(Aile Terapileri Kongresi-2003'te sunulmuştur)
Yavuz Erten
Bir çocuk ne zaman kaybolur ? Yolunu kaybettiği zaman kaybolur. Yönünü kaybettiği zaman kaybolur. Evini kaybettiği zaman kaybolur. En önemlisi annesini kaybettiği zaman kaybolur. Belki de şöyle söylememiz gerek: Çocuk, annesi onu kaybettiği zaman kaybolur. Onun kayboluşu için, onun annesini kaybetmesi yeterli şart değildir. Parklarda, bahçelerde, istasyonlarda çocuklar görürüz. Görüş açıları bozulduğundan göremedikleri annelerini bulmak için kaygılı bir biçimde hareketlenen çocuklardır bunlar. Ama aslında kaybolmamışlardır. Annelerin radarları çalışmaktadır ve çocuğu erişim alanlarında tutuyorlardır. Onların kaygılı arayışlarını biraz da gülümseyerek izliyorlardır. Kaygı çok yükselirse, çocuğa seslenirler, kendilerini gösterirler. Çocuk kaybolmamıştır.
Ya anne de o sırada çocuğu kaybederse ? Daniel Stern çocuğun böyle bir durumda artan kaygı durumunu bir damla suyun denize düşmesine benzetir. Çocuğun varlığının zarı, onun benliğini dış dünyadan ayırıp, bütünlüğünü sağlayan yapı delinmiş ve çocuk bunun sonucunda dağılıyor gibidir. Bir çeşit ölümdür bu. Bazen sadece soyut anlamdaki bir ölüm değil tabi ki. John Bowlby bağ kurma (attachment) olgusunun evrimin en kuvvetli adaptasyon aracı olduğunu söyler. Annenin dizinin dibindeki çocuk doğanın acımasızlığına direnebilir. Anneler bazen düşük yaparlar, bebeklerini rahimlerinde taşıyamazlar: Onları kaybederler. Bazı anneler ise çocuklarını rahimlerinde taşırlar, doğururlar. Ancak sonrasında psişik rahimlerinde taşımaları gerekir. Tasarımları, düşlemleri ile dolu psişik plesantadır bu. Anneler çocuğu bu plesantada yani akıllarında tutarlar. Annelerin çocuğu akıllarında tutamadığı veya unuttuğu durumlarda çocuk psişik düşüktür. Annenin fiziksel varlığının yeterli olmadığı durumlar vardır. André Green'in dediği gibi bazen anne çocuğun yanındadır; ancak gönlü, aklı orada değildir. O akılda tutulanlar bazen kaybedilen bir kariyer, uzaklaşan bir eşin gölgesi veya hamilelikte düşlemlenmiş ideal çocuğun tasarımıdır. Şu anda aklıma okulda unutulmuş, anneleri öğretmenler tarafından aranıp çağrılan çocuk yüzleri geliyor. Varoluşta yankılarını bulamayan çocukların yüzleri.
Düşlem nedir ? Isaacs'in 1948'te yaptığı tanımlamaya uygun bir biçimde düşlemi, bizim günlük dilde kullandığımız "hayal etme"den ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Isaacs "f" ile yazılan "fantezi"yi bilinçli gündüz düşleri, hayal kurmalar olarak tanımlamıştı. "ph" ile yazılan "phantasy" ise, ona göre, bilinçdışının içeriğiydi. Bilinçdışı bir çıkarımdır. Bir yerde, karanlık odada siyah kedidir o. Onunla ilgili çıkarımlara ulaşmamızı sağlayan, bilinçli oluşun hemen kıyısındaki beliriverişlerdir. Bir var, bir yoktur onlar. Burada ima edilen ön-bilinçtir. Düşüncenin bu silik düzeyi, aynı maddenin atom düzeyinde olduğu gibi ince, derinde ve nispeten görünmez olduğu halde, kaba düzeydeki tüm somutlukların kaynağıdır. Ve aynı atom fiziğinde olduğu gibi olgular inceldikçe enerjileri artar. Ön-bilinçteki küçük bir devinim, bilinçli düzeyde büyük gürültülere dönüşür. Zihnin tasarımlarının dokunduğu ön-bilinçli kumaş bu düşlemsel dokudandır. Bu ön-bilinçte beliriveren düşlemler, bilinip te farkedilmeyenlerdir. Özneye göre, "zaten canım orada"dırlar "ama hayret orada"dırlar. Özneye işaret edildikleri zaman, "ne var ki bunda ?"dırlar, ama "bir saniye, sahi, dur ya"dırlar.
Tasarımlar (representation) düşlemlerin hammaddesindeki önemli unsurlardır. İçe-yansıtılmış imgelerin dönüşmüş halleri olan tasarımlar düşlem senaryosundaki nesnelerin rollerini ve işlevlerini belirler. Örneğin, Oidipal bir düşlemin içinde yeralan anne tasarımının depressif, ezik, yenikken, aynı düşlemdeki baba tasarımının taşkın ve tacizkar olduğunu düşünelim. Ancak, bir senaryo gibi düşünebileceğimiz düşlem sadece bu rollerden oluşmaz. Düşlem, bu tasarımlar artı başka şeylerdir. Örneğin, düşlemin çatışma kökenli bir tansiyonu vardır. Aynı sinematografik bir öyküde olduğu gibi, olup bitenlerin dramatizasyonunu sağlayan gerilim artış ve düşüşleri mevcuttur. Düşlemde bu gerilimin ifadeleri duygulanımsal (affectif) olur. Ayrıca, düşlem bir plot'a sahiptir. Bu plot öykünün konumlandırılmasını sağlar. Tasarımları "ne, nerede, nasıl, ne zaman ?" gibi soruların yanıtları ile bir düşlemsel plana yerleştirir.
Annenin düşlemlediği ve düşlemlemeye devam ettiği, böylece taşıdığı, düşürmediği çocuk dünyaya yerleştikçe, yani yol yakınken onu geri dönmeye, ölüme çağıran içe kapanmayı, oto-erotik bir kendine kapanmayı aşıp, dünyaya doğru baştan çıktıkça, yani vitalize oldukça, dünyaya arzu duymaya başladıkça, dünya da ona yerleşir. Artık o da annesini düşlemlemektedir. Aşk hikayesi böyle başlar. Başları delicesine dönen iki aşığın telefonda birbirlerine fısıldamalarını düşünün: "Şimdi seni düşünüyordum"; "ben de seni düşünüyordum". "Şu anda burada yanımda olmasa bile bir yerlerde, biri beni düşünüyor. Ve ben nereye gitsem, ne yapsam, ne etsem her yerde onu görüyorum".
Bu aşk, bu baştan çıkış, bu davet çocuğu oyuna çağırır. Çocuğun dünyası önce annenin düşlemsel alanı, Bion'un tabiriyle annenin "reverie"si, sonrasında onu düşlemleyen ötekilerdir. Çocuk babasını, kardeşlerini tanır. Onların düşlemlerindeki kendisini görür; onları düşlemlerine alır. Ailenin bilinçdışı bu ortaklaşan düşlemin kendisidir. Çocuk bu aileyle birlikte insanlık ailesinin düşlemlerini de tanıyacaktır. Tüm insanlarla birlikte bu dünyanın düşünü görecektir.
Ailenin düşleminden bireyin düşlemine yansıyanları bir klinik öykü perspektifinden konuşmak isterim. Bu vak'ayı kongre sunumu için uyarlanmış olarak sunuyorum. Kimlikler ve kimlikleri açığa çıkarabilecek yaşam özelliklerinde değişiklikler yapılmıştır.
Onlara verdiğim isimle Serhat ailesini on küsur sene önce gördüm. O sıralar ailelerle çalışıyordum. Dahiliyeci bir doktor tarafından bir psikiyatriste yönlendirilmişlerdi. Ailenin babasının şiddetli psikosomatik yakınmalarının aile içi sorunlarla bağlantılı olduğunu varsayan doktor, psikiyatrik yardım almalarının gerekli olduğunu düşünmüştü. Bu psikiyatrist ilaç tedavisine başlamıştı; aynı zamanda, ailenin bir aile terapisi alması gerektiğini düşünmüştü. Onları bekleme odasındaki halleri ile hatırlıyorum. Yüzlerinde kibar bir gülümseme ile oturuyorlardı. Sanki bekleme salonunda bekleme rolü yapan oyuncular gibiydiler. Ben "buyrun" dediğimde, adeta önceden provası yapılmış bir sekans gibi onları odamda hiçbir kararsızlık belirtisi göstermeden koltuklara sıralanmış ve aynı gülümseme ile "işlem"in başlamasını bekler buldum.
Serhat ailesi dört kişiden oluşuyordu. Baba erken atmışlı, anne geç ellili yaşlardaydılar. Baba Bağkur emeklisi, anne ev hanımıydı. İki kızları vardı. Kızların büyüğü otuzbeş, küçüğü ise geç yirmilerindeydi. Büyük kız iyi bir üniversitenin gözde bölümlerinden birini bitirmiş ve büyük bir şirkette çalışıyordu. Küçük kız açık öğretimde okuyor ve bir türlü bitiremiyor, günlerini evde anne ve babasıyla geçiriyordu. A . adını vereceğim ve sonraki yıllarda bireysel psikoterapi hastam olacak büyük kız ailenin sözcüsü gibiydi. Babasının öncelikle kolit ve ürtiker olmak üzere varolan çeşitli rahatsızlıklarını özetledi. Onları psikiyatriste yönlendiren doktorun haklı olduğunu düşündüğünü söyledi. Ailede anne ve babanın basit olaylardaki anlaşmazlıklardan sonra, uzun süren küslük dönemlerinin olduğunu, özellikle babanın emekliliğinden sonra evdeki üç kişinin gün boyu kendi odalarına kapandıklarını ve akşam onun işten dönüşünü beklediklerini iletti. A. nın söylediklerini dinlerken, onun daha önce babasını takip eden doktorlarla benzer içeriklerde konuşmalar yaptığını görür gibi oldum. Gayet düzgün bir şekilde rapor veriyordu. A. ya göre sorunun kaynağı "iletişim eksikliği"ydi. Bana bu iletişim eksikliğini gidermek üzere gelmişlerdi. Bunu hemen halletmemi bekliyorlardı ve sonra gideceklerdi. O sırada ailenin dört bireyinin de koltuklarının ucunda oturduklarını farkettim. Geçerken uğramış gibiydiler. A. bitirdikten sonra, onlarla konuşmaya çalıştım. Baba Serhat, sorduğum soruları, içeriklerine hiç girmeden yüzündeki kibar gülümseme ile ve tatlı bir rumeli şivesiyle "Allah razı olsun, bizlerle ilgileniyorsunuz", "rica ederim zahmet ettiniz", "istirham ederim, zamanınızı almayalım" gibi, bir tekerlemeyi andıran cümlelerle karşılıyordu. Bazen tekrar ettiğim bir soruyu kuleyle bağlantısı kesilmiş bir uçak gibi görüyordum. Sorunun benden çıktıktan sonraki akıbeti meçhuldü. Anne Serhat ve küçük kız ise, odada olup bitenlere kopuk ilgileri ile duvardaki resime, raftaki kitaplara bakıyorlardı. Onlarla konuşma gayretlerimde ise, " A. bilir; ona sorun" diyorlardı. Bu noktalarda A. devreye giriyor ve bir öncekine benzer şeyler söylüyordu. Seans bitip, Serhat'lar odadan çıkarken, onların suya girip hiç ıslanmadıklarını düşündüm. Seansta görünürde hiç şiddet yoktu. Herşey çok sakin olup bitmişti. Ancak seans bittiğinde ben dayak yemiş gibiydim ve aşırı derecede yorgun hissediyordum. O gece beraber çalıştığım meslektaşıma "ben bugün bir aile görüşmesi yaptım ama aile yoktu" dediğimi hatırlıyorum. Onlara öfkelenmiştim.
Seanstan sonra Baba Serhat'ı ne kadar gözümde canlandırmak istesem de, canlandıramadığımı farkettim. Yüzünü gözümün önüne getirmeye çalıştıkça, içinden arkasını gördüğüm şeffaf bir yüzeye bakıyorum hissine kapılıyordum. Onun rumeli kökeni, benim de kökenlerim oralı olduğu için ilgimi çekmiş; bende, ona ulaşırsam, aile geçmişime dokunabilirim hayalini yaratmıştı. İkinci seansa gelip gelmeyeceklerinden emin değildim. İlk seansta olup bitenlerden sonra umutsuz hissediyordum. Seansa iki kişi geldiler. Baba Serhat ve büyük kızı A.
Baba Serhat seans içinde gene aynı bağlantısız varoluş içinde gibiydi. "Allah size dert tasa vermesin", "Zahmet ettiniz sizi yorduk; Allah çoluğunuza, çocuğunuza bağışlasın", "Biz sizi fazla yormayalım". Baba Serhat bu cümleleri sarf ederken göz ucuyla A. 'ya bakıyordum. Bir an için göz göze geliyorduk ve babasının tekerlemelerine sıkkın bir yüz ve eleştirel bir ifade ile baktığını, hatta benim söylediklerimi yüksek sesle babaya tekrarladığını görüyordum. Ancak aynı A. 'yı bir süre sonra, babayla senkronize olmuş şekilde başını sallarken ve yüzünde babasındakine benzer şeffaf ifade ile buluyordum. Bunların arkasına geçmeye çalışan herhangi bir manevram da gene bu cümlelerle karşılandığı için, sonunda ben o cümlelerin hammaddesi olan kültüre girmeye çalıştım. Kendimi "Herşey zaten çocuklar için değil mi ? Bizden geçti artık, biz çektik, çocuklar çekmesin"; "insan elindekinin kıymeti bilmeli"; "çok haklısınız, cana gelmesin de..." gibi sözler söylerken buldum. Karşı koyulmadığı zaman, ilişkinin etkileşimsel doğası adeta bir meditasyon ortamı yaratıyor, o tekrar edilen cümleler mantralara dönüşüyor ve aynı A. gibi Baba Serhat'la senkronize bir ritmde başımı ileri geri sallamak mümkün oluyordu. İlk seans çok zor geçmişti, dakikaları saymıştım. İkinci seansın nasıl geçtiğini anlamadım. Saate gözüm iliştiğinde, zamanın dolduğunu gördüm. Yoksa, saat mi durmuştu. Saat hala seansın başındaki saati mi gösteriyordu ? Yani hiç yaşamamış mıydık, yoksa çok mu hızlı yaşamıştık ? İlk seanstan sonra babanın yüzünü hatırlayamadığım gibi, bu sefer de seansı ayrıntılarıyla hatırlayamadım. Biz ne konuşmuştuk ?. Yoksa hiçbir şey konuşmamış mıydık ? Sesleri hatırlıyordum ama sözler aklıma gelmiyordu.
Sonraki iki seansa gene aynı ikili geldi. Seanslarda zaman zaman ayılıyor gibi olup, kendimi bu ölümcül uykunun dışına taşımaya çalışsam da yapamıyordum. Nedense, gözümün önünde içi nargile dumanı ile buğulanmış bir Osmanlı kıraathanesi vardı. Hani şu gravürlerdekilerden. Baba Serhat'ın tatlı rumeli şivesi ve düşük ses tonu hipnotik etkisini arttırdıkça arttırmıştı. Kendimi bir sedirin üzerinde zamanın durduğu veya çok ağır ilerlediği kafası dumanlı bir Osmanlı ikindisinde gibi hissediyordum. Baba Serhat bu dekorun içinde Binbirgece masalları, Balkan hikayeleri anlatıyordu.
Üçüncü seansta farklı bir şey ani bir şekilde ortaya çıktı. Baba Serhat'ın ses tonu değişti. Sesinde keder vardı. Daha önceki ifadelerdeki kaygan iyimserliğin yerini, sürtünmesi yüksek bir acı almıştı. O sırada seansla ilgili zaman-bilinçli hale geldiğimi hatırlıyorum. Sesindeki kederlenme tatlı bir uykudayken sabah saatin çalması ve bizi ölümsüzlükten ölümlü zamana uyandırması gibi bir şeydi. Baba Serhat derin bir iç geçirerek "Beyefendi, Allah insanı gördüğünden azına mecbur etmesin" dedi.
Bir dakika, bir dakika ne oluyordu ? Bir şeyler değişmişti. Bu doku farklıydı. Bu neydi ? A.' ya baktım. A. o an bana diğer seanslardakinden çok farklı göründü. Yüzü gerçekti.
Baba Serhat o noktada hiç unutmadığım bir hikaye anlattı. "Dicle kıyısında bir adam karısı, çoluğu çocuğu ile yaşarmış. Bağı bahçesi varmış. Kimseye zararları dokunmaz, mutlu mesud günler geçirirlermiş. Bir gün adam akşama kadar tarlasında çalışmış. Eve gitmeden Dicle'de yıkanmak, akşam yemeğine temiz oturmak istemiş. Üstündekileri çıkarıp, kıyıya koymuş ve nehire girmiş. Biraz yüzdükten sonra geriye dönmek istemiş ancak şiddetli akıntı onu alıp karşı kıyıya atmış. Dönmeye çalıştıkça sürüklenmiş. Çaresizlik içinde karşı kıyıya çıktığında arkasında bir takım atlı adamlar belirmiş. Aman vermemiş bu adamlar. Onu esir edip Bağdat'a götürmüşler. Orada köle olarak zengin bir aileye satılmış. Namuslu ve çalışkan bir adam olduğu için, o aile onu yıllar ilerledikçe işlerin başına getirmiş. Adam zamanla özgürlüğünü kazanıp, zengin bir tacir olmuş. Zengin tacir servetine rağmen buruk ve mutsuzmuş. Yönünü bile bulamayacağı uzaklıkta ve uzun yıllar öncesinde kalan karısını ve çocuklarını düşünür için için ağlarmış. Günün birinde Bağdat'taki kraliçe bu zengin taciri görüp, ona vurulmuş. Onu kendine istemiş. Tacir de gönlünü bu güzel kadına kaptırmış. Evlenmişler, çocukları olmuş. Tacir Bağdat'ta bir ömür sürmüş ve yaşlanmış. Günün birinde, "artık bu son seferlerden biri" diyerek, uzak bir ile kervan götürürken, aşırı sıcağa dayanamamış ve kervanı durdurup, nehirde yıkanmak istemiş. Yaşlı adam nehirde ağır ağır birkaç kulaç attıktan sonra akıntıyla sürüklenmeye başlamış. Kıyıdan telaşla bağrışan adamları ona nasıl yardım edeceklerini bilememişler. Nehirde epey sürüklenen ve hırpalanan yaşlı tacir, karşı kıyıya zor bela çıktığında, yerde elbiseler bulmuş. Elbiseler sıcak ve terliymiş. Onları giyerken bedeninin gençleşmiş olduğunu hayretle görmüş. O sırada uzaktaki tepeden kendisine doğru koşarak gelen oğlunun onu yemeğe çağırdığını duymuş".
Baba Serhat'a bu hikayeyi nerden duyduğunu sordum. Babasının anlattığını söyledi. Gözleri buğulandı.
Serhat ailesinin bir kuşak öncesi bir Balkan ülkesinde yaşamaktaydı. Bu ülkede halleri vakitleri oldukça yerindeydi. Geniş toprakları, hayvanları ve bir çiftlikleri vardı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında biraz sıkıntı çekmiş olsalar da, savaş doğrudan onlara dokunmamıştı. Savaştan sonra ülkedeki rejim değişikliğini takiben, ellerindeki varlıklar devletleştirilmişti. Bölgede ortaya çıkan huzursuzluk sonucunda ise zorunlu bir göçle kendilerini Türkiye'de bulmuşlardı. Baba Serhat Türkiye'ye geldiğinde sekiz yaşındaydı. Göçmenlerin yoğun yaşadığı bir bölgede, yanlarında getirdikleri biraz para ile aldıkları bir evde yaşıyorlardı. Babası pek te beceremediği bir ticaret işine soyunmuştu. Mutsuzdu. Anne göçten bir sene sonra vefat etmişti. Geride bir adam ve üç çocuk kalmıştı. Baba Serhat o yıllarla ilgili şöyle bir anı anlattı: "Herhalde geleli birkaç ay olmustu. Uykuda yürümüşüm. Kendimi evin kapısını dışarıdan yumruklarken buldum. "Ben artık öldüm...Ben artık öldüm" diye ağlıyor ve bağırıyordum.
Büyük baba Serhat'ın yerleştikleri bölge ve halkı ile ilişkisi yok denecek kadar azdı. Geldiği bölgeyi bozulmuş bulmuştu. Ne adet biliyorlardı, ne dini yerine getiriyorlardı. Çok açık geziyorlardı. Arasıra camiye gidiyordu ama yaşamı evle dükkan arasında geçiyordu. Evde olduğu saatleri ise arka arkaya namaz kılarak ve zikir yaparak geçiriyordu. Onun için zaman göçten sonra durmuş gibiydi. Göçten on sene sonra bile insanlarla konuşurken, "biz buralarda pek kalıcı değiliz" diyordu. "..seneye falan döneriz". Konuşkan olduğu ender zamanlarda memleketi anlatıyordu. Oradaki bolluğu, bereketi, cemaati, en ince detayına kadar sayıp döküyordu. Mutsuz olduğu zamanlarda, öfkeli bir şekilde, bir gün mallarını geri alacaklarını söylüyordu. Bunun için çocukları içinde en akıllı gördüğü Baba Serhat'ın devlet adamı olmasını istiyordu; belki de bir elçi olmalıydı. Ancak, "biz buralarda kalıcı değiliz, az bir süre sonra döneceğiz" dediği zamanlarda ise, oğlunun devlet adamı olması gibi düşüncelere yabancılaşıyordu. "Ne gerek vardı ki ?. Havalar biraz ısınsın, yollar açılsın da, biz gideriz".
Baba Serhat babasının dükkanında çalışmaya başlamış ve emekliliğine kadar başka bir iş yapmamıştı. Kendisinden epey büyük olan abla ve ağabey göçten bir süre sonra evlenmişlerdi. Evde babası ve kendisi kalmıştı. Babasına dükkanda yardım ediyor; eve geliyor yemek yapıyor, ev işlerini hallediyordu. Çevre onu hayırlı evlat olarak görüyordu. Ancak o babasının kendisinden olmasını beklediği atılgan, cesur, mücadeleci adam olamamıştı.Bunun ezikliğini yaşıyordu. Babasıyla oturup uzun uzun memleketi konuşmayı, rumeli türküleri söylemeyi, memleket yemekleri yapmayı seviyordu.
Baba artık onun evlenmesi gerektiğini düşündüğü zaman, buna karşı koymadı. Babası oturdukları çevrenin -ki burası küçük bir şehirdi- kızlarını fazla açık bulduğu için ona memleketlilerin yaşadığı bir köyden bir kız bulundu. Kız sakin, ağzı var, dili yok bir insandı. Evlendiler. Baba evlilikten kısa bir süre sonra vefat etti. Baba Serhat evliliğini anlatırken, bolca saygıdan, ahlaktan, namustan sözetti. Evliliğini anlatırken babasını ve onunla yaşadığı günleri anlattığı bölümlerdeki duygular kayboldu. Yine dualı, tekerlemeli söylem hakim oldu. Baba Serhat kısa bir süre için seansa gelmiş, duygularını ifade etmiş, sonra yıllarca yaptığı gibi, kendi içine, odasına, dükkanına kapanmıştı. Bana anlattığı bu ona özel olanlar üzerinden onu tekrar davet etmeye çalıştım. Artık almıyordu. Orada değildi. O beni, bizi hipnoza çağırıyordu. Buralarda fazla kalıcı olmamış, tekrar oraya çekilmişti. Ona orada eşlik edebilirdik. Dönüp A. 'ya baktığımda, o çoktan eşlik etmeye başlamıştı bile.
Baba Serhat'ı dördüncü senstan sonra bir daha göremedim. Telefonla artık gelmeyecekleri notunu bırakmışlardı. İçim buruldu. Bu kayıpta etken olan bir sürü şeyi kafamda evirip, çeviriyordum. Öncelikle onları müşteri etmemiş olmakla ilgili kendimi suçluyordum. Onlar bana geldikleri zaman, neyi talep edeceklerini bilmiyorlardı. Ben, onlara bir çerçeve ve format sunmak bir yana, onlarla çalışmada ne beklediğimi kendime bile netleştirememiştim. Ancak bırakmalarının sebeplerinin bunlarla sınırlı olmadığını kestirebiliyordum.
Aradan beş-altı sene geçti. Bir gün A. telefon edip, randevu aldı. A. karşımdaydı ama artık Baba Serhat yoktu. Babası üç sene önce kanserden ölmüştü. Bunu öğrenince derin bir suçluluk duydum. Aklıma Baba Serhat'ın ağır psikosomatik şikayetleri geldi. Acaba tutabilseydim ? Acaba daha iyi olsaydım ? Acaba ? Acaba ?
A beş sene öncesinin görüntüsünden oldukça farklıydı. Genç ve akça pakça bir görüntünün yerini ortayaşın döpiyes ve gözaltı torbaları almıştı. A. kendisini iyi hissetmiyordu. Yaşamın anlamının ne olduğunu bilmiyordu. İçinde hiç dolmayan bir boşluk vardı. Aslında bunlar başına gelmiş şeyler değildi. Bunlar oydu. O bunlardı. Kendini bildi bileli olanların yeni ayırdına varıyordu. Herkes yaşamı böyle yaşamıyordu. Bunun farkına varma acılı bir uyanıştı.
A ile yaklaşık üç sene çalıştık. Bu sunum onun terapisinin oldukça uzun hikayesini anlatmak için uygun bir yer değil. Ancak konumuzu ilgilendiren noktalara değinmek isterim.
A çalışmanın ilk seansında koltuğun ucunda, öne eğilerek oturuyordu. "Burada kalıcı mısınız ?" diye sordum. Gülerek "evet" dedi ve arkasına yaslandı. Bir sonraki eğreti oturmaya kadar.
A ile çalışmaya başladıktan sonra, önceki çalışmada karanlıkta kalan Anne Serhat konuşuldu. Anne Serhat hatırlayacağınız gibi köyden getirilmişti. A annesinin köyde uzaktan akrabası olan bir gence tutkun olduğunu ama bunu hiçbir zaman kızlarından başka kimseye açamadığını söyledi. Ona fikri bile sorulmadan evlendirilmişti. A. anne ve babasının hep ayrı odalarda yattıklarını hatırlıyordu. Anne eşine aralarında fazla bir yaş farkı olmamasına karşın, yaşlı bir akraba gibi davranıyordu. A. etraftaki insanların da ilginç bir şekilde onları karı-koca gibi tasavvur edemediklerini söyledi. Yeni taşınılan bir apartmanda, annesini dul kalmış çocuklu bir kadın sanmışlardı. Bu kadın ağabeyiyle oturuyor diye düşünülmüştü. A. dışarıdan niye böyle algılandığını tam olarak açıklayamıyordu ama evet anne ve babası karı-koca değillerdi.
Annesi zor şeylerle karşıkarşıya kaldığı zaman A.'dan yardım istiyordu. "Babanızı biliyorsunuz. Erkeğimiz yok" diyordu. Anne Serhat genelde dalgın ve durgundu. A. bu dalgınlığın zaman zaman heykelleşme gibi bir duruma geldiğini söylüyordu. Bazen defalarca "anne anne" diye seslendiği halde yanıt gelmediğini korku ile hatırlıyordu. A annesinin ev içindeki neşeli ve canlı zamanlarının kendisinin başarılarını, okulu, arkadaşlarını, değişik sosyal çevreleri anlattığı zamanlar olduğunu hatırlıyor. A annesinin hayran bakışlarını kendi üzerinde tutmanın getirdiği doyumu çok sevdiğini söyledi.
Baba Serhat'ın en sevdiği şeylerden biri A ile başbaşa yaptığı muhabbetlerdi. Ona uzun uzun eski günlerden , İkinci Cihan harbinden bahsederdi. Baba Serhat'ı bir babadan ziyade -ona söylemesi tuhaf geliyordu ama-, cinsiyeti belli veya önemli olmayan bir büyük ebeveyne benzetiyordu. Baba Serhat zaman zaman A'ya siyaseti sorardı; teknolojik yenilikleri sorardı. A bunlara büyük bir keyifle yanıt verirdi. Uzun uzun anlatırdı. Sonrasında bir gün dehşetle babasını zaman-mekan makinasına binip bir yüzyıl sonrasına gelmiş biri gibi hayal ettiğini farketti veya kendisi bir yüzyıl öncesine gitmiş ve şimdi çoktan ölmüş birisiyle konuşuyordu. Babasıyla bu özel paylaşma anlarındaki bu hayal, aynı babasının oturup televizyonda haberleri dinlemesi veya günde iki üç gazete okumasıyla değişmiyordu. Sadece onun için değil, babası için de değişmiyor gibiydi.
Anne zaman zaman köye giderdi. Köye gitmenin heyecanı günler öncesinden başlardı. Genellikle yanına küçük kızını alır. A'yı "sen babana bakacaksın" diye bırakırdı. Anne köy için yola çıktığı andan itibaren başka bir insandı. A. bir keresinde babasını ikna ederek habersiz köye annesini ve kardeşini almaya gittiklerini, annesinin bunun sonucunda A'ya çok kızdığını ve bir idam mahkumu gibi eve döndüğünü hatırlıyordu. Bir keresinde de köyde anneyi bahçede küçük kızlarla ip atlarken görmüştü. Anne alı al moru mor ip atlıyor ve nefes nefese türkü söylüyordu.
Anne için ağabeyi çok önemliydi. Gönlünü kaptırdığı o uzak akraba ağabeyin yakın arkadaşıydı. A. annesinin köye gittiğinde ısrarla dayısının evinde kalmasını çok manidar buluyordu. Öte yandan A dolaylı olarak öğrenmişti ki, o adam artık köyde değildi. Yıllardır haber alan da yoktu. Anne bunu biliyor muydu, bilmiyor muydu. A çok emin değildi. Ama anne dayıda kalıyordu.
Baba Serhat öldükten sonra, annesi yedisini, kırkını, vs. yaptı ve yıllar önce yanında getirdiği çeyiz sandığını da arabaya yükledi. A'nın hatırladıkça güldüğü şekilde, atmışını geçkin annesi "Benim artık buralarda kalmam olmaz. Sonra laf çıkar" dedi. Ve köye ağabeyinin evine gitti. Giderken de "sen bu ailenin hep direği oldun. Şimdi kardeşine bulunacaksın. O sana emanet" dedi.
A işinde çok başarılıydı. Gittikçe yükselen bir grafik çizmişti. Çalıştığı şirkette kendisiyle ilgili "demir leydi" denildiğini duymuş; bu hoşuna gitmişti Ona bulduğu bir işte sekreter olarak çalışan kızkardeşi de A ile birlikte oturuyordu.
Çalışmaya başlamamızın ikinci veya üçüncü ayında ilginç bir şey oldu. A. seansta bir erkekten bahsetti. Ben önce kim olduğunu sormama sabrını gösterebildim ama sonrasında bu isim defalarca geçmeye başlayınca, "kim ?" diye sordum. A'nın yüzünde büyük bir şaşkınlık oluştu. "Eşim tabi ki" dedi. "Size anlattığımı hatırlamıyorsunuz". Hafızamı en ince kayıtlara kadar zorladım ve zorladım. Eş veya sevgili, veya bir erkek arkadaş bulamadım. "Anlattınız, anlatmadınız" tartışmasına girmedim. İkinci büyük şaşkınlık, onun aile olarak bana geldikleri zaman da evli olduğunu öğrendiğimde ortaya çıktı. O zaman dayanamadım: "Siz bana dört kişi birlikte oturduğunuzu söylemiştiniz" dedim.
"Tabi öyleydi" dedi. Kocasıyla beraber tuttuğu evin, şehrin Anadolu yakasında olduğunu, eşinin Anadolu yakasında çalıştığını, oysa onun işinin Avrupa yakasında olduğunu, bu yüzden evi Avrupa yakasında olan annesinde kaldığını söyledi. Bu ve buna benzer cümlelerde Asya-Avrupa-Asya-Avrupa yaka, yakalar, birbirini takip eden açıklamalar geldi. Haftasonlarını Asya yakasında geçirmek güzel oluyordu çünkü Asya yakası daha havadar ve ağaçlıktı ancak eşi tiyatro ve sinema sevdiği için Avrupa yakasına geliyordu. Bu yüzden bazı haftasonları da ayrı kaldıkları oluyordu. Zaten ya eşinin, ya kendisinin haftasonlarını da kapsayan şehir dışı seyahatleri oluyordu. Bu yüzden pek biraraya gelemiyorlardı.
A benim evliliğin mekansal durumuyla ilgili "yadırgama"larımı yadırgadı. "Bunda ne vardı ki ?". "Niye bu kadar üzerinde durmuştum bunun ?". Çalışma ilerledikçe durumda bir tuhaflık olduğunu, herkesin evliliklerinin böyle olmadığını farketmeye başladığını söyledi. Çevresindekilerin ona söylediği şeylerin bir kısmı şimdi daha anlaşılır geliyordu. Bir arkadaşı "evlilik, aynı ev-liliktir. Siz aynı ev-li değilsiniz" demişti. A kendisine hiç evlenmemiş gibi gelen bir tarafının olduğunu farketmeye başladı. O "bir erkekle evlenemez bir taraftı". "Bir erkekle ?" diye sordum. "Yani evlenemez diyorum. Erkekle tabi ki, kimle olacak ki ?" dedi.
Çalışmamızın birinci senesi içinde kardeşi Istanbul dışındaki bir üniversiteyi kazanıp, oraya gitti. A. tek başına kaldı. Ciddi bir depresyona girdi. Annesini köyden getirdi. Birkaç ay kalan kadın köye döndü. Depresyon tekrar ağırlaştı. Kocasına birlikte yaşamak istediğini söyledi. Ancak söylediği şeyin, içinde yanan arzusunu yansıtmadığını da dile getirdi. Bu gerçekten arzu ettiği değildi ancak yalnızlıktan çok korkuyordu. Geceleri yatağında üşüyordu. Kemikleri üşüyordu.
Eşiyle birlikte yaşamaya başladıktan sonra, iş yerindeki iki ayrı kişiyle birbirini takip eden yakınlaşmaları oldu. Aralarında bir cinsellik yaşanmadı. Bu kişiler işyerindeki en kuvvetli insanlardı. İktidarları ve güçleri neredeyse sınırsız görünüyordu. Onlarla uzun saatler, günler ve iş seyahatleri geçiriyordu. Neredeyse bu adamların yedek-zihni olduğunu hissediyordu. Onlar A'yı vazgeçilmez buluyorlardı. Özellikle ikinci kişi ile bu durum üst seviyeye ulaşmıştı. İşyerinde ve bağlantılı kurumlarda, bir sorun çıktığında, ikisinin ismini birlikte kullanıp, "Hele onlar gelsin. Onlar çözerler" deniyordu.
Bu isimlerin ortak kullanımını konuşurken, kendi ismini kısaltıp, erkek versiyonu gibi kullandığını farkettim. Bunu işaret edince, buna alışkın olduğunu, aile içinde hem annesinin, hem de babasının onu bu şekilde çağırdıklarını söyledi. Bu isimi kimin koyduğunu sorunca, bilmediğini ama dayısının isminin bir etkisi olduğunu söyledi. Kısaltılmış ismi dayısının ismine benziyordu.
A.'nın benimle kurduğu aktarım ilişkisinde iki ana konfigürasyon vardı: Birincisinde, beni bu güçlü erkekler gibi görüyordu. Benimle yaptığı zihinsel çalışmasını işyerinde güçlü erkeklerle oluşturduğuna benzer bir "yedek-zihinleşme" olarak görüyordu. İkinci konfigürasyonda ise, ben geçmişle ilgili konuşmaya meraklı yaşlı bir adamdım. Dışarıda olup bitenlerden kopuktum. Bir odada yaşıyordum. Seans içindeki zaman dış gerçekliğin zamanı değildi.
A. kadınlardan bahsederken, onları fazla heyecanlı, saf, ürkek olarak tanımlıyordu. Bir gün artçı bir depremde işyerindeki kadınların nasıl çığlıklar attığını anlattı ve "ben bile onlar gibi korktum" dedi. Ben "siz bile ?" dedim. "Bile"ye yaptığım vurgu kafasını karıştırdı. Uzun süre bu kafa karışıklığı devam etti. Çalışmanın bu noktasından itibaren, A güçlü erkeklerle bütünleşen tarafını daha belirgin görmeye başladı. "Belki size tuhaf gelecek ama. İçimde bir yer var. Ona ne söylerseniz söyleyin; o onlardan etkilenmiyor. O "ben erkeğim"" diyor. Ama bedeni olmayan bir erkek o".
A'nın bedensiz erkekliği neredeyse bütünleştiği güçlü erkeklerin somut varlıklarını kullanıyor, onlarla özdeşleşiyor gibiydi. Hiçbir zaman cinsel anlamda bir kadın-erkek ilişkisine dönüşmemiş bu beraberliklerde temel ilişki dinamiği erkekle arasındaki kaynaşma, düzgün adım yürüme, isimlerin birlikte kullanılması, vs.ydi. Düşleminde o güçlü erkeklere zihnini yedek güç olarak verip, onların bedenini istiyor gibiydi. A. o günlerde kendini erkek bedeninde gördüğü rüyalar getirdi. A'nın görünürdeki evliliği ise kadın-erkek rollerinin birbirini tamamlayıcılığını gerektiriyordu. Bu gereklilik A'nın düşlemsel kimliğinin yapısına uygun değildi.
Serhat ailesinin üç kuşaklık düşlemsel ortaklığını şöyle değerlendirebiliriz: Ailenin bireyleri, bireysel dinamiklerinin farklılaşan dünyalarında yaşamaktaydılar ancak bir ortak düşlemsel paydada buluşuyorlardı: Bulundukları yerde kalıcı değillerdi veya öyle olmasını arzu ediyorlardı. Hep öteki taraf vardı. Bu vatandı, köy ve köydeki aşktı, Avrupa veya Asya'ydı, veya bir başka cinsiyetti. Serhat ailesinin öyküsü, karşı kıyıya geçip geri dönememekle ilgili bir temaydı. Büyükbaba Serhat koptuğu kıyıya geri dönememişti. Baba Serhat'ten, oraya gidip gelmesini, hem oralı, hem buralı olmasını, yani "elçi" olmasını beklemişti. Ama olamamıştı. Ailenin erkekleri iki kıyı arasında gidip gelememişlerdi. Ben Baba Serhat'la olan çalışmamda, ortak olan köklerimi kullanan karşıaktarımımla, bir nevi "elçi" (yani terapist) olmaya çalışıp beceremedim. Ailenin kadınları kendi hesaplarına bu konuda nispeten başarılıydılar. Anne Serhat köye gidip geliyordu. A. elçilik görevini üstleniyor, iki kıta arasında, iki dünya arasında köprü oluyordu. Ancak iki kadın da, erkeklerini düşlemlerinde taşıyamıyorlar, düşürüyorlardı. A. bir yandan ailenin düşleminde kendine yer bulurken, diğer taraftan bu düşlemdeki "elçi"nin cinsiyetini, yani erkekliği üstüne giymek zorunda kalıyordu. Ailenin öyküsünde kaybedilen olgular yas süreçlerinde metabolizasyona uğramıyorlardı. Onlar zaman-dışı bir düşlem kıyısında korunmakta ve ara ara buğulu deneyimlerde ziyaret edilmekteydiler. Dicle kıyısındaki elbiseler hala sıcaktı . İki kıyıyı birbirinden ayıran inkar nehri Dicle, bir kıyıda ölüm, zaman, bir cinsiyete sahip olma ve mesafe olgusunun doğuşu ile ayrılmayı diğer kıyıda ise ölümsüzlük, zaman-dışı olma, cinsiyetsizlik veya karşı cinsiyette olabilme ve mesafesiz bir varoluşta bir ve tek olmayı tutuyordu.
Aslına bakarsanız, bu tarif edilen şey sadece Serhat ailesine özgü bir durum değil. Hepimiz için, hepimizin ortak ailesel düşlemleri için her zaman bir öteki taraf vardır. Düşlemleri birbirinden ayıran öncelikle bizim orayı nerede ve nasıl aradığımızdır. Kimimiz aynanın içinden geçerek, kimimiz fasulyeye tırmanarak, kimimiz balkabağından arabalara binerek, kimimiz balina tarafından yutularak oraya gideceğimizi düşlemleriz. Aile olarak veya birey olarak farklılaşmayı yaratan ikinci etken, bizim bu öteki taraf düşlemimizin iç dünyamızda gördüğü muameledir. Bazı insanlar bu düşlemleri çelikten duvarlar arkasında saklarlar; bazıları ara ara ziyaret ederler, bazıları onun içinde yaşarlar, bunun farkında olmayan bir tek kendileridir. Ha bir de tabi şunu eklemek gerek, bazıları düşlemlerinden hayatlarını kazanırlar. Onlar düşlemlerini gün ışığında yaşarlar ama onlara deli denmez. Sanatçılardan bahsediyorum. Tabi sözüm meclisten dışarı bir de başkalarının düşlemlerinden ekmek parası kazananlar vardır.
Teşekkür ederim.
Özel Arama