psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

26 Ekim 2007 Cuma

PSİKANALİZDE DİKEY YARIK -2

CONNİE GOLDBERG

Kohut’la ilişkime geçmeden önce size biraz kendi profesyonel gelişimimden ve Kohut’la nasıl tanıştığımdan bahsedeyim. Profesyonel eğitimim klinik sosyal hizmet uzmanı olaraktı ve Chicago’dan olmama rağmen Colombia Üniversitesi’nde okudum. 1961-1963 yılları arasında aldığım eğitim, klasik bir psikanaliz eğitimi içeriyordu. Sosyal hizmetin genelde psikanalizle biraz gelgitli bir ilişkisi var. Bunun için bir miktar psikanaliz öğrendik ama çok fazla değil. Sosyal hizmet uzmanı olarak Amerika’da bizden beklenen terapist olarak çalışmamız değil, “gerçek sorunları” olan kişilerle sosyal hizmet vermemizdi. Biraz tuhaf bir eğitimdi bu, sosyal politikalarla ilgili eğitim aldık, ekonomi kuramıyla, sosyopolitik tarihle ilgili eğitim aldık, sonra da biraz Freud’la ilgili eğitim aldık. Alanda çalışırken Freud’la ilgili aldığımız eğitimi, ego psikolojisiyle ilgili aldığımız eğitimi kullanmamız ve alanda karşılaştığımız sorunlara bunları uygulamayı öğrenmemiz bekleniyordu. Tahmin edersiniz ki, bu her gün elimizi taşın altına sokarak yaptığımız bir işin üstüne biraz yapay bir şekilde kuramsal bir katman eklemek gibiydi. Bunları birleştirmek biraz tuhaf ve zordu, çünkü yaptığımız şeyle Freud’un söylediklerini, yaptıklarını bağdaştırmak kolay değildi. New York’da eğitimimi bitirince, Chicago’ya döndüm ve çocuklara danışmanlık hizmeti veren bir merkezle çalışmaya başladım. Bu merkezin adı Gençlik Araştırmaları için Enstitü idi. Bu işi seçtim çünkü burada çalışan sosyal hizmet uzmanlarına psikoterapiyle ilgili daha ileri eğitimler verildiğini duymuştum, ve benim yapmak istediğim de psikoterapiydi. Bu merkezde psikologlar, psikiyatristler ve sosyal hizmet uzmanları vardı. Aralarında çok net bir işbölümü vardı: Sadece psikologlar ve psikiyatristler çocuklarla çalışabiliyordu, sosyal hizmet uzmanları da ancak onların anne babalarıyla çalışabiliyorlardı, çünkü çocukların sosyal hizmet uzmanları için fazla karmaşık oldukları düşünülüyordu. Birkaç yıl sonra yetişkinlerle az çok bir işe yaradığınız kanıtlanabildikten sonra size bir ya da iki çocuk verecek kadar güveniyorlardı.

Burada beş yıl boyunca çalıştım. O sırada psikolojide egemen kuram ego psikolojisiydi. Bu çalıştığım yer de oldukça geleneksel bir yerdi. Orada 1963 yılından 1968 yılına kadar çalıştım ve henüz Kohut ortalarda yoktu.

Hastalar görüyorduk, çalışanların kendi aralarında toplantılar oluyordu, teşhise yönelik uzun formülasyonlar yazıyorduk ve bunların hepsini ego psikolojisi perspektifinden yapıyorduk. Bunu yaparken çok zorlanmıyordum gerçi, ama bir şekilde çok da anlamlı gelmiyordu bana. Dört beş yıl burada çalıştıktan sonra Chicago’daki Psikanaliz Enstitüsü’nde bir yer açıldığını duydum ve buradaki işe başvurdum. Yine klinik sosyal hizmet uzmanı olarak. Enstitünün yönetiminde biraz alışılmadık bir sistem vardı. İki tane sosyal hizmet uzmanı bütün değerlendirmeleri yapıyordu. Değerlendirilenler de, öğrencilere verilecek olan eğitim vakalarıydı. Bunların hepsini ben ve oradaki diğer sosyal hizmet uzmanı arakadaşım görüyorduk önce. 1968 yılında ben enstitüye girdim. Orada bir ofisim vardı. Sonradan öğrendim ki Kohut’la aynı kattaymışız aslında. Ama ilk aylarda herkes benim için yeniydi ve özellikle Kohut’un orada olmasıyla ilgili bir fikrim yoktu.

Altı ay orada çalıştıktan sonra, 1968 Mayısı’nda klinik şefim enstitüdeki bazı çalışma arkadaşlarımla beraber beni de Amerikan Psikanaliz Birliği’nin Miami - Florida’daki toplantısına yollayacağını söyledi. Kohut’un da orada küçük bir gruba sunum yapacağını, ve benim de katılmak isteyebileceğimi belirtti. Söylediğine göre tek yapmam gereken Kohut’tan izin almaktı. Kohut’u sonraki sabah havuzun kenarında kahvaltı ederken gördüm. Gerçi koridorlarda karşılaşmıştık ama hiç tanışmamıştık. Kendimi tanıttım ve o günkü toplantıya katılmak için izin istedim kendisinden. Birçok zaman olduğu gibi çok sıcak ve dostane davrandı bana ve tabii ki gelebileceğimi söyledi. Öğleden sonra toplantının yapılacağı odaya gittim, boyutları aşağı yukarı bu oda kadardı. İçeride 25-30 analist vardı, küçük bir gruptu. Kapısına gittim, yaka kartımda Connie Goldberg, sosyal hizmet uzmanı yazıyordu. Kapıdaki analist bana bakıp bu toplantının sadece analistler için olduğunu söyledi ve bu konuda anlayış göstermemi istedi. Kohut beni görünce koşa koşa kapıya geldi ve ters bir şekilde analist kapıcıya beni içeri alması gerektiğini söyledi, ve beni alıp oturacağım yere kadar götürdü. Bütün hayatım boyunca hatırlayacağım bir gündü bu. Toplantı saat 16:00‘da başladı ve üç saat boyunca saat 19:00’a kadar Kohut aralıksız konuştu. Ben kendisini ilk defa dinliyordum. Onun karizmatik sitiliyle ilk tanışmamdı. Müthiş bir yoğunlukta ve müthiş bir hevesle yeni fikirlerinden ve kendilik psikolojisinden bahsetti. Yeni kitabı henüz yayınlanmamıştı, yayınlanmak üzereydi ve fikirlerini ilk defa meslektaşları üzerinde denemek ister gibiydi.

Benim için müthiş bir deneyimdi bu, çünkü ilk kez psikanalitik kuramların anlamlı olduğunu ve bunu klinik çalışmamda kullanabileceğimi, deneyime yakın olabileceklerini hissettim. Daha sonra birçok kere dinleyecektim kendisini. Bu konuşma biçimiyle ilk karşılaşmamdı. Bir noktadan başlıyordu ve ondan sonra başladığı yeri detaylandırıyordu. Daha sonra hiç, başladığı yere, anafikre dönmeyecekmiş gibi geliyordu insana, ama birdenbire sihir gibi tekrar oraya dönüyordu ve konunun etrafında bir ağ örmüş oluyordu. Bu kendilik psikolojisiyle ilk tanışmamdı ve o zamanlar bunun hem özel hayatımda hem de profesyonel hayatımda ne gibi bir rol oynayacağını henüz bilmiyordum.

Enstitüde çalıştığım sıralarda her fırsatta Kohut’un derslerine giriyordum. Enstitüde sosyal hizmet uzmanı olarak çalışmanın avantajlarından biri, her derse girebiliyor olmamızdı, çünkü aslında enstitü resmi olarak sosyal hizmet uzmanlarını analist olarak yetiştirmiyordu. Burada enteresan başka bir şey var. Enstitüde eşimle tanıştım. Eşim enstitünün mezunu ve o sırada eğitim üyesiydi. Orada analist adayıyken süpervizyonunu Kohut’tan almıştı. Kohut’un yayın, yazı ve fikirlerini tartıştığı küçük bir grubun da üyesiydi. Kohut her yeni projesinde bu grubu toplar, upuzun toplantılar yapardı ve elyazmaları üzerine uzun tartışmalara girerdi. Grupta eşim, Paul ve Anna Ornstein, Ernest Wolf, Michael Basch, David Marcus ve John Gedo vardı. Toplantılar genelde bizim evimizde oluyordu ve uzun saatler sürüyordu. Ondan sonra hep beraber akşam yemeği yeniyordu. Bu akşam yemeği de bizim evimizde ya da Kohut’ların evinde oluyordu. Bu da başka bir konuyu açıyor.

Kohut tabii çok yoğun çalışan bir insandı, ama yemek toplantılarını çok severdi. Arkadaşlarıyla biraraya gelme konusunda sabırsızlanırdı ve yemek konusunda da çok özenliydi. Özellikle şaraba çok dikkat ederdi. Bir espri olarak, Kohut’un şarabın Rhein’ın hangi tarafından geldiğini bile anlayabileceğini söylerdik. Bir gün bizim evde yine onun getirdiği ya da önerdiği şarabı içiyorduk, bardağı tutuşum hakkında beni uyardı, bardağı başka türlü tutmam gerektiğini çünkü bu şekilde tutunca beyaz şarabı ısıttığımı söyledi.

Toplantılardan birinde kızım Sarah da vardı. O zamanlar altı aylıktı. Kohut kaç yaşında olduğunu sordu, altı aylık olduğunu söyledim. Kıza bayılmıştı. Onlar ayrıldıktan sonra eve altı tane dev gül geldi. Üzerinde “altı ay doğumgünü için Sarah’ya” yazıyordu.

Bu yemeklerden birinde Kohutlar’daydık. Çok güzel, keyifli bir yemekti. Kohut sanki güzel bir şeye kadeh kaldıracakmışız gibi bir anda ayağa kalktı, ama aniden ciddileşti ve bize bir duyuru yapacağını söyledi. Gruba önemli bir karar açıkladı. Bundan sonra “selfobjekt” (kendiliknesnesi) kelimesinde araya konan küçük çizgi kaldırılacak ve tek kelime olacaktı. Bu aslında ilginç bir andı, çünkü bunu eğlenceli bir şey gibi söylüyordu ama bunun kendisi için had safhada önemli olduğunu da biliyorduk. Zannedersem biriniz bana Anna Ornstein’in çizginin ortadan kalkmasının öneminden bahsettiğini söylemişti. Kohut için bitişik kelimenin önemi, kendiliknesnesi kavramıyla kastettiği şeyi daha iyi temsil ediyor olmasıydı.

Kohut fikirlerini çalışma arkadaşlarına aktarmakta çok hevesliydi. Bu arkadaşlarından herhangi biri anlattığı şeyi anlamak için ciddi bir çabaya giriyorsa, ona çok vakit ayırır ve ona açıklamalar yapmaya çalışırdı. Eğer meslektaşlarından biri, fikirlerine katılmıyor ya da ilgilenmiyorsa, söylediklerini ciddiye almıyorsa, o da çok sertleşirdi ve bu kişiden uzaklaşırdı.

Kuramın yayılması konusunda da gelgitleri vardı. Bir yandan kendisi herşeyden evvel bir psikanalisti, fikirlerinin geniş psikanalistler dünyası tarafından anlaşılıp, bilinmesini istiyordu. Başka şehirlerden birilerinin kendi fikirleriyle ilgilendiğini ve bu konuda daha çok şey öğrenmek istediğini duymak kadar onu mutlu eden başka bir şey yoktu. Ama her zaman da psikanalist meslektaşları için yazardı. Chicago’da olmaya başlayan enteresan bir şey, başka alanlardan insanların, özellikle de sosyal hizmet uzmanlarının ve danışmanlık hizmeti veren rahiplerin de kendilik psikolojisi ile ilgilenmeye başlamalarıydı. Kendilik psikolojisi dürtüler, içten gelen güçler yerine kişinin bütününü ele aldığı, bütün kendiliğe ve kendiliğin deneyimine odaklandığı için, hem klinik sosyal hizmetle hem de rahiplerin verdiği danışmanlık hizmetiyle doğal bir uyumu vardı.

Danışmanlık hizmeti veren rahipler aslında din eğitimi almış kişiler, ama danışmanlıkla ilgili seminerler tamamlıyorlar ve böylece çalışmaya başlıyorlar. Dini danışmanların kendilik psikolojisine ilgi göstermelerinin sebeplerinden biri kişinin bütününü ele almasıydı, ama başka bir sebep de Kohut’un Freudyen psikanalistler kadar dine karşı olmamasıydı. Kohut dinin insanların hayatında pozitif bir etkisi olabileceğine Freud’dan çok daha fazla inanıyordu. Dolayısıyla klinik sosyal hizmet uzmanları, dini danışmanlar ve psikologlar yazdıklarıyla çok ilgilendiler. Kohut bir taraftan bu ilgiyi teşvik etti, diğer taraftan şunun da farkındaydı: Analist olmayan kişiler buna ilgi göstermeyi arttırdıkça, analist olanların ilgisi azalacaktı çünkü dışarıdan analize soyunanların kuramları sulandırdığını düşüneceklerdi. Bunun sebeplerinden biri, analistlerin kuramların sadece ve özellikle psikanalize uygulanabilir olmalarını istemeleri ve başka tür kullanımların kuramların değerini düşürebileceğini düşünmeleriydi. Özellikle klinik sosyal hizmet uzmanları Kohut’u okurken bunları kendileri için yazılmış olarak algıyorlardı, çünkü tam da yaptıkları işe uyuyordu. “Biz zaten bunu yapıyorduk ama elimizde bir kuram yoktu”, diyorlardı.

Kohut’la, benim sosyal hizmet uzmanı olmamla ilgili de doğrudan bir deneyimim oldu. Illinois’da küçük bir şehirden bir sosyal hizmet uzmanı gazetede kendilik psikolojisi ile ilgili bir makale yayınlamak istiyordu ve Kohut’la temas kurmuştu. Kohut’un birçok yere cevap yazması gerekiyordu. Onun için de benden bu kişiye bir cevap yollamamı istedi. Ben de tabii ki yapabileceğimi söyledim. Kabul ettiğimde bunun son olmayacağını biliyordum. Bir taraftan da çok kontrolcü bir kişiydi. Yazdıklarımı kendisine verdim, birkaç küçük düzeltme yaptı ve yollayabileceğimi söyledi. Ama bir yandan da biliyordum ki bunu bana verme sebeplerinden birisi, kendisinin başka anlistlerin sorularını cevaplamayı, onlarla temas kurmayı tercih etmesi ve bunu kendisi için biraz aşağı görmesiydi.

Belki duymuş olabileceğiniz bir şey, Kohut’la ilgili kafa karıştıran meselelerden biri de Musevi kimliğiydi. Chicago’da Kohut’un meslektaşlarının çoğu Museviydi. Hepimiz Viyana’dan Naziler yüzünden ayrıldığını biliyorduk. Ama Kohut geçmişi konusunda çok belirsiz konuşurdu ve doğrudan sorulduğunda da büyükanne ya da büyükbabalarından birilerinin Musevi olduğunu söylerdi. Ölümünden yıllar sonra, özellikle de Charles Strozier’ın yayınladığı harika araştırma, “Bir Psikanalistin Doğuşu – Heinz Kohut’un Biyografisi” kitabı sayesinde Kohut’un anne ve babasının da, kendisinin de tamamen Musevi olduğu ortaya çıktı. Bir taraftan şunu sorabilirsiniz: Bu neden önemli, ne farkeder? Bazıları için bu hiç önemli bir mesele değildi, bazıları içinse hayati önemdeydi. Meselenin büyümesinin temel sebeplerinden biri, Kohut’un kuramlarında kendiliğin sürekliliğine çok önem vermesiydi. Çalışmalarındaki en net temalardan bir tanesi kendiliğin hikâyesinin açımlanması temasıydı. Karşımızda, kuramında bambaşka bir şey söyleyen, hayatı tam tersi olan bir kişi duruyor. Buna eylemde kabullenmeme, sahiplenmeme diyebiliriz. Bu kuramsal bir bilmecenin ötesinde bir şeydir, çünkü onun dürüst olmamasından ötürü bazı musevi meslektaşları kendilerini ihanete uğramış hissediyorlardı. Amerika’ya geldiğinde Kohut yepyeni bir hayata başlamış gibiydi, bu hayatta da o bir Musevi değildi. Musevi olmayan bir kişiyle, Elizabeth Kohut’la evlendi. Kendisi, eşi ve çocuğunun liberal protestan bir kliseyle gevşek ilişkileri vardı. Kendisini tanıyanlarımız çoğunlukla onun bunu görmezden gelmesine katıldık ve o kendini ne olarak sunuyorsa onu öyle kabul ettik. Bu zamanla enteresan bir hal aldı: Bazen Musevilikle ilgili en temel kavramları, mesela bayram günlerini, Yidiş dilindeki kelimeleri anlamıyormuş gibi olurdu. Ölümünden sonra, Prof. Strozier’ın araştırmasının sonucunda, sadece Musevi olmadığı, Musevi olmanın yanında bir de Musevi eğitimi almış olduğu, on üç yaş töreninin yapılmış olduğu ortaya çıktı. Bütün bunlara rağmen Musevilikle ilgili bir şey bilmiyormuş gibi davranması daha da kafa karıştırıcı oldu. Benim bunu kavrayış biçimim, ki bu sadece bir fikir, Kohut’un kendiliğin bütünlüğüyle, hayat hikâyesinin sürekliliğiyle bu kadar ilgili olmasının sebebi, kendisinin bu bütünlüğü ve devamlılığı yakalayamamış olmasıydı. Kohut’la ilgili en büyük ikilemlerden biri buydu. Eşimle ben kendisini çok yetenekli görüyorduk ve onu tanımakta da şanslıydık. Etrafındaki bir çok insan gibi biz de bu ikilemle yaşamayı öğrendik, kendisini yüzleştirmedik. Bilgisinden ve bunu bizimle paylaşmasından mutluluk duyduk.

Kohut’la ilgili son bir not düşeceğim. Arnold’la ben filmini izlemiş olabileceğiniz Berkeley’deki konferanstaydık. Arnold sahnede, Kohut’un yanındaki panelistlerden birisiydi, ben de izleyiciler arasındaydım. Sonra hep beraber Chicago’ya uçtuk, o sırada Kohut çok hastaydı. Konferanstan önceki iki üç günü otel odasında çok kötü bir şekilde hasta olarak geçirdi. Bütün enerjisini o toplantıya gidebilip son defa fikirlerini sunabilme üzerine yoğunlaştırmıştı ve sanki kalan bütün enerji kırıntılarını o son an için topluyordu. Konferansta, kapalı bir şekilde de olsa, çok yakın olan ölümünden de bahsetti ve birkaç gün sonra Chicago’ya döndükten sonra üniversite hastanesinde öldü. Bu konuşma, kendi ölümünden bahsetme biçimiyle çok dokunaklı ve etkileyici bir konuşmaydı. Üzerinde durduğu şey, artık bitirebilecek durumda olduğu şeyleri tamamlamak, ölümle yüzleşmek, bunu yaparken de fazla üzülüp sıkılmadan, sükûnetini korumaktı. Benim için bu bir anlamda kaderin bir cilvesiydi. Kohut’la yollarımız kesişmişti ve bu hayatımın sonuna kadar değerli bir katkı olacaktı benim için.

SORU: Cenazesi nasıl bir cenazeydi? Protestan cenazesi miydi, Musevi cenazesi mi?

CG: Bu da bilmecenin bir parçası. Cenaze liberal protestan klisede oldu. Aslında tam da bir cenaze değildi, anısına yapılan bir toplantı gibiydi ve konuşmayı da kilisenin başrahibi yaptı. Kohut ile klisenin başrahibi çok yakın dostlardı ve konuşmayı onun yapmasıyla ilgili ölümünden önce anlaşmışlardı. Başka meslektaşları da kısa konuşmalar yaptılar. Rahip insanlığa katkılarından bahsetti, Dr. Basch profesyonel hayatından söz etti. Başka bir nokta da, Kohut’un, Chicago Üniversitesi’nin kütüphanesinde çalışan bir dostu vardı, aynı zamanda yetenekli bir müzisyendi ve cenazede orgu o çaldı. En dokunaklı tarafı, o kadar yas içindeydi ki zorlukla çalabiliyordu. Cenazeden sonra herkes Kohut’un evine gitti. Kohut’un eşi, oğlu Tom ve Tom’un eşi oradaydılar. Kohut’un oğlu Thomas’la ilgili söylenebilecek bir şey, kendisinin psikotarihçi ve aynı zamanda analist olduğu. Cincinnati Analiz Enstitüsü’nde çalışıyor, ama analist olarak değil, şu anda dekan.

Dikey yarık açısından Kohut:

CG: Kohut’un museviliğini sahiplenmemesinden bahsederken, bunun bir sebepten dolayı bir yarılmayla kendi kişiliğinin geri kalanından ayrıldığını varsayabiliriz. Biz de Arnold’la ve diğer çalışma arkadaşlarıyla beraber bunun üzerinde çok düşündük. Bunun altında bir sebep, bir motivasyon olduğunu biliyorduk. Bunların sonucunda tek bildiğimiz şey, her yarılmada olduğu gibi, oralarda bir yerlerde dayanılmaz, kişiliğinin geri kalanına entegre edilemez bir şeyler olduğuydu.

AG: Bir keresinde Kohut’a “fikirleriniz nereden geliyor” diye sorduk. O da dedi ki, “onları kendi içinizden çıkarmalısınız”. Vakalardan konuşurken kendi hislerimizden, hastaya ne yaptığımızdan ve hastanın bize ne yaptığından konuşmak önemli, çünkü kendilik psikolojisinde yaptığımız her keşif kendimizle ilgili bir keşiftir. Bir keresinde gerçeği söylemekle ilgili bir makale yazdım. “Kendiliğin Analizi”nde yalan söyleyen kişilerle ilgili bir pasaj vardır. Bir keresinde Kohut beni arayıp, kendisinin yalanla ilgili nerede yazmış olduğunu sormuştu. Çok sonra anlaşıldı ki Heinz bir yalancıydı. Çünkü yalan söylemek hakkında ancak yalan söyleyerek birşeyler öğrenirsiniz. John Gedo da Kohut’un cinsel perversyonlar içinde olduğu konusunda ısrarlıydı. Kohut bize kendisinin bir bağımlı olduğunu da bir çok kereler söylemişti. Her zaman şu üzücü gerçeğe geri dönüyoruz: Patoloji hakkında ancak kendi patolojimiz yoluyla bir şeyler öğrenebiliriz. Akıntının dışına çıkamazsınız. Onun için de daha sonradan Mr. Z.’nin Heinz Kohut olduğu ortaya çıkınca oldukça açıktı ki, Mr. Z. olabilmek için Mr. Z. hakkında yalan söylemesi gerekiyordu, ve biz şanslıydık ki, anlamlandırabilmek için patolojisini kendi içinden çekip çıkarabilmişti. Sanırım benim de dikey yarık ve gerçeklikle bu kadar ilgili olmam, benim sürekli kafayı neyin gerçek olduğuna takmamla ilgili. Hepimizin dünyayı farklı gördüğünü biliyorum. Bunun için de sürekli anlamaya çalışıyorum, neden insanlar dünyayı benim gördüğüm gibi görüyor ya da neden kendi gördükleri gibi görüyorlar? Heinz Kohut’ta beni çeken de bu. Kohut’u eşimin tarif ettiği gibi parlak, karizmatik bir insan olarak görebilirsiniz. Bize karşı ve çocuklarımıza karşı olduğu gibi hem cömert hem sevecen olabilen bir insandı. Onu böyle görebilmenin tek yolu, bir taraftan da onu çok çok zor bir insan, yanında durulması imkânsız birisi, aşırı kendisiyle ilgili, çok sert bir insan olarak görebilmek.

CG: Biri bir kere Arnold’a Kohut’a nasıl katlandığını sormuştu. Arnold, “onun ulusal bir değer olması yüzünden” demişti.

AG: Bazılarınız Paul ve Anna Ornstein’i burada dinleme şansına sahip olmuştu. Onlar Kohut’un iki farklı yönünün çok iyi bir örneğidirler. Paul Kohut’u tamamen idealize ediyordu ve onunla ilgili hiçbir hata kabul etmiyordu. Anna asla idealize etmiyordu Kohut’u ve Kohut’la ilgili çok az iyi şey bulabiliyordu. Onlar Kohut’un en iyi portresini oluşturuyorlar.

SORU: Burada kabullenmemenin iki düzeyde olabileceğini düşünebiliriz. Biri içsel, biri de toplumsal düzeyde. Bana öyle geliyor ki Kohut hiç toplumsal düzeyde ifade etmese de, kendi içinden bu sahiplenmemenin farkında gibiydi, çünkü bunun farkında olmasa dikey yarılmayla ilgili bu kuramla ortaya çıkamazdı.

CG: Diyorsunuz ki, kabullenmemesinin bir kısmı neredeyse bilinçli, sosyal endişelerden kaynaklı bir kabullenmeme olabilir. Yani içten bunu sahiplenmeme, o yarık daha az derinlikte bir yarık, ama dışarıya karşı kabullenmeme ön planda. Burada ilginç noktalardan biri, mesela Mr. Z. vakasını kim olduğunu gizleyerek yazdı, ve bu ayrıntılı olarak planlanmış bir gizleme. Bir keresinde Kohut ofisinden çıkmış ve Arnold’a demiş ki, “şimdi kiminle konuşuyor olduğuma inanmayacaksın”. Arnold sormuş: “Kiminle konuşuyordun?” Kohut yanıtlamış: “Mr. Z. ile konuşuyordum.”

AG: Ama bu uydurduğum bir hikâye de olabilir!

SORU: Mr. Z. makalesini okurken şunu düşündüm: Bildiğim kadarıyla Musevilik anneden geçer ve Kohut’un da annesiyle ilgili çok acılı deneyimleri var. Kohut’un Museviliğini sahiplenmemesi bir taraftan da annesiyle arasına mesafe koyma çabası olabilir.

CG: Bence bu da o hikâyenin önemli bir kısmı. Kohut’un annesi hayatının sonlarına doğru Katolik olmuş, ama Kohut bunu daha erken olmuş gibi yansıtıyor genelde. Hayatının son dönemlerinde de annesinin psikolojik olarak da çok stabil olmadığını biliyoruz. Gerçekten annesiyle hayat boyu çatışmalı bir ilişkisi olmuştu ve Musevi olduğunu inkâr etmesi bununla ilgili olabilir.

AG: Heinz Kohut Chıcago’ya ilk geldiği zamanlarda bir hanımla ilişkisi varmış ve bu hanımla oldukça yakından ilgileniyormuş. Bu hanım ilerde evleneceklerini düşünüyormuş ve sürekli “annenle ne zaman tanışacağım?” diye soruyormuş. Kohut birdenbire kendisiyle evlenmeyeceğini söylerken ilişkiyi bitirmiş. Hayatının bir kısmını her zaman ayrı tutmayı severdi kimsenin bilmediği bir taraf olsun isterdi.

CG: Bu toplantımızın ikinci yarısında, size görmüş olduğum sınır kişilik bir hastayı sunacağım. Bu vakayla ilgili, bir sosyal hizmet dergisinde yayınlanan bir de makale yazmıştım. Size yalnızca vakayı ve ardında yatan kuramsal düşünceyi biraz sunacağım. Makalenin yayınlandığı haliyle başlığı, “Yorumlanmamış Öfke: Sınır Kişilikli Hastaların Tedavisinde Terapötik Birliği Korumak”. Bu makaleyi yazarken, sınır kişilikli hastalarda öfkeyi çalışmakla ilgili İki kuramsal yaklaşım kullandım. İkisinden de alıntılar okuyacağım size. Bu yaklaşımları bir süreklilik olarak düşünürseniz bunun bir ucunda Britanyalı analist Patrick Casement var. Alıntı şöyle: “Düşüncenin dibine varılmadıkça son yoktur. Korkulan şey deneyimlenmedikçe sona ulaşılmaz.” Diğer uçta Kohut’tan bir alıntı var: ”Aslında bu vakalarda genellikle terapistin, patolojinin çekirdeğinden tamamen ayrılmış olmasının çok büyük önemi vardır. Eğer bu ayrışmayı sağlayamaz ve hastanın sanrılarının içine doğru çekilirse, hastanın psişesinin sağlıklı kalıntılarıyla, dolayısıyla terapötik kaldıracıyla, bağını kaybeder. Dolayısıyla psikoz ve sınır kişilikli hastalarla çalışırken terapistle gerçekçi ve dostane bir ilişkinin sürdürülmesi hayati önem taşır”. Yani sınır kişiliklerle çalışmak için burada iki düşünce biçimimiz var. Anlatacaklarıma bir çerçeve oluşturması için bunları söyledim.

Ofisimize her hasta girdiğinde, bir meydan okumayla karşı karşıya kalırız. Hastanın istediği nedir ve istediği bizim karşılayabileceğimiz bir şey midir? Kuramlarımız, kişisel özelliklerimiz ve deneyimden kazandığımız yeteneklerimizin hepsi biraraya gelerek, bizim belirli bir hasta için uygun terapist olup olmadığımızı belirler.

Bu sunumumun ana kısmını oluşturacak olan hastanın terapideki gösterdiği büyüme, temelde, herşeyden evvel benim olumsuz negatif aktarımı yorumlamamama dayanıyordu. Ben bunu ele alırken daha çok Kohut’tan yaptığım alıntıya uygun bir yaklaşım sergileyeceğim. İnanıyorum ki sınır kişiliklerle çalışırken yapılabilecek olan ve yapılması gereken, daha verimli bir terapiyi sağlayacak olan, pozitif aktarımı kaybetmemektir. Bu sunumumda, sözkonusu hastaların kendilikler bazen kendilerini bir tehlikeyle karşı karşıya hissediyor olsa bile, korkulan şeyle yüzleşmenin önemini sorgulamayacağım. Bunun yanında, bu korkulan yerlere girmenin geleneksel yöntemini de, yani aktarımın analizini de sorgulamayacağım. Bunun tek istisnası, Kohut’un bizi dikkatli olmaya davet bir notu: ”Bence şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, eğer bir kendilik aktarımda savunmacı olmayan bir şekilde, erken gelişiminde ümitsiz bir hayal kırıklığından yüzünü çevirip yeni yollar bulmuş ya da en azından yeni bir yöne doğru kısmen başarılı adımlar atabilmiş olduğunu gösteriyorsa, bu patolojinin değil, kaynaklara sahip olmanın ve sağlıklılığın bir göstergesidir. Böyle bir kendiliği terapide, kendisini kurtarmış olduğu ve hayatının erken döneminde bağlarını koparmış olduğu bu alanlara doğru itmek, sadece başarısızlığa mahkum bir girişim değildir, aynı zamanda hastayı da anlamamış olmak anlamına gelir.”

Bazılarınız Micheal Basch’ı tanıyor olabilirisiniz. Micheal Basch kendilik psikolojisi perspektifinden psikoterapi ile ilgili çok önemli kitaplar yazmış bir kişi. Basch üç kitabında da sınır kişilikli hastaların davranışlarını ve ihtiyaçlarını tarif ediyor: “Kendisini düşlem yoluyla ayakta tutma kapasitesi olmayan bir hasta için, hastanın kendisi ve kendisine düşman bir dünya olarak algıladığı şey arasında bir tampon bölge yoktur. Biyolojide ‘kendini düzeltme eğilimi’ denen şeyden mahrumdurlar. Hedefe yönelik davranışta dağılmayı ortadan kaldıracak yetiden yoksundurlar Uyaran kendilerine kolaylıkla çok fazla ya da eksik gelebilir, travmatize olabilirler, ve travmatize olduklarında kendi yaralarını sarabilme, iyileştirme yetisinden yoksun görünürler. Bebekliğin ilk aylarında anne ve çocuk arasında güçlü bir duygulanımsal bağ sağlanamaması durumunda, temel gerilimi kontrol edici mekanizmalar gelişmeyebilir. Yani duygusal girdiyi kontrol edecek, regüle edecek, uyaranın hem fazla hem de eksik gelmesini önleyecek mekanizmalar oluşamayabilir.”

Sınır kişilikli hastaları tedavi ederken önemli noktalardan biri, öfke meselesidir: Öfkenin kendini nasıl gösterdiği ve ne anlama geldiği. Sunacağım vakadaki hastanın müthiş öfkeleri, paranoid fikirleri ve neredeyse kendisini paralize eden panik durumları vardı. Bunların hiçbirisi de aktarımın incelenmesi yoluyla ya da terapinin gelgitlerinin yorumlanması vasıtsıyla aydınlatılmamışlardı. Bu öfke dolu, şüpheci düşüncelerin genelde terapistle ilgili olduğuna işaret eden şeyler olsa bile hiçbir zaman doğrudan terapiste yönelmiş değillerdi. Negatif aktarımla ilgili yorum yapılmaya çalışıldığında hasta herzaman bunun farkına varmamakla ve bunu inkâr etmekle karşılık veriyordu.

Vakanın adı Julie. Vakayı yazdığımda onu 3 yıldır görüyordum ve yaklaşık 2 yıl daha görmeye devam ettim. Julie 25 yaşında evli bir hanım. Genelde haftada bir görüşüyoruz. Zaman zaman haftada ikiye çıktığı oluyor. Yaklaşık 6 ayda bir de kocasıyla birlikte görüyorum. Kendisini bana, başka bir şehirdeki terapisti yollamıştı. Bu terapistle ergenlik döneminde ve daha sonra da yakın zamanda, evliliği yaklaştıkça girdiği ağır bir depresyonda görüşmüştü. Evlenmeden 6 ay önce müstakbel kocasıyla biraraya gelmek için Chicago’ya taşındı ve beni görmeye başladı.

Hasta çok zayıf, modaya uygun bir şekilde giyinmiş bir hanımdı. Görüntüsüne çok önem verdiği, özen gösterdiği belli oluyordu. Ancak sonuçta ortaya çıkan sunumunda sahte, kopuk bir taraf vardı. Kendini sunma biçimi, çekirdekte sağlıklı, canlı ve kendine güvenli bir doyumdan yayılıyor gibi değildi. Daha ziyade çok kırılgan bir kendilik duyumundan yayılır gibiydi. Bütün bu manken gibi görüşünde kopuk bir taraf vardı ve bu dış hazırlığın kimin için yapıldığını, eğer kendisi için yapıyorsa, ne amaca hizmet ettiğini merak ettim Julie bana birçok belirtiyle başvurdu. Bunların arasında panik ataklar, agorafobi, uyku bozukluğu, yutma zorluğu, nişanlısına öfke dolu saldırılar, müstakbel kayınvalidesi ve kayınpederine öfke dolu saldırılar vardı. Ayrıca depresyon ve obsesif fikirler de mevcuttu. Julie durumu tarif etmeye başladığında, gerginliği neredeyse elle tutlur somutluktaydı. Altı ay sonra Jim’le, kolejdeki erkek arkadaşıyla evlenecekti ve üç yıldır çıkıyorlardı. Kendisine evlenme teklif ettiği zaman çok karışık duygular içinde olduğunu hatırlıyor. Romantik bir yerde kendisine çok güzel, elmas bir yüzük sunmuştu Jim. Ve hepsi de sonu baştan belli bir senaryo gibiydi. Bir yandan evlenmek için çok genç olduklarını düşünüyordu, öte yandan da hayatının geri kalanını Jim’siz geçirmeyi düşünemiyordu.

Julie kolej hayatını “muhteşemdi”, diye tanımlıyor, bu da tam evlenmek üzereyken geçirdiği zamanın tersi onun için. O dönemde kendisi için en önemli olan şey, hiçbir sorumluluğunun olmaması. Onun kadar az derse girip koleji bitiren birisiyle hiç karşılaşmamıştım. Daha sonra o notlarıyla bir devlet üniversitesine girmeyi başardı. Okuldaki zamanını genelde alkollü partilerde ve köpeğini kampüste gezdirerek geçiyordu.

Jim’in başka kadınlara olan ilgisi konusunda kendisini paronoid olarak tarif ediyor. Bununla ilgili Jim’le arasında birçok sahne yaşanmış. Kendisi bu dönemlerde öfkeli oluyor. Gerçekten sevip sevmediğini sorguluyor Jim’in. Jim de onakendisini sevdiğine dair güvence vermeye çalışıyor, ama hiçbir şey onu yatıştırmaya yetmiyor. Bu tartışmalar evlendikten sonra da devam etmişti. Terapinin çok ilerleyen safhalarında, kendisini güvende hissettiren tek şeyin, kendi duygularını kendisinin kontrol edebilmesi ve bunların tartışmaya dökülmemesi olduğu ortaya çıktı.

Bu süreç içinde hiçbir zaman kendine ait bir hayatı olamayacağı, bu evliliğin kendisine dayattığı hayatı yaşamak zorunda olduğu duygusunu taşıyor. Kayınvalidesi de “müstakbel gelinim” diye kendisini etrafta dolaştırıp arkadaşlarına gösteriyor ve o da bu güzel, bakımlı görüntüyü sürekli korumak zorunda hissediyor kendisini. Terapinin ancak çok ileri safhasında Julie kayınvalidesi ve kayınpederinin çok destekleyici bir çevre oluşturuyor gibi görünmekle beraber, aslında kendisini kullandıklarını, sadece onunla gösteriş yapmak istediklerini farkedebildi. Kişisel geçmişi de çok rahatsız edici hikâyelerle doluydu ve terapinin ilk ayları bunları bana anlatmasıyla geçmişti. Bundan da anlaşılıyordu ki, yalnız müstakbel kayınvalidesi ve kayınpederine değil, kendi ailesine de çok yoğun bir öfkesi vardı.

Üç çocuğun en küçüğü Julie. En büyük çocuk evlat edinilmiş bir kız. O sıralarda çocukları olamayacağını düşünüyormuş annesiyle babası, daha sonra ağabeyi doğmuş, ve en son olarak da Julie. Ebeveynlerinin patolojisi çok yavaş bir şekilde, zamanla ortaya çıktı. Alttan alta işleyen, ama sonuçta çok ağır etkileri olan bir durum söz konusuydu. Baba bütün terapi boyunca gölgede bir figür olarak kaldı. Kendi aile işlerinde çalışıyordu ama burada bir türlü yükselmeyi başaramamıştı. Kendi işleri olmasına rağmen kenarda kalmış bir figürdü. Julie annesini tamamen hiçbir şeyle başedemeyen, hayatla başa çıkamayan bir insan olarak görüyor. Daha çok küçük yaşta, 8-9 yaşlarındayken bile ailecek çıkılacak gezileri onun planlaması gerekiyor, nasıl gidilecek, nerede kalınacak, bunların hepsini Julie’nin ayarlaması bekleniyor. Eve gelecek her mobilya satın alınmadan önce Julie’nin onayından geçmeli. Tüm bunların yanında, Julie’nin en çok bahsettiği şeylerden biri uyku sorunuydu ve annesi de çok ağır uykusuzluk . Gecenin bir yarısı elektrikli süpürgeyle evi süpürüyordu. Julie de sıklıkla gecenin bir yarısı çalışan bu süpürgenin sesini hatırlıyordu.

Ergenlik yıllarının kabaca bir resmini o sıralarda çok yoğun bir şekilde cinsel eyleme koymaları var. 16 yaşındayken hamile kalıyor, çocuğu aldırıyor ve kürtajı da kendisi ayarlıyor. Julie Musevi bir ailenin kızı, ama bu hamile kaldığı kişi okuldan arkadaşı, zenci bir genç. Annesini güvenemeyeceği bir kişi olarak algılıyor Julie, çünkü bir türlü onun dikkatini çekmeyi başaramıyor, annenin dikkati her zaman başka yerde. Aslında Julie küçükken annenin yaşadığı problemler, Julie’nin şu anda yaşadığı problemlere çok benziyordu, ve bunun farkına varmak Julie için çok rahatsız edici oldu.

Julie’yi gördüğümde edindiğim temel izlenim, kaygı, obsesif kompülsif belirtiler ve sayılan bütün semptomlar yüzünden kendilik bütünlüğü o kadar tehdit altındaydı ki, kendini sürekli tehlikede hissediyordu. Daha ilk görüşmelerde Julie’nin ilaç kullanması konusunda da bir değerlendirmeden geçmesi gerekliliğini gördüm ve çalıştığım yerdeki psikiyatriste yolladım kendisini. Terapinin daha ilerleyen zamanlarında, eski terapistinin kendisine hiçbir zaman ilaç önermemesi ve bu konuda cesaretini kırması konusunda öfkelendi. Benim onu bu değerlendirme için bir psikiyatriste yollamam kendisi için rahatlatıcı olmuştu. Antidepresan, anksiyolitik ilaçlar kullanmaya başladı ve terapi boyunca bu ilaçlara devam etti. Birçok defa doz ayarlamsı gerekti. Özellikle uyumasına da yardımcı olan anksiyolitik ilaın dozunun zaman zaman düzenlenmesi gerekiyordu.

Tedavi sürecinde kaygı zamanla arka plana karıştı ve depresyon öne çıktı. Kendi ifadesine göre, kendini bildi bileli depresyondaydı ve annesinin de ağır bir depresyon içinde olduğunu tahmin ediyordu.

Julie’nin duyguları çok değişken ve ne yapacağı önceden tahmin edilemiyor, herhangi bir şekilde incindiği zaman öfke içinde bir saldırıya geçiyor ve kendini incinmiş hissetmesi de çok kolay. Mesela birisi arabasını kendi arabasının fazla yakınına park ettiği zaman bile öfkelenebiliyor. Özellikle kişisel alanına girilmesi konusunda çok hassas. Bu sırada Julie bir sanat galerisinde çalışıyor ve işyerinde de arada bir böyle patlamaları oluyor. Özellikle Jim’e karşı olan öfke patlamalarından dolayı çok endişeli, çünkü ona gereğinden fazla yük olduğunu düşünüyor. Ama başka alanlarda öfkesinin doğurabileceği sonuçlarla ilgili de tuhaf bir ilgisizliği vardı.

Terapide bir süre boyunca öfkesinin bana yönelik olan kısmından bahsetmekten kaçındı. Bununla ilgili bir yorum yaptığımda, “dışarıda öfken gösterdiğin zaman bu aslında bana yönelik bir öfkeydi”, dedim. Bunu asla kabul etmedi ve kafası karışmış gibi göründü. Onu yolundan çıkarmışım gibi tepki verdi. “Hayatımın en kötü gününü geçirdim. Bu hafta benden fazladan bir gün işe gelmemi istediği için patronuma bağırmaya başladım. Eğer o sırada bir müşteri gelmeseydi sanki hiç duramayacaktım. Daha sonra Jim aradı ve temizlemeciden giysileri almamı istedi. Benim kim olduğumu zannediyor? Patladım. Eve gelirkende başka bir arabanın sürücüsü önümü kesti, onu da duvara yapıştırmak istedim. Herkes benden çok fazla şey bekliyor. Ben sadece rahat bırakılmak istiyorum. Hayatımın benim için ne kadar zor olduğunu kimse farketmiyor mu?”

Şöyle cevap verdim: “Öyle görünüyor ki bugün herkes tarafından baskı altına alınmış hissetmişsin kendini ve hiçkimse de taleplerinin sana ne hissettirdiğini farketmemiş. Belki bugün buraya gelmekle ilgili de öyle hissediyorsundur. Sonuçta bu da sana yönelik bir talep.” Julie kafası karışmış görünüyor ve şöyle diyor: “Hayır, bunun burayla ya da sizinle hiç ilgisi yok, sadece hayatım yolunda gitmiyor. Burası hepsini çıkarabileceğim tek yer. Buraya gelmek zorundayım çünkü bu insanların bana nasıl hissettirdiğini bir tek siz anlıyorsunuz.”

Julie’nin yaptığı tipik şeylerden biri, seanslara pek de doğru cevabı olamayacak ikilemlerle başlamak ve bu ikilemlerde benim doğruyu bulmamı beklemekti. Onu henüz pek iyi tanımıyorken bunlardan çok rahatsız oluyordum, kendimi köşeye sıkıştırılmış hissediyordum ve terapist olarak beni yanlış kullandığını hissediyordum. Benzer bir şekilde, işbirliği içinde Julie’yi gördüğümüz psikiyatrist de aynı hislerden bahsetti ve bunu ‘hastanın kendisini manipüle etme ihtiyacı’ olarak tanımladı. Bu psikiyatrist yorumları Julie’ye yaptığında da tamamen kafası karışıyordu. Psikiyatriste tahammül etmeye devam etmesinin tek sebebi ona karşı bir iyi niyet besliyor olmasıydı, çünkü psikiyatrist başlarda ona çok yardımcı olmuştu. İlerleme kaydedebilmemiz için, önce benim onun içsel durumuyla bir eşduyum sağlamam gerekti. Ancak ondan sonra yol katedebildik. Emin olmamasının, kendisini kaybolmuş hissetmesinin, iki seçenekten birisini seçememesinin, kendisi için ne kadar zor olduğunu söylediğim andan sonra, o da bunun üzerine düşünmeye, konuşabilmeye başladı. Bilmecelerin odağı genelde fiziksel durumuyla ilgiliydi. Mesela boğazı ağrıyorsa, sormaya başlıyordu: “Acaba yarın işe gitmeyip evde mi kalsam? Acaba bu gece erken yatsam, yarın işe mi gitsem? Zor da olsa kendimi zorlasam mı gitmek için? Dahiliyeciyi mi arasam acaba?”

Bütün bu alternatifleri, karar verememesini konuştuğumuzda bunlar ona çocukken annesinin bütün kararları kendisine bırakmasını hatırlattı. Arada bir de benim de boş bulunup fikrimi söylediğim olurdu. Mesela, “hakikaten yarın işe gitmesen iyi olur”, derdim. O zaman da, “hayır, hayır bu hiç iyi olmaz”, derdi. Bir süre sonra anladım ki, hiçbir zaman aslında istediği bir cevap, benden bir şey öğrenmek, bir şey almak değildi.

Tabii bir süre sonra kendi duygularımla da çatışmaya başladım. Kendimi işe yaramaz hissediyordum. Konuştukça ortaya çıktı ki, bu muhtemelen Julie’nin de deneyimiydi. O da kendisini öyle hissediyordu. Nereye gideceğini, ne yöne sapacağını bilmiyordu. Ben kendisine ancak kendisini kayıp hissettiğine, bütün seçeneklerin eşdeğerli göründüğüne dair bir yorum yapınca kendisini anlaşılmış hissetti.

Bir noktada psikiyatristiyle görüştük. Şöyle bir şey düşündük: Eğer bir psikolog ona bir takım testler verirse, psikiyatriste Julie’yi daha iyi tanıdığı hissi verebilirdi. Bunu Julie’ye önerdiğimiz zaman bu onun da ilgisini çekti. Testler bitip rapor yazılınca Julie bu raporu okumak istedi. Psikiyatristi ve ben, başta okursa acaba rahatsız olur mu diye düşündük. Öte yandan bizim etik sistemimize göre bu toplanan veri Julie’ye aitti. Şöyle bir çözüm ürettik: Julie bu raporu benimle beraber okuyacaktı. Gerçekten de bir seansı buna ayırdık. Julie oturdu, çok yavaş biçimde raporu okudu. Çok uzun bir rapordu: Dört sayfa, tek aralıklı basılmış. Bunun tamamını okumayı bitirince Julie şöyle dedi: “Bu hayatımda başıma gelen en önemli şey.” Ben bu raporu okumanın kendisinde büyük bir dağılmayı başlatabileceği korkusunu taşıyordum. Ondan böyle bir yorum gelince rahatladım. “Bundan biraz daha bahset”, dedim. Gözlerinde yaşlarla, raporun aslında bir felaket olduğunu söyledi. “Ama ben bunları her zaman biliyordum, şimdi ise bildiklerimin doğru olduğunu biliyorum.” Ondan sonra uzun uzadıya kendisiyle ilgili deneyiminin onaylanmasının nasıl bir his olduğuna dair konuştuk. “Her zaman bu belirtileri dikkat çekmek için yapardım, şimdi de anlamlarını görüyordum”, diyordu. Psikiyatristi ve bana duyduğu şükranı belirtti ve bizim bu sonuçları bilme ihtiyacını anlayabilmiş olduğumuzu söyledi. Bu olayın sonunda Julie’nin kendilik duyumunda çok büyük bir güçlenme oldu. Bu güçlenmenin sebebi de, kendisini sorunlu ve acı içinde deneyimlemesinin artık bir yarıkla ayrılmış olmak yerine birleştirilmiş olmasıydı. İlginç bir şekilde başka genç kadınlarla arasında akrabalık hissinde, Kohut’un tabiriyle söylersek ikizlik hissinde bir artış oldu. Her zaman kendisini başkalarından çok farklı olarak hissetmişti. Halbuki şimdi, bu sonuçları kağıt üzerinde gördüğü zaman, kendi çektiği zorlukları başkalarının da çekebileceğini düşünüyordu.

Makalenin büyük bir kısmını atladım çünkü çok uzun. Buradan çıkan esas sonuç şuydu: Terapiyle ilgili yaşadığı sorunları, yani aramızdaki negatif aktarımı konuşmak hiçbir işe yaramayacaktı, verimsiz olacaktı. Ancak beraber onun terapi konusunda yaşadığı zorlukları konuşabildiğimiz zaman ilk defa olarak yanında birisi olduğunu hissetti. Her terapide aslında hasta sürekli bir süpervizyon veriyordur ve geribesleme sayesinde teknik olarak hangi yolu seçeceğimize karar veririz. Son olarak da, negatif aktarımın yorumlanması idealize kendiliknesnesiyle ilişkiyi bozar ve Julie’nin durumunda bundan her şekilde kaçınmak gerekiyor.

SORU: Julie’nin bize gösterdiği ilerleme belki de şundandı: Önceden başkalarının gürültüsü çok yıkıcıydı. O gürültünün arasında kendi sesini duyamıyordu. Sizin vasıtanızla kendi içinden gelen kendi sesini duyabilmeye başladı. Ben de varım ben böcek değilim diyebildi.

CG: Dün Arnold da terapide biçim ve içerikten bahsetmişti. Bazı hastalar için biçim en az içerik kadar önemli olabiliyor. Julie için de, terapinin düzenliliği çok önemliydi. Kendiliği o kadar kırılgandı ki, ancak düzenlilikle kendini birarada tuttu. Düzenli bir şekilde geliyor olmayı çok iyi bir şekilde kullandı. Hiçbir zaman gecikmedi, hiçbir seansını iptal etmedi. Tedavisinin bir kısmını da bu oluşturuyordu. Bunu düşünürken aklına hep annenin süpürgesi geliyordu. Annenin gece yarısı elektrikli süpürge çalıştırması, onun kırılgan kendiliğine bir saldırıydı ve terapi de bununla güzel bir kontrast oluşturuyordu. Terapisi sessizdi, sakindi ve anlaşıdığı bir yerdi.

SORU: Normal gelişimde kendiliknesneleriyle olan ilişkide kırılmalar, optimal hayal kırıklıkları yaşanır. Terapide de optimal hayal kırıklıkları yaşanabilmesi, dolayısıyla hastanın kendine yetebilecek hale gelebilmesi için negatif aktarımın yorumlanması gerekmez miydi?

CG: Tedavide de zaman zaman eşduyumda aksamalar oldu. Kohut’un dediği gibi, bu aksamalar optimal zamanlamalarla olursa dönüştürmeli içselleştirmelere yol açarlar. Her hasta için şunu düşünmemiz lazım: Eşduyum hatası nedir? Herkes için farklı olabilir. Mesela Julie için, öfkesinin aslında bana yönelik olabileceğini söylediğim zaman, bu onun açısından eşduyumda bir hataydı. Buna benzer sınır kişilik vakalarında Kohut’un savunduğu, negatif aktarımın yorumlanmasının yıkıcı olabileceği ve bundan kaçınmak gerektiğidir. Unutmamamız gerekir ki, bu vaka bir narsistik kişilik bozukluğu ya da narsistik davranış bozukluğu vakası değil, bir sınır kişilik vakası. Kohut’a göre olumsuz aktarımın yorumu terapötik birliği zedeleyebilecek bir şey. Tabii birçok kişi bu fikre katılmayabilir. Örneğin, az önce alıntısını okuduğumuz Casement. Ben Kohut gibi, aslında birliğin devamının bu tür hastalarda en önemli şey olduğunu düşünüyorum. O nedenle de olumsuzlukları yorumlamaktan kaçınmak gerekebiliyor. Birkaç yıl önce bu vakayı bir kendilik psikolojisi konferansında sunduğumda birçok kişi bana karşı çıktı ve yaptığım şeyin sonuçlarından emin olmak için henüz hastayı yeterince uzun süre görmediğimi söylediler. Bana orada söyledikleri bir şey, tedavinin daha ileri aşamasında er ya da geç Julie’nin güçleneceği ve bu analizdeki, yani ikimiz arasındaki zor meseleleri konuşacak noktaya gelebileceğimizdi. Ama ben Julie’yi 2 yıl daha gördüm ve 5 yıl sonunda tedaviyi tamamladı. O sırada kendisini çok iyi ve iyileşmiş hissediyordu. Böyle hissederken ben buna karşı çıkmanın ya da sorgulamanın gereğini görmedim.

Julie’nin temel korkularından biri ileride kendi çocukları olmasıydı. Anne olarak işlev göremeyeceğini düşünüyordu, çünkü önünde çok kötü bir anne örneği vardı ve gereken ilgiyi çocuklarına veremeyecek olmaktan korkuyordu. Julie’yi takip etme şansım oldu. Her yıl Noel’de bana kart yolluyor ve şimdiye kadar bana yolladığı kartlarda çocuğunun resmi var. Şimdi bir çocuk annesi ve anneliği de çok iyi götürüyor. Kendisi de bunu yapabilmesine şaşırıyor. Anneliği iyi götürebilmesini, hayatını kendi eksikliklerini bilerek buna uygun şekilde yapılandırmasına borçlu. Kocası kendi işinde ilerledi, ekonomik durumları çok iyi. Julie nerede yardıma ihtiyacı olduğunu saptayıp, gereken yardımı alabiliyor. Ne zaman çocukla ilgilenebileceğini, ne zaman onu dadıya bırakması gerektiğini biliyor.

İlginç bir şekilde, İstanbul’da kendisinden bahsedeceğimi bilirmiş gibi, bir ay kadar önce panik içinde beni aradı. Son bir ay içinde kendisiyle birkaç telefon seansı yaptık. Şimdiki ofisimin olduğu yerden uzakta oturuyor, onun için telefonla görüşüyorduk. Beni aramıştı çünkü aşırı kaygı belirtileri birdenbire geri dönmüştü. Bu onu çok sarsmıştı, çünkü bunlardan ömür boyu kurtulduğunu düşünüyordu. Zaten de çok uzun zamandır bu belirtiler yoktu. Ne oldu da beni tekrar aradı? Ne oldu da bu kaygılar tekrar uyandı? Buna baktığımızda şunu gördük: Julie tatile çıkmak üzereydi ve bu tatile de kocasının iki erkek kardeşi, eşleri ve çocuklarıyla çıkacaklar, büyük bir evde hepberaber kalacaklardı. Burada kendisini kaygılandıran, görümceleriyle kendini rekabet içinde hissetmesiydi. Kendileriyle yakın bir ilişki içinde bu kadar dar bir alanda birarada olursa, 24 saat boyunca mükemmel bir görüntüyü koruması gerekeceğini düşünüyordu. Sürekli mükemmel bir anne, mükemmel bir eş olmalıydı ve mükemmel görünmeliydi. Halbuki kendi evinde, eşinin ailesinden uzakta olduğu zaman bu kaygıları yaşamıyordu. Aileye girdiği zamandan beri o kadar kaygılıydı ki, alacağı tepki ve eleştirileri düşünerek gerçek kendiliğini hiçbir zaman ortaya koyamamıştı. Tatile çıktıktan sonra beni iki kere aradı. İkinci aradığında, artık iyi olduğunu, herşeyin yolunda olduğunu, artık mesele kalmadığını söyledi. Ne olduğunu sordum. Daha önce hiç oturup konuşmadıkları bir görümcesiyle oturup konuşmuşlardı. Julie ona yaşadığı bütün zorlukları anlatmış, görümcesinden de çok iyi bir tepki almıştı.

AG: Bazıları bu tedaviyi biraz değişik bir açıdan açıklayabilir. Kimisi için terapi tamamen bir gelişim deneyimidir. Burada Julie’nin bu dönem içinde büyüdüğünü söyleyebiliriz. Dağılmanın kıyısında dururken, şimdi artık öyle bir noktaya geliyor ki, onaylanma ihtiyacı yaşıyor sadece, bu da kendisi için yepyeni bir deneyim. Birçok kişi her tedaviyi bir gelişme olarak görür. Julie de artık gelişme gösterdiği, büyüdüğü için geçmişinden uzaklaşmış ve geçmişteki semptomlarına dönme ihtiyacı hissetmiyor.

SORU: Sınır kişilikli hastalarla çalışırken pozitif aktarımın ön planda tutulması gerektiğine katılıyorum. Ancak sınır kişiliklerin önemli bir özelliği, yararak ayırmayı çok sık kullanmaları. Negatif aktarımı konuşmaktan kaçınmak bu yarığın üstesinden gelinmesini engelleyebilir. Konuşulsa yarık aşılacağı için sonuçta olumlu aktarımı da güçlendirebilir.

CG: Sizinki geçerli bir bakış açısını tam olarak yansıtıyor aslında. Bu da geçerli bir bakış açısı, ama Julie’yle beraber bu yoldan gitmek bana doğru olmayacakmış gibi geldi, bunu yapmayı denediğim zaman bir sonuç alamıyordum. Aslında bir hastayla oturduğunuz zaman o hastayla ilgili hangi yoldan gideceğinizi, ne yapabileceğinizi değerlendirmeniz gerekiyor. Ben Julie’yle bu yoldan gidilebileceği hissine kapılmadım. Belki de siz olsaydınız o yoldan da gidebilirdiniz.

SORU: Olumlu aktarımı da yorumlamak yararlı olabilir. Hasta terapistle bir kendiliknesnesi ilişkisi içinde olduğu için, bunun yorumlanması hastanın terapistten ayrışmasını, içsel psişik yapılar kazanmasını sağlayabilir.

CG: Evet.

SORU: Kendilikte bir bütünlük duyumunun sağlanmasını beklemek için yorumlamayı erteleme sözkonusu olabilir. Bütünsel bir kendilik duyumu oluşturduktan sonra, eşduyumsal hatalar da oldukça, negatif aktarımı yorumlamak için fırsatlar doğabilir.

CG: Arnold’un gelişim süreci olarak bahsettiği şey biraz da buydu. Julie’de bütünsel bir kendilik duyumu o kadar eksikti ki, önce onu oluşturmamız gerekiyordu. Ne negatif ne de pozitif aktarımı yorumlamanın henüz yeri değildi. Bu narsistik değil, sınır kişilikli bir hasta. Narsistik hastalarda bir dağılma korkusuyla karşılaşsak da, aslında kendilik duyumu çok daha sağlamdır. Sınır kişilikli hastalarla çalışırken en önemlisi o bütünlük hissini sağlamaktır. Julie hala gelmeye devam ediyor olsaydı, belki aktarımı yorumlamaya fırsat olabilirdi. Ama kendisini iyi hissederek artık tedaviyi bitirmek istediğini söylediği zaman ona “yok, gidemezsin, daha aktarımı çalışacağız”, diyemezdim.

SORU: Terapideki ilginç noktalardan biri Julie’nin test raporunu okumasına izin vermenizdi. Bu belki de onun için bir anlamda korkulanı deneyimlemek anlamına geliyordu. Bunu sizden duymasıyla kâğıttan okuması arasında ne fark var? Belki aktarımla ilgili yapılabilecek bütün yorumları okuyordu zaten.

CG: Gerçekten aslında bir anlamda korktuğunu deneyimlemek gibiydi. Ama belki bunları kâğıt üzerinde okumak bunun bir kısmını içselleştirmesini sağlayacak kadar mesafe olmasına izin veriyordu. Deneyimin korkulan tarafları üzerine konuşabiliyordu, ama bunları doğrudan aktarımın içine çekemiyordu.

SORU: Belki onun gitmesine izin verdiniz, çünkü artık kendisine yeni bir kendiliknesnesi bulabilecek kapasiteyi geliştirmişti. Görümcesiyle böyle bir kendiliknesnesi ilişkisine girmişti. Kohut’un da eşduyumun sadece veri toplama yöntemi olmayıp iyileştirici olma özelliği olduğunuda kabul ettiği söyleniyor.

CG: Kohut son makalesinde şöyle yazmış: “İstemeden de olsa kabul etmek durumundayım ki, eşduyum bazı durumlarda veri toplamanın yanında hastaya başka bir fayda da sağlıyor. Kendisini eşduyum içinde dinleyen bir ötekinin olması iyileştirici bir etki gösterebiliyor.”

SORU: Bu tedavi sürecinde negatif aktarım yorumlanmadı, ama pozitif aktarım da yorumlanmadı, idealizasyon beş yıl boyunca devam etti. İlişkinin doğası buydu. Sonda idealizasyonun ortadan kalkması yaşandı, ancak bu da yoruma gerek kalmadan gerçekleşti. Bu kadar gelişme gösterebildiğine göre, hastanın Kernberg’ün kastettiği anlamda sınır kişilik yapısında olmama ihtimali yok mu?

CG: Aslında teşhisle ilgili soru ilginç bir soru. Düşünürsek, Kernberg’ün kastettiği anlamda gerçekten sınır kişilik olmayabilir. Ben onun kendiliğinin kırılganlığını, her durumda en etkili yol olarak öfkeyi kullanabilmesini, kendini sunumundaki o sahtelik hissini biraraya koyduğumda, bende bir çeşit sınır kişilik olduğu hissi uyandı. Aslında sınır kişilik herşeyi içine alan, biraz geniş, gevşek kullanılan bir kavram. Onun için ne kadar sınır kişilik olduğu tartışmaya açık. Başta dediğiniz de doğru. Bu aslında yorumlamanın ön planda olmadığı, gelişimin ön planda olduğu bir terapiydi.