psikoloji tanım açıklama sorun tedavi yöntem hastalık psikanaliz freud sigmund ruhbilim psychology psikoloji adler psikopatoloji şizofreni parapsikoloji psikoterapi psikopati otizm psikanaliz şizofreni parapsychology cure therapy disease illness behaviouralism health autism psychoanalysis

Özel Arama

26 Ekim 2007 Cuma

"BAŞTAN ÇIKARMA KURAMI" ETRAFINDA, FREUD'UN YAPITINDAKİ DIŞ GERÇEKLİK VE TOPLUMSALLIK-1

Bella Habip

Psikanaliz bireyin kişisel alanının, kamusal olmayan alanının, yani psişenin analizini kapsayan bir pratikse toplumsallığın ve dış gerçekliğin psikanalizle ne ilgisi var diye sorulabilir. Psikanalizin kuramsal yapısının salt bireyin metapsikolojisi üzerine kurulduğunu göz önünde bulundurursak, topluluk olgusunun burada ne işi var diye de sorulabilir.

Freud’un nörofizyolojist araştırmacı olarak çalıştığı laboratuvardan ayrılıp 1885’te aldığı bir bursla Paris’e Charcot’nun yanına staja gidip, daha sonra Viyana’da hekim olarak histeriklerle çalışmaya başlamasından itibaren ruhsal rahatsızlıkların temelinde toplumsallığın izlerini takip ettiğini ileri sürebiliriz. Freud için toplumsal alan psişik alan ile aynı ilgi ve merağı içerir gibiydi. Freud ruhsal hastalıkların etiyolojisini salt psişik aygıtın işleyişindeki kimi tuhaflıklara bağlamıyor, bu tuhaflıkların tetikçisini bir dizi dış etkenle de bağlantılandırıyordu. Bu konuşmamda Freud’daki bu toplumsal hassasiyeti öncelikle, epeyi vulgarize olmuş, özgünlüğü bir kenara bırakılıp popüler yönü muhafaza edilmiş bir kuramı, “baştan çıkarma kuramı”nı öne çıkararak anlatmaya çalışacağım. Bu kuram ve kuramın içerdiği bağ kurma meselesiyle Freud’un toplumsal içerikli metinleri arasında bir paralellik kurarak, bu metinlerde kısa bir gezintiyle de konuşmamı sonlayacağım.

Freud’un araştırmalarının başlangıcında, önce hipnoz, sonra katarsis daha sonra da psikanaliz pratiğinin başlangıçlarında ileri sürdüğü, histeriklerin etiyolojisinde önemli yer tutan “baştan çıkarma” olgusunun etrafında geliştirdiği “baştan çıkarma kuramı”nı ele almadan önce baştan çıkarma kavramına eğilmekte fayda var. Ne demek birini baştan çıkarmak? Kısaca birisini etkilemek veya söz konusu kişinin etkilenmesini sağlamak demek. Buraya kadar bir sorun yok... Örneğin bir erkek bir kadına kur yapar: Kültürel bağlamına göre erkek kadının hoşuna gidecek şeyi bulmaya (eğer biraz libidosu narsisizminin önüne geçerse) ve bu şeyi o kadına sunmaya çalışır ki, kadın da kendisinde olmayan şeyin (arzusunun nesnesinin) sadece o erkekten, ya da o erkek dolayımıyla sağlanacağını sansın. Bu tür bir baştan çıkarma meşrudur ve cinsiyetler arasındaki karşılaşmaların temelindeki sosyo-psiko ve hatta etolojik bir şemaya tekabül eder. Ya da bu sefer kadınla erkek farklı sosyal statülerden olsunlar, örneğin bir üniversite profesörü, kır saçlı ama dinç, genç talebesini baştan çıkarır. Veya bir hastanenin klinik şefi genç bir kadın asistanı baştan çıkarır. Biraz daha ileri gideyim. Bir şirket yöneticisi sekreterine cinsel imalarda bulunarak baştan çıkarmaya çalışır ya da, artık kelimeyi söyleyeyim, tacize yeltenir. Ya da erişkin bir erkek veya erişkin bir kadın (örneğin bu bir çocuk bakıcısı olsun) küçük bir kız veya erkek üzerinde cinsel temaslara başvurabilir, ki bu temaslar tecavüze kadar gidebilir.

Neden bunları söylüyorum? Bir erkekle bir kadının eşitlik ilişkisi içinde karşılaşmalarıyla, bir kişinin otoritesini kullanarak suistimal yoluyla istediğini elde etmeye çalışması arasında önemli bir fark vardır. Bazen bu karşılaşmanın aktörleri görünürde karşılıklı rıza gösterir gibidirler ama yine de bir mesele var gibidir: Örneğin bir psikotik (kız veya erkek) annesiyle aynı yatağı paylaşıyorsa ve annesine cinsel girişimlerde bulunuyorsa, anne, ya da sapkın diyebileceğimiz anne de bu durumdan hiç şikayetçi görünmüyorsa, kim kimi taciz ediyor sorusuna verilecek yanıt gittikçe zorlaşır. Ama bu da zaten başka bir meseledir.

Görüldüğü gibi baştan çıkarma pratikleri çok çeşitlidir ve karşılıklı haz arayışından tutun da bir kişinin kendi otoritesini ve sosyal statüsünü kullanarak bir diğer kişi üzerinde cinsel şiddet uygulamasına kadar gider. Tabii üzerinde şiddet uygulanan kişi bu duruma hayır diyebilecek serbestliğe sahip değildir: Bir sekreterse işini kaybetmekten korkar, bir ebeveyni tarafından taciz edilen bir çocuksa, çocuk sapkın ebeveynini o haliyle sevmeye mahkûmdur...

Mesleğinin ilk yıllarında histerikler Freud’un özel ilgi alanıydı denilebilir. Histeriklerin konversiyonlarındaki, rüya ve çağrışımlarındaki, bilinçli hayat öykülerindeki cinsel travmalara dikkat çeken Freud tıpkı Paris’li hocası Charcot gibi “cinsel şey”in izini sürmektedir. “Histerik anılarından ötürü acı çeker” diyen Freud travmaların gerçekleştiği tarihe göre bir nosografi bile hazırlar. Örneğin obsesif kompulsif nevrozluların travmasının histeriklerinkinden çok daha eski bir tarihte gerçekleştiğini söyler Freud. Çocuk 4 yaşından önce bir erişkinle (ki bu erişkin sık sık babadır) haz aldığı bir cinsel deneyim yaşamıştır. Histeri için 8 yaşını ileri sürer; daha sonraları bu tarihleri daha geriye alır, 1 yaşına, hatta 6 aya kadar götürür. Travmayı mekanik bir biçimde ele alan Freud, sebep sonuç ilişkisinde bir doğrusallık modeliyle, hastaların anlattıkları öykülerde nesnel gerçekliğin, yani olmuş bitmiş travmanın izlerini bir dedektif gibi arar, hatta ısrarla hastalarına itiraf ettirir. Freud, bu cinsel travmanın çocuğun cinselliğinin çok erken ve zamansız bir biçimde uyanmasına sebep olduğunu, dolayısıyla, çocuğun psikolojik donanımı bu uyarılmayı kaldıracak güçte olmadığı için bu deneyimi halihazırdaki kişiliğine entegre edemediğini, dolayısıyla da çocuğun dürtüsel ve duygusal düzenlemesinin bozulduğunu ileri sürer. 1897 yılına kadar Freud için cinsel travma ruhsal rahatsızlıkların, özellikle histeri ve obsesif kompulsif nevrozun temelindedir.

Dolayısıyla en başından beri Freud hastalarının aile çevresiyle yakından ilgilenmekte, özellikle güç ve otorite ilişkilerine ve bunlardan kaynaklanarak ruhsal hastalıkları doğurduğunu düşündüğü cinsel istismarlara özel bir ilgi göstermektedir. (Dikkat ederseniz baştan çıkarmanın günümüzdeki versiyonunu kullanıyorum: Bu da Freud’un çağdaşlığını –postmodern?- bir kez daha vurgulamak için bir vesile sayılabilir). Güç ve otorite ilişkilerinin ruhsal hayattaki izdüşümlerinin izlerini Freud’un neredeyse tüm eserlerinde bulabilirsiniz; daha ilerideki satırlarda bunlara değineceğim. Ama toplumsallık içeren bu metinlere göz atmadan önce Freud’un “Düşlerin Yorumu” metnine bile bakılacak olsa (bile diyorum, zira bu metinde ruhsal aygıtın işleyişinin neredeyse mühendisliği yapılmıştır), Freud’un kendi kendine yaptığı analizde, yakın çevresiyle olan hesaplaşmalarını ve “güç ilişkilerine mahkûm yalnız birey sorunsalı”nın etrafındaki bu hesaplaşmaların sansüre takılmamak için nasıl kılık değiştirdiklerini bireysel düzeyde okumak olanaklıdır. Yeniden Freud’un 1897 yılına kadar savunduğu “baştan çıkarma kuramı”na dönecek olursak, ki bu kurama Freud “benim nörotikam” adını vermiştir, Freud bu kuramdan 1897’de birçok nedenden ötürü vazgeçer ama hiçbir zaman bütünüyle terk etmez. Vazgeçme nedenleri olarak dört ana neden ileri sürer Freud. Bunlar:

Öncelikle Freud analizlerinin sonlanamadığını söyler: Hastalar zamansız olarak tedaviyi terk ediyorlar dolayısıyla Freud kuramının tutarlılığını tam olarak doğrulayacak durumda olamıyordu. Bu nedenin konjonktürel bir neden olduğunu ileri sürebiliriz.

İkinci nedenin metapsikolojik olduğu söylenebilir. Freud bilinçdışında gerçeklik ile hayal ve kurgu arasındaki farklılığı oluşturacak bir kategori olmadığını ileri sürer. Dolayısıyla baştan çıkarılma öykülerinin dış gerçeklikle olan bağlantısı meselesi hallolmamıştır.

Tüm histeriklerin sapkın bir babaya sahip oldukları gibi bir saptama Freud’a artık abartılı gözükmeye başlamıştır. O zaman histeriklerin sayısından (histeriklerin birkaç baştan çıkarma olayıyla histerik oldukları düşünülürse) çok sapkın baba sayısı varsaymak gerekir ki bu da, yani bu kadar çok sapkın babanın varlığı da, Freud’a pek akla yakın gözükmez.

En sonuncu gerekçe de bilinçdışının apaçık olduğu psikozlarda bu tür anılara fazla rastlanmamasıdır.

Histeriklerin babaları tarafından tacize uğradıkları için hastalandıkları şeklindeki kuramı Freud bir kenara bırakır ama hiçbir zaman tamamiyle terk etmez. Freud kendi kendine yaptığı analizinde başka bir tür gerçeklikle karşılaşır; bu paylaşılabilen bir gerçeklik olmayıp, kişiye özel bir gerçekliktir ve hayallerin dünyasını kapsar. Özellikle rüyalarını çözümlediği kendi kendine yaptığı analizde, ilk çocukluk yıllarındaki bakıcısının cinsel uyarmalarını, annesine olan aşk duyguları ile babasına olan düşmanlık duygularını keşfeder. Oedipus trajedisinin küçük insanın toplumsallaşmasının temelindeki temel şema olduğunu ileri sürer. Tabii bütün bu keşifler “baştan çıkarma kuramı”nı yeniden gözden geçirmek için bir fırsattır. Kendi üzerinde keşfettiği çocukluk hayallerini histeriklerde izleyen Freud, “çocukluk cinselliği” kuramını ortaya atar. Bu kurama göre çocuk dünyaya yaygın ve çift cinsiyetli bir cinsellikle gelir ve hayal dünyası cinsellikle dopdoludur. Anne ve baba, ya da çocuğun bakımıyla ilgilenen kişi çocuk için en ayrıcalıklı cinsel nesnedir. Örneğin kız çocuk önce annesinin herşeyi olmak ister ve annesinin tüm arzu ve tasarısının ondan ibaret olduğunu zanneder. Annesinin kendisinin dışında da ilgi alanları olduğunu -örneğin babayı- keşfeden küçük kız, birden anneyi memnun edemeyeceğini, eksik olduğunu, psikanaliz jargonuyla söyleyeyim, iğdiş olmuşluğunu dehşetle keşfeder. Bu hem gerçek hem de eğretileme olarak küçük kızın ilk hayal kırıklığıdır. Hemen ardından ikinci bir hayal kırıklığı, cinsiyet farklılığının farkedilmesiyle ortaya çıkar. Penis eksikliğini salt kendinde değil ama annesinde de keşfeden küçük kız babasına doğru döner, ve annesinin ona veremediklerini babasından ister: Önce bir penis daha sonra bir bebek olarak. Bu değişikliğe “nesne değiştirmek” diyoruz. İşte böyle cinsellik çocukların kafasını meşgul eder ve üreme de çocukların (kız ya da erkek) belli başlı kafa yordukları bir meseledir. İşte bu cinsellik üzerine meşguliyetler ki, çocuklukta hayal olarak mevcutken ve daha sonra bastırılmışken (ki bu bastırma medeniyetin dürtüler üzerindeki yasaklayıcı etkisidir), ikinci bir zamanda, ergenlikte bir ikinci örgütlenme yoluna girer. Freud buna “sonradan etki” (Nachträglich) zamanı der. Bu, bu sahnelerin hatırlanma zamanıdır, ve hatıralar birden travmatik etki gösterirler, bir başka deyişle nesnel ve tarihsel olay (travmatik olay) hatıralar yoluyla sonradan travmatik etkisini gösterir. Bu sonradan etki kavramına biraz açıklık getirmek amacıyla Freud’un “Bilimsel bir Psikolojinin Eskizi” (1895) adlı metinindeki örneğini anlatacağım. Emma dükkânlara yalnız başına girmekten korkan genç bir kadındır. 13 yaşında bir dükkâna girdiğinde, orada çalışan iki tezgâhtarın güldüğünü görmüş ve kendi kıyafetiyle alay ettiklerini düşünmüştür. Bu arada bu iki tezgahtardan biri Emma’nın ilgisini çeker; Emma onu çekici bulduğunu hatırlar. Ama Freud’la yaptığı analizden sonra Emma bir diğer sahneyi hatırlar: Sekiz yaşındayken bir şekerci dükkânında, satıcının tacizine uğramış ve bu sonuncusu Emma’nın cinsel organlarını ellemişti. Bu teması Emma, o sırada ve hemen akabinde unutmuş yani bastırmıştı. Freud’un açıklaması şöyledir: Bu cinsel temas, yaşından ötürü, küçük kız tarafından o şekilde adlandırılmamıştır ve cinsellik öncesi bir deneyim, böyle bir deneyimle ilgili olarak çocuğun herhangi bir tasarımlaması ve duygulanımı var olmadığından dolayı, anlamlandırılamadan bastırılmıştır. Ergenlikte ikinci bir sahne, ilkini yakından hatırlatır, onu canlandırır ve bu hatırlama, söz konusu o ilk sahneyi “sonradan” travmatik hale sokar. Freud şöyle der: “Olay gerçekleştiği sırada ortaya çıkamayan ama daha sonradan olayın anısıyla canlanan cinselliğin itkisi kaygıya dönüşür”. Bastırılmış bir anının daha sonradan travmaya dönüştüğünü neredeyse hep görürüz. Ergenliğin geç bir zamanda oluşması birincil süreçlerin zamanından sonra üretilmesini olanaklı kılar.

Bu örnekten de görüldüğü gibi bir olayın travmatik olup olmadığı ÖZNE’nin o olayla ne yaptığına, o olayı nasıl yaşadığına bağlıdır. Bir başka deyişle öznenin dürtüsel donanımının, psişik ekonomisinin bu olaya nasıl tepki verdiği ile ilgilidir. “Olayın kendisi” değil “öznenin o olayı yaşama biçimi” bizi doğrudan “psişik gerçeklik” diye adlandırılan, salt özneye ait bir alana yönlendirir. Bu anlamda “sonradan etki” kavramı salt psikanalize aittir, psikanalizin dayandığı temel alandır. Bu kavramı anlayabilen ve kuramda bir yere koyabilen bir kişi, psikanalizin nasıl birşey üzerinde çalıştığını anlamıştır diyebilirim.

“Sonradan etki” kavramıyla, tabii ki, “baştan çıkarma kuramı” bir revizyona uğrar: Artık söz konusu olan, travmatik olayın salt kendisi değil, öznenin onu yaşama biçimidir. 1903 yılına gelelim ve Freud’un dürtüsel hayat ve libido kuramı üzerine yazdığı “Cinsellik kuramı üzerine 3 deneme”yi ele alalım. Bu metinde Freud çocukulukta cinsel bir hayatın varolduğunu ileri sürer ve bu cinselliğin, genital öncesi kısmi dürtülerden oluştuğu için, sapkın türden olduğunu ileri sürer. Bilimsel çevrelerde skandal yaratan bu kuram bir ikinci skandalı da içinde barındırmaktadır; o da, annenin çocuğun ilk baştan çıkarıcısı konumunda olmasıdır. Anne sevgisi o kadar masum ve özgeci değildir, çocuğun cinselliğini ilk ateşleyen bir “ilk baştan çıkarıcı”dır. Freud bu etiyolojiden hiç vazgeçmez. Anne, çocuğuna bahşettiği bakım, sevgi sözcükleri ve şefkat dolu dokunuşlarıyla çocuğun cinselliğini uyarır. Burada histeriyi neredeyse çocuğuna bulaştıran sapkın suçlu babanın yerine anne tüm masum görünümünün ardında baştan çıkarıcı olarak sahneye çıkar. Anne çocuğun erojen bölgelerini uyararak kendi cinselliğini de, kendisine rağmen sergiler: Çocuğu onun için neredeyse bir sevgili gibidir ve ona karşı bir sevgiliymiş gibi davranır. Her ne kadar Freud işin bu yönünü fazla irdelemediyse de, annenin cinselliğini burada vurguluyorum. Unutmayalım ki ilk baştan çıkarıcının izleri aynı zamanda çocuğun psikolojik ve cinsel gelişimine biçim vermesiyle kendisini belli eder.

Freud’dan sonra çağdaş Fransız psikanalisti Jean Laplanche “baştan çıkarma kuramı”nın bu son halini daha zenginleştirerek “kökensel baştan çıkarıcılık” (séduction originaire) diye adlandırdığı ilginç bir kuram ortaya atar. Annenin baştan çıkarıcı cinselliğini bir “bilmece” ya da “muamma” gibi yaşayan çocuk, ebeveynlerin ya da yaşamındaki tüm erişkinlerin ona sunduğu bilmeceler dizisiyle istilaya uğrar. Bu bilmece yüklü mesajlar çocuğu erişkinlerin dünyasına ve onların cinselliğine açar.

Freud’un ileri sürdüğü dış etken etiyolojisinin altını çizmek için epeyi dolaylı bir yol seçmiş olabilirim. Ama şu ince ayırımı yeniden vurgulamak isterim. Freud dış etken derken, dışarda, özneden bağımsız olup bitenlerden söz etmez. Örneğin, dürtü kuramında dürtüler bir iç uyarandır ve benliğin onlardan bir dış etkenden kaçar gibi kaçabilmesi söz konusu değildir. Bu durum da dürtülere bir dışsallık özelliği atfeder. Çocuk dürtülerini dışardan geliyormuşçasına algılar, zira onlarla henüz tanışmamıştır; nevrozlu da öyledir, onları bastırdığı için ya da, Freud’un deyişiyle, başını onlardan başka yöne çevirdiği için... Freud, çocuk olsun, nevrozlu olsun, insanın dürtülerle nasıl başa çıktığını soruşturur. Ruhsal hayatta cinsel dürtüyü algılayışımızdaki şaşırma ve itiraz boşuna değildir. Bu durum, içeride ve bize ait olanı (Freud bunu “yabancı cisim” diye adlandırır) yabancılaştırmakla ilgilidir.

Dürtü somatik olanla psişik olan arasındaki ince sınırda yer alır Freud’a göre. Bir üçüncü alan olarak sosyal alan vardır. Bu alan kamusal alan, dürtüsel öznelerin biraraya gelip birlikte birşeyler yapıp ettikleri alan, dürtülerin ihraç olduğu alandır. Bunun için savaş haberlerine, politik hayattaki tutkulu çekişmelere, fallik güç arayışına, arkadan güç kazanmaya yönelik sinsi iktidar oyunlarına (anal nüfuz), kadınların kamusal hayattan dışlanmalarına (kadınsının reddi) ve totaliter rejimlere (farklılığı, çeşitliliği ve çelişkiyi yoksayan ideolojiler) bakmak yeterlidir. Dürtülerle çevriliyiz ve bunlarla başetmemizin yolunun herzaman rasyonel yöntemlere başvurmak olmadığını da gördük. Dürtülerin ihraç olduğu alanda dürtüler deşifre olmayı bekleyen bir atık yığınına benzerler. Toplulukların, medeniyetlerin de bu cinselliği takip etmek, izlemek (Michel Foucault), yönetmek ve kodlamak gibi bir misyonları var gibidir. İlişkiler ister heteroseksüel olsun ister homoseksüel olsun, her zaman için 2 farklı psişizmin buluştuğu bu cinsellik farklılıklar ve çoğulluklar içerir (her ne kadar sevgililer karşılıklı ülküleştirdikleri -idealize ettikleri- aşklarında “biz ikimiz biriz” deseler de).

Tekrar Freud’a dönecek olursam, “baştan çıkarma kuramı”na göre, baştan çıkaran ister sapkın baba olsun isterse bakım ve sevgisiyle anne olsun, dürtünün toplumsal alanla kesiştiği noktadayız. Bu bizim Freud’u sosyolog bir düşünür olarak da okumamızı sağlar.

Freud’un toplumsallığı bir diğer metinde daha da belirginleşir. 1913 yılında yayımladığı Totem ve Tabu’da ilk insanın örgütlenmesini kurgular. “İlkel Kabile Miti” diye adlandırdığı bu kurguda Freud insanlığın başlangıcında zalim bir kabile şefinin hükümranlığındaki bu ilk toplulukta –ki bu kabile şefi erkek çocuklarını ona rakip çıkacak yaşa geldiklerinde öldürüyordu- bir gün erkek kardeşler baş kaldırıp biraraya gelirler ve kabilenin tüm kadınlarına sahip olan babayı öldürürler; totemik bir ziyafetle de babayı yerler ve akabinde ant içerler: Bundan böyle kimse kimsenin kadınına el sürmeyecek ve kadınlar eşit bir şekilde paylaşılacaktır. Neredeyse Rousseau’ist denilecek bu ilk “toplumsal sözleşme”de yasanın ve bu yasayı işler hale getirecek kuralların temelleri atılır. Bu arada bu ilk sözleşmenin kadınların paylaşımı üzerine olduğunu da hatırlatalım; ve o günden beridir ki toplumlar cinselliğin yönetimini kadınlar aracılığıyla yaparlar, bu da bir başka konudur. Ama Totem ve Tabu “toplumsal bağlar” ve bu bağlarda yaşanılan zorluklar üzerinedir. Bir de bu metnin yazıldığı sırada psikanaliz hareketinin içindeki bölünmelerin Freud’un kafasını epeyi meşgul ettiğini kolayca görebiliriz (Jung ve Adler’in kopuşları).

Toplumsallık üzerine bir diğer metin de Freud’un 1.dünya savaşının akabinde ortaya çıkan ulusal kimliklerin arka planında, 1921 yılında yayımladığı, “Kitlelerin Psikolojisi ve Benliğin Analizi”dir. Bu metinde Freud şöyle bir soru sorar: Kitleleri, halkları, toplulukları birarada tutan şey nedir? Yanıtı ise libidodur, yani cinsel enerjidir; insanları baştan çıkaran cinsel enerjidir yine konumuza dönecek olursak! Bir topluluğun üyeleri libidinal enerji sayesinde birleşirler ve o topluluğun şefi yerinde olan kişiyle özdeşleşerek birbirleriyle özdeşleşirler. Özdeşleşme, unutmayalım ki, sevdiğimiz bir kişinin özelliklerine sahip çıkmaktır; tabii sevdiğimiz derken cinsel bir sevgiden, aşktan söz ediyorum. Bu aşkla sevilen şefle özdeşleşen topluluk üyeleri, şefin ideallerini de doğrudan, uç durumlarda hiç sorgulamadan benimserler: Kolektif hipnoz diye de adlandırılabilecek bu durum kitlelerin şiddetle sevme ve sevilme arzularını yansıtır gibidir, tıpkı bireyde olduğu gibi ya da daha çok çocukta olduğu gibi! Yine Freud’un çok hassas olduğu baştan çıkarma ve güç ilişkileri konusuyla karşılaşıyoruz!

Bu iki metin insanlararası ve kuşaklararası kurulan bağların kökenindeki cinselliği ve baştan çıkarıcılığı tespit ederler. Baştan çıkarma kuramı Freud’un yakasını hiç bırakmaz: Önce hipnoz ilişkisinde, daha sonra da aktarım ilişkisinde, sarhoş kalabalıklarda, hep baştan çıkmış kişiler cömertçe sergiledikleri dürtüleriyle karşımıza çıkarlar... Baştan çıkma bir yandan toplumsal hayata katılımın bir koşulu olarak dursa da, idealizasyon yönelimli olduğunda libidoyu da kilitleyen faktörlerden birini oluşturur.

Baştan çıkarma kuramı ve tüm Freud yapıtındaki gelişimi ile etkileri, imaj toplumu çağı diyebileceğimiz postmodern çağımız üzerine düşünmemiz için bir fırsat yaratır: Bilgisayarlarla ve datalarla kuşatılmış kitleler, kurulan kişisiz bağlarda, imgeler aracılığıyla toplu bir cinsellik yaşarken baştan çıkarak hipnotize olmuş gibi değil midirler?