arasındaki hiyerarşik. toplumsal ilişkileri ön plana çıkarmak bakımından farklılık gösterir. Başka bir deyişle, çocukluk dönemindeki cinsel çatışmaların ruhsal bozukluklara yol açtığı konusunda Freud’a katılmayan Adler’in psikolojisinde, insanın en temel güdüsünü meydana getiren yetkinleşme çabasını bir üstünlük çabası ve dolayısıyla da eksiklik duygusunun giderilmesi olarak tanımlanır. İnsanın geleceğe ilişkin beklentileri tarafından güdülendiğini ve dolayısıyla insan davranışının çocuklukta yaşanan deneyimler tarafından belirlenmediğini öne süren Adler, insan varlığını yalnızca çevre ve kalıtımın bir ürünü olduğu düşüncesine karşı çıkmıştır.
O işte bu çerçeve içinde insanın miras aldığı yetilerin sentezini yapar ve çevreden gelen izlenimleri yorumlarken biricik olan bireysel bir kişilik ve yaşam biçimi yaratan yaratıcı bir benin varlığından söz etmiştir. Ona göre. önemli etkenleri doğum, bedensel eksiklik ve ilgisizlik ya da şımartılma olan yaşam biçimi erken çocukluk döneminde oluşur. Mantık, toplumsal ilgi ve kendini aşma çabasının ruh sağlığına işaret ettiğini öne süren Adler, aşağılık duygusunun kişinin kendi güvenliğiyle ilgili ben merkezcil kaygısı ve başkaları üzerinde egemenlik kurma eğiliminin ruhsal bozukluk belirtisi olduğunu öne sürmüştür.
Adleryan Terapi
İnsan Doğasına Bakış: İnsanlar birincil olarak sosyal dürtüler tarafından güdülenirler. Kadınlar ve erkekler sosyal varlıklar olarak yaşamın içerisinde birbirleriyle ilişki kurarak, kendilerine özgü bir tarz, yegane olmayı hedeflerler. Kişiliğin cinsel değil sosyal belirleyicileri üzerinde durur, ona göre davranış, amaç yönelimlidir. İnsan güdülenmesinin temeli güven kazanma ve aşağılık duygusunun üstesinden gelmektir.
Temel aşağılık duygusu bizi yeterlilik, üstünlük, güç ve mükemmel olmak için güdüler. Danışmada 4 temel amaç vardır. Bu amaçlar aynı zamanda terapi sürecinin 4 dönemidirler :
1. Danışan - danışman ilişkisinin sağlanması, empati aracılığı ile danışanın kendini kabul edilmiş ve anlaşılır olması,
2. Danışanların inançlarını, duygularını, güdü ve amaçlarını anlayarak yaşam tarzlarının belirlenmesi,
3. Yaşam tarzlarına içgörü sağlatılarak hatalı amaçların ve benliğe zarar verici davranışların farkına vardırtma,
4. Danışanlara amaçlarını ve seçeneklerini geliştirme, fark ettirmek için yardım ve değişmesi gereken konularına yönelik eylem programları düzenlemek.
İlişki ( Danışan - Danışman ) : Adleriyen danışma, danışanına hem güven verir hem de güvenir. Bir üstünün ve bir aşağının olmadığı eşit ilişkiler söz konusudur. Danışma bir işbirliği sürecidir. Danışan ve danışman aynı sürede aktiftirler ve ulaşılacak amaçlar konusunda hemfikir olmalıdırlar. Terapi sürecinde eğer amaçlar net olarak belirlenirse ve terapistle danışan aynı hedeflerde uzlaşırlarsa verimli olabilir. Danışan ne istemektedir? Bu amaçlara nasıl ulaşabilir? Bunlara ulaşmasını neler engelleyebilir? Amacına ulaşmak için sahip olduğu avantajları nasıl kullanabilir? Terapi planı bunları formüle eder. Danışman danışanın eksiklik ve yetersizliklerinden çok gücünü ve avantajlarını fark ettirmelidir. Danışanlar ancak kişisel güçlerini ve değişmek için olan kapasitelerini fark edebilirlerse değişebilir. Adleriyen danışman olumlu boyutlara vurgu yapan, destekleyici kişidir.
Analiz ve Değerlendirme : Danışan, yaşam tarzını farkedebilmek için duyguları, güdüleri, inançları ve amaçları üzerinde dikkatini yoğunlaştırmalıdır. Güdüleri anlamak için duyguları keşfetmek gerekir. Duyguların anlaşılması aynı zamanda empatiyi ve terapi ilişkisinin kalitesini de arttırır.Adleriyen terapist duyguların ötesindeki inançları keşfetmeye çalışır. Hatalı inançlarla yüzleşme, danışanın kendisini rahat hissetmesini sağlatır.
Danışman şu anda varolan yaşam koşullarıyla işe başlar. Danışanın işe karşı sorumluluğu, sosyal ilişkileri, kendilerine ilişkin duyguları üzerinde odaklaşır. Bireyin analiz ve değerlendirilmesinde, aile ilişkilerinin de keşfedilmesi gerekir. Çünkü bunlar kişinin yaşam tarzı oluşturumunu etkilemiştir. Açık uçlu sorular sorularak danışanın benlik algısını, kardeş ilişkilerini, yaşamdaki önem verdiği durumlara yönelik tepkilerini ve anahtar yaşam kararlarını anlamaya çalışmak esastır. Adleiryen danışman yaşamın en erken dönemlerine ilişkin olayları anlattığı kadar şimdiki yaşamına ve kendisini bakış açısını keşfetmeye çalışır. Kişinin aile yapısının ve yaşam öyküsünün keşfedilmesi, onun yaşamındaki temel hataların üstündeki örtüyü kaldırtır. Böylece danışanın şimdiki yaşantısını bu hataların nasıl etkilediği yorumlanır.
İçgörü Sağlamak : Adleriyen terapist destekleyici olduğu kadar da yüzleştiricidir. Hatalı amaçlara, benliğe zarar veren davranışlara iç görü geliştirmek yoluyla danışanı tehdit etmek durumundadır. Danışanın davranışlarını, amaçlarını anlamasına yardım eder. Gizli amaçlar açığa çıkar. Böylece danışanın önüne, kendisiyle ilgili doğrulanması gereken bir varsayım konulmuştur. İçgörü, davranış değişimini sağlatıcı önemli bir güç olmakla birlikte, har zaman davranış değişiminde bu durum gerçekleşmeyebilir. İçgörü değişmek için bir adımdır. Fakat bu benlik anlayışını, yapıcı eylemlere dökme yapılmazsa hiçbir işe yaramaz. İnsanlar içgörü kazanmaksızın da önemli davranış değişiklikleri yapabilirler.
Yorum : İçgörü kazanma sürecini kolaylaştıran bir tekniktir. Yorum burada ve şimdi olan davranışlar üzerinde yapılmalı, kişinin amaçlarından kaynaklanan beklentileri üzerinden yapılmalıdır.
Adleriyen yorum yaşam tarzıyla bağlantılı olarak yapılır. Danışanlar yorumları kabullenmeye zorlanmazlar. Çünkü bunlar deneysel olarak açık uçlu biçimde ortaya konmuş, keşfedilmesi gereken davranışlardır. Yorumla, danışanın problem yaratmada kendi rolünü keşfetmesi ve niçin bu hatalı tarzların hala devam ettirildiğini fark ederek yaşam koşullarında bu davranışlarını değiştirmesi istenir.
Yeniden Yönlendirme : Terapinin son safhasıdır. İçgörünün eyleme dökülmesi anlamına gelir. Adleriyen danışmanın amacı, danışanı daha etkin kılarak yapıcı davranışlar geliştirmesini hedefler. Kişi, yeni ve daha fazla işe yarar seçenekler bulmalıdır. Tutumlarına, inançlarına, amaçlarına ve davranışlarına alternatifler getirmelidir. Risk almaya, yaşamını değiştirmeyi göze aldırmaya, kendi gücünü iç kaynaklarını ve yaşamını yönetebileceğine cesaretlendirmelidir. Danışma esnasında danışan kararlar alır, amaçlarını değiştirir. Olmak istediği kişiymiş gibi hareket etmeye cesaretlendirilir.
Böylece kendi kendisine ilişkin zincirleri kırılmaya çalışılır. Tekrarlayıp durduğu eski tarzlar yerine, etkisiz davranışlar yerine ortak olmayı öğrenir. Anlaşma terapinin esasıdır. Eğer kendi kendisiyle yaptığı bu anlaşmayı gerçekleştirebilirse terapi gerçekleşmiş demektir.Danışmanın
Özellikleri : Farklı popülasyonlar üzerinde etkili olabilmektir. Çocuklara, ergenlere, üniversite öğrencilerine yönelik yaygın uygulamalar yapılmıştır. Adleriyen düşünce, grup terapisine elverişlidir. Anne-baba eğitim grupları düzenlenerek aile eğitim merkezleri açılmıştır. Adleriyen kavramları eşlerle ve eş grupları ile yapılan evlilik danışmanlığı içinde uygundur.
Psikolojik Aktivite (kitap Yorumu)
Bu kitap A.Adler'in 1907-1937 yılları arasında yazmış olduğu notlardan derlenmiş ve bir üniversite kitabına benzer şekilde düzenlenmiştir. Adler' in son zamanlarında yazmış olduğu toplam 21 raporu kesintisiz şekilde vermekte ve böylelikle Adler'in sorunlara yaklaşım biçimini daha iyi yansıtmaktadır. Ayrıca Adler'in çeşitli konferanslarından alınmış olan bu notlar hiç değiştirilmeden konuşma diliyle kitaba aktarılmıştır.Bu da bize Adler'in üslubunu ve akıcılığını yakından tanıma imkanı vermiştir. Önemli bir nokta da kitabın adeta bir Freud-Adler karşılaştırması şeklinde kısıtlanmış olduğudur.
Kitap beş bölümden oluşmaktadır.Bu bölümler arasında çeşitli ilişkiler vardır,yani, kitabın bir bölümünü okumadığınız zaman diğerbölümleri anlamanız zorlaşır.
Kısaca kitabın genel psikolojik bilgileri örneklerle veriş tarzı ve zaman zaman ayrıntılara , kısaca, giriyor olması iyi olmuştur.Alfred Adler 7 Şubat 1870 tarihinde Viyanada doğdu, aynı kentte 1895'te tıp eğitimini tamamlayıp mezun oldu. Freud'un öğrencisi ve ilk çalıçma arkadaşı olan Adler özellikle 1920-30 yılları arasında iyi tanındı.Adı Freud ve Jung'la birlikte ''derin'' ruhbilimin kurucuları arasında anıldı. ''Aşağılık Karmaşası(Kompleksi)'' sözü de sık sık Adler'in ismiyle birlikte kullanılır olmuştu. Kendi Psikoloji ve Psikoterapi ekolü ,Bireysel Psikoloji adıyla uluslararası şekilde lanse edildi.
Adler en fazla karşı karşıya konuşurken etki yapan birisiydi.Kişisel temaslarında ve konferanslarında onun fikrine göre psikolojinin ana amacı,insan tabiatının her insan tarafından anlaşılmasıydı.Bu nedenle bıkıp usanmadan her ilgi gösteren topluluk karşısında konferanslar verir, deneyler yapardı.Amerika'dan Avrupa'ya çıktığı son konferans turu, 1937 yılının Nisan ayından Temmuz ayına kadar tasarlanmış, 100 konferansı kapsamıştı. 28 Mayıs 1937'de, İsokçya'nın Aberdeen kentinde bir kalp krizi sonucu öldü.
Adler'in geride bıraktığı yayınların pek çoğu konferans notlarıydı. Kitapları da hemen hemen konferansların derlemesine benziyordu.
'' Adler ve diğer akımlar'': Varoluşçu hareketin baş kuramcılarından Martin Heidegger'in yazılarına değinen Joseph Lions şöyle konuşmaktadır:'' Adler'in konferans ve yazılarına göz attığımız zaman görüyoruz ki, onun yeni varoluşçuların tekrardan keşfettiği ilk kaynak sayılması gerekirdi.
''Neo-Freudculardan sayılan Clara Thompsen ise Adler'den şöyle söz eder:''Birçok fikri ve görüşü, genel olarak kabul edilmelerinden yıllar önce teşhis etmiştir.Psikanalizi total kişiliğe uygulamanın öncüsüdür. Nevrozun doğmasında benliğe düşen rolüilk tarif eden insanın gitmekte olduğu yönün yani ereğinin, sinirce sorunlarına büyük katkıda bulunduğuna ilk işaret eden odur.'' Gerçek Freud'cu çevrelerde son zamanlarda yeralan gelişmeler de Adler'e doğru kaymalar göstermektedir.Esasen Adler'in Freud'dan ayrılması da öz ve kişiliğin bütünlüğü konusundaki ''total kişilik içindeki benliğin rolü'' vurgusuna dayanmaktadır.Freud bu yüzden Adler'I yalnızca ego psikolojisine ilgi göstermekle suçlamıştır.
Robert W.White;''Bir bakıma Freud Psikolojisinin şu sıra Adler'e yetişme çabasında olduğunu söylemek yerinde olur'' der.Davranışçılığa dönük Psikolog John Dollard Freud'un sisteminin doğru olduğuna inanmakta, fakat o sistemi tamamlamak için ''Adler'in çalışmalarını gözden geçirmenin büyük yaraları olacağı''nı söylemektedir.
Kişilik Teşhisi:Hastayla görüşmenin ve genel olarak yaptığı ciddi gözlemlerin yanı sıra, Adler teşhiste kendi icat ettiği üç yönteme dayanırdı; bireyin kendi hayatının ilk başlangıcı hakkındaki en eski anıları, ailenin kaçıncı çocuğu olduğu ve bir de rüyalarının nasıl yorumlandığı. Bu üç temel de geniş çevrelerce kabul edilmiştir.
Psikoterapi Uygulaması: Rasyonel Psikoterapi'nin kurucusu Albert Ellis kendi sistemini Adler'in kiyle karşılaştırırken şunları söylemektedir: ''Bambaşka bir çerçeveden ve bakış açısından hareketle, bağımsız olarak ortaya çıkarılan kişilik ve psikoterapi kuramlarında Adler'in yarım asır önceden doğru noktalara parmak basmış olması, kendisini görüş ve klinik yargılar bakımından hayranlık uyandıracak bir yere sahip olduğunu ortaya koymaktadır''.
Antropoloji: Antropolog Ernest Becker'e göre bireyin saygıyı geliştirmesi,bununla kendi aşağılık duygularını yenmesi, kendi gözünde kendi değerini kanıtlaması, insanoğlunun en özel niteliklerinden biridir ve aynı durum çok çeşitli kültürlerde tekrar tekrar ortaya çıkmaktadır.Bu da Adler'in görüşlerinin bir başka şeklidir ki, kendisi zaten Adler'e çok önem verdiğini belirtmiştir. Becker Freud'un iç güdüler kuramını, sosyal bilimlerin gelişmesini geciktirmekle suçlamıştır. İç güdüler insanın içinde yatan gizli düşmanlıklar, birey-toplum düşmanlığı gibi görüşler, Becker'e göre ''Freud'un topluma deli gömleği giydirdiğinin simgesileridir''.
''Adler'ci Eylemler'': Amerika ve Avrupanın değişik ülkelerinde kurulan Adler Psikoloji Derneği, Bireysel Psikoloji Derneği gibi Adler'ci dernekler çeşitli faaliyetler yürütmektedir. Bu faaliyetler kısaca gazete ve dergiler çıkarmak, konferanslar düzenlemek,değişik ülkelerde seminerler organize etmek…vb. Bu derneklere binlerce bulunmaktadır. Ayrıca Chicago'da Eyalet Üniversitesi'nde Adler Eğitim enstitüleri bulunmaktadır.
''Genel kavram ve prensipler'': Bireysel Psikoloji, içgüdülerden kopmayı başaran ilk psikoloji ekolüdür ve bunları mantık dışı malzeme sayar.Bireysel Psikolojinin bazı varsayımları;
*İnsan kişiliğinde bütünlük ve devamsızlık bulunduğunu varsayar ki, buna karşı geçerli bir iddia bulunmamaktadır.
*Kendi sağlam ve mantıklı faaliyet alanını her zaman tutarlı olan bireyin, sürekli değişmekte olan hayat sorunlarına karşı davranışında bulmaktadır. Ayrıca bireyin, sorunlarını çözebilmek için başarıya ulaşma çabası gösterdiğini varsayar.
*Adler hayat sorunlarını üç başlık altında toplamıştır; dostluk sevgisi, meslek ve cinsel sevgidir. Ayrıca bu sorunlara karşı oluşacak hayat tarzı, çocukta, dünyayı nasıl gördüğü be neyi başarı olarak değerlendirdiği noktasından doğar.
Bu temel varsayımlarımızdan insanoğlunun ilerlemesine ilişkin çok önemli bir sonuç ortaya çıkmaktadır; sosyal ilgi her an büyümektedir,insanoğlunun ilerlemesi de sosyal ilginin gelişmesinin bir fonksiyonudur. Dolayısıyla, insanoğlu var oldukça ilerlemeden kaçınılamayacaktır. İnsanoğlunun ilerlemesini, sosyal ilginin daha üst düzeylere doğru gelişmesi olarak tanımlayabiliriz.
Adler şu fıkrayı anlatır: Gençliğini sefalet ve fakirlik içinde geçirmiş zengin bir kişi, kendi soyundan gelecekleri bu tehlikeden korumak istemektedir.Bir avukatla konuşur, servetini açıkladıktan sonra, soyundan gelecekleri 10.kuşağa kadar korumak istediğini söyler. Avukat bir hesap yapar ve müşteriye şöyle der;'servetiniz, rahatlıkla yetecektir.Ama bunu yaparken, koruduğunuz çocukların, sizin kuşağınızdaki bin kişiye daha, size oldukları kadar yakın akraba olacaklarını biliyor musunuz?' Buradan hareketle insanoğlunun topluma katkısı ve dolayısıyla ilerleme kaçınılmazdır. Hiçbir katkısı bulunmayanlar ya da gelişmeye engel olanlar kaybolmuştur ve onların hayatlarından bir iz yoktur. Adler'e göre ''kişi ya ya toplum kavramını sömürmekten vaz geçerek kendini kurtaracak ya da başkalarının aynı kavramı kullanarak kendisini sömürmesine razı olacaktır''.
Sosyal Duygu(Toplummsal İlgi): Başkasının gözleriyle görebilmek, başkasının kulaklarıyla duyabilmek, başkasının kalbiyle hissedebilmek.
Akıl: İçinde toplumsal ilginin de bulunduğu bir zekadır ve bu da genellikle yararlı olan tarafa mahsustur.
Sağduyu: Akılla uyum sağlayan, genel olarak kabul edilmiş bulunan, kültürün devamına dönük olan tüm psikolojik hareketlerin bir toplamıdır.Aptallık: Yalnızca zeka düzeyinin azlığı değil, aynı zamanda değişik bir düşünme biçimidir.
Aşağılık Kompleksi: Karşısındaki sorunu çözemeyecek durumda olduğuna inan bir insanın, bu inancını ifade eden davranış ve tutumunu anlatmaktadır. Aşağılık kompleksi kendini üstünlük çabası olarak gösterebilir.
Kanıtlama Kompleksi: Kendilerininde var olmaya hakları olduğunu, ya da hiçbir kusurları olmadığını kanıtlamak isteyen pek çok kişide bulunur.
Lider Kompleksi: Bu eğitimin bir sonucudur.Bu tür insanlar kendilerine başka hiçbir rolü yakıştıramazlar ve gece gündüz hep başta olmak isterler.Bunların dışında Oedipus, Kurtarma, Polonius, Tasfiye, Yazgı, Seyirci ve Hayır Kompleksleri de bulunmaktadır.
Başarısızlar: Tüm başarısızlar(nörotikler, psikotikler,suçlular, intiharcılar, sapıklar…vb) toplumsal ilgi bakımından hazırlıkları yetersiz olanlardır. İşbirliğine yanaşmayan, tek başına insanlardır hepsi. Dünyanın tersine gider halleri vardır.
Zorgu Nevrozu(Sinircesi): Hasta sosyal sorumluluklarla çelişkiye düştüğü zaman, bu sorumluluklar onda var olandan daha çok toplumsal ilgi gerektirdiği zaman ortaya çıkarlar. O zaman hasta üstünlük durumunu korumak için geri çekilip kendi hayali veya duygusal dünyasına girer. Zorgu nevrozu tüm nevrotik belirtilerin prototipidir. Tedavi, hasta hayat sorunlarıyla barışabildiği zaman, yani yanlış hayat tarzını anlayıp toplumsal ilgisini kuvvetlendirdiği, hayatla karşılaşma cesaretini bulduğu zaman gelebilir.
Schizoprenia: Düşünce içindeki bozukluklarla kendini gösteren bir hastalıktır ve çoğu zaman sesli veya sessiz olarak kelimeler, deyimler,özdeyişler türetmeye dönüktür.
Olgu Yorumu: Adler''olguyu yorumlarken tecrübenizi kullanmanız, Bireysel Psikoloji görüşlerinizi kullanmanız, bir de tahmin yürütmeniz gerekir''demekte ve bu sürece -bilim dışı- kabul edilen 'tahmini' soktuğunu göstermiştir.
Sağaltım Tekniği(Terapi): Hastaya karşı önyargısız olmalısınız, kendinizi onun uğruna feda ettiğiniz düşüncesine asla kapılmamalı.Gerçi ona,''Sizi iyileştirmek hayatımın en büyük başarısı olacaktır,''demek insan içinden bir istek duyabilir ama, böyle söylemek, ulaşmak istediğiniz amaca ters düşer. Her hareketinizde bunu ona hatırlatmanızda yarar vardır. Sinirceli hastanın kendi belirtilerine verdiği önemi azımsamaya çaba göstermelisiniz.Ona ilk anılarını ve rüyalarını anlattırmak iyi olacaktır. Sonuçta ondaki işbirliği yeteneğini geliştirmek, toplumsal ilgiyi artırmak, hedeftir.
Temel Fark-Psikanaliz-:Freud'un,'insan yapı olarak ancak dürtülerini tatmin etmek ister' prensibidir.
İntihar(Öç Alma Hareketi): İnntiharcının hayatında daima başkalarını acılarıyla üzme eğilimi vardır. Saldırının kime yönelik olduğu, olaydan en çok kimin üzüldüğünü görmekle kolayca anlaşılabilir.
Kriminaller(Suçlular): Şımartılmış hayat tarzının izlerini taşırlar.Çok aktif ve toplumsal ilgileri gelişmemiş kişilerdir. Ona çocukluğundan beri süregelen yanlış hayat tarzını gösterebilmek gerekir.
Din Ve Ruh Sağlığı:Adler dinin sosyal yanı olan cephelerine olumlu bir yaklaşım alırken,kendisine dindar demek mümkün değildir.
VAROLUŞÇU PSİKOLOJİ
İnsan beyninin çalışma prensipleri ile ilgili son yıllarda ilginç çalışmalar var. Beyin yarım kürelerinin fonksiyonları üzerine araştırmalar yapan bilim adamları bir takım ciddi sonuçlara ulaşmışlardır. Bu çalışmalara göre insan beyin yarım küreleri farklı fonksiyonlara sahiptir. Sağ beyin sentezci, hayalci, keşfeden, yaratan ve sanatçı özelliklere haiz iken, sol beyin analizci,parçacı, mantıklı düşünen, matematiksel bakan, de terminal bağlara sıkı sıkıya bağlı ve dilin yapılanmasını sağlayan bölümdür. Yukarıdaki cümlelerimin konu ile bağlantısı olmadığını düşünen okuyucular olabilir.
Gestalt psikolojisini mikst beyin yapısının bir ürünü görüp diğer psikoloji ve terapilere bakacak olursak hep sol beyin fonksiyonları açısından insanları inceliyorlar gibi. Ancak varoluşçu psikoterapi yaklaşımı diğer tüm yöntemlerin karşısına farklı bir kimlikle çıkıyor ve hepsini reddediyor. Prof. Dr. Özcan Köknel Varoluşçu Ruhbilim yaklaşımı hakkında güzel bir özet yaparak şunları söylemektedir."Varoluşçuluğu oluşturan düşünce akımları 19. yy. ortalarında başlamıştır. Gizemci düşünür Kierkegaard'ın (1813-1885) gizemsel düşüncelerinden yararlanan Heidegger (1889-1976), insanın kendi varlığının kendisi tarafından yaratıldığını ileri sürerek bu öğretiyi ortaya atmıştır. Varoluşçuluk öğretisi, insanın kişisel anlamını değerlendirmesini, yaşama sürecinde kendi yolunu seçmesini, düşman ve amaçsız bir evrenin doğurduğu, kişiliğin yitirilmesi tehlikesine karşı, insanın kendi özgür istemiyle direnmesi gerektiğini savunur.
Gabriel Marcel'in (1889-1973) öncülüğünde Tanrıcı varoluşçuluk; Jean Paul Sartre'in (1905-1980) öncülüğünde Tanrısız varoluşçuluk adını alarak iki ayrı akım olarak kısa bir süre içinde gelişmiş ve yayılmıştır. 19. ve20. yy.'da, Varoluşçu Ruhbilime katkısı olan ilk ruhbilimci olarak Franz Brentano (1838-1917) gelir. Brentano, bilinç alanında ancak duyu organlarıyla algılanabilen süreçler üzerinde durarak, aynı zamanda görüngüye (fenomen) dayanan öğretiyi de kurmuştur. Husserl (1859-1938) bu öğretiyi geliştirmiş, varoluşçu çözümlemeyi getirmiş ve Freud'un yapısal kuramını kabul ederek hastalara yaklaşımda kullanmıştır. Bunları, Ludwig Binswanger (1881-1966), Karl Jaspers, Eugen Minkowski, Medard Boss,Erwin Strauss, Antonia Wenkart izlemiştir.
Bu bilim adamları varoluşçu öğretinin ruhbilim ve ruh hastalığının tedavisinde kullanılan yöntemler içinde yer alıp gelişmesine öncülük eden görüngücülük öğretisinin de kurucuları olmuşlardır. Varoluşçuluk öğretisine göre, evrende kendi varlığını kendisi yaratan tek varlık insandır. İnsandan başka tüm varlıklar, varoluşlarından önce yapılmışlar, biçimlenmişler, nitelik kazanmışlardır. insan kendini nasıl yapar, varlar ve değerlendirirse insan odur. Yaşama anlam veren insanın kendisidir. İnsan kendini varladığı için özgür ve sorumlu olmak zorundadır. Bu sorumluluk nedeniyle bunalım, sıkıntı, kaygı duyar.
Varolma so-rumluluğundan doğan bu kaygı ve sıkıntı, insanın temel davranış ve eylem gücünü oluşturur. Görüldüğü gibi, Varoluşçuluk, nesnel varlığı insana, insanı kişisel varlığa, kişisel varlığı da düşünceye bağlayarak idealizme varmaktadır." (Köknel s:29-30, 1984) Varoluşçulara göre insan davranışları doğadaki diğer fiziksel olaylar gibi değerlendirilemez, incelenemez, kategorilere ayrıştırılamaz. İnsan davranışları bu bağlamda açıklanamaz, ancak anlaşılabilir. İnsan davranışlarının anlaşılabilmesi için veya insanın bütüncül olarak anlaşılabilmesi için tüm yargılardan ve ön fikirlerden uzak olmak gerekir.
İnsan mekanik bir aygıt olmadığından onun davranışlarını bir takım gruplara ayırmak, sistematize etmek , şablonlaştırmak insanı anlamak değil , tam tersine onun anlaşılmasını zorlaştıran temel faktördür. Hele hele bir takım hastalık isimleri altında insanları birer kemiyet gibi değerlendirmek, bilgisayar programlarına kodlamak, sistematize etmek insana yapılacak en büyük ihanetlerden biridir. İşte varoluşçu felsefeden yola çıkan bilim adamları insanı anlamak için toptan psikiyatriyi reddeden anti psikiyatri anlayışlarına da kaynaklık etmişlerdir. belki de insana insanca bir yaklaşım tarzını varoluşçu terapilerde bulmak mümkündür.
İnsanın gerçekten insan olarak değerlendirildiği hasta ile hekimin eşit şartlarda gerçeği aradığı anlayış ve yaklaşım tarzı sadece varoluşçu tedavilerde mümkündür. Bu kadar müsamahalı ve geniş bir yaklaşım tarzını ihtiva etmesi nedeni ile uygulamada geniş bir yelpazenin varlığı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu tedavi programında kişi hekimi ile eşit şartlar altında kendini anlamaya çalışır, patoloji olarak görülen bozuklukları anlamaya hayatını anlamlı kılmaya ve aktif bir üretkenliğe dönmeye çalışır.
Varoluşçu psikoterapistler arasından Victor Frankl'ın görüşlerine ve eklektik tarzına bakmakta yarar vardır. Ona göre;" Ego'yu tedavi etmek amacı ile O, eklektisizme yönelerek psikoterapi, davranış tedavisi, ilaç tedavisi, ve gevşeme egzersizlerini bir arada kullanmaya kadar işi ileri götürmüştür. Buna kendi yarattığı Logo terapi adlı yöntemi de eklemiştir. Bu yöntemin temel hedefi hastada az yada çok miktarda kaybolmuş olan egonun temel gücünü, yani iradeyi geliştirmektir. Frankl'a göre yaşamında artık anlam göremeyen bir kişi hastalanır, çünkü insan anlam yokluğunda varolamaz. Logo terapide anlama ve özneye saygı şu yönlerde ortaya çıkar. Varoluştaki kişisel amaç ve değerlerin keşfedilmesine engel oluşturan şeylerin analizi zorunlu olarak anlama çabasını ve öznelliğe saygıyı gerektirir. Ama logo terapi aynı zamanda iradeyi ve sorumluluk duygusunu uyandırmaya ve desteklemeye yönelik teknikleri de içerir" (Güleç,s:111,1993)
Her hasta farklıdır. Semptomların ifadesinde kullanılan dil her hasta için farklıdır. Hastaların ifadeleri ancak kendi içsel ve dışsal dinamikleri ile birleştirildiğinde anlam kazanır. Hastanın ruhunu anlamadan yapılan yaklaşım tarzları her zaman hatalıdır ve kişiyi yanlış sonuçlara götürür. Hastaya gerçekten yardımcı olmak istiyorsak tüm şahsi düşüncelerimizi bir tarafa bırakarak hasta gibi hissetme , onunla beraber düşünmek zorundayız. Hasta ile olan ilişkilerimizde , hastanın geçmişine kilitlenme değil , geçmişten günümüze intikal eden şu andaki sorunlara yoğunlaşmak gerekir. Geçmiş şu anda hastayı etkiliyorsa önemlidir. Her hekim az veya çok varoluşçu bir yaklaşım tarzını benimsemek zorundadır. Hastaların kendi dünyalarında bağımsız ve özgür bir fert olduğunu kavrayamayan , insan olarak onlara gerçekten değer veremeyen hiç bir yaklaşım tarzının fazla yararlı olamaz.