psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

26 Ekim 2007 Cuma

"BAŞTAN ÇIKARMA KURAMI" ETRAFINDA, FREUD'UN YAPITINDAKİ DIŞ GERÇEKLİK VE TOPLUMSALLIK -3

SORU VE YANITLAR

Başa çıkamadığımız dürtüler grup ortamında nasıl ortaya çıkıyor?

BH : Bunu söylediğiniz sırada Hanna Segal’in bir cümlesi geldi aklıma. Hanna Segal halen hayatta olan, çok yaşlı, Melanie Klein’ın takipçilerinden, İngiliz bir psikanalist; ve İngiliz ekolünde grupların psikanalitik incelemesi Bion sayesinde çok ilerledi. Hanna Segal de bu teorilerin içinde düşünen bir kadın. Bir grup nasıl işler? Schizo-paranoid bölünmeler çok vardır mesela grubun içinde, iyiler, kötüler; ondan sonra idealizasyonlar, lideri yüceleştirmeler… Hanna Segal der ki : Eğer bir grubun işleyişini alıp da, onu bir bireye adapte ederseniz, bütün bu mekanizmaları bir kişide görürsek, o kişiyi biz bunak diye adlandırabiliriz. Ama bir toplulukta gördüğümüz zaman, bize gayet normal geliyor, değil mi? Mesela şu son zamanlarda partilerin, DSP’nin bölünmeleri, o çekişmeler falan. Bütün o işleyişleri bir kişinin içine alıp da o kişiyi ortaya çıkardığımızda, nevrotik değil, yarı psikotik, yarı megalomanyak bir kişi çıkar ortaya. Dolayısıyla bu ne demek? Bir grup ortamı olduğunda, - ki bu örgütlü bir grup da olabilir, bir yasal parti gibi, bir klise gibi, bir ordu gibi; ya da amaçsız, bir sebepten ötürü biraraya gelmiş insanlar da olabilir – bir zamandan sonra, o grubun amacı birden şaşar. Yani o insanlar biraraya niye geldiklerini unuturlar, ve tamamiyle farklı yerlere doğru gider o grup. Böyle bir şey gözlemleniyor gruplarda, böyle bir olgu var. Bu niye oluyor? Çünkü, diyor mesela Hanna Segal, ya da Bion (bu birçok kişinin gözlemlediği bir şey), bireylerin kendi içlerinde barındıramadığı, halledemediği, split’e uğramış, kabullenemediğimiz bir tarafımız var. Çalma arzumuz mesela, birisini öldürme arzumuz, bütün bunlar medeniyet tarafından bastırılıyor. Ama grup ortamında, anonim bir ortam olduğu için grup da, söz alabilirsiniz. Mesela şu anda belki hepiniz birbirinizi tanıyorsunuz, söz alıp bir şey söyleme cesaretini bulamayabilirsiniz, ama büyük bir grupta birbirinizi tanımıyor olsanız hemen kendinizi ifade yoluna gidebilirsiniz, ve bir şekilde bastırmış olduğunuz, split ettiğiniz yönlerinizi ortaya çıkarabilirsiniz. Grup ortamı anonim olduğu için bunu sağlıyor, hemen bu yönlerinizi realize etmeye başlıyorsunuz. Dolayısıyla dürtülerin çöplüğü diyorum ben ona, grup ortamı bunları topluyor. Zaten topluluk da enteresan bir şey, topluyor bütün bunları. Dolayısıyla dürtülerin iş gördüğü, ortaya çıktığı uygun bir ortam oluyor.

Dışsallıktan bahsederken, yabancılaşma dediniz. Yabancılaşma nasıl oluyor, bastırarak mı yapıyoruz?

BH : Bunu dürtüyü yabancı cisim olarak görme bağlamında söyledim. Çünkü birtakım uyarılmalar oluyor çocukta, hareketleniyor, ve buna bir anlam veremiyor. Anne babadır bunlara anlam veren. “Uykusu geldi, çişi geldi, huzursuz, acıktı”, derler. Çocuk kendisi neler olduğunu bilemez. Dolayısıyla, kendi içindeki bütün bu dürtüleri yabancı bir cisim olarak algılar, ya da dışarıda görmeye başlar. Mesela der ki, “bebeğimin karnı acıktı, o çok öfkeli”, masaya bir tekme atar, “kızgın” der… Yani bütün bu dürtülerini dışarıda görür. Aynı şekilde topluluklarda da böyle mekanizmalar işler. Dışarıya ihraç ettiğimiz bütün bu dürtülere en güzel örnek tarikatlardır. Tarikat lideri bir şekilde putlaştırılır, ve kötüler de dışarıdadır; mesela o tarikatın işleyişine engel olmaya çalışan bir takım mercilerdir. Kötüler dışarıda ve içerisi ideal bir ortamdır. İçimizde olan bir şeyi yabancı gibi algılarız.

İlk uyarılma, annenin ilk baştan çıkarması önemli tabii, ama özellikle toplulukları anlamaya çalışırken, daha ilerki safhalarda ortaya çıkan duygulanımlar da önemli.

BH : Tabii. Benim söylemek istediğim sadece şuydu: Bunu model olarak alırsak, baştan çıkaran annenin modelini göz önünde bulundurursak -ki ilk defa çocuğun cinselliğini uyarıyor ve onu bir şekilde sosyal alana doğru itebiliyor uyarması sayesinde- çocuğun orada anneyi bir algılayışı var. Anne onun için her şey, bütün dünyası. Aynı şekilde topluluklarda da, baştan çıkarma her zaman var, baştan çıkmıyoruz dersek yalan, her an baştan çıkıyoruz, gördüğümüz bir vitrinle, okuduğumuz bir kitapla, karşılaştığımız bir kişiyle her an baştan çıkmaya hazırız, baştan çıkabildiğimiz için de ilerleyebiliyoruz. Önemli olan o baştan çıkaranın baştan çıkarıcı olmaması Yavuz’un da dediği gibi. O zaman bunu meslek haline dönüştürüp, insanları fikse edebilir bir kişi üzerine. Önemli olan bir kişiden bir diğerine geçebilmek. Dolayısıyla anne modelini ben bunun için aldım. Çünkü hep o model üzerinden devam ediyoruz ondan sonra… Birisini beğenip, birisini idealize edip, ondan bir şey öğrenmeye çalışıyoruz. İdealize etmediğimiz bir insana doğru gitmiyoruz hiçbir zaman. Aynı şekilde bu siyasal partilerde de böyle oluyor, bilimde de böyle oluyor, baştan çıkarılıyoruz ve o yöne doğru gidiyoruz. Bunu bir model olarak sundum. “Anneden ötürüdür ki...”, diye bir sebep-sonuç ilişkisi içinde düşünmedim.

Liderin rolü, baştan çıkaranlığı – baştan çıkarıcılığı nedir?

YE: Bella gibi düşünüyorum ben de. Bir şekilde bir enerji yaratmak için, topluluğu biraraya getirmek için, topluluğa bir arzu, bir hedef koymak için, bir baştan çıkaran gerekiyor. Lider bunu yapıyor.

Vitalize etmek için yani...?

YE: O enerjili canlılığa isterseniz vitalizasyon da diyebilirsiniz. Çünkü bir şekilde bir hareketlenme getiriyor. Grubun yöneleceği hedefi yaratıyor. Kendilik psikolojisi perspektifinden sorduğunuz için, oradan cevap vereyim. Nedir Kohut’un modelinde narsistik gelişimin süreci ? Başlangışta bir narsistik yatırım olur; varsayalım ki bu idealizasyon olsun. Bir zaman sonra, belli kopmalarla, kırılmalarla, frustrasyonlarla, o idealizasyon doğal bir süreçte deidealizasyona dönüşmeye başlar. Yani o yoğun narsistik füzyon daha sonra defüzyona uğrar, ve yavaş yavaş çocuk -idealize eden, aşık, ona ne isim verirsek- aşkından, idealizasyonundan, annesinden, bu narsistik yatırım anlamında uzaklaşmaya başlar. Doğal süreç budur. Bir başka baştan çıkarana gider. Anneden ayrılıp, babaya gider belki. Veya bir zaman sonra aileden okula gider, sevgiliye gider, öğretmene gider. Politik olarak da, mesela Kuzey Kore’yi düşünürsek, bir idealizasyona kitlenmiş durumda ülke. Her tarafta heykel, resim, ulu adam, en büyük adam... Bir şekilde o idealizasyon, gelişim sürecinde deidealizasyona ihtiyaç duyuyor. Ama çözülme süreci içerde organik olarak olsa da, mekanik karşılığını bulamadığı için, dışarıda “kötü ötekiler” buluyor. Yani lidere kızmıyor, düşmanlara kızıyor, Güney Kore’ye kızıyor, dünya emperyalizmine, yani bir ötekine kızıyor. Ne yapıyor mesela? Kim Il-Sung’u o büyük, yüce halde tutuyor. Ama öte yanda herkes düşman, herkes onlara saldırıyor.

BH: Melanie Klein’ın depresif konum dediği süreç tam da bundan sonra gelen süreçtir. Anne omnipotan, herşeye yeten, çocuğu için dört dörtlük bir kişi olmaktan çıkıyor, bazı eksiklikleri görülüyor deidealizasyona doğru gidişlerde. Onun için Kore’de olduğu gibi büyük çaptaki sosyal oluşumlarda o kadar kolay değil heykelleri indirmek, çünkü bir depresif süreci de beraberinde getiriyor. Kayıpları da göz önüne almak gerekiyor. Öteki, karşı taraftaki heykelleri yıktığınız zaman kendinizi depresyondan korumuş oluyorsunuz.

YE: Bütünlüğü de koruyorsunuz belki.

BH: Aynı zamanda kohezyonu, bütünlüğü de korumuş oluyorsunuz. Halbuki depresif durum da parçaların kimilerinin kaybolmasını, kimilerinin yasının tutulmasını gerektiren bir şey.

YE: Orada bir zaman sonra kendini doğrulayan kehanetler de ortaya çıkıyor. Grup dışarıda düşmanlar yaratarak, ötekine kızarak kohezyonu sağlıyor, birarada duruyor, fakat bu bir zaman sonra öyle bir patolojik boyuta ulaşıyor ki, (zaman da önemli bir boyut tabii burada) gerçekten o grubu paranoid durumdan depresif pozisyona çekme dekompansasyona, dağılmaya bile yol açabilir. “Ben bu patolojik inançlarımda ısrarlı olacağım, çünkü (biraz önceki konuşmada söylediğim gibi) ben Yugoslavya gibi olmak istemiyorum”, dediği zaman, bu tamamen de haksız bir şey değil. Gerçekten Yugoslavya gibi dağılabilir de.

BH: Aynı şekilde, onun için de analizler uzun sürer. Bu depresif çekirdek diyebileceğimiz kısma ulaşmak, ve onu çalışmak, zaman içinde de yol katetmek demektir. Onun için analiz süreci uzundur. Bunun bilinçlenmesi, transfer içinde yaşanması, bunun konuşulması lazım, buna bir zaman ayırmak lazım. Onun için idealize olmuş analistin de deidealize olması lazım. Bu da bir süreç gerektirir.

Baştan çıkarıcıdan kopmak için yeni bir baştan çıkarıcı mı bulunması gerekiyor? O zaman yeni bir idealizasyon oluyor ve eskisi çok çabuk deidealize oluyor, süreci hasta yaşamamış oluyor.

BH: Hipnoz gibi. Yavuz’un da böyle bir sorusu var, o soruyu tekrar okuyayım: “Peki topluluğun aktarım süreçlerinde topluluğun hipnozu aşmasını sağlayacak kimdir, nedir? Bu işlev yine lider-ülkü yoğunlaşmasından mı beklenecektir? ‘Demokrasi gerekiyorsa onu da biz kurarız’, diyen generali hatırlayalım.”, diyor Yavuz Erten. Ben de bunun üzerine birşeyler karaladım:

İdeal nesnelerden topluluklara geçiyorum, ve bir topluluğun aktarım süreçlerinde hipnozu aşmasını sağlayacak kimdir, nedir, sorusuna geliyorum. Hipnoz ilişkisinde, hastasının hipnozdan çıkmasını sağlayacak kişi hipnotizördür. Hipnotizör, komutunda hipnoz durumundan çıkaracak sihirli kelimeyi hipnotize olan kişiye verir. Şöyle der örneğin: “Şimdi beşe kadar sayacağım ve kendinize geleceksiniz, ve tüm bu anlattıklarınızı unutacaksınız.” O kişi hipnoz uykusundan uyanır ve her şeyi de unutmuştur hakikaten. Peki topluluklar, toplumlar, toplu hipnozlarından nasıl çıkıyorlar? Bu konu çok derin, çok boyutlu, ve bu konuşmanın kapsamı bunu kaldıracak güçte değil. Bir iki noktaya değinebilirim sadece: Birincisi, bir topluluk bir diğerini farketmeye başlayıp, onu kendi görüş alanının içine dahil etmeye başladığı andan itibaren, yani ötekini, farklı olanı görüp tek dünyanın kendininki olmadığını görmeye başladığı an bir değişim olur. Bundan önceki zaman, Anzieu’nün deyimiyle (Bensizbiz’de bir makalesi vardır) “topluluk yanılsaması”ydı. Yani toplumun başlangıcında, topluluk yanılsaması dediği bir zamanı var. Orada bütün topluluk üyeleri, “biz ne kadar mutluyuz birarada yaşamaktan, birarada olmaktan”, derler, ve o grubun ne kadar iyi bir grup olduğunu, ne kadar mutlu olduklarını, söyler, “böyle olmalıydı bütün gruplar, bütün hayat”, dedikleri bir süreç yaşarlar. Bunu mutlaka yaşamışsınızdır; kimi okullarda, kimi sınıflarda, kimi dönemlerde, ya da kimi arkadaş topluluklarında... Bu ideal. Fakat bu bir zaman sürer, ondan sonra öyle olmadığı ortaya çıkar, ve hipnozdan yavaş yavaş çıkmaya başlarlar. Bu süreç de sancısız geçmez, zira söz konusu olan putların alaşağı edilmesidir. Tabii yeni putlar eskilerin yerini tutuncaya kadar. Deidealizasyon sürecinden bahsediyorum. Her toplumun bir ideale ve o idealin beden bulduğu bir şefe gereksinimi vardır. En azından deneyim onu gösteriyor. Bion, şefsiz bir topluluk olabilir mi diye bir deney yapmış, ve o deney başarısızlığa uğramış. Hipnozdan çıkmanın yolu, paradoksal bir biçimde, yeni ideal nesne arayışlarıyla olanaklı gibi. Bu kötümser bir gözlem. Çünkü unutmayalım, biz yas tutmayız. “Yas tutuyoruz”, deriz ama yas tutmayız, sadece kayıp nesnelerin yerine yenilerini yerleştiririz. Bunu Freud çok genç yaşta kızını veremden kaybettikten sonra, Ferenczi’yle olan bir mektuplaşmasında ifade ediyor. Esasında olan, kayıp nesnelerin yerine yenilerinin yerleştirilmesidir. Ben buradan şöyle bir sonuç çıkarıyorum: Tabii bu kadar da kötümser değil, yeni putlar bulacağız, eskilerinin yerine yerleştireceğiz, bu kadar değil. Ama hiç olmazsa böyle arayışlar içinde olduğumuzun bilincinde olmak belki kişiler için önemli. “Bundan sonra başkası da olacak”, düşüncesi olursa, hiç olmazsa o anda olan aktarım ilişkisinde, kişi tek kişi olmadığını düşünebilir belki. Bunu düşünebilmemiz belki bu hipnoz sürecinden çıkmamızı sağlayabilir. Bu bilinç bireysel olarak kişilerde yerleşebilir, ama önemli olan toplumlara da yerleşmesi. Demokrasi esas böyle bir şey. Bir kişinin ömür boyu aynı yerde kalması değil mesela. Geçişler olacak, farklılıklar olacak, çatışmalar olacak, ama karşılıklı alışverişler olarak. Kimse kalıcı değil. Bir şekilde bir fonksiyonu ve yeri işgal ediyor insanlar, ve bu geçişli olacak. Winnicott’ın “geçiş nesnesi” de o anlamda çok önemli, çünkü hep bir geçişliliği ve bir şekilde zamanın geçişini vurguluyor. Topluluk yanılsamasında zaman da durur, ve zaman hiç geçmiyormuş gibi, “ne kadar mutluyuz”, deyip dururlar narsistik bir büyülenmeyle.

YE: Belki bir şey eklenebilir: Her yas sürecinde kaybedilenin yerine bir başkası konur, ama yine de, daha iyimser bir taraftan bakınca, o yerine koymalarda da bir olgunlaşma sürecinden de söz edilebilir.

BH: Tabii. Depresif durumun çalışılmasıyla, kayıp nesnenin acısı yaşanınca... Çünkü bazı insanlar hiç yas tutmamış gibidir. Birisini kaybeder, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam eder. Ondan sonra, on sene sonra, mesela bir kalp rahatsızlığıyla, ya da bir aşırı sinirlenmeyle ortaya çıkar. Yası yaşamak demek, klasik olarak dendiği gibi ölümü kabullenmek demek değil, acıyı çekmek, insanın içinde yaşaması o acıyı, kaybettiğini. Kaybettiği şey bir kişi mi, bir ideal mi, bir hayat biçimi mi, bir hayal mi... Ancak o acıyı, o depresif durumu yaşarsa, belki bir ikinci hamlede daha gerçekçi olabilir ilişki.

YE: Geçiş nesnesine kurulan bağ bence çok önemli, çünkü geçiş nesneliğinde bir kıyıdan öbür kıyıya giderken, sürekli daha sofistikeleşen bir varoluşa doğru, daha incelen, daha gelişen bir varoluşa doğru gidiş var. Kayıplardan sonraki yeni nesneler de aslında, demokrasi kavramından hareketle düşünürsek, tek adama bağlılıktan, belki daha soyut bir düzene, inanca, ideolojiye bağlılık, bir sisteme bağlılık, demokrasiye bağlılık vs. haline gelebilir.

BH: Yani kişiliği aşan... Camus’nün öyle bir sözü vardı: Kişinin yapıp ettikleri, ancak bir amaç altında, bir başlık altında toplanırsa, o hedef ancak anlamlı olabilir. Yoksa bir kişiyle olduğu şey değil. O kişi hedeflediği şey olacak ki anlam taşıyacak.

“Demokrasi gerekiyorsa onu da biz kurarız” cümlesi değişime kapalılıktan çok perversitedir. Bunu biraz açmak istiyorum, bu çok önemli bir şey. Madem ki bunu genareller yapacak, diğer taraftan bakanlar için bu, değişime kapalılık gibi gözüküyor. Halbuki bu çok ustaca bir şey. Değişime kapalılıktan çok, değişim kisvesi altında sopa göstererek sadizmi meşru kılan, sapkın bir girişimdir. Sapkın derken, dürtünün tali yollara takılıp, kısmi dürtüyü genital dürtü diye pazarlaması. Çünkü sapkın bunu yapar. “Benim cinselliğim en üstünü, en güzeli, en iyisi”, der ve genitalin de üstündedir der. Sapkın bunu tıpkı illüzyonistler gibi yapar. Orada “demokrasiyi de biz yaparız”, dediği zaman, tam bir illüzyon esasında bu. “Onu da yaparız, bunu da yaparız”.

YE: Evlenmek isteyen kızına babanın “koca gerekiyorsa ben olurum”, demesi gibi...

BH: Aynen onun gibi. Mesele sanki kocanın gerekmesiymiş gibi.

...

BH: Çocuk da bir şekilde geçiş nesneleriyle annenin ayrılığını derinlemesine çalışıyor. Nesne bir şekilde anneyi sembolize eden şey. Dolayısıyla hem kaybı, hem kendi içinde yaratmayı deneyimliyor. Çünkü her depresif süreç de yaratıcı bir süreçtir.

Liderin baştan çıkartılanları kitle olduğuna göre, kaybettiği zaman daha ağır bir yas mı yaşıyor? Çünkü onun yerine gelmesi çok daha zor.

BH: Evet, liderin psikolojisini hiç düşünmedik. Herkesin kendi ekonomisi buna nasıl izin veriyorsa... Mesela böyle bir çözülmeye gittiği görülünce toplu intiharlar var bazı tarikatlarda. O zaman ölüm dürtüsü çıkıyor ortaya bütün potansiyeliyle, ve hem kendisini yokediyor, hem de müritlerini yokediyor o nefretle.

Bunu yapamazsa yas mı giriyor devreye?

YE: O derece organsız kalırsa, topluluğu öldüremiyorsa kendini de öldürebiliyor. Ama herkesin psişik ekonomisi farklı.

BH: Bir liderden ayrılmak da o kadar kolay değil, çünkü onda parçalarımız var. Ona yansıttığımız, ya da onda olduğunu düşündüğümüz şeyler, ki onun için onu beğeniyoruz. Birden o adam olmayınca, biz de şaşkına dönüyoruz. Onun için kolay değil bu ayrılık süreçleri. Belki separasyan-individüasyonla ilgili birşey.

Biraz da bağlanma teorisinden bakarsak, grubu oluşturanların bağlanma yetileri de farklı olacaktır. Bu farklılıkların getirdiği bilinçle, ne kadar bireyselliği yaşayıp, ne kadar liderin içinde kaybolacaklar? Bu da liderin kabullenilmesini etkileyecek bir süreç olabilir. Bu kadar geniş bakınca birey yokoldu içinde. Oysa birey var, birey olmanın biçimleri var. Grubun içinde ne tür bireyler olduğu da, grubun yaşadığı hipnozun rengini, boyutunu belirleyecektir.

BH: Tabii, zaten bir grupta bireyleşme ne kadar çoksa, o kadar demokrasiye doğru giden bir gruptur. Herkes kendi adına kendi sözüne sahip çıkıp konuşabiliyorsa ve dinlenebiliyorsa diğerleri tarafından, liderin rengi de ona göre olacaktır zaten. Ama yirmi kişilik bir toplulukta iki üç tane duruş varsa ve on yedi tane duruş da o üç kişiye, ya da bir kişiye endekslenmişse, o da farklı bir grup olacaktır. Tabii genel konuşuyoruz, ama mesela Bion lider tiplemeleri yapmıştır. Bireyleşme ve bireyleşememe arasında geçiş tonları var. Bir eşleşme grubu var mesela, iki kişi arasında, çift oluyor, ve “aristokratik ruh” diyor ona Bion. Bu iki kişi, sanki grubun geri kalanı yokmuş gibi, kendi aralarında bir şeyler kaynatıyorlar, ve sürekli bir lider arayışı içindeler. Bir lider gelecek. Buna “mesihçi bekleyiş” adını veriyor Bion çok güzel bir biçimde. Yani ilerde gelecek olan lider, ve o geldiği zaman her şey hallolacak ve bütün sorunlarımıza çare bulunacak. Böyle bir bekleyiş. Esasında bence Türkiye’nin durumu böyle bir şey, bana onu çağrıştırdı. Hep bir lider bekliyoruz ve hiç kimse o yeri dolduramıyor tam olarak. O iki kişinin duruşunda aristokratik bir duruş da var. Birbirlerine de çok hayranlar. Zaten ancak öyle bir mesih gelirse onları ihya eder, gerisi çok banal olur. O iki kişi de grubun kenarında dururlar ve diğerlerine hafif bir horgörüyle bakarlar. Bion’un böyle çeşitlemeleri var.

Jean Laplanche’ın teorisi çok enteresan. Bebeğin şöyle bir psişik durumunu tarif ediyor: Dünyaya geliyor ve bir sürü uyaranla karşı karşıya. Annenin bakımı olsun, çevredeki sesler olsun... Ve uyarılıyor çocuk, baştan çıkarılıyor kökensel olarak. Baştan çıkarmada, ebeveynlerin ona karşı tutumlarında, ve ebeveynlerin birbirlerine karşı olan tutumlarındaki bir takım şeyleri kendisine mesaj olarak algılıyor. Çocukluğunuzu düşünün, küçükkenki büyükleri algılayış biçiminizi. Ben mesela tiyatroya gitmiştim ilk defa olarak. Tiyatroda salona doğru konuşurlar aktörler. Çok şaşırmıştım, “ona söylüyor, niye ona doğru konuşmuyor”, diye. Bu yaşımızda bunu sorgulamayız. Onun için çocuk büyüklerinin her türlü davranışlarını, hal ve hareketlerini, tonunu bir mesaj olarak alıyor.

YE: Baştan çıkarıcı bulmacalar.

BH: Ve bunları bir bulmaca gibi görüyor ve o bulmacaları çözmeye çalışıyor.

YE: Çok Kleinian aslında. Çünkü Klein’da da bilme iştahı cinsellik iştahı gibi bir şey.

BH: Epistemofilik dürtü. Ve bütün onları anlamaya çalışıyor, merakla izliyor. Bütün bunlar da bir şekilde onu büyüklerin, ebeveynlerin dünyasına adım adım atıyor. Her bir bilmeceye yanıt bulduğunda, onların dünyasına bir adım daha atmış oluyor.

YE: Bütün bulmacalarda kendini yarı açan bir şey var, yarı açık bir yatak odası kapısı gibi, biraz ortaya koyan ama aynı zamanda gizleyen. O anlamda da bir baştan çıkarıcılık var.

*BH:Bella Habib
*YE:Yazuz Erten