TARTIŞMA
Yavuz Erten
Sayın Bella Habip’in zengin ilhamlar yaratıcı –hadi çekinmeden söyleyeyim- “baştan çıkarıcı” sunumunu dinledikten sonra, kendimi “tartışmacı” konumunda buluyorum. Doğrusu bu kelime “tartışmacı” mı yoksa “tartışan” mı olmalı, ondan da çok emin değilim. “Göçmen” ve “göçebe” kelimelerinin arasındaki yakınlık ve uzaklığa benzer bir şey var “tartışan” ve “tartışmacı” arasında. Ben “göçmen” ve “tartışan” olmayı tercih edenlerdenim.
Çoğunuzun bildiği gibi, uzun zamandır “Kendilik Psikolojisi” ve “İlişkisel Psikanaliz” ile ilgilenmekteyim. “İlgilenmekteyim” ifadesinin anlamını kendi konumum açısından doğru buluyorum çünkü bu bakış açıları ile aramda hala duran bir fren mesafesi olduğunu gösteriyor. Onlar ve diğer psikanaliz ekolleri arasındaki etkileşimlere açık olmayı da seviyorum.
Sayın Bella Habip’in belli bir paradigmanın kavramlarını geçerlilik ve tutarlılıklarını gözeterek sunduğu bu malzemeye, özellikle Kendilik Psikolojisi persepektifinden yaklaşarak tartışmaya başlamak isterim.
Kendilik Psikolojisi’ne göre, yenidoğanın gelişim programı kendiliğin bütünlük, süreklilik, uyum ve esnekliğe ulaşmasını içerir. Kendiliğin yapısal özellikleri dış dünyada kendilik deneyimleri (self experiences) ile tebarüz eder. Kişinin kendiliğinin durumunu ifade ettiği kendilik deneyimleri ve bunların zarfları olan “hal”lerini görürüz. Bizi bu “hal”lerin kalbine götüren kırmızı iplikler ise duygulanımlardır.
Bebeğin gelişim öyküsünün önemli bir boyutu Stern’ün tanımı ile onun “Kişilerarası Dünya”ya (Interpersonal World) yerleşmesidir. Stolorow, Atwood ve Orange’ın deyimi ile, “çocuk dünyaya yerleşirken, dünya da ona yerleşir”. “Kişilerarası Dünya”nın temeli ilk bakıcıların, bebeğin kendilik deneyimlerini yani ağırlıklı olarak duygulanımlarını izleyerek, alarak, kabul ederek, taşıyarak ve işleyerek ona geri vermelerini içerir. Kohut buna “içinden geçirme” (passing through) demişti. İlk bakıcılar, bebekten yüzlerine, gözlerine, sözlerine duygulanımsal ifadeler “almak”la kalmazlar –ki bu “alma”lara aynalama, yankılama, hassas ayar kurma gibi isimler veriyoruz- onlara her zaman bir şeyler ekleyerek, onları işleyerek bebeğe geri verirler. Winnicott’ın etkileşimsel squiggle oyununu anımsayalım.
Stolorow ve Socarides, bu olguyu bebeğin duygulanımlarının, ilk bakıcı etkinlikleri ile, kendilik deneyimine entegre edilmesi olarak adlandırırlar. Bu işlemlerden geçmeyip, kendilik deneyimlerine entegre edilmeyen duygulanımlar ve daha kapsayıcı bir ifade ile haller, kendiliğin içinde, bütünlüğe katılmayan ilkel enkapsülasyonlar olarak kalıp, ileriki psikopatolojinin temellerini oluştururlar.
Kohut ilk bakıcıların bu işlevlerine “kendiliknesneliği” (selfobject) adını verir. Kendiliknesnesi bir insan değil, bir işlevdir. Winnicott’ın “geçiş nesneliği” kavramı ile yakınlıklar içeren “kendiliknesneliği”, sadece “ilk bakıcı-bebek” ilişkisinin hammaddesi değil, aktarımsal süreçlerin rol oynadığı her yerin, özellikle analiz ve terapinin dokusunu oluştururlar. (Küçük bir parantez açarak eklemek gerekirse, aktarım kavramında “gereksinim aktarımı” ve “tekrar aktarımı” gibi bir farklılaşmaya da yol açarlar. Kohut’un “her tekrar aktarımdır; ancak her aktarım tekrar değildir” sözünü anımsayalım.)
Bugünkü konumuzla ilgili yere gelmek isterim. Kendilik Psikolojisi ekolü kuramının gelişim ayağını her zaman çağdaş 0-3 yaş anne-bebek gözlemlerine dayandırmıştır. Başını Daniel Stern gibi kuramcı ve araştırmacıların çektiği bu zengin bulgular alanı, bebeğin yaşamın başlangıcında sergilediği bir özelliğe dikkat çeker. Bu özellik herhangi bir kategorik duygulanım durumu ile tanımlanamayacak bir hali işaret eder.
Bu özel hali yaşayan bebek yaşama açıklık ve hazır oluş içindedir. Uyarılmaya, etkileşime, ilişkiye açlık durumunu yansıtır. Gözlerindeki yaşam kıvılcımı ateşe dönmek için annenin katkısını bekler. Bebeğin herhangi bir kategorik duygulanıma ve onu içinde ifade edeceği eyleme geçmeden hemen önceki bu yüksek enerjili potansiyel hali, Stern’e göre yaşamsallığın başlangıcıdır ve diğer tüm duygulanımların kaynağıdır. Stern bu olguya “canlılık duygulanımı” (vitality affect) adını verir. Canlılık duygulanımı, tek başına yaşama geçmeyi, canlı olmayı, yaşamsallığı sağlamaz. Gerekli şarttır ama yeterli şart değildir. Anne bu duygulanımı kendiliknesnesi etkinliği ile işlerse, vitalizasyon çemberi tamamlanır. Bebek, potansiyeli performansa geçirir ve yaşama tutunmaya başlar. Kıvılcım ateşe dönüşür. Annenin, “canlılık duygulanımı” üzerinde kendiliknesnesi işlevlerini sağlamaması sonucunda ise, canlılık duygulanımı sönmeye başlar ve ortaya “cansızlaşma” (devitalization) çıkar.
“Cansızlaşma” bebeğin yaşamdan geri çekilmesi, içine kapanması gibi bir sonuç doğurur. Böyle bir durum otistik ve/veya psikotik bir iç dünya yaratır. Guntrip’in “nesnesiz regrese ego” diye adlandırdığı hal böyle bir iç dünya özelliğini yansıtır.
“Cansızlaşma” bazen sadece “psişik ölüm”le sınırlı kalmaz. Zaman zaman bu cansızlaşma Guntrip’in kardeşi Percy’nin bahsinden anımsayacağımız gibi, bebeğin fiziksel ölümüne bile sebebiyet verebilir.
Aşırı cansızlaşmış bebeğin nesnesiz bir dünyaya geri çekilmesi ne demektir ? Bu otistik dünya “arzusuz” bir varoluşu yansıtır. Arzu, canlılığın kendi sınırları ötesindekine yani ötede olana, öteki’ne yönelişinin dinamiğidir. Ben’in ben olmayan’a (tüm dünyaya) açlığı ve iştahıdır. Arzu nesnesi ulaşılabilen ama hiçbir zaman bütünü ile elde edilemeyendir. O yakalandıkça kaçandır.
Her arzu bir vaadin peşinden gider. Bu vaadin doğası baştan çıkarmadır. Annenin bebeği vitalize etmesini “baştan çıkarma” olarak görebiliriz. Anne bebeği yaşam adına, yaşam için, yaşama doğru baştan çıkarır. Anne bebeğin dünden –ezelden- razı olduğunu tamamına erdirir. Ve tamamına erince, bebeğin yaşamı boyunca işleyecek arzu zembereği gerilir.
Başlangıçta bir süre, amaç ve araç nitelikleri üstüste binmiş görünse de, optimal gelişimde, annenin bu baştan çıkarışı bir araç olarak kalmalıdır. “Yeterince iyi anne” arzu zembereğini gerer ve geri çekilir. Bebek baştan çıkarıcıda takılı kalabilir. “Baştan çıkarıcı” diyorum, “baştan çıkaran” demiyorum. Konuşmamın başından anımsayacağınız “göçmen” ve “tartışan”a bir de “baştan çıkaran”ı ekleyelim. “Baştan çıkarıcı” baştan çıkarmada ısrarlıdır. Bu onun için bir araç değil bir amaç olmuştur. Onun büyüsü, efsunu, hipnozu çözülemez.
Buradan sayın Bella Habip’in değerli derlemesi “Bensizbiz”in içeriği ile bağlantılı noktaya geçelim.
Sigmund Freud’un grup psikolojisi üzerine öne sürdüklerini hatırlarsak, onun bireysel psikolojik devinimlerde bile belli bir anlamda grup psikolojisi dinamiği gördüğünü idrak ederiz (her sevişme altı kişiliktir…). Psikanalitik bakış açısı bireysel olanla daha geniş çaplı olanlar, yani toplumsal, kültürel, siyasi olgular arasında köprüler kurar. Özünde bireysel intrapsişik bir perspektife sahip olan psikanaliz, toplulukların kaderini incelerken, bu mikro evrenle makro plan arasında paralellikler kurar.
Bu ruhtan hareketle, konuşmamın başında zikrettiklerimin grup süreçleri ile ilgisini kurarak, bir yüzü “canlılaştırma”, diğer yüzü “baştan çıkarma” olan olgunun, toplumsal süreçlerin de önemli bir parçası olduğunu iddia ediyorum.
Topluluğun lideri (burada, değişik liderlik türlerini tek bir potada eriterek ifade ediyorum), topluluk üyelerini bir ülküye, bir hedefe, bir ideolojiye, bir tutkuya doğru canlandırır ve/veya baştan çıkarır. Belli bir canlılığa ulaşmış grup süreçlerinin (burada, “canlılık” ile dini, siyasi, ideolojik “enerjik oluşu” kastediyorum) çoğunun temelinde bunu görürüz. Topluluk bir bütün olarak, ama aynı zamanda, onun içinde yer alan bireyler kendi öyküleri ile toplululğun kaderinin kesişme noktalarında liderin işaret ettiğini arzularlar. Liderin işaret ettiği ile lider sıklıkla bir kondansasyona yani yoğunlaşmaya uğrar. Bu tür yoğunlaşma örneklerine pek çok dini, siyasi ve ideolojik oluşumda rastlarız. “İdeolojimizin hedefi (veya içeriği), liderimizin kişiliğinde somutlaşmıştır” ifadesi herhalde çoğumuza tanıdık gelmektedir. Böyle bir yönelimin doğası aktarımdır. Topluluk üyeleri oldukça karmaşık versiyonlara bürünebilen şekillerde, narsissistik ve libidinal kateksislerle liderlerine bağlanırlar.
İnsanlığın medeniyet tarihinin ve onun özündeki kültürel oluşumların çekirdeğinde bu aktarımlar yatar. İnsanoğlunun dünyaya kurduğu bağlar, onun sosyal varoluşu perspektifinde bu aktarımları zorunlu kılmıştır. Bu baştan çıkma, canlılığı, umudu ve arzuyu yaşayabilmek ve taşıyabilmek için şart olan bir koşuldur.
Bu topluluk ruhu, bir başka ifade ile, topluluğu birarada tutan bu telkin ve illüzyon ortamı, insanoğlunun yağız toprak ve mavi gök arasındaki belirsiz varoluşunda bir mitoloji yaratır ve ona belli bir öykü verir. İnsanlık tarihinin bebekliği sayabileceğimiz dönemlerde bu tip aktarımların yoğun bir şekilde varolması boşuna değildir. Bu aktarımlar medeniyetin kuruluşu için bir araçtır.
İnsanın doğası ve bu doğanın içerdiği dürtüler her zaman onu bu aktarımın içindeki devinimlere doğru iter. Bu aktarım sabit bir durumda kalamaz. Tatmin yaşantısı süreklilik arzedemez. Bir zaman sonra, topluluk ruhu hipnozun dışına doğru taşmaya başlar. Bazı durumlarda, başlangıçta grubu baştan çıkaran ve ona canlılık veren araç amaçlaşır ve bu hipnoz bir evrime uğrayamaz, çözülemez ve topluluğu zamansız bir birincil süreç fanusuna kilitler görüntüsü verebilir. Böyle durumlarda, lider ve onunla özdeşleştirilen ideoloji, inanç veya siyaset idealize edilir. Topluluğun dürtüler kaynaklı doğal çözülme türevleri ise topluluk dışına yansıtılır. Lider ve onunla özdeşleştirilen ideoloji temiz ve pak kalır; üzerine şüphe bulutlarının gölgeleri düşmez. Böyle durumlarda, dışarıda “kötü ötekiler” bulunur. Gitgide kapanan topluluk “ötekiler”i paranoid bir şekilde gözetlemeye başlar.
İnsanlık tarihinde sayısız kez tekrarlanmış olan bu olgunun sadece geçtiğimiz yüzyılda Kıta Avrupası’nda kaç kez ortaya çıktığını ve milyonlarca insanın yaşamına malolan soykırımlara dönüştüğünü hatırlayalım. Böylece, başlangıçta topluluğa can veren baştan çıkarma, artık onu yaşayan bir ölü haline getirmiştir (yukarıda hatırlattığımız örneklerde milyonlarca insanı da “yaşamayan ölü” haline getirmiştir!). Yaşayan, canlı olan ülkü/lider yoğunlaşmasıdır. Topluluk üyeleri ise değersiz zombilere dönüşmüşlerdir.
Aktarımın kaderi onu hep yukarılardan aşağılara doğru iter, ancak bu onun her zaman aşağılara ineceği anlamına gelmez. İdealizasyonlar içlerindeki deidealizasyon kaşıntıları ile süperidealizasyonlara dönüşebilirler ve yukarılara, daha yukarılara kanat çırpabilirler. Analiz veya terapi odalarındaki aktarım süreçlerinde bu “aşağı-yukarı” dinamiği üzerine çalışan bir bilinç ve onun organları olan yorumlar vardır (veya umud ederiz ki vardır). Bu bilinç, olgunlaşmanın, büyümenin, telkin duvarları dışına çıkmanın anahtarıdır. Peki topluluğun aktarım süreçlerinde topluluğun hipnozu aşmasını sağlayacak kimdir, nedir? Bu işlev gene lider/ülkü yoğunlaşmasından mı beklenecektir? Yoksa, bu güç topluluğun kendi içindeki doğal dönüşüm süreçlerinin önünü açan bir şeffaflık, demokratikleşme ve düşünce toplumu olma mıdır? Burada topluluğun bağışıklık sistemi alerjik bir tepki oluşturabilir (alerjik reaksiyon metaforu paradoksal bir duruma işaret eder. Bünyeyi hastalıklara karşı koruyan bu olgu, bazen başlıbaşına bir hastalığa, hatta ölüme sebebiyet verir). Topluluk, tüm bu grup-içi bilinç yükselmesini bir dağılma tehdidi olarak yaşayabilir ve hainleri lanetliler bahçesindeki “ötekiler”in yanına püskürtebilir. Böyle bir durumda, belli bir süre için rahat edilir, düşmanlar lanetlenir, lidere ve ülküye tekrar sadakat yeminleri edilir. Bir sonraki krize kadar… Ancak endişeye gerek yoktur çünkü dünyada “hain”den bol şey bulunmaz. Stalin dönemi Sovyetler Birliği ve Mac Arthur dönemi Amerika Birleşik Devletleri’nde yazılan jurnal mektuplarını birbirine eklesek dünyanın çevresini pekçok kez turlayan bir kuşak yaratırdık.
Dünyanın boğazını sıkan bir kuşak.